Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2. Bölüm

@ruzgardc

Seni sevmek bu hayatta yaptığım en büyük kötülüktü. Senden değil kendimden özür diliyorum. Ayağınla ezip üzerinden arkana bile bakam gereği duymadığın kalbimden çok özür diliyorum. Ve son kez... Seni seven her hücremden nefret ediyorum. Senden nefret ediyorum. Örüm boyunca da edeceğim demir...

 

Her başlangıç bir sondu. Her yeni gün ise bir bitişti. Geçmek bilmeyen saatten gözlerimi ayırıp bir tur etrafımda dolaştırdım. Yaklaşık bir saattir buradaydım ama sanki asırlar geçmiş gibiydi. Asker bozuntusu, mağara kaçkınını görmemek için asistan odasına gelmiştim. Adam asker değil bildiğiniz deliydi. Küçük bir araştırmanın ardından asker bozuntusunun bordo bereli bir yüzbaşı olduğunu öğrenmiştim. Adı arkındı. Biraz daha ileriye gitmeye çalışsam da belli başlı bilgiler tek döküldü önüme. Bilgileri gizleniyordu. Ailesine dair hiçbir iz yâda kanıt yoktu. Kız kardeşinin olduğunu ve yetimhanede büyüdüğünü biliyorum. Bu bilgileri öğrenmem de asker kızı olmam ve biraz da geçmişimde kaynaklanıyordu. Yaşı çok büyük olmamakla beraber özel kuvvetler tim komutanı olmak büyük başarıydı. Benden bir yaş büyüktü. 28 yaşında genç bir asker. Hem de bordo bereli.

 

Şimdi nasıl dikkat çekiyordur o yeşil gözleri.

 

Bir an aklıma düşenle bilgisayarı kapattım hemen. Gözleri güzel olsa da ukala bir askerden ibaretti. Kendini beