30. Bölüm

XXX - OYUN

Rumeysa Doğan
rumeysadoganm

Lütfen satır arası yorum yapmayı ihmal etmeyin.

...

Akıp giden yol Hamza’nın dualarına karıştı. Öyle bir hızlıydı ki araba, arkamızdaki aracın hızıyla pek de farkı yok gibiydi. Biraz daha yaklaşsa bizi yakalayacakları kesindi. O an bir silah patlama sesi yankılandı. Çığlık atıp kenara sindim. Hamza ise hızını biraz daha arttırdı. Beni şaşırtacak derecede rahattı. Ara ara kalabalıklaşan yol bazen de ıssızlaşıyordu, o ıssızlıkta ise ateş açmayı fırsat biliyorlardı. Kalbimin maratona çıkmış hâli, midemle eşdeğerdi. Zor nefes alıyordum. Nereden çıkmıştı bunlar böyle? Hangi hakla ateşleyebiliyorlardı?

Olacaklar hakkında fikir yürütmek dahi istemiyordum. Hamza zaten ayrı konuydu, ona bakıp yüzündeki korkunç ifadeyle karşılaşmak en son isteyeceğim durumdu. On dakika, yirmi dakika, yarım saat... Hayır, daha uzun zamandır yoldaydık ve arkamızdaki araçlar bitmek bilmeyen takiptelerdi. Bir an aracın biri öne geçecek oldu lakin Hamza onu arkada bırakmayı başardı. O an tekrar bir ses kulağıma ilişti. Hamza tek eliyle başımdan tuttu. Bense onun yamacına pusmuş ellerimle başımı koruyordum. Korkum bu sefer sadece kendimi düşünmekten ibaret değildi.

“Allah’ım sen yardım et.”

“Âmin,” diyen Hamza’yla gözlerimden yaş aktı.

Kar yağışı şiddetini arttırırken Hamza telefonda hararetle konuşmaya tekrar başladı. Aradığı Fatih’ti.

“Plakalarını kapatmış şerefsizler. Burhan Bey’in işi olduğunu düşünüyorum.” Fatih ne dedi bilmiyorum ama Hamza, “Tamam, internet çeker çekmez sana konumu atacağım,” dedi. Telefonu kapatıp ekrana baktı. İnternet çekmiyordu. Şu an neredeydik, nasıl bir güzergahta ilerliyorduk bilmiyordum.

“Daha sıkı tutun Aymira,” demesiyle dudaklarımın arasından çıkacak olan çığlığa neden olan bir hızı yüklemişti arabaya. Dakikalar sonra arabalar biraz daha uzağımızda kalınca ileride duran ara caddeye girdi. Hava kararmaya yüz tuttuğu için ara caddede pek ışık yoktu. Günün ışığını da ağaçlar kapatmıştı. Tekrar bir yol sapması ve virajlı yollar bütün izdihamı yanı başında getirdi. Ta ki Hamza’nın besmele çekerek bozuk yola girmesine kadar. Öyle bir giriş yapmıştık ki adamların bizi bulması imkânsızdı. Onları epey bir geride bırakmıştık.

Yol o kadar kötüydü ki Hamza’nın hız yapması tehlikeyi yanı başında getiriyordu. Yavaş olmamalıydık, onların bizi bulması büyük felaketleri meydana çıkarırdı. Belki de bizi acımadan öldürürlerdi.

Daha fazla ilerleyemedik, araba dengesini sağlayamamış, büyük bir gürültüyle kasisli yolu tekleyip ilerideki çukurluğa girmiştik. Ağaçla bütünleşen araç bize büyük bir kıyamet yaşattı. Kocaman bir çığlığın arasında büyük bir gürültü kulaklarımızı sağır edecek kadar feryat etti. Son sözler değilse bile şayet her şey şu an son olabilirdi.

Saniyeler... Ah o saniyelerin verdiği geçmek bilmeyen dakikalar. Başımın çarptığı yer büyük bir sızı yaydı vücuduma. Başımı, çarptığım yerden kaldıramıyordum. O an gözlerim kapandı, sanki büyük bir acının kollarında kendimi yok sayıyordum. Son duyduğum ses silahın ateşleme sesiydi. Üzerime kapanan Hamza’nın ağırlığı ile olduğum yerde kaskatı kesildim.

Tekrar bir sızı ile araladım gözlerimi. Karanlık hazmedemediğim bir durumdu şu anda. Başımı zorda olsa kaldırdım. Üzerimde Hamza vardı ve ben iki büklüm olmuştum. Hâlâ arabadaydık. Saat kaç olmuştu bilmiyordum ama epey geç olduğunu anlayabiliyordum. Keskin acıyla yüzümü buruşturup kendimi toparladım. Önce Hamza’yı zor da olsa üzerimden kaldırdım daha sonra ise etrafa bakma gereği duyduğumda aklıma gelenle başımı yan tarafa çevirdim. Gördüklerimle gözlerim kocaman açıldı.

“Hamza!” dedim sesimdeki acının kırıntısını yok ederek. Hareket ettiğim an vücuduma saplanan büyük acının hezimetini yaşıyordum. Şu an kendimi umursayacak hâlde bile değildim. Zor da olsa toparlandım. Hamza’ya uzandığımda hiçbir tepki vermedi. Ağzımdaki kekremsi tatla konuşmam epey zorlaştı. Zaten kolumu kaldıracak hâlim yoktu. Hele ağrıyan uzuvlarım, hareketlerimi pasifleştiriyordu.

“Hamza,” dedim yeniden. Başını çarptığı direksiyondan ötürü kan sızıyordu. Silahtan çıkan kurşunun hedefi Hamza olmuştu. Dehşetle araladım gözlerimi. Hamza, beni korumak için atılmıştı kurşunun önüne. Şu an çıldırmamak için kendimi zor tutuyordum. “Hamza,” dedim yine titreyen sesimle. “Aç gözlerini yalvarırım.” Arabadan inerek zor da olsa onun tarafına geçmeyi başardım. Adım attığım an giren acı şu an umurumda değildi. Kapısını açmamla beraber gözlerimi kapatma gereği duydum. Birçok cam parçası koluna saplanmıştı. Birkaç kurşun yarası gördüm. Sanki o yara benim vücudumu parçalamıştı.

“Allah’ım yardım et.” Başını direksiyondan kaldırıp geriye yasladım. Alnını çok fena yaralamıştı. Hemen nabzına baktım. Titreyen elim kanlı teninde yakıcı bir hisle yüzleşti. Dokunduğum an gözyaşlarımda benimle beraber akıyordu. Ölüm gibi, zulüm gibiydi...

Nabzına baktım, içimi rahatlatacak gerçekle bir şükür sıraladım. Kapının kenarında su şişesi görünce hemen onu yerinden aldım. Titreyen elim kapağı açmam konusunda beni zorlasa da başarmıştım. Sudan birkaç kez tenine serptim. Hiçbir tepki vermemesi bu ıssız yerde korkmamı sağlıyordu. Hiç mi kimse gelip geçmemişti de bizi görmemişti? Bu düşüncelerime ne diyebilirdim ki? Öyle bir yerdeydik ki burada vahşi hayvanlardan başka kim nefes alırdı?

Kar şiddetini arttırırken burada daha fazla duramayacağımızı anlayıp Hamza’yı koltuktan güç bela indirdim. Zaten her yer bembeyaz olmuştu bile. Araba hurdaya dönmüştü resmen. Çalışacağından şüpheliydim. Birkaç kez denedim fakat imkânsızdı. Telefonlara baktığımda kapalıydı. Açmaya çalıştım açılmadı. Kaç defa denedim bilmiyorum ama hepsi de olumsuzdu. Hepsi bir ana denk gelirdi zaten. Belki yakınlarda bir yer bulurum umudu nüksetti yüreğimde. Bu yüzden önceliğim bulabileceğim bir yer olacaktı. En azından biraz yürürsek yardım bulabilirdik.

Yerde yatan bedenini zorda olsa kaldırıp kolunun altına girdim. Kendi yaralarımdan ötürü bir milim kıpırdayamıyordum. Başım dönüyor, midem bulanıyordu. Bir adım atınca olduğumuz yere düştük. Hem ağırdı hem de canım çok yanıyordu. Bana biraz yardımcı olmazsa adım atamazdım ki.

“Hamza aç gözlerini yalvarırım, korkuyorum.” Kıpraştığı an gözlerimde biriken yaşı sevinç naralarıyla bir kez daha akıttım. Titreyen dudaklarımın arasından kelimeler şükürlerimi sıraladığım kelimelerdi. Yüzünü avuçlarımın arasına alıp, “Beni bırakma ne olur,” dediğim anda kısık gözlerle bana baktı. Fakat tekrar kapanan gözleri ağlama şiddetini arttırdı. Tekrar kolunun altına girip, “Hadi sevgilim, yardımcı ol bana,” demem faydasızdı. Düşmemek için direndikçe acılarım kendini daha fazla belli ediyordu. En azından zor da olsa taşıyabiliyordum. Yola çıktığımız anın hesabını yapamamışken, şu an bu yaşadıklarımızı nasıl karşılamalıydım bilmiyordum. Canımızı yakmayı beklemişlerdi ve yakmışlardı da. Ama bu kadarını beklemiyordum. İnsanların bu kadar cani olması alışabileceğim bir durum değildi.

Yüzümü yakan karın soğuğu ile gözlerim kararıyor, saatlerce yürüdüğümüz yolun sonu nereye varacaktı merak ediyordum. Hamza’nın cüssesi ile ara sıra düşüyorduk. Kazanın olduğu yer epey geride kalmıştı. İleride gördüğüm ışıkla umudun yeniden doğması kadar mutluluk vericiydi.

“Az kaldı bir tanem, dayan ne olur.” Güçlükle çıkardığı hırıltı sanki benim vücudumu delik deşik ediyordu. Ağlamamak için kendimi zor tuttum. Acıyı iliklerime kadar hissetmem mi beni bu kadar aciz bırakıyordu? Hangi birini saysam sırtımdaki yük Hamza değil, yaşadıklarımdı.

Işığın olduğu yere yaklaştığımızda, “Yardım edin,” diye bağırdım. Sesimin güçsüzlüğünden ötürü tekrar bağırmak zorunda kaldım; tekrar, tekrar... Artık sesim son raddesine geldi. Düşmemek için önce olduğum yerde bekleyip nefesimi soludum. Fakat bu umutsuzdu. Çok kez düşmüş, çok kez direnmiştim.

“Hamza, bak geldik.” Gördüğüm binadan birkaç kişi çıktı. Önümüzdeki bina pansiyondu. Yaşlı bir amca, “Geç geç kızım,” diyerek Hamza’yı kollarımın arasından aldı. O an zorla ayakta tuttuğum bedenim dizlerimin üzerine düştü. Kulağımda uğuldayan ses karanlığa gömüldü.

...

Başıma giren keskin ağrı açmakta zorladığım gözkapaklarımın sızlamasına neden olurken yavaşça araladım gözlerimi. Önce idrak etmem gereken meseleler vardı ve son an da aklıma gelenle hızla başımı yan tarafa çevirdim. Hamza hâlâ uyuyordu. Ne kadar süredir uyuyordum bilmiyordum. Bir revirdeydik. Yataktan zorda olsa doğrulup Hamza’nın yatağının ucuna oturdum. Başımdaki sızı şu anlık düşünmediğim durumdu.

Parmaklarım yarasına uzandı. Vücudunda sargılar vardı. Dün gece bize bir doktor bakmış olmalıydı. Benim yaram çok yoktu ama Hamza için aynısını diyemeyecektim. Sırtında ve omzunda kurşun yaraları vardı. Kolundaki cam izlerini sargıda olmasına rağmen görüyordum.

Nemli olan kirpiklerimden süzülen yaş eline damlarken hıçkırmamak için dudaklarımı birbirine bastırdım. Ona bir şey olsaydı kahrolurdum.

“Şimdi gitsek buradan, ne biz kalsak ne geçmişimiz. Biter mi sence?” Titreyen nefesim büyük kaosa dönüştü boğazımda. Ağzımdaki kekremsi tatla yüzümü buruşturdum. “Uyan Hamza, gidelim buradan.” Başımı eğip göğsüne koydum. Sessizleşen odada saatin sesi ve Hamza’nın nefes alışı ilişiyordu kulağıma. Yorgundum. Geçmişimi silip atmak istiyordum artık.

