BU BİR FİNAL BÖLÜMÜDÜR.
Sizden son kez satır arası yorumlar istiyorum.
...
Kimse beni duymuyor. Bağırıyorum, sesim kısıldı. ‘Kimse yok mu?’ Yalnızım şu karanlık odada. Ses verin hayatımı şu odaya sığdırmış cellatlar. Ses yok, kısa bir an karanlıkla yüzleşiyorum ve o sessizlik bana hiç de yabancı gelmiyor. Ayak seslerini duyuyorum ardından aşinası olduğum bir ses kulağıma ulaşıyor. İşte o ses... Hamza o, sesini duyuyorum ama kendisini göremiyorum. Açamıyorum gözümü, sanki bir bezle bağlamışlar gibi. Ses ver Hamza. İşte yine o ses:
وَاصْبِرْ وَمَا صَبْرُكَ اِلَّا بِاللّٰهِ وَلَا تَحْزَنْ عَلَيْهِمْ وَلَا تَكُ فٖي ضَيْقٍ مِمَّا يَمْكُرُونَ
Anlamıyordum hiçbir şey. Konuş Hamza, ben, Arapça bilmiyorum. Ses gelmedi ve yine aynı ayet kulaklarımda yerini aldı. Delirmeme ramak kalmıştı. “Anlamıyorum seni Hamza,” dedim. Sesimin duyulacağından pek emin değildim. Hamza, susmadı. Ayetler camideki sesini bana geri kazandırmış gibiydi.
Dilim damağım kurudu, nefes alamıyordum. Su içmeliydim fakat Hamza’yı duymaya daha çok ihtiyacım vardı. Hayır, bu sanrı değildi, uyumuyordum ya da gözlerimin kapalı olmasından ötürü benliğimi kaybetmiş de değildim. Susmadı. Tekrar tekrar zihnimi kuşattı.
Sabret! Senin sabrın da Allah’ın yardımıyladır. (Nahl / 127)
Sanki kuruyan dilime damağıma kana kana suyu bahşetmiştim. Kapalı olan gözlerim kocaman bir sızıyla açıldı. Etraftaki zifir karanlık gözlerimden düşen yaşa bir yenisini ekledi. Oturduğum zemin bütün uzvuma ağrıyı bahşetmişti. Kalkmak istedim lakin yapamadım. Bağlı değildim ama bütün irademi bağlamışlar gibi hissediyordum. Yaşadığım şu ana kesik kesik görüntü sundum. O an irkilmemle beraber kendimi toparlama gereği duydum.
Kapı açıldı, karanlığa alışmış gözlerim dışarıdan gelen ışıkla kısıldı. Gözlerimi ufalayıp tepemde dikilen kişiye baktım. Babamdı bu, ama nasıl? Nasıl çıkmıştı oradan? Tabii ya kaçmıştı. Hamza’daki durgunluk bu yüzdendi. Belki de… Düşündüğüm olamazdı değil mi? Peşimizdeki adamları babam yollayamazdı. Biz az daha ölüyorduk! Öfkeyle kalkarak tam dibinde durdum. Babamdaki bu cesaret ona olan bütün bağlılığımı kesip atıyordu.
“Ne yapmaya çalışıyorsun sen?” Babamdaki ciddiyet bütün öfkemi ona kusmamı sağladı. “Nasıl bu kadar iğrençleşebilirsin?” Aniden kolumu tutması ile irkildim. Koluma bakma gereği duyarken babam bununla iktifa ediyordu.
“Sen nasıl bu kadar canileşebiliyorsun. Babandım ben senin.” Dudağımı ihtizalı edayla kıvırıp, “Sen benim babam falan değilsin. Sen artık benim için hiçbir şeysin. Senden nefret ediyorum.” dedim. Tutuşunu daha fazla sertleştirirken bu olanların müsebbibi beni görmesi kaçınılmazdı. Yaşanılan o kadar çok olay vardı ki bunun en büyük müsebbibi kendisiydi oysaki. O, bu kadar caniyken ona tamah etmemizi istiyordu. Oysa ona olan hiçbir sevgim kalmamıştı. Baba kelimesi artık benim lügatimden çıkmıştı. O artık sadece bir yabancıydı, kan bağı olmamız hiçbir şeyi değiştirmiyordu.
“Nasıl bu kadar kindarlaşabiliyorsun?”
