Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1. Bölüm

@ruzgardc

Hayat; ölüm ve yaşam arasında geçen süredir. Bu süre içinde her insan hayatını farklı yaşar. Sürenin sonunda ise insan ömrünü tamamlayarak ölür. Fakat birçoğu kişinin bilmediği bir şey daha var. Her ölüm kalbin durmasıyla, beynin ölmesiyle ve bedenin işlevlerini kaybetmesiyle olmaz. İnsan ömründe de binlerce kez ölebilir. Ömrünü tamamlayarak bazen ise ömrünü tamamlamayarak vakitsiz bir şekilde bedenen ölür. Ölümü esnasında acısını çeker ve gözleri yavaş yavaş kapanır. Artık o kişinin dünya ile bağlantısı kalmamıştır. Bunlara tezat insan ömrün' de sadece bedenen ölmez, ölmeden de kalbi duracak noktaya gelir. Getirilir. Çoğu zaman ölmek isteyecek kadar 'da acı çeker ruhu. Bedeninin altında yatan gizli ruh kanar ve bu kanama asla bir sona ulaşmaz. En kötüsü' de ne biliyor musunuz insan kendi kendini bu hale getirir. Belki bunu bile isteyerek yapmasa da her zaman merhameti aklının önüne geçip canını acıtmaya devam eder. Birine güvenmek, inanmak ya da bağlanmak. Karşısındaki kişiye hak etmediği kadar değer vererek, bir başkası için kendini feda edecek kadar severek. Önemsiz konulara fazlaca önem vermek, kendini unutacak kadar diğerlerini düşünmek bile kapandığını düşündüğüm yaraları aşındırıp kanatıyordu. Sonrası ise o acının, kanın içinde boğulmak oluyor.

 

Aslında sevmek, güvenmek, fedakâr biri olmak ya da düşünceli bir insan olmak bir insan 'da olması gereken özelikler. Ama hak etmeyen insanlara bunu yapmak kendini yıpratmaktan, yok saymak' tan başka bir şey değil. Her şeyin fazlası zarar derler ya hani gerçekten çok haklılar. Duyguların fazlası 'da zararlıdır. Ne yazık ki insan bunu anlayınca iş işten geçmiş oluyor. Hayatın gerçeklerini' de görmekte çok geç oluyor. Dünya o kadar iğrenç, aşağılık insanlarla ve kötülüklerle dolu ki bunları görünce ölmek istiyordum. Kendimi onlardan soyutlamak istiyordum fakat içimdeki ismini bilmediğim bir güç veya bir duygu beni onlara itiyor. Aralarına karışmamı istiyor.

 

Yaşamak istemiyordum. Yaşadıkça daha çok acı çekiyordum. Buda beni olgunlaştırmaktan ileriye gitmiyordu. Hiç kimsede çıkıp sormuyordu sen olgunlaşmak istiyor musun diye. Sorsalar eğer cevabım netti. Hayır.

 

Büyümek istemedim. Zorla büyüttüler.

 

Yaşamak istemedim, yaşattılar.

 

Öldürmek istedim kendimi ama onu da bana zehir ettiler.

 

O yüzden hayatı anlayan insanlar olgunlaşıyordu. İçimde öldürdükleri o küçük kız çocuğuna sarılıp oyunlar oynamak istiyorum. Saçlarını okşayıp bitecek bunlar demek istiyorum ama diyemiyorum. Çünkü içimdeki hem o küçük kız öldü hem de şimdi sadece bedenen burada olan kadın öldü. Öldürdüler.

 

Etrafımızdaki insanlar acı çektiğimizi görmelerine rağmen sessizleşiyor, gerektiği yerde konuşuyor yâda fazla konuşmanın fayda vermeyeceğini biliyor ve susuyorlar. İyi olmadıkları halde iyiymiş gibi davranıyorlar. Güçlü duruyor, gülümsüyor hayattan anlamayan biri değilmiş gibi, yaşayan bir ölü gibi ve sadece nefes alan bir varlık gibi yaşamaya devam ediyorlar. Ama yaralı ruhları kanıyordu. Bunları görebiliyordum. Kanamaya devam ederek onu ölümlere götürüyor fakat bunu yanlarındaki insanlar göremiyordu. Kendi içinde yaşıyor içindeki ölümleri kendi atlatıyor içindeki acıyı iyileştirmeye çalışıyorlar fakat daha çok canımızı yakmaktan ileriye gitmiyorlardı. Sanki hiçbir şey olmamış gibi dönüp bana o saçma soruları soruyorlar.

 

Rüzgâr senin neyin var

 

Neden bu kadar yalnızsın

 

İnsanlardan nede bu kadar uzak duruyorsun

 

Neden bu kadar soğuksun... gibi ve niceleri.

 

Anılamıyorlardı. Hiçbir zaman da beni anlamayacaklardı. O yüzden sordukları sorulara sessiz bir şekilde bakarak cevap veriyorum. Ben konuşmayı değil susmayı bilirim. Konuşamam susarım. Onlar beni anlasın diye beklerim ama anlamayıp çekip giderler. İçimde kopan fırtınaları hiç kimse bilmiyor. İnsanları birer birer öldürdüğümü bilmiyorlardı. Öldürmek zorunda kaldığımı yâda yaşayacak umudumun kalmadığından bir haberdiler. İçimde kaç insanı öldürdüğümden herkes bihaber. Bir süreden sonra bende saymayı bıraktım, o kadar çoklar ki...

 

Telefonumun çalmasıyla daldığım derin düşüncelerden sıyırılarak kendime geldim. Sehpanın üzerindeki telefonu elime alıp baktığımda arayanın annem olduğunu gördüm. Kolumdaki saate kaydı gözlerim. Hastaneden çıktığımdan beri 3 saat geçmişti. Hastaneden çıkar çıkmaz eve gelmiştim ve yorgunluktan hemen uyumuştum ama uykularımı zehir eden kâbuslarım bunu engellemişti, kâbuslar beni mahvediyordu, mahvetmese bile uyumama engel olan düşüncelerim aynı işlevi görüyordu. Düşünmekten uyamıyordum zar zor uyunca 'da kâbuslarım işin içine giriyordu. Derin bir uyku uyumak için ise ilaç kullanamam gerekiyordu.

 

Bir daha uyumayacağımı anlayınca kendime kahve yaparak balkona çıkmıştım. Sonuç yarısı içilmiş buz gibi olan kahve ve bugün hastanede olanları düşünmekle ve her zaman yaptığım gibi kendimi sorgulayıp düşünmekle geçmişti bu 3 saat. Telefonu açıp kulağıma götürdüm.

 

Annem endişeli sesi doldu kulağıma "Rüzgâr iyi misin kızım bugün hastaneden çıkarken kötü görünüyordun merak ettim. Hasta gibiydin sanki. Acil olarak bakmam gereken hastalar olunca seni aramaya ancak şimdi fırsat buldum "

 

Hasta falan değildim. Sadece oldukça sinirliydim. Nedeni ise oğuzla aramızda geçen tartışmaydı. Kötü görünmeme sebep olmuştu. Yaptıklarını hatırlayınca bile deliriyordum, onun sorumsuzluğu yetmezmiş gibi onun yüzünden Akif Hoca'dan azar işitmiştim.

 

"Hayır, anne merak etme iyiyim sadece bugün çok yoğundu o yüzden yoruldum " bugün olanları anlatıp ta canını sıkmak istemiyorum.

 

"Emin misin iyi olduğuna. Kızım bak aklım sürekli sende" şefkat barındıran sözlerine gözlerim doldu. Boğazımı temizleyip kararlı bir sesle "Merak etme anne iyiyim. Bu kadar endişelenmene gerek yok" dedim. Kuruyan dudaklarımı ıslattım. Kalbimde ufak bir sancı kol gezdi. "Hem sen nasılsın iyiminsin, evdekiler nasıl?"

 

Evdekiler kısmını merak ve endişeyle sormuştum. İçimde tarifi imkânsız bir huzursuzluk vardı. Ne olursa olsun o adam benim babamdı. En son gittiği görevden dün gece gelmişti ve nasıl, ne durumda olduğunu merak ediyordum. Mesleğinde ne kadar iyi olsa da başına neler olacağı hiç bir zaman belli olmuyordu. Bir albayın hayatı her zaman tehlikede olurdu. Bunla birlikte ailesinin de hayatı tehlikededir. Tek albay olmak değil aslında başlı başına asker olmak büyük bir derttir.

 

Annem iyi olduğuma kanaat getirmiş olacak ki endişeli solukları dinmişti. Bir süre sesiz kalmayı tercih etti. Kafasında geçen düşüncelerin hepsini biliyordum. Oda benim onun sessizliğinden neler anladığımı çok iyi biliyor fakat beni kırmak istemediği için sessiz kalıp cümlelerini toparlamaya çalışıyordu. Evdekiler nasıldan kastım babamdı. Onu merak ediyordum.

 

İmalı sesiyle "Merak etme evdekilerde iyi, baban da" içimdeki o huzursuzluğun yerine rahatlama almıştı. İstediğim cevabı almıştım ama annemi biraz olsun tanıyorsam bu konuşma burada bitmeyecekti.

 

Bu saçma konuların tekrar açılmasını istemiyordum. Çünkü sonu her zaman bir kavgayla bitiyordu.

 

"Anne yine bana eve gel babanla konuş falan diye ısrar etme senden ri-"

 

Sözümü kesip hiddetle kendisi konuşmaya başladı. "Sana eve gel desem bile gelmeyeceğini biliyorum. Nede olsa ben kimim ki... İki kızımda bir annelerinin aynı zamanda babalarının olduğunu maalesef çoğu zaman unutuyor." Dedi içinde yılların biriktiği acıyla.

 

Ne çok dolmuştu annemde bana karşı. Belki haklıydı ama bende haklıydım.

 

"Bir kızım Amerika'da ne halde, ne durumda bilmiyorum. Diğer kızım ise bize zar zor yüzünü gösteriyor. Ayrı eve çıktı kendi evini unutur oldu. Madem babanı merak ediyorsun gel kendin bak nasıl olduğuna. Baba kız aranızdaki şu kavgayı kaç yıldır bitiremediniz. Eve gelip babanla konuşsan ne olur ki? Aranızda ne yaşanırsa yaşansın bu adam senin baban rüzgâr, geçmişte yaşananları unutup gelsen babandan özür dilesen. Baban seni affeder. Barışsanız ne olur ki kızım emin olabilirsin ki baban da bu yaşananlardan yoruldu." Kısa bir süre duraksayıp tekrar konuşmasına devam etti. "Baban da çok üzgün ne olursa olsun sen onun kızısın söylemese de seni özlediği aranızdaki küslüğü bitirmek istediği belli. Ben artık yoruldum rüzgâr aranızda ki bu kavgadan. Beni biraz olsun düşünüyorsan gelip babanla aranızdaki sorunu halledersin."

 

Annemin konuşması bitince şaşkınlıkla telefonu titreyen eklerimin arasında tutmakta zorlandım. Az önce benimle konuşan kişi annem değil de sanki babamdı, annem gerçekten de benim babamdan özür dilemem gerektiğini mi düşünüyordu. Bunu benden nasıl isteyebilirdi Allah aşkına, akla mantığa sığmaz. Bunca olaydan ve yetmemiş gibi babamın yaptıklarından sonra haksız olan ben miydim yani. Bunları nasıl düşünebilirdi annem.