“Gidelim.” Duymak istediğim sesle hızla başımı kaldırdım. Biraz önceki hüznüm yok oldu. Kocaman gülümseyip, “Şükürler olsun,” dedim. Islak yanağımı hızlı hareketlerle silip, “Allah’ım çok şükür,” diye fısıldadım. Kısık gözlerle bana bakan adamın varlığına şükrettim. Kendimi şu bir gün de yıpranmış hissediyordum. Elimi nereye koysam yıkılacakmışım gibi, adımımı nereye atsam düşecekmişim gibiydim. Çaresizliğim Allah’ın nezdinde ne olurdu bilmiyorum ama tevekkülsüzlükten değil, kendi yorgunluğumdandı.

Parmakları alnımdaki bandaja ulaştığında yüzü düştü. Avucunu öpüp, “İyiyim ben,” dedim. Konuşmadı lakin yüzündeki öfke hiç silinmedi. Ben, hissediyordum onu, o da beni… İkimizde bu anı unutamayacaktık hiç. Belki zor olacaktı ama bir şekilde toparlanacaktık.

...

Hamza’yla kendimize bir oda ayırtıp geçtik. Hamza, şu an daha iyiydi. Ben, birkaç saat uyuduğumu sanmıştım, iki gündür uyuduğumu yeni öğrenmiştim. İzledim bir süre hareketlerini. Cam parçalarının olduğu kolu sargıya alınırken başındaki büyük yaradan ötürü bazen zorlanabiliyordu. Namazını zorla kılıp yatağa uzandığında ben de yemek getirmek için aşağıya indim. Dün tanıştığımız Nuriye teyze ve Mehmet amca ortalıkta gözükmüyordu. Mutfağa geçtiğimde gençten bir kadını gördüm. O da onların kızıydı, öyle demişlerdi. Önündeki soğanı hem doğruyor hem de gözleri dayanamazcasına ağlıyordu. Bu hâline gülümseyip, “Kolay gelsin,” dedim. Beni görünce elindeki işi bıraktı. “Biz, geçen akşam geldik de şu an eşim biraz rahatsız. Aşağıya inemediği için yemeği alıp çıkacağım.” Önce düşünür gibi yapıp ardından anlayınca, “Ben, size yardımcı olayım hemen,” dedi. Gülümseyip kadına ayak uydurdum. Metal tepsiye koyduğu yemekleri alıp teşekkürümü sıralayarak odaya geri çıktım. Hamza, pencereden dışarıyı izliyordu, beni gördüğünde ufaktan tebessüm etti. İlgisi başka yerdeydi ama bana belli etmek istemiyordu. Tepsiyi çektiğim sehpanın üzerine koydum.

“İyi misin biraz daha?” Yanağımı sevip, “Sen varsan kötü olmam mümkün mü?” deyip uzattığım kaşıktaki çorbayı içti. Bu sefer gerçekçi olmasını istiyordum, şu an güzel sözler sadece bundan ibaret olurdu.

“Ağrın falan yok değil mi?” Telaşlı çıkan sesimi yok etmek istiyordu ama durum onun hafife aldığı kadar değildi. Korkuyordum. En çok da ona bir şey olacağını düşünmüştüm ama çok şükür ikimiz de iyiydik.

“İyiyim güzelim, artık için rahat etsin.” Bir şey demeden yemeğini yemesi için yardım ettim lakin kendisinin yiyebileceğini söyleyip tepsiyi önüne çekti. Hareketleri yavaştı, ağrısı vardı bunu görebiliyordum.

“Sen neden yemiyorsun?”

“Ben, sen uyurken yemiştim bir şeyler.” Bir şey demeden önündeki yemeğe başladı. Ayağa kalkıp pencere önüne geçtim. Dünden bu yana yağan kar durmuştu. Etrafta bina yoktu, pansiyon ise çok işlek bir yer değildi. İçimdeki tedirginliği bir türlü atamıyordum. Sanki bizi burada da bulacaklarını düşünmem içimdeki tedirginliğe yenisini ekliyordu. Parmaklarımla uykusuz kalan gözlerimi ovuşturdum. Buraya geldiğimizden beri çok az uyumuştum. Uyusam bile gördüğüm kâbuslar beni uykudan mahrum bırakıyordu. Elimde olmayan endişeler kendimi yıpratmaktan öteye gidemiyordu. Hamza’ya belli etmemek için uyur numarası yapıyor, korkumun üstüne ilgi odağı olmayı istemiyordum. Şu an ne teskin edici cümlelere inanabilirdim ne de kendimi teskin etmekten öteye götürebilirdim. Kötü düşünmek istemiyordum ama düşünüyordum da...

Kapının sesi ile daldığım düşünceler uçup gitti. Arkama dönmemle Mehmet amca içeriye girdi. Hamza kendini biraz daha doğrulttuğunda Mehmet amca eliyle Hamza’yı durdurup yatmasını işaret etti. O an göz göze geldik. Biraz önceki durgunluğumun üzerine gelmemişti, çünkü o da iyi değildi.

“İyi misin oğlum biraz daha?” Mehmet amcanın babacan tavrı Hamza’nın, “İyiyim,” demesine sebebiyet verdi. “Etrafta birkaç adam görmüşler, ben de mecburen jandarma çağırdım. Mesele ne bilmiyorum ama müşteriler rahatsız olmuşlar oğlum.”

“Sizi böyle tedirgin etmek istemezdik Mehmet abi, iyi etmişsin.” Mehmet amca memnun olmuşçasına yüz ifadesini değiştirdi. Geldiğimizden bu yana çok yardımcı olmuşlardı ve bunu göz ardı edemezdik.

“Tamam oğlum, sen dinlen ben geldiklerinde sana haber veririm.” Hamza, usulca başını salladığında Mehmet amca odadan çıktı. Elimde hissettiğim elle irkildim. Hamza, beni kendine çekip yatağın ucuna tekrar oturttu.

“Solgun duruyorsun.”

“Bilmiyorum. Şu an her şeyin bir kâbus olmasını isterdim.” Gözlerindeki onaylayıcı ifadeyi görüyordum. Bana kendini saklama diyordu ama asıl kendini saklayan oydu. Bana ne hissettiğini söylemiyordu. Bunu anlayan ben olmasam her şeye soğuk baktığını anlayacaktım.

“Telefonum sen de miydi?” Başımı sallayıp köşedeki çantadan telefonu alıp uzattım. Dün Mehmet amca arabanın oraya gitmiş ihtiyacımız olanları bize getirmişti. Hamza, bir yerleri aramaya başladı. Yaptıklarını uzun uzun izledim.

“Es-selamu aleyküm Fatih.” Telefonun arkasındaki ses Hamza’nın selamını alıp endişelerini dile getirdi. Yüksek çıkan sesi buradan duyulabiliyordu.

“Beni boş ver, sana atacağım adrese gelmeni istiyorum ama bu adrese gelirken ters istikameti kullanacaksın. Sezgin’le gelin, gelirken anneme uğra sana zahmet. Çatalca’daki evin anahtarını versin ama konudan bahsetme olur mu? Şimdi açıklama yapamayacağım ve tedirgin olacak.” Fatih ne dedi bilmiyorum ama Hamza, “Tamam gelince detaylıca konuşuruz, hadi Allah’a emanet ol,” diyerek telefonu kapatıp ardından adresi mesaj üzerinden attı. Bakışlarımı fark edince gülümsemeye çalıştı lakin o gülüş hiç gerçekçi değildi. Onun aksine ben iyi gözükme gibi bir çaba içerisinde değildim. İstediğim tek şey huzurlu bir anın içine girmekti. Bunun uzun süreceğini bilsem de istiyordum bir yandan.

“Çatalca’da eviniz mi var?”

“Babamın ara sıra kullandığı bir ev vardı. Çok nadir kullanıyoruz.”

“Ne yapacağız orada?”

“Seni oraya bırakacağım Aymira. İstanbul’a geri dönmen tehlikeli olabilir.”

“Orası güvenli mi olacak benim için.”

“Tedbir alacağım.”

“Sen olmazsan gitmem.” Bu sefer sesim sert çıktı.

“Aymira, güzelim lütfen uzatmayalım.”

“Hayır Hamza. Kabul etmeyeceğim. Tek hedefleri sen misin sanki? Benim de hedef olduğum açıkça ortadayken bununla tek başına başa çıkmanı istemiyorum.”

“İnat edeceksin değil mi?” Alayvari sözlerine karşın omuz silktim.

“Bir süre dinlenmen lazım. Baksana yaralısın da. Hem belki beni orada bulacaklar, sonra pişman olursun bak.” Başını iki yana sallayıp gülüşünü genişletti. Kolunu açıp yanına uzanmam için yer verdi. “Gel bakalım buraya. Seninle nasıl başa çıkacağım ben böyle?” Zafer kazanmışçasına gülüp kolunun altına girdim. Başımdan öptüğü gibi sessizliğine büründü. Sanırım kararı biraz zor verecekti.

...

Jandarmalara verilen bilgiler ve yapılan birkaç terletici sorularla pansiyondan çıktık. Fatih ve Sezgin, Hamza’yla konuştuktan sonra bizimle Çatalca’daki eve kadar eşlik etmişler bizi yerleştirdikten sonra gitmişlerdi. Şimdi geldiğimiz yer ilçeye biraz uzak olan ev olmuştu. Huzursuzca etrafta gezinmekten vazgeçip namaz kıldım. Hamza, tedirginliğimi yok etmek ister gibi benimle ilgilenmeye başlamıştı. Kendimi bu histen uzaklaştırma kararı aldım. Böyle yapmam ikimize de zarar veriyordu.

“Ağrın yok değil mi?” Ağzımdan düşmeyen bu soruyla artık onu bıktırmıştım.

“Bunu benim sana soruyor olmam lazım. Kendine hiç bakmıyorsun farkındasın değil mi?” Omuz silkip, “İyiyim ben, kendime bakmam gerekecek durum yok,” deyip bedenimi koltuğa attım.

“Hadi ya, ciddi misin?” Alay konusu olmamdan ötürü burnumu kırıştırdım. “Beni kandırmak için yalandan uyuduğunu fark etmedim sanma. Şimdi çıkıp biraz uyuyorsun.”

“Uykum yok Hamza.”

“Öyle bir seçeneğin yok, hadi bakalım geç yatağa. İnat edersen seni yatağa bağlarım.” Elimden tutup çekiştirdi. Yukarıya çıktığımızda girdiğimiz oda oldukça dikkatimi çekti. Eşyalar eskiydi ama oda oldukça güzel duruyordu. Her şey ahşaptandı.

Beni yatağa yatırdığında aynı şekilde tepki vererek, “Sen de yatsan olmaz mı?” dedim. Yatağa uzandığımızda gerçekten de oldukça uykum vardı. Saniyeler sürmemişti gözlerimin kapanması. Saçlarımda dolanan el ve hafif mırıltılar beni çoktan uykuya teslim etmişti.

...

Kulağıma ilişen ezan sesi ve karanlık odanın verdiği görmezlikle yataktan doğruldum. Karanlığa yavaşça alışan gözlerim bir müddet etrafı taradı. Hamza, yoktu ortalıkta, odadan çıkıp aşağıya indim. Salonun ışığını görünce oraya yöneldim. Hamza, pencereden dışarıya bakıyor, elindeki kupadan ise ya çay içiyordu ya kahve. Dün Fatih bırakmıştı çayı. Dağılmış saçlarımı düzeltip yanına gidince beni yeni fark edecek ki ağır çekimle bana baktı. Dışarıda çok güzel kar yağıyordu.

“İyi misin?” Gülümseyip, “İyiyim,” dedi. Elindeki kupadan bir yudum alıp, “Kaçacak mısın benden artık,” dedim duygularını belli etmesini ister gibi. O kadar durağandı ki bu sefer ne düşünüyordu bilmiyordum. Beni üzmek istemiyordu. Ona hak veriyordum elbette fakat bana açık olmasını daha çok istiyordum. Bu kadar durumdan haberdarken bazı şeyleri bilmemek pek yararlı olmazdı.

“Sen zaten anlıyorsun beni, kaçacak yerim var mı?” Bu sefer ben, gülümsedim. Önüme dönerek bir müddet yağan karı izledim. İçsel huzurumuz kalmadığı gibi onu böyle görmek büsbütün kötü hissettiriyordu. İkimizde yorulmuştuk fakat bunu sırf birbirimiz için dile getirmiyorduk. Bu önemli değildi ama Hamza’yı böyle görmeye dayanamıyordum.

“Kaçma, en azından seni dinleyeceğimi bildiğin gibi olanlarla da beraber başa çıkacağımızı anla.” Dudağının kenarı usulca kıvrıldı. Açtığı kolunun altına girip dışarıyı beraberce izledik. “Bir haber var mı?” Uzattığı bardaktan tekrar bir yudum çay daha aldım. Fatih’le konuşmalarını hatırlattım. Fatih, oldukça çaba gösteriyordu bu konuda, bunu göz ardı edemezdik. Zaten o olmasa Hamza tek başına daha fazla yıpranırdı.

“Şu an yok.” Başımı usulca sallayıp kolları arasından çıktım. Koltuğa geçerek televizyon açtım. Can sıkıntısından gezdiğim kanalların birinde durup koltuğa cenin pozisyonunda yattım. Aslında aklım başka yerde olsa da bu sessizliği sevmedim. Hamza’ya baktığım kısacık bakışlar bana bakmasıyla kaçıyordu. Ne kendimizi ifade edebiliyorduk ne de birbirimize kayıtsız kalabiliyorduk. Dengeyi sağladığımız yerde ise birçok sessizlik oluşuyordu aramızda. Hamza, yanıma geldiğinde başımı onun dizlerine koydum. Benim gibi sessizce televizyona bakıyor arada gelen mesajlarla ilgileniyordu.

“Ne olacak peki Hamza, burada daha ne kadar kalacağız?”

“Bilmiyorum, bakalım.” Sanırım kolay kolay çözülmeyecekti olay. Önüme dönerek televizyona yeniden adapte olmaya çalıştım. Çok başarılı olduğum söylenemezdi ama biraz daha olsun uyumayı deneyebilirdim. Dediğim gibide oldu sanırım yarım saat uyuyabildim. Üzerime ne zaman örtüldüğünü bilmediğim battaniyeyi geri çektim. Hamza’yı göremeyince endişelendim ama endişem uzun sürmedi. Mutfaktan sesler geliyordu. İlerledim ve kapı pervazından yaptıklarını izlemeye başladım.

Onu izlerken huzurlu hissediyordum. O kadar sakindi ki tavırları, benim aksime daha da uyumluydu mutfağa. Beni gördüğünde koşup arkasından sarıldım. Yüzümü sırtına koydum. Şükrettim yeniden Allah’a. En azından yan yanaydık, ona o gün bir şey olmamıştı… Sıkı sıkı sarılmamla bana döndü. Ona baksam doyamazdım.

“Ne oldu?” Omuz silktim, o ise bir çocukla konuşur gibi narindi. “Hiç, sarılmak istedim sadece.” Kısa saç tutamımı kulağımın arkasına sıkıştırdı. “Hamza, seni çok seviyorum.” Gülümsedi, sıcacık oldum. Saç diplerime dudaklarını bastırdığı an ise ona çekildim. Sevmek, lügatimde eksik bir kelime olarak kalırdı. Karşımdaki adam beni bu dünyadan öteliyor, farklı bir mekânın en güzel köşesine oturtuyordu. Çenemi göğsüne yasladım ve alttan ona baktım. Burnumun ucuna minik bir öpücük bıraktı.

“Hazırlıksız yakalıyorsun beni.”

“Üç dört kelimenin hazırlığı mı yapılır Hamza? Alt tarafı karşılık vereceksin.” Suyuma gidecek gibi durmuyordu, hatta beni epey bir gıcık edecekti.

“Olmaz, önce hazırlık yapmam lazım.”

“Ha, romantik masa hazırlayacağım diyorsun yani.” Bileğimden tutup çekti ve beni tezgâhla kendi arasına sıkıştırdı. Bu sefer ben hazırlıksız yakalanmıştım. Ellerini tezgâha yaslarken bedenini üzerime yükledi. Yutkundum hatta boğazımda takılı kalan tükürüğümle hıçkırdım. Dudağı kıvrıldı. Eğildi ve kulağımın dibinde, “Bence masa işini biraz düşünebiliriz,” diyerek biraz önceki rahatlığıma taş koydu. Elime sıkıştırdığı spatulanın ardından bedenimden uzaklaştı. Mutfaktan çıkışını şaşkın gözlerle izledim. Bu resmen beni oyuna getirmekti. Gülerek ocak başına geçtim. Yapılan omleti tabaklara yerleştirdim. O ise çok geçmeden elini yüzünü yıkayıp geldi. Ters bir şekilde yüzüne baksam da biraz önceki utanmadan kalan kızarıklar gitmemişti. O ise bunu fırsat bilerek konuşmaya devam etti.

“Çok mu heyecanlandırıyorum seni?” Ukalaca konuştu. Parmakları biraz önceki öptüğü yerde dolandı. Saç tutamlarıma ulaştı ve usulca okşadı. Yine ve yine aldanıyordum. Bu sefer işi naza çekme niyetinde değildim.

“Ne görüyorsun yüzümde?”

“Geceye düşmüş bir ay…” Sonra biraz daha eğildi. Saçlarıma burnunu yasladı ve nefesini içine çekti. “Zifiri karanlıkta parlayan emsalsiz bir yıldız…” Ne kadar dinlersem dinleyeyim hep baştan alacağım bir kaset gibiydi sözleri. Yaşamak belirdi içimde, bir küheylan oluverdi sözleri umutsuzluğumun yanına. Ona çekildi. Seni seviyorum kelamı benim lügatimde iki kelime olsa da onun lügatinde özenle seçilmiş kelimelerle bezeliydi. “Çiçek gibisin Aymira, penceremin önüne ekilmiş bir sardunya kadar narinsin.” Onunda benim gibi ruh hâli hemen değişiveriyordu. Biraz önceki yarım kalan muhabbetimize kolaylıkla girebileceğimizi düşünmeden devam ettik.

“Sen incinmeme izin vermezsin. Baksana çoktan verdin can suyumu.” Yaslandım göğsüne. Artık bir şeyler yememiz gerekiyordu.

Beraber hazır olan yemeği masaya taşıdık. Karşılıklı oturduğumuz masada Hamza telefondan gelen maillere bakıyordu. Bense ondan önce yemeğimi bitirip tabağımı makineye dizdim. Sanırım o işle alakalı maillerle ilgilenecekti. Odaya geçtim ve namazımı kıldım. Uzun uzun duamı ettim. Tekrar salona döndüğümde sesin verandadan geldiğini duydum. Oraya ilerledim ama yanına gitmedim. Mutfaktan girildiği için onu dinlemek yerine kendimize birer çay yapmak daha cazip geldi lakin sesi bana ulaşıyordu.

“Bilmiyorum Ruman,” dedi sesindeki bıkkınlık getiren ifade ile. Sanırım Ruman aramış olmalıydı çünkü Hamza şu an kimseyi aramazdı.

“Onun telefonu kapalı şu an. Nereden haberin oldu da aradın?” Ne dedi bilmiyorum ama Hamza pek de şaşırmadı. Bir süre Ruman’ı dinledi.

“İnan ne düşüneceğimi bilmiyorum. Ona bir şeylere unutturmak istedikçe tepe takla oluyor her şey.” Yine karşıdaki sesi duyamamanın verdiği merak vardı üzerimde.

“Ona çok haksızlık yaptım. Affettim diyor ama hâlâ gözlerindeki o kırgınlığı görebiliyorum. Benim yüzümden bu hâldeyiz.” Boğazımda düğüm düğüm olan bu hissin nasıl bir his olduğunu çözemedim. Gözlerim doldu. Oysa affetmiştim ben onu. O sadece kendini suçluyordu, bunu yapmamalıydı kendine. Bana inanmalıydı. Bir yük gibi sırtında taşımamalıydı.

“Hayır Ruman. Hiçbir şey geçmedi. O affetse de ben kendimi affedemem. Her neyse sonra konuşursunuz. Anneme de sen bir şeyler açıklarsın ama onu korkutma. Hadi Allah’a emanet ol.” Ona görünmemek için hızlıca salona geri döndüm. Yanağımdaki ıslaklığı hızla sildim. Onu duyduğumu anlamamalıydı. Tekrar mutfağa geçtiğimde o da verandadan çıkıyordu. Beni görünce yüzündeki ifadeyi değiştirdi ama ben, onu fazlasıyla anlıyordum. İkimiz de bu anın boşluğuna düşmüştük ve ikimizde hislerimizi beceremesek de saklamaya devam ediyorduk. Ama bilmediği bir şey vardı; ben onu affetmiştim. Bunu ne kadar söylersem söyleyeyim o kendini asla affetmeyecekti. Bunu istemiyordum, kendisine kızgın olmamalıydı.

...

Eve biraz uzak mesafede olan marketten aldığımız birkaç abur cubur poşetiyle yürüyorduk. Oldukça soğuk olan hava bedenimi uyuşturdu. Hamza, bazen etrafa bakıp bazen de beni endişelendirmemek için bir şey olmamış gibi yürüyordu. Yarım saattir sessizdik.

“Buralar güzelmiş.”

“İlk defa mı geldin?”

“Evet.” Etrafta olan tek tük evler güzel manzarayı kapatamamıştı. Karın dün geceden beri şiddeti, etrafı beyaza boyaması güzel görüntüyü gözler önüne sermişti bile. Eve doğru ilerledik. Aniden elimi cebindeki eline soktum. Ne var der gibiydi bakışları.

“Üşüdü ellerim.”

“Senin cebin yok mu?” Omuz silkerek ilerlemeye devam ettim. O ise rahat durmayarak montumun şapkasını başıma geçirdi. Şapkadaki bütün kar başımdan aşağı döküldü. Bu yaptığı ile ürperdim. Kar çok değildi ama bir kere yüzüme değmişti.

“Sen var ya… Bu yaptığın insanlığa sığıyor mu?” Beni dinlemedi bile. Elim cebinde olduğu için yürüdüğünde çekiştirildim. “Hamza, dursana ya.” Elimi öyle sıkı kavramıştı ki çekemedim bile. Durdu, bu sefer önüme geçip montumun fermuarını ağzıma kadar çekti.

“Üşüme diye yapıyorum işte.”

“Karlı şapkamı çekerken hiç öyle demiyordun ama.”

“Karlı mıymış? Hiç fark etmedim.” Tekrar ilerledi. Bu sefer bana ayak uydurabilmişti. Gözlerimi kısarak yandan bir bakış attım. Aklıma gelen ani fikirle elimi elinden çektim. Ne yaptığımı anlamazcasına bana döndü. Dudaklarım kıvrıldı.

Yerden birçok kar yığınını avuçlarımın arasında ezdiğimde anlamıştı her şeyi. Fakat yaptığının cezasız kalacağını sanması beni bir miktar bu duruma teşvik ediyordu. Kartopunu fırlattım ama istediğim hedefe ulaştıramadım. Kolunu kendine siper etti. Ama durmadım, peş peşe fırlattığım toplardan biri ensesine gelmişti. Gülüşüm çoğaldı. Buna artık kayıtsız kalmayarak birkaç kartopu da kendisi fırlattı.

“Bu öyle atılmaz ama.” Elindeki kocaman kartopu kaçmamı sağladı fakat kaçamadan kafama yediğim darbe ile gözlerim kısılıp tehditkâr bir tınıya dönüştü. Bu da yetmezmiş gibi eğilmemi fırsat bilip başımdan aşağı kar yığınını döktü.

“Ya Hamza.” Geri çekilecekken izin vermeyip kendine çekti. İkimizde dengemizi sağlayamayınca yere düştük. Kahkahamız yükselirken, “Çocuk musun ya?” dedim sahte sitemle. Üzerime doğru çıkıp, “Diyene bak. Ama benim karım çocuk ben de onunla çocuklaşan koca adam olmak pek de kötü durmuyor hem,” deyip yerden kar itekledi üzerime. Yine suç ben de kalmıştı iyi mi! Şapkasını yüzüne doğru çektim. Bundan hoşlanmamıştı.

“Hayır, sen benden daha çok çocuksun.” Uzandım ve burnunun ucunu ısırdım.

“Ben de bu durumlara düştüm ya, daha ne diyeyim.” Doğruldu. “Hadi kalk da üşüme artık.” Gitmesine izin vermedim. Bileğini tutmamla bana baktı.

“Hamza!” Birden sesim ciddileşti. Ellerim yanaklarına ulaştı, o çoktan benim ne diyeceğimi anlamıştı. Bu yüzden durağanlaştı.

“Ben, seni affettim. Sen de artık kendini suçlama olur mu?” Bir şey demedi. Bu sefer uzatmadan ciddiyetimi bozdum ve yüzüne kar fırlattım. “Bu da kısasa kısas.” Aynı şekilde o da uzatmadı. “O koca adam üzerimde kalkarsa içeri geçeceğim. Dondum şu an.” Kahkahasını hiç bırakmayıp üzerimden kalktı. Önden kaçar adım giderek eve girdim. Donmuştum şu anda. Köşedeki poşetleri göz ucuyla gösterip, “Ellerinden öper sevgilim,” deyip salona yürüdüm.

“Bu fırsatçılık bence küçük hanım.”

“İnkâr edemem.” Sırıttım. Ellerimi daha sönmemiş olan şömineye uzattım. Üşüyen ellerim biraz gevşeyince köşedeki sepetten odun attım. Birkaç dakika sonra odunlar alevlendi. İçeriye yayılan çıtırtı sesleri muazzam huzur veriyordu. Çok geçmeden elinde kupalarla gelen Hamza’ya göz ucuyla bakıp yanıma gelmesini bekledim. Döşeklerden diğerine kendisi oturup kupanın birini uzattı.

“Ah çay!” İhtişamla dudağını kıvırıp, “Çay ve sen,” dedi. Yanıma oturdu. Şu an dip dibeydik ve o bana yine hayran kaldığım gamzelerini bahşetti. Kupayı köşeye bırakıp bedenimi kendisine çevirdim.

“İzninle uzun zamandır düşündüğüm bir şey yapacağım.” Anlamaz bir vaziyette yüzüme baktığında gözümle çayı işaret ettim. Benim gibi bardağı köşeye koydu. Hızlıca ellerimi kaldırıp yüzlerini sıkıp yanaklarını avucumun arasında sıktım.

“Ya var ya artık yemek istiyorum şu suratını.” Isıracakken geri çekilip, “Siper almamı söyleseydin önce,” demesiyle çocukça omuzlarımı silktim. “Ya bir sevdirmiyorsun.”

“Aymira bu sevmek değil öldürmek.”

“Hiç de bile, ben böyle seviyorum bir kere.” Önüme döndükten sonra tripli bir şekilde, “Sevdirmezsen sevdirme,” dedim. Çocukça çıkan sesimle kahkaha atıp aynı şekilde yüzümü avuçlarının arasına aldı. Şu an kafam avuçlarına sığacak kadardı. Ya onun eli büyüktü ya da benim kafam küçüktü. Yanağıma dişlerini geçirip, “Bak böyle güzel oluyormuş,” dedi.

“Aa ama, bu haksızlık. Ben neden ısıramadım?” Çayını alıp içtiğinde bir yandan hain bakışını üzerimden çekmiyordu. Koluyla koluma vurdu. Dudakları arsızca kıvrılmıştı bile. Yanağını uzattıktan sonra, “İsteğin bir ısırık olsun,” deyince gülüp hafiften yanağına vurdum. “Şapşal.”

“Bak bu olmadı.”

“Oldu oldu.” Başını iki yana sallayarak oturduğu yerden kalktı. “Zevk alıyorsun değil mi?”

“Konu sensen şaşmaz.” Bacaklarımı karnıma çektikten sonra gülerek yanan ateşe baktım. En çok da gülümsedim. Buradayken huzurluydum, en azından o günden sonra başka bir olay çıkmamıştı. Bundan sonrası ne olurdu bilmiyordum ama bizi bulmaları çok da zor olmayacaktı. Belki de bu yüzden Hamza ile olan günlerimin keyfini sürüyordum. Oysa kalbimdeki korku bambaşkaydı.

...

Gözlerimi açtığımda bana arkası dönük olan Hamza’yı gördüm. Secdeye dönmüş, önünde bir rahle ve üzerinde kendini kaptırdığı Kur’an vardı. Hafiften ırgalanıyor, mırıltılı sesi az da olsa geliyordu. Biraz daha doğrulup kısık çıkan sesini dinledim. Birkaç dakika okudu akabinde Kur’an’ı kapatıp rahleden alarak ayaklandı. Arkasına döndüğü an beni gördü. Uykusuz gözleri beni görünce gülümsemesi ile kısıldı. O an yine ona hayran kaldım. Siyah harelerindeki o yorgunluk yok olmuş gibiydi. Ona baktığımda ise yorgun adamı görmekten sakındırıyordu kendini fakat başarılı olamıyordu.

Kur’an’ı köşedeki rafa koyup yanıma geldi. Sığındım yamacına, kolları sardığı an bedenim sarıldı ruhuna. Saçlarımdan öperek soludu. Bir, “Elhamdülillah,” çıktı dudaklarının arasından. Bedenimi öyle bir tutuşu vardı ki bu sahiplenmek bir şükre vesileydi. Gülümsedim. Kısa bir sessizlikten sonra Hamza uyumuş ben de onun yüzünü seyre durmuştum. Bir elimi yüzümün altına alıp diğer elimi Hamza’nın yüzünde gezindirdim. Uzamaya yüz tutmuş sakallarında gezdirdim parmaklarımı, sevdim tenini. Öyle güzeldi ki, bir insanın bu kadar güzel oluşunun muazzam nizamına incecik bir dokunuş sağlayabiliyordum en fazla. Uzun kirpikleri, simsiyah saçları, orta kalınlıktaki kaşları birbiriyle uyum içindeydi. Biraz daha yaklaşıp öptüm yanağından, kirpiklerim yanağına değdiğinde geri çekildim.

Yattığım yerden kalkarak mutfağa geçtim. Önce kahvaltı hazırlamaya başladım. Dünkü aldıklarımızı Hamza’yla yerleştirdiğimiz yerden alarak bir yandan onları hazırlayıp masaya dizdim. En azından aklımdaki kötü düşüncelerden az da olsa uzaklaşmak istiyordum.

Çalan telefonu duyunca salona yöneldim. Hamza, telefonu şarja takmıştı, bu yüzden telefon ben yetişemeden kapandı. Dolan telefonu şarjdan çıkarıp tekrar mutfağa yöneldim. Arayanın Fatih olması beni yine germişti ama ona dönüş yapmayacaktım. Bu sefer Mehlika anneyi arayıp telefonu kulağıma götürdüm. Bir yandan diğer işleri yapıyordum.