“Onu annemi öldürmeden önce düşünecektin.” Onu güçsüz yanından vurdum. Gerçeklerden kaçamayacaktı. “Ben buradan çıktığımda beni seven ailemle olacağım ama sen yalnızlığında yaptıklarınla yüzleşeceksin.” İrislerinde oluşan o hissi ilk defa fark ettim. Nefret... Hayır, bu sefer korku görüyordum. Ya da hayır, kaybedişin yıkımıydı bu. Oysa pişmanlık görmek isterdim.
“Çık git!” Şaşkınlıkla yüzüne baktım. O an başka bir ifadeyle yüzleştim ya da ben öyle anladım. Neden getirilmiştim buraya? Bu, bana sunulan tehdit olamazdı, farklı planları vardı ve ben hâlâ ne yapmak istediğini anlayamıyordum. Beni buraya farklı bir amaçla getirmişti ama şimdi gözlerime bakarken değişen hislerine şahittim. Pişman mıydı?
“Hamza nerede?”
“Çık git Aymira!”
“Hamza’yı da bırakacaksın!”
“Aymira, şu an kötü şeyler yapabilirim. Burhan gelmeden git! Hamza burada değil. Yerini ben bilmiyorum.”
“Sen neyin içindesin böyle?” Yutkundu. Bir şey konuşamadı. Burhan Bey babamı bir kukla gibi yönetiyordu. Hiçbir gücü kalmamıştı.
“Aymira, git artık.” Bağırması ile olduğum yerden uzaklaştım. Bu neydi şimdi? Neden beni bırakmıştı? Kararlılığım mı onu buna yöneltmişti? Allah’ım delirmeme az kaldı.
Merdivenlerden inerken onu gördüm. Bir zamanlar annem zannettiğim ama asla annem olmayan kadına… Artık hiçbir şey hissetmiyordum. Nefretimi bile hak edecek biri değildi. Onu görmezden gelip binadan çıktım.
Etraf o kadar ıssızdı ki nereye gideceğimi bile bilmiyordum. Arkamda kalan eve baktım. Yıkık dökük bir binaydı. Aslında bu bina gibiydi babam, yıkık döküktü ama o yeniden şahlanacağını düşünüyordu. O an gördüm onu. Kırık camdan bana bakıyordu. O kadar yorgun gözüküyordu ki ölmemek için birilerini kuklası olacak kadar zavallılaşmıştı. Bunu göremeyecek kadar kördü. Şimdi ise yaptıklarıyla yüzleşiyordu. Kim bilir şu an neler düşünüyordu. Pişman mıydı? Hâli bunu gösteriyordu.
Hiçbir şey yoktu yanımda, ne cüzdanım ne telefonum… Acilen haber vermeliydim polislere. Burada olduğunu söylemezsem bir an önce kaçıp giderlerdi. Ama arkamdaki adam sanki kaderine teslim olmuş gibi duruyordu, kaçar mıydı orası ayrı düşündürtüyordu.
Issız yolda yürüyor, durduracağım araba bakıyordum. Normal arabalara bakmıyordum bile. Üşüyordum, üzerimdeki ince kıyafetlerden ötürü titremem artmıştı. Hayır ağlamayacaktım. Hamza’nın nerede olduğunu dahi bilmezken kalbimin sancısıyla yüzleşmek gibiydi bu.
Arkadan gelen ticari taksi ile kocaman gülümsedim. Hızla el salladığımda durdu. Koşarak arabaya yaklaşıp bindim. Şu an arabanın sıcağı üşümüş bedenimi gevşetti. Adresi verdiğimde çok geçmeden hareket etti. Taksiye hangi akılla binmiştim bilmiyorum ama diğer duran arabalar beni oldukça tedirgin etmişti.
“Acaba telefonunuzu rica edebilir miyim?” Dikiz aynasından bana bakan adam önce düşünür gibi yapıp son kez, “Lütfen çok acil aramam gerekiyor,” dememle telefonunu uzattı. Polisi aradım ve kısaca her şeyi anlatıp adresi verdim. Adresi de şoförden öğrenmiştim. Uzun süre yolculuktan sonra Mehlika annenin evine gelebildim. Ücreti hemen alıp geleceğimi söylediğimde şoför kabul etmişti. Hızla kapıyı çaldım, kapıyı açan Mehlika anneydi. Beni görünce şaşkınlık oluştu, çok uzun sürmeden sorularını sordu.
“Anne, kapıda taksi bekliyor. Ücreti ödeyeyim hemen geleceğim. Sonra anlatırım her şeyi.” Mehlika anne, hızla geri çekilip çantasından bir miktar para çıkarıp verdi. Hızlıca ücreti ödeyip geri döndüm.
“Hamza geldi mi buraya?” Mehlika anne, endişeyle bana bakıp, “Ne oldu kızım, tane tane anlat,” deyip beni koltuğa oturttu. Şu an ne konuşacak hâlim vardı ne de açıklama yapacak... Zor da olsa her şeyi baştan anlattım. Mehlika annenin atan benzi benim titreyen sesim bir bütünlük kazanacak ki ikimizde birbirimizi teselli etmekle bulduk yolu. Lakin benden çok o beni teselli ediyordu. Onun bu soğukkanlı davranışı sanırım beni biraz olsun hafifletmişti.
...
Günlerce pencere kenarında, telefon başında bekledim. Altı gün olmuştu Hamza’dan haber alamayalı. Fatih’le görüşüyordum fakat onunda hiçbir bilgisinin olmadığını öğreniyordum. Mehlika anne de benimle gelmişti bizim eve. En son polislerin o eve gittiğini, babamın intihar ettiğini öğrenmiştim. O izbe yerde can vermiş, kendine istemediği sonu yaşatmıştı. Ne kadar üzülmeyeyim desem de üzülmüştüm. Hatta ağlamıştım da. Bu böyle olmamalıydı. O bu sonu yaşamamalıydı. Daha bana vereceği birçok hesap varken yaptıklarını intiharla göstermemeliydi.
“Kızım bir şeyler yemelisin?” Başımı usulca sallayıp mutfağa yöneldim. Öylece oturuyordum masa başında. Günlerce ne doğru dürüst bir şeyler yiyebilmiş ne de uyuyabilmiştim. Canım bir hayli sıkkındı. Hamza’yı nereye götürmüşlerdi bilmiyordum. Dün Fatih’le konuştuğumda aradıklarını söylemişlerdi lakin içimdeki huzursuzluk bütün bilinmezliğimi bertaraf ediyordu. Korkuyordum, ben o izbe yerden kurtulmuştum lakin Hamza’dan haber alamamak kötü düşünceleri kafamdan uzaklaştırma adına bana zorluk çıkarıyordu.
Birkaç lokma yemek yedim. Bugün birkaç araştırma yapıp bu işin ucunu görmem gerekiyordu. Mutfağı toparladıktan sonra bilgisayar başına geçtim. Kafam darmadağındı. Önceliğim hisseme ayrılmış olan şirketin içeriğindeki harcamalara göz gezdirmekti. Hamza, hepsini hallettiğini söylemişti ama benim hisselerime dokunamadığı için bunu benim halletmem gerekiyordu. Düşündüğüm gibiydi, benden bağımsız yapılan harcamalar ilk gözüme çarpan oldu. Telefonum çalınca dikkatim dağıldı. Ekranda Fatih’in ismini görmem heyecanlandırdı.
“Selamun aleyküm Aymira.” Selamına karşılık verip, “Haberlerin güzel olduğunu söyle Fatih,” dedim. Fatih’in sıkıntıdan uzak sesi beni umutlandırıyordu. En azından güzel haberler duymaya ihtiyacım vardı.
“Gözünüz aydın olsun o zaman. Hesabından alınan paralar tekrar sana devredildi. Burhan Bey’in son hamlesi de çürütüldü.” Hisseler için birçok yük binse de sırtıma en azından onlara kalmaması beni mutlu etti. Gülmeyi unutan dudaklarım hafiften kıvrıldı.
“Çok şükür, Allah senden razı olsun Fatih. Çok uğraştın.”
“Ne yaptım ki, umarım Hamza’yı da tez zamanda buluruz.”
“Umarım.”
“Ha bu arada az daha unutuyordum.” Telefonu kapatacakken son anda atılması tekrar telefonu kulağıma götürmeme neden oldu. “Haldun Bey’in otopsisi çıkmış, orada gördükleri gibi intiharmış.” Otopsi sonuçlarının bu kadar hızlı çıkması beni şaşırtmıştı. Bir şey diyemeden, “Anladım, görüşmek üzere,” diyerek cevabı kısa tutarak telefonu kapattım. Şu an duygu geçişleri yaşıyordum. Ne olurdu bir kere pişmanlığını dile getirecek söz söyleseydi. Ne olurdu yanlış bildiği yoldan dönseydi. Hepsi o kadar berbat bir durumdu ki bazen olanları anlayamıyordum bile.
...
Öncelikle eski eve gittim. Burası bana kalmıştı ama ben burayı istemiyordum. Fatih’e dönüp, “Burayı infak etmek istiyorum Fatih,” dedim. Fatih, başını usulca sallayıp yanındaki arkadaşına dönüp birkaç şey söyledikten sonra çantadan çıkardıkları kâğıdı bana uzattılar.
“Tamam, sen ne yapılması gerekiyorsa bize söyle yapalım.”
“Bildiğin ihtiyaç sahibi bir aile varsa onlara verirsin. Ben de hisselerimden kalan belli başlı parayı o aileye veririm.”
“Bildiğim bir aile var. Bunun için ayrı konuşuruz.” Başımı hafiften sallayıp evi gezmeye başladım. Eşyalar aynı duruyordu. Dolu gözlerle salona geçtim. Gözüme çarpan berjerle anılarım canlandı. Bir zamanlar babamın burada oturup gazete okuyuşu, ondan istediğim ilginin ilgisizliğini anımsadım. Koskoca ev, bomboştu artık. Geriye kalan sadece anılar ve koskoca hiçlik vardı. Annemin mutfaktan seslenişleri, tutturduğu evliliği ve şimdi buralara gelişim… Öyle bomboştu ki her şey. Ucuna değse zihnim, patlamaya yakın hislerim beni bu evle beraber yok edebilirdi.
Bir zamanlar ağladığım odama geldim. Burada hep hayal kurmuş, o hayalin yıkılışını yaşamıştım. Annemin topuklu sesleri kulağımda uğuldadı. Can acıtıcı sözlerine gidip geldim. O anlar sanki bana bu anı armağan etmiş gibiydi. Nasıl da kandırılmış, nasıl da yok sayılmıştım öyle. Bomboş geçen yirmi yedin yıl vardı bu odada. Sevildiğimi sandığım, ailem zannettiğim yirmi yedi yıl… Kalbim hüsrandaydı, sızlandı ama tek bir sayha düşmedi dilime.
Boğazımda oluşan yumru ile parmaklarım eşyaların üzerinde gezindi. Masanın üzerinde duran kar küresini aldım. Babamın ilk ve tek hediyesiydi bu. Onlar bana hiç hediye almazdı. Ne zannediyordum ki? Onlar bana bu zamana kadar tek bir güzel hatıra bırakamamışlardı bile. Kar küresini çöpe atarak can acıtıcı anıya son vermek istedim. Odadan çıkarak aşağıya indim. Fatih, gelen telefonla bana baktı kısa bir an. Çatılmış kaşlarının ardından yüzünde oluşan değişimle ne olduğunu anlamaya çalışıyordum.
“Hemen geliyoruz komiserim.” Telefonu kapatıp bana döndü. Bakışlarında ne hissetmeliydim; korku mu yoksa bir umut mu? “Hamza’yı bulmuşlar.” Günlerin yorgunluğu bir anda yok oldu. Heyecanla öne atıldım. “Hemen gidelim.”
Hızla evden çıktık. Köşedeki arabaya ilerlediğimizde kalbim bir kuş gibi şakıyordu. Arkaya oturduğumda Fatih, şoför koltuğuna, yanına ise arkadaşı Sezgin bindi.
“Bir şey dediler mi?”
“Hayır, sadece bulduklarını ve konumu söylediler.”
“Allah’ım çok şükür,” diyerek fısıldadım. Ona gidiyordum. Nasıl bir hâlde olduğunu bilmezken huzursuz olan ruhum hiç de iyi şeyler olacağını söylemiyordu. İyi şeyler düşünmeliydim. O iyiydi, onu sapasağlam ayakta görecektim biliyordum. Sıkıntıyla alnımı ufalayıp bir türlü bitmek bilmeyen yola odaklandım. Yanağıma süzülen gözyaşlarımı hızlıca sildim. Korkuyordum. Her şey yoluna girerken onu kaybetmeye hazır değildim. O, bende iyi olacaktı ben de onda... Çokça imtihandan geçmişken Allah bize bir lütuf sunacaktı biliyorduk.
Dualarım dilimden düşmüyordu. Sabrım, tıpkı onun bana fısıldadığı ayette yerini almıştı. Hislerime aldırış etmeyecektim. Yutkundukça boğazımdaki o yanma hissi geçmiyordu. Fatih’in uzattığı suyu alıp içtim. Gülümsemeliydim değil mi? Mutlu olmalıydım. Allah’ın sunduğu sınavın bahşettiği sonuç iyi olacaktı. Hiçbir serzenişe yer vermemeliydim.
Akıp giden yol bittiğinde kendimizi büyük bir deponun önünde bulduk. Arabadan indim, harabeye benzeyen depoya baktım. Sanki bir tutsaklığın acısı kalbimde yerini almıştı. İncindi ruhum, sevdiğim adamın nefes aldığı yerde boğuldu. Dolan gözlerimden akan yaş depodan çıkan kişiyle daha da arttı. Durmadım, koştum. Sedyede kıpırtısız yatıyordu. Yüzünde sayamayacağım kadar yara vardı. Kaçtığımızda yediği kurşun yaraları yine tazelenmişti. Korkuyla baktım her yerine ama sağlık ekiplerinin acelesiyle kenara geçmek zorunda kaldım. Ambulansa almamışlardı beni, bu yüzden Fatih’lerle beraber arabanın peşinden ilerledik. Arabada çıt çıkmazken benim zihnim birçok düşünceyle uğulduyordu. Artık dayanamayacağım kadar yorgundum. Eğer Hamza’ya bir şey olursa işte o zaman kendimle nasıl başa çıkardım bilmiyordum.
...
Hamza, diretmelerimize rağmen hastanede kalmamıştı. Bir haftadır buradaydık ve Hamza daha dün uyanmıştı. Buna rağmen inat etmesi beni biraz kızdırmış ona biraz bağırmıştım. Daha sonra pişman olup dediğini kabul etmek zorunda kalmıştım. Etrafında pervane olan Mehlika anneyi içi rahat etmese de bizden önce eve göndermiştik. Biz de çok geçmeden eve geçtik. Mehlika anne, nevresimleri değiştirmiş Hamza’nın en sevdiği yemeklerden yapmıştı. Hamza’yı yatağa yatırıp hemen bir tepsi hazırlayarak yanına gittim. Mehlika anne, ben gelince kalkıp oğlunun başından öperek odadan çıktı. İsterse kendisinin yedirebileceğini baş başa kalabileceklerini söylemiştim ama bu fırsatı bana vermişti.
Yatağın ucuna oturup yemesi için yardım ettim. Şu an gözlerine bakmamak için direniyordum, bakarsam ağlayabilirdim. Yanağımda hissettiğim elle zor da olsa bakışlarımı bana bakan gözlerine yönelttim. İrislerinde oluşan o hissi telaffuz etmek zordu.
“Geçti artık.” Her şey geçmişti ama benim hissettiklerim geçmemişti. Toparlanmaktan korkuyordum belki de, her seferinde toparlanıp yıkılmak gibi bir hayatın içerisindeyken korkularımın hislerime hükmetmesiydi bu hissettiğim. Yok sayamıyordum, belki ben abartıyordum bilmiyorum ama üzerime sinen bu huy benim en nefret ettiğim bir kıvama geçmişti.
“Geçti mi sahi!” Kırılgan çıkan sesim yüzünün düşmesine sebep oldu. Parmaklarım yaralarına dokundu. Daha tazeciklerdi. Parmak uçlarımdan öpmesi tek bir damla gözyaşına sebebiyetti aslında. “Her seferinde geçti derken hiç ummadığım anda sevdiklerimle sınanırken geçti mi sahi Hamza?” Yaralı bedenini umursamadan beni kolunun altına alması almakta zorlandığım nefesimi biraz daha zorladı. Öyle bir yerdeydim ki sanki hiçbir şey hissedemiyor gibiydim. Duygusuz olmaktan korkuyordum, hissettiklerime de zarar vermelerinden korkuyordum.
“Allah’tan ümit mi keseceğiz canımın içi?” Yüzümü kolları arasına gömüp, “Tek elimizi tutan yer değil mi Allah’a dair ümidimiz?” dememle başıma öpücük kondurdu. “Sabrıma taş koyuyorlar Hamza, ben güçlü bir insan değilim ki.” Geri çekildim, yüzünde oluşan hisle konuşamadım. Yanağımda yer edinen gözyaşımı silip, “Sen öyle güçlü bir insansın ki öyle olmasan o depodan sağ çıkamazdım,” deyip gülümseyerek kirpiklerime dokundu. “Gözlerinde yer edinen hüzne öfkemi koyma Aymira, benim sabrım senin şu gözlerinde saklı.”
“Peki ne oldu o depo…” Parmağını dudağıma yerleştirmesi susmam için bir sebepti. Sözlerimin yarım kalmasını sevmesem de şimdilik ses etmedim.
“Orada yaşanan orada kaldı Aymira. Geçti gitti.” Kalmamıştı. Ben hâlâ orada ne yaşandığını düşünüp duracaktım. Her şeyi tahmin edebiliyorken duymak istemem niyeydi?
“Sen orada ben başka yerde çok çabaladık. Ama beni meraklandıran neden ikimizin de yerlerinin farklı olduğuydu.” Hamza, usulca kıvırdı dudaklarını. Parmakları ile saç tutamımı kulağımın arkasına itti.
“Burhan Bey’le öyle anlaşmışlar.” Çatılmış kaşlarla yüzüne baktım. Ne anlaşma yapmış olabilirlerdi ki? “Aymira, belki geç olabilir ama sana yaklaşımında pişmanlık sezdim ben. Burhan Bey’le konuşurken yüz ifadesinde onu gördüm.”
“Ne demek bu?”
“Aslında kararları ikimizin de ölmesi yönündeymiş ama Haldun Bey, senin kurtulman için şart koymuş. Yoksa anlaşmayı bozacakmış.” Şu an o kadar bilinmezin içindeydim ki ne düşüneceğimi bilmiyordum. Kalbim bir türlü yumuşamıyordu. “Bunları senin aklını karıştırsın diye anlatmadım. Sadece bana bir keresinde hiç pişman olmadılar mı diye sorduğun için anlattım. Şimdi üzülmeni istemiyorum Aymira.”
“Ama çok geç, baksana kendi sonunu kendi hazırladı.” Başını salladı. Keşke böyle olmasaydı ama olmuştu. O bu dünyadan bütün günahlarını alarak gitmişti. Bilseydi gerçekleri çok farklı olabilirdi. Tepsiyi komodinin üzerine koyup yanında yer açtı. Yanına girişip başımı göğsüne yasladım. Kokusunda aldığım huzurla soluklandım, dinlendim. Konuşmadık, birbirimizi anladığımız yerde sessizliğimizle birbirimizi sardık. Hiçbir sitem düşmedi dilimize, yok saydığımız o kadar çok his vardı ki artık güçlü olmak için çabalamak yerine birbirimize tutunmayı öğreniyorduk.
Başımı usulca kaldırdığımda Hamza uyumuştu. Gülümsemem dudaklarımda yer edindi. Güzel yüzündeki yaralara her ne kadar can sıksa da yanımda oluşundan ötürü şükrettim. Şükrüm oyken biraz önceki sarf ettiğim sözlerden utandım. Geçmemişti belki ama geçmesi için çabalarımızı es geçemezdik.
Onu yatakta bırakarak odadan çıktım. Salonda oturan Mehlika annenin yanına ulaştım. Dirseğini koltuğun başlığına yaslamış, çenesi avuçları arasında düşünceli bir şekilde pencereden dışarıyı izliyordu. Beni fark etmemişti bile, gözleri kızarmış, sırtı bir yükün altında ezilmiş gibi kamburlaşmıştı.
“İyi misin anne?” Bana döndü yavaşça. Karşımdaki kadın öyle vakurdu ki bu tavrı bile ona hayran kalmamı sağlayabilirdi. Tek bir şikâyet düşmezdi diline onun, bir kere bile suçlamazdı kimseyi. İnançlarıyla teslimiyetine hep gıpta ederdim ben, merhametini hep severdim.
“İyiyim kızım, uyudu mu Hamza?” Başımı ağır ağır salladım. Kucağında duran kırışmış ellerini avuçladım. Elleri nasılda üşümüştü! Gözlerindeki endişeyi görüyordum.
“Anne, iyi artık o. Üzülme olur mu?” Yüzümü avuçladı. Kaşımda iyi olmaya yüz tutmuş yarama dokundu sonra.
“İyisiniz ya ben iyi olurum elbet kızım. Sen böyle durduğuma bakma bir an da geçmiyor.” Onu anlıyordum, onu bir anne gözüyle anlayamasam da sevdiklerinin endişesiyle anlıyordum.
...
Aylar geçmiş, yeryüzünü etkisi altına alan soğuklar artık kendini sıcak havaya teslim etmişti. Geçen günlerin verdiği yaralar kabuk bağlamış, korkularımızın yerini adaletin verdiği hüküm almıştı. Burhan Bey adaletten yana nasibini almıştı. Bütün bu olanların ardında olan, kavga nedenimize sığdırılan zenginliği bir hayır kurumunun ve çocukların bakımında kullanmıştık. Bana bırakılan evi Fatih tanıdığı bir aileye vermişti. Ben de onları ziyaret etmiş, eksiklerini tamamlamıştım. Elimde onlara dair hiçbir para bırakmamıştım. O paraların hepsinin yeri vardı. Hamza ise hakkı olan parayı babasıyla ailesi için ve sırf ben mutlu olayım diye tanımamda eksik bıraktıkları annem için kullanmıştı.
Barış, yurtdışına gitmişti. Onunla en son vedalaştığımız zaman Müslüman olması için çok dil dökmüştüm ama o istememişti. Elimden geleni yapmıştım ama olmamıştı. Daha fazla ısrarcıda olmamıştım zaten. Bu, onun kendi tercihiydi. Ruman’la aralarında ne geçmişti bilmiyorum ama ikisi de şu an kimseyle evlenmemişti. Ruman, en son görüştüğü kişiyi reddetmişti. Çabalamıştı ama sevememişti. Evet, Barış’la olmasını istemiştim ama her istediklerim olmuyordu maalesef. Kaderin ince çizgisi burada kendini gösteriyordu.
Ağustos ayının sıcağı şimdiden beni su içinde bırakmıştı. Yüzümde gülümseme hiç eksilmiyordu bugün. Karnımda kelebekler uçuşuyor, midem kasılıyordu. Şu anlık bunu düşünmeyerek rotamı camiye çevirdim. Dışarıda işim olduğu için namazı kaçırmamalıydım. Sahilin oradaki camiye geçtim. Bu camiyi seviyordum. Her ne kadar kötü hatıralar olsa da güzel hatıralarda vardı benim için. Arabayı köşeye park ettikten sonra camiye yöneldim. Caminin avlusu şaşırılacak kadar sakindi. Biraz ilerledikten sonra çardakta gördüğüm kişiyle gülümsedim. Hamza, birkaç arkadaşıyla beraber bir konu hakkında tartışıyordu. Biraz daha dikkatle bakınca ders yaptıklarını gördüm. Onu şu an rahatsız etmeyerek camiye girdim. Aslında şaşırmamalıydım. Hamza’nın hep bu camiye geldiğini biliyordum. Her gün uğramadan eve geçmezdi. Şimdide kapalı alanda yaptıkları ilmi dersi cami avlusunda yapıyorlardı.
Namazımı kıldıktan sonra birkaç sayfa Kur’an okudum. Bugünün yoğunluğunu düşününce heyecanım biraz daha arttı. Bunu Hamza’ya nasıl söyleyecektim bilmiyordum lakin aklıma geldikçe gülümsemem çoğalıyordu.
Camiden çıkarak Hamza’yı aramaya başladım. Dersleri bitmiş olmalıydı ki çardakta değildi. Öğlen vaktinin verdiği güneş ışığı ile gözlerimi kısarak bakma gereği duydum. Sağ tarafıma döndüğümde onu gördüm. Bir bankta oturmuş kucağında bir kediyi seviyordu. Yanında tahmini altı yaşlarında ufak bir kız onun bu hâline eşlik ediyor, hem de beraber sohbet ediyorlardır. “Bence bunun bir adı olmalı Hamza abi,” diyerek Hamza’yı gülümsetti. Hamza, çocuğa bakıp tebessüm ettiğinde pür dikkat ikisini dinledim.
“Bence onun adı Müezza olsun.” Çocuk, Hamza’ya şaşkınlıkla baktıktan sonra hiç beklemeden konuştu. “Kediye hiç Müezza ismi koyulur mu Hamza abi?” Hamza, çocuğun saçlarını okşayıp, “Biliyor musun Peygamberimizin Müezza adında bir kedisi varmış,” deyince çocuk şaşkınlıkla gözlerinin hızlı hızlı kırpıştırdı. Çocuğa gülümseyerek bir şeyler diyor ardından kediyi seviyordu. Biraz daha yaklaştığımda anlattığı şeyi duyabildim. O an beni gördü, dişleri gözükecek şekilde gülümsedi lakin çocuğa anlatacakları bitmemiş olacak ki yerinden kalkmadı. Kız ise pür dikkat Hamza’yı dinliyordu. Sabırla anlatması, bir yandan kediyi okşayıp bir yandan çocuğu bakışlarıyla sevmesi enfes bir görüntüyü öne sürüyordu ve ben hayranlıkla bu görüntüyü izlemekle iktifa ediyordum.
Hamza,, daha fazla detaya girerek devam etti. Bir yandan da kızın saçlarını okşuyordu.
“Sıcak yaz günlerinden biriydi, Peygamber efendimiz Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem, sahabeleri etrafında toplamış, kerpiçle örülmüş meclisinde insanlığa nasihatlerde bulunuyordu. Peygamber efendimizin sohbetini dinleyenler arasında sadece sahabeler yoktu, bir de onun besleyip büyüttüğü kedisi Müezza vardı. Efendimiz kedisi Müezza’yı çok severmiş biliyor musun, Müezza da efendimizin sevgisini hissettiğinden yanından hiç ayrılmazmış. Neredeyse her sohbetine o da katılırmış. Bir de ne olsun, efendimizin sohbetini usulca dinleyen Müezza efendimizin hırkasının ucunda uyuyakalmış! Efendimizin sohbeti bitince sahabeler tek tek evlerine gitmişler. Peygamber efendimiz, bir süre mecliste kalarak uyuyan kedisinin uyunmasını beklemiş. Kedisi Müezza o kadar tatlı uyuyormuş ki efendimiz onu uyandırmaya kıyamamış. Müezza’nın uykusunun ağır olduğunu anlayınca da elbisesinin ucunu keserek onu rahatsız etmeden evine gitmiş.”
Kediyi işaret ettiğinde çocuğun yüzünde kocaman gülümseme oluştu. Kedi, aniden Hamza’nın kucağından inerek koştuğunda çocukta kedinin peşinden koşmaya başladı. Müezza diye bağıran kızın arkasından bakakalırken Hamza gibi bu görüntüye güldüm.
Peşlerinde kalan bakışlarımı Hamza’ya çevirdiğimde yanıma çoktan geldiğini fark ettim. Kuzguni harelerinde oluşan o hissin müsebbibi olmak diğer yöne çekti aklımı, zaten aklım da bende değildi ya…
“Şu an Müezza karşımdaki tefekkürlük görüntüyü bozdu.” Hamza, yüzüme öylesine derin bakıyordu ki aklındaki düşünceleri anlayabiliyordum. Kaçırdığım bakışlarımı en sonunda yüzüne çevirebilmiştim. “Hamza,” dedim heyecanımı dizginleyerek. Şu an demem mi gerekiyordu bilmiyordum ama daha fazla bekleyemeyecektim. Hatta aklımda tasarladığım o sürprizi bile bekleyemeyecektim.
“Söyle kır çiçeği.” Gülümsedim. Ellerini sıkıca kavradım. Bakışlarındaki o mana, yaşamanın ne kadar güzel olduğunu gösteriyordu.
“Bence bir isim mevzusu daha var.” Sözlerim bir an da çıktı dilimden. Önce anlamaya çalıştı akabinde gözlerindeki parıltıda yoğunluk oluştu. “Bununda bir hikâyesi olmalı mı?”
Gülümseyen yüzündeki durgunluk beni de gülümsemekten mahrum bıraktı. Önce yüzüme öylece baktı. Sanırım dediklerimi idrak etmeye çalışıyordu. Oysa bir çocuğu olmasını hatta bir kızı olmasını ne çok istediğinden bahsetmişti bir ara. Düşündükçe minik bir heyecan oluşuyordu içimde. Hamza, öyle güzel baba olurdu ki bundan hiç şüphem yoktu. Beklemediğim hamlede bulunarak sıkıca sarıldı. Önceden olsa etrafına bakınırdı ama şimdi heyecanı öyle güzel yerdeydi ki etrafı umursamadı bile. Zaten ortalık oldukça sakindi. “Allah, bana bu dünyada da cennetin olduğunu gösterdi.” Gülümsedim. Yüzümdeki ellerini tuttum. “Bunun hikâyesini ben anlatamam Aymira.” Alnımdan öptü. “Yaşadıkça öğreneceğiz.” Başımı salladım. Yaşadıkça öğrenilecek en güzel şey bu olmalıydı.
“Ne demiştik; imtihanda çiçek açarmış.” Onayladı. İmtihanın sonu ne güzeldi. Allah’ın bizi zayi etmediği yerde bütünleşmiştik. Hiçbir şey kolay olmamıştı, iyi ki de öyle olmuştu. Eğer her şey kolay olsaydı bu durumda olur muyduk bilinmezdi. Allah’a yalvardığım günlerde beni duymuyor zannetmiştim ama o en güzel günü bekliyordu ve o gün bugüne getirmişti bizi. Şimdi her şeye rağmen avludan el ele çıkmıştık ve dilimizdeki şükür duaları bize eşlik etmişti.
İyi ki Rabbim, Sen güzeli yarattın ama en güzeli Sensin.
...
Ve son.
Nasıl buldunuz bölümü?
Umarım kitabı severek okumuşsunuzdur.
Karakterler hakkında şöyle bir konuşsak mı?
Sevdiniz mi Aymira'yı?
Peki Hamza'yı?
En sevdiğiniz karakterim sizce hangisi oldu?
Ben bitti diye üzülüyorum hatta keşke onları daha fazla yazabilseydim ama tadını damakta bırakmak istedim.
Onları size emanet ediyorum.
Ara ara gelin de özlem giderelim.
Hepinizi Allaha emanet ediyorum.
Diğer kurgularımda görüşmek üzere.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
6.9k Okunma |
450 Oy |
0 Takip |
31 Bölümlü Kitap |