 

Her ne kadar telefondaki annem olsa bile sinirlerime hâkim olamadım ve sesimin yüksek çıkmasına engel olmayıp bağırdım. "Benim özür dilemem gerektiğini söylüyorsun ama hatalı olan, bu kavganın nedeni olan ben değil babam, anne. Geçmişte yaşananları bildiğin halde bana bunları nasıl söylersin ya aklım almıyor. İnanamıyorum sana anne." Derin bir nefes çekip yenilgiyle omuzlarım düştü. "Babamla yaşadıklarımızdan bende memnun değilim fakat bizi bu hale getiren kişi babamdan başkası değil anne." babamla en son yaşadıklarımızı hatırlayınca, oğuzla ettiğimiz kavga ve gördüğüm kâbusun gerçekliğinin üzerine annemin söyledikleri buna eklenince daha fazla dayanamadım ve gözlerimden yaşlar akmasına izin verdim.

 

Daha fazla annemi kırmamak için telefonu kapatıp avuçlarımın içine hapsettim. Ondan özür dilemem gerektiğini söylüyordu hadi etrafımdaki insanların hiçbiri anlamıyordu hele babam hiç anlamıyordu annem ya. Bu dünyada ki tek varlığım, ne olursa olsun beni bırakmayacağını düşündüğüm annemin bana böyle davranması hiç adil değildi. Tek bir Allah'ın kulu da çıkıp demiyor ki rüzgâr sen haklısın. Ben senin arkadayım. Birinin bana inanması için daha ne yapmam lazımdı. Daha ne kadar hırpalamam lazımdı kendimi. Bende insanım diye bağırmak istordum beni anlamayan veya anlamak istemeyenlere. Tek tek herkese acımı kusmak istiyordum fakat yapamazdım biliyordum. O kadar güçlü birisi değilim ki ben.

 

Kendimden bile çok güvendiğim annemden bunları duymak o kadar ağır gelmişti ki fakat önemli olan bu değildi. Ben babamı affederdim ne de olsa annemin söylediği gibi o benim babamdı ama aramızdaki kavganın tek nedeni babamın beni bir türlü anlamamasıydı. Anlamaması yetmezmiş gibi üzerime gelmesiydi. Şimdi babam yetmezmiş gibi annem de aynı şeyi düşünüyordu. Öyle bir hayal kırıklığına uğramıştım ki ne kelimelere dökerdim içimdeki acıyı nede cümlelere.

 

"Anne gerçekten beni göremiyor musun? Neler çektiğimi, neler yaşadığımı anlamıyor musun? Her geçen gün sadece nefes alan bir varlığa dönüştüğümü, ruhumun yaralı olduğunu iyileşmediğini kanadığını, kanamayı bırakmadığını, Geçmişin pençesinde kaldığını yüzleşemediğimi görmüyor musunuz? Diye fısıldadım karşımdaki beyaz, boş duvara. Zaten bu zamana kadar beni bir tek bu duvarlar anlamdı mı? Belki dilleri yoktu konuşmaya ama beni anladıklarını hissediyordum. Belki de onlar bile bana acıyordu fakat bunu dile getiremeyecek durumdaydılar.

 

Artık düşünmek istemiyordum. Düşünmek bana zarar veriyordu ve canımı yakıyordu. Kedime gelmem gerekiyordu, güçlü durmam gerekiyordu fakat o gücü bulacak güç yoktu. Ben zayıf biri değildim böyle yaparak bir yere varamazdım. Derin bir nefes alıp gözyaşlarımı sildim. Başka çare yoktu güçlü olmak zorundaydım. Ağlamamam lazımdı ama ben bağırmak istiyordum. Yaşadıklarımı bağıra çağıra avazım çıktığı kadar içimde biriktirdiğim bütün duyguları haykırmak istiyordum. Bu çektiğim acının bitmesini istiyordum ama barsam bile bu acının geçeceğine babamın ve annemin beni anlayacağını sanmıyordum. Bitmeyecekti. Hiçbir zaman bitmediği gibi tekrar tekrar başa saracaktı ama yok olup bitmeyecekti. Söyleyecek o kadar şey varken susmak canımı çok yakıyordu, deli gibi hıçkırarak ağlamak şuanda istediğim tek şeydi ama ağlayamıyordum bile. Gözlerimde aş kalmamıştı. Belki de gözyaşlarım artık dışarı akmak istemiyorlardı. Çünkü akarsalar eğer insanlar acırdı. Belki o dakika neden ağladığımı sorarlardı ama birkaç dakika sonra hiçbir şey olmamış gibi çekip giderlerdi. Gözlerimden akan bir kaç gözyaşından sonrası sanki içime akıyordu. İçimde dayanılması imkânsız acılar bırakıyordu. Her zaman yaptığımı yapıp oturduğum yerden kalkarak odama geçtim. Yine kaçıyordum tüm gerçeklerden, biliyorum ama tek bildiğim şey kaçmaktı. Hiçbir şeyle yüzleşecek derman yoktu bende. Odamda bulunan hemen yatağımın başucundaki komodinin içinden uyku ilacımı aldım. İçinden iki tane ilacı alıp su içme gereği duymadan direk ağzıma atıp yuttum. Yatağımın ortasına uzanıp bacaklarımı kendime çekerek "c"nin pozisyonunu alıp gözlerimi kapattım.

 

@@@@@@@@@,

 

Saatler sonra...

 

Kulağımın dibinde çalan telefonla uykumdan uyandım. Kısık gözlerim odamın penceresinden dışarı taşınca havanın karardığını gördüm. Belli ki birkaç saattir uyuyordum. Yattığım yatakta doğrulup komimdin in üzerinde ısrarla çalan telefonumu aldım. Ekrandaki isime göz devirsem de telefonu açıp kulağıma götürdüm. Kişisel mesellerimizi bir kenara bırakmak zorundaydım. Bende o da doktorduk ve oğuz benim hocamdı.

 

"Efendim oğuz" sesim yeni uykudan uyandığım için hem çatallı hem de kısık çıkmıştı.

 

"Acil hastaneye gelmelisin. Çok ağır yaralı hastalar var ve ben tek acilde olduğum için hepsine yetişemiyorum" oturduğum yerden hızla kalkıp dolaba yöneldim.

 

"Hemen geliyorum" deyip telefonu bir şey dememesini beklemeden yüzüne kapatıp yatağın üzerine attım. Dolabımdan siyah yüksel bel geniş bir pantolon ve siyah dar bir badi alıp hızla üzerimdeki pijamalardan kurtuldum. Yatağın üstündeki telefonumu alıp odamdan ayrılarak, hızlı olmaya özen gösterip vestiyerdeki ayakkabılarımı giydim. İkişerli indiğim merdivenlerden az daha düşecek olsam da hızlı olmam lazımdı. Beni bekleyen kaç hasta vardı bilmiyorum ama oğuzla konuşurken arkadan gelen seslerden epey kalabalık olduğu belliydi. Kapının önündeki arabama binip hızla hastaneye sürdüm. Yaklaşık on beş dakikada sonra hastaneye geldiğimde hastanenin kapısı ve boşta kalan yerlerdeki askerler dikkatimi çekti. Kalbim korkuyla çarpmaya başladı. Birkaç saat önce annemle konuşup babamın durumunu öğrensem de kafamda ki düşünceler bambaşkaydı. Kalbim acıyla çırpınırken daha fazla oyalanmayıp acile doğru koşmaya başladım. Olabildiğince hızlı olmaya çalışıyordum ama hastane o kadar kalabalıktı ki ne yapamam gerektiğini asla bilmiyorum.

 

"Rüzgâr, hocam buraya bakar mısınız" sağ yanımda beni çağıran hemşireye bakıp başımı salladım. Acil öylesine kalabalık ve karışıktı ki ne yapacağımı veya nereye bakacağımı şaşırıyordum. Kafamı nereye çevirsem asker görüyordum. Belli ki büyük bir kumpasın içine düşmüşlerdi ve bu kadar yaralı askerler vardı. Hemşirenin yardımıyla elime eldivenleri geçirip sedyenin üzerindeki hastanın yanına geçtim. Kalbinin yaklaşık birkaç santim uzaklığına bir kurşun saplanmıştı ve durumu kritikti. Buraya gelene kadar çok kan kaybettiği belliydi. Hayatta kalması bile bir mucize. Masanın üzerinde duran makası alıp hızla askerin tişörtünü kestim. Yarayı şimdi daha net görüyordum. Spançla yaranın yanındaki kanları temizlerken koluma sarılan elle duraksamak zorunda kaldım.

 

"Doktor nerede" afallamış bir şekilde kolumu tutan adama baktım. Dalgamı geçiyordu yoksa ciddi miydi?

 

"Pardon ama beyefendi ama ben zaten doktorum. Müsaade ederseniz eğer hastayla ilgilenmem lazım. Çok kan kaybediyor" dik bakışlarım hala kolumu tutan adamın üzerinde dolaşırken sanki hiçbir şey dememişim gibi yüzüme sert bir ifadeyle bakıyordu. Asker olduğundan mı bilmem ama aşırı sert bir yüzü ona tezat gözleri vardı. Öylesine korkutucu bakıyordu ki bir an içinde olsa korkmuştum. Ama bu asla durmama veya konuşmama engel değildi.

 

"Kusura bakma ama dışarıdan bakınca henüz okul okuyan yirmilerinde birisi gibi görünüyorsan bu benim suçum değil" daha ne kadar beni şaşırta bilirdi bilmiyorum ama dua etsin hastanın durumu kritikti yoksa ona ne yapacağımı çok iyi bilirdim. Bir şey demeyip işime devam ederken onun derin bir sonsuzluğu andıran mavi gözlerinin üstümde olduğunu hissedebiliyordum. Kanamayı kontrol altına alıp ameliyathane götürmelerini söyledim. Etrafa son kez bakıp ameliyatın olacağı kata gelip hızla üzerimi değiştim. Cerrahi asistan olsam da kolay ameliyatları tek başıma yapmama izin verirlerdi fakat bu zor bir ameliyat olduğu için annem benimle birlikte ameliyata girdik.

 

****

 

Geçen saatlerin ardından nihayet ameliyat son bulmuş, hastayı kurtarmıştık. Saat gecenin kaçıydı bilmiyorum ama gece yarısını geçtiği kesindi. Yorucu bir ameliyat olmuştu. Ellerimi yıkayıp ameliyattan çıktım. Kapının önünde benimle birkaç saat önce laf dalaşına gren adam ve birkaç asker daha vardı. Belli ki komutanlarıydı. Bütün asker ağzımdan çıkacak tek bir iyi haberi bekliyordular.

 

"Hastamızın durumu iyi ama önlem amaçlı birkaç gün yoğum bakımda kalacak. Uyandıktan sonra normal odaya alacağız" hepsinin yüzünde oluşan tebessüme karşılık bende tebessüm edip yanlarından ayrılacağım vakit birinin kolumu tutmasıyla olduğum yerde kaldım. Başımı kolumu tutan elin sahibine çevirince mavi gözlü adamla çakıştı bakışmamız. Göz devirmek istemde yapamadım. Ne istiyordu yine benden. Arkadaşı da kurtulmuştu.

 

"Doktor olamayacak kadar küçük görünüyorsun ama doktormuşsun. Kusura bakma"

 

Bir şey demeyip yanından geçerken bu seferde alay dolu sesi doldu kulağıma.

 

"Ama cerrahi asistan doktoruymuşsun, Cerrah değil." Ukala sesindeki alay elle tutulur cinsten olsa da laflarını ona yedirmeden gitmeyecektim.

 

Usulca başımı sağa yatırdım. Dudaklarımda onun ki gibi ukala bir kıvrım oluştu.

 

"Yumruğumu o güzel suratına yemek istemiyorsan eğer bana bulaşma" dedim sesim aynı onun gibi çıkmasına özen göstererek. Buz gibi ve tehlike dolu.

 

Bakışları yumruk olan sağ elime kaydı. Dudakları daha kıvrılmış, kaşları havalanmıştı. Belli ki inanmıyordu ona vuracağımdan.

 

"Senin gibi küçük ve incecik bir kızın atacağı yumruk, sinek ısırığı bile olamaz" dedi gözlerimin içine hayla aynı ifadeyle bakarak. Sinirlerim hat safhaya ulaştığını hissediyordum. Damarlarımdaki kan, sinir ve öfkeyle harmanlanıp kaynarken, ben hiç düşünmeden çenesine yumruğumu geçirdim. Böyle bir hamleyi benden beklemediği için yüzü sol tarafa düşmüş bir adım gerilemişti. Arkasında kalan askerlerin şaşkınlık dolu nidalarını duysam da onları aldırmayıp karşımdaki adama odaklandım. Bir adım atıp aramızdaki mesafeyi sıfırladım. Dudaklarımı kulağına yaklaştırıp "Adım rüzgâr ve ben adımın hakkını veren birisiyim. Sakın bir daha karşıma çıkma asker bozuntusu emin ol daha beter yaparım seni" dedim kimsenin duymasına müsaade etmeyip, sadece onun duyabileceği bir ses tonuyla. Yakıcı bakışları beni bulunca yutkunmadan edemedim. Bir insanı bakışlarıyla bile öldürecek kadar sert ve acımasızca bakıyordu. Daha fazla yanında durmanın bana bir faydası olmayacağını bildiğimden başka hiç bir şey demeyip yanından uzaklaşmaya başladım. Birkaç adım atmıştım ki tekrardan tehlike kokan sesini duydum.

 

"Doktor rüzgâr elbet yine karşılaşacağız ve o zaman bu kadar sakin kalmayacağıma emin olabilirsin" ses tonundan akan tehlikeyi duysam da umursamayıp yoluma devam ettim. Ben rüzgâr ateştim onun gibi asker bozuntularını çok görmüştüm. Hepsinin tehditleri en fazla sözde olurdu. Emininki bu mavi gözlü askerinde öyle olacaktı.

 

**********

 

Yorgun geçen saatlerin ardın nihayet acil boşalmış, sessizliğe gömülmüştü. Saat çoktan gece yarsını geçmişti ama uykum olmadığı için sabah bakacağım hasta dosyalarına şimdi bakıyordum. Elimde duran hasta dosyasıyla birlikte oturduğum yerden kalkıp acilden çıktım. Düz koridorda ilerlerken bir an aklıma gelenlerle olduğum yerde durdum. Buraya gelen yaralı askerlerden babamın haberi var mıydı? Varsa da şimdi neredeydi. Elim cebimde duran telefona gitti. Arasam ne diyecektim. Yıllar sonraki konuşmamızı hangi cümleyle başlatacaktım. Kalbimde küçük bir sızı oluştu. Gözlerim doldu. Yıllar sonra babamı arayıp ne diyecektim ki. Baba bugün bir sürü yaralı asker geldi. İki tanesi şehit oldu, sen hayatta mısın? İyi misin? Bunları mı diyecektim yoksa yıllardır içime attığım, dudaklarım arasından bir zehir misali olarak kalan o iki cümleyi mi söyleyecektim.

 

"Özledim baba"

 

Hem de çok özledim baba.

 

Sesini özledim.

 

Kokunu özledim.

 

Bana dolu dolu kızım, prensesim deyişini özledim.

 

Gözlerimden akan yaşları elimin tersiyle silip burnumu çektim. Elimdeki telefonu tekrardan cebime bırakıp yürümeye devam ettim. Babamı arayamazdım. Onunla konuşacak yüzüm yoktu belki de bilmiyorum. Ama bunların yanında bildiğim tek bir şey varsa da oda babamı çok özlediğimdi. Elimde duran dosyanın üzerinde ki hatanın oda numarasına bakıp yönümü o tarafa çevirdim. Hastanın odasının önünde duran iki askere başımla selam verip odaya girdim genellikle bu saate hastalar uyuduğu için kapı çalma gereği duymuyordum. Ki zaten bu odadaki hasat da nezaketi asla hak etmiyordu.

 

Fakat bizler doktor olduğumuz için hasta ayrımı yapmıyor, onları tedavi ediyorduk. Tecavüzcü bir şerefsiz olsa bile tedavi etmek zorundaydık. Sessiz olmaya özen göstererek yavaş ve sessiz adımlarla hastanın yatağına ilerlediğim sıra gözüme siyah postallar takıldı. Bakışlarım postalları takip edip postalların sabini görmemle gözlerim kocaman açıldı. Gerçekten ya şaka olmalıydı yâda ben hayal görüyordum yorgunluktan. Dudaklarım şaşkınlıkla aralandı fakat bir şey diyemeyip tekrardan kapatmak zorunda kaldım. Gözlerimi açıp kapatırsam bunun gerçek olmadığını, bir hayal olduğunu anlayacaktım. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Kesinlikle hanistülasyon görüyordum. Bunun başka bir açıklaması olmazdı çünkü.

 

"Hayal değil doktor, gerçek" kulaklarıma dolan alaylı sesle daha sıkı yumdum gözümü. Burnumdan verdiğim sert soluklar, daha fazla sinirlenmeme neden oluyordu. Sinirle gözlerimi açıp karşımda rahatlığından asla ödün vermeyen adama baktım.

 

"Sen şaka mısın ya, ne işin var hastanın odasında." Sesim umduğumdan da yüksek çıktı.

 

Dudaklarını büzüp düşünürmüş gibi yaptı.

 

"Bilmem bir kahve içmeye geldim ama çok sıkıcı birisiymiş. Bende tek başıma kahve içiyorum" dedi elindeki kahve bardağını göstererek. Ciddi ciddi benimle alay ediyordu. Elimdeki dosyayı sinirle masanın üzerine çarpıp sakin olmaya çalıştım ama karşımdaki adamın ukala ve dudaklarındaki o sinir bozucu kıvrım ile bu mümkün değildi.

 

"Çıkar mısın hastanın odasından"

 

"Hayır"

 

"Pardon" dedim bir yandan da sinirle dişlerimi dudaklarıma geçirirken. Yüzünde ki gülümseme daha da büyüdü ve oturduğu koltukta biraz daha öne kayıp kendine daha rahat bir pozisyon verdi. Sağ bacağını, sol bacağına kırıp bırakırken elindeki kahveden bir yudum aldı. Bu neyin rahatlığıydı, pardon. Hayır, görende babasının evi sanacaktı hastanın odasını.

 

"Beyefendi bakın rica ediyorum lütfen çıkar mısınız hastanın odasından" tek tek tane tane dişlerimin arasından kibarca dışarı çıkmasını söylesem de asla beni takmayarak kahvesini içmeye devam etti.

 

"Sen şaka mısın yoksa beni sinir etmeye mi çalışıyorsun. Çıksana şu odadan" sesim git gide yükselmesine engel olmayınca hasta uyanmıştı. Belki de bu dağ ayısı onu bayılmıştı ve ayılıyordu. Bilemiyordum. Şaşkınlıkla etrafına bakarken en son mavi gözlü askerin üzerinde durdu bakışları. Gözlerine öylesine bir korku sindi ki olduğu yerde küçüldü. Adamın tavırlarına bir anlam veremezken, bakışlarım tekrardan beni çileden çıkaran askere döndü. Öylesine sert ve soğuk bir şekilde yatakta yatan hastaya bakıyordu ki adeta gözleriyle öldürüyordu adamı.

 

Yeşil gözlü adam uzun sayılabilecek dakikaların sonunda nihayet hastadan gözlerini ayırıp bana baktı. Biraz önce hastaya bakarken alevler içinde yanan maviler şimdi durgun bir denizi andırıyordu. Bu kadar çabuk duygu değişimine uğraması şaşırtıcı olsa da daha fazla onunla kavga etmemek için hastaya verilmesi gereken ilaçları verip bir şey demeden odadan çıktım. Ağzımı açtığım dakika lafı ağzıma tıkardı buz kütlesi moruk asker bozuntusu. O hastayla arasında ne gibi bir sorunu vardı bilmiyorum ama öğrenmeden de durmayacaktım.

 

 

Loading...
0%