“Selamun aleyküm anne.” Selamıma karşılık verip, “Aleykümselam kızım,” dedi. Sesi üzgün çıkıyordu bu da benim yüzümün düşmesine sebep oldu. “İyisiniz değil mi? Fatih oğlum geldi her şeyi anlattı ama aklım sizde.” Diğer olanlardan bahsetmemişti anlaşılan, bahsetseydi bu kadar sakin kalmazdı çünkü.

“İyiyiz anne, sen bizi merak etme. Birkaç gün baş başa kalalım istedik.”

“İyi etmişsiniz güzel kızım. Durun birkaç gün, iyi olur.” Gülümsedim yüreği güzel kadın karşısında. Bir kayınvalide değil de bir anne gibi sahiplenmişti beni. Hamza’yı o kadar çok seviyordu ki, o sevginin payından nasibimi ben de almıştım.

“Sırf sizi özlediğimizden erkenden geleceğiz.” İç çektiğini fark ettim ama bir şey demedi.

“Siz bizi düşünmeyin kızım, oralar sakin yerlerdir. Hamza içinde iyi olur, kafa dağıtır.”

“Tamam anne, bir şey olursa ara. Hadi Allah’a emanet ol,” deyip onun da sesini duyunca kapattım. Başımı iki yana sallayıp, “Yüreği güzel kadın,” diye mırıldandım gülerek.

“Öyledir.” Hamza’nın sesiyle sanki uzun zaman sessiz kalmışım gibi irkildim.

“Sen ne ara geldin?” Tabağa koyduğum peynirden bir dilim alıp ağzına attı.

“İlk telefon sesiyle.”

“Hı,” deyip elimdeki telefonu uzattım. “Şey, Fatih aramış telefon şarjdayken yetişemedim, sen sonra dönersin diye getirmedim. Ben de anneni aradım.” Gülümseyip kalçasını tezgâha yasladı. Kaynayan suyla çay demledim. Bana yardım edip köşedeki yapılacakları yaptı. Masaya oturduğumuzda Hamza, çoktan kahvaltısına başlamıştı bile. Köşedeki ekmekten alarak ben de kahvaltıma başladım. Hamza, sanki bir şeyler düşünür gibi olsa da onu düşüncelerinden uzaklaştırmak için, “Buradan giderken ilk annenlere uğrayalım,” dedim neşeli bir sesle. Şu an kafasındakileri dağıtmak istedim. Hamza, başını hafiften sallayıp, “O muhakkak,” dedi gülerek. Yine sessizleştik ve yine sessizliği bozan ben oldum.

“Kahvaltıdan sonra film izleyelim mi?”

“Ne izleyeceğiz?” Dudağımı kıvırıp, “Bilmem,” dedim. “Buluruz bir şeyler.”

“Olur izleyelim bakalım.”

...

Duyduğum seslerle irkildim. Açtığım gözlerimle beraber yataktan kalktım. Evin içine baskın yapmış gibiydiler ve o an idrak ettiğim şeyle kendimi hızla toparladım.

Merdivenlerden inerek Hamza’yı aradım. Etrafta gözükmüyordu. Delicesine çarpan kalbimle kapıya baktım. O an diğer odadan gelen Hamza kolumdan tutarak bedenimi çekiştirdi. Mutfak kapısından çıkarak koşmaya başladık.

“Hamza ne oluyor?”

“Şu an hiçbir şey sorma güzelim. Sadece bana güven.” Arka bahçeye koyduğumuz Fatih’lerin getirdiği arabaya binerek hareket ettik. Şu an saat 08.00 civarıydı. Namaza kadar uyumamıştık ve ben hâlâ gözlerimi zor açıyordum. Şehrin merkezine yaklaşmıştık. Hamza, süratli olsa da arkamızda adam olmaması beni oldukça geriyordu. Bu sakinlik çok değişikti.

Çok fazla gidemeden önümüzü çevreleyen arabalar kaçacak yerimizi kısıtlamışlardı. Hamza’ya baktım kısa bir an. Hamza, bana geçecek dercesine bakıyordu ama hiçbir kelama yer vermemişti dudaklarında. Kapılarımız açıldı, arabadan inerek adamlara baktık.

“Bizi zorlamadan geçecek misiniz arabaya yoksa biz mi sizi zorla bindirelim?” Hamza, öfkeyle adama bakmaya devam etti. Şu an elinde olsa adamı dövebilirdi.

“İşiniz benimle, sadece ben bineceğim.” Adam ihtizalı bir gülüşü dudaklarına yerleştirip, “Sadece seninle olduğunu kim söyledi?” dedi. İğrenç sesiyle bu sefer ben öfkelendim. Adamın uzattığı silaha tekme çakıp dikkatini dağıttıktan sonra yakasına yapıştı Hamza. Bu sefer arkadan bir adam geldiğinde ona da arkadan tekme attı ve yakasını tuttuğu adamı düşen adamın üstüne itti. Fakat adamların durmaması ile yanıma itildi. Kalabalıklardı bu yüzden de bizim gücümüz onlara yetmiyordu. Eliyle beni kendine çekip, “Korkma tamam mı?” dedi gözlerime bakarak. Bu durumda beni değil bizi düşünmeliydi, o yanımdaysa zaten korkmazdım ki ben. O an sadece bir iştiyakla gülümseyip, “Sen varsan korkmam, unuttun mu Allah bizimle,” deyip elimdeki elini okşadım. Gözleri parladı, şu an ne korku kaldı ne de endişe. Bunu da atlatacaktık bi’iznillah.

Yaka paça arabalara bindirildik. Bu hiç beklemediğim durumdu; Hamza, başka arabaya ben, başka arabaya yönlendirilmiştik. Hamza, yanıma ulaşmak için çırpınıyor etrafını saran dört adamın silahıyla ne yapacağını bilemiyordu çünkü benim de başıma doğrultulmuş bir silah vardı. Çırpınışlarımız, kaçmak için güç yetirmemiz boşunaydı. Yanı başıma oturan adamdan kaçarcasına köşeye sindim. Diğer araba çoktan gitmişti. Şu an benim gittiğim araba ise neyi öne sürecekti bilmiyordum.

Bölüm : 13.12.2024 22:27 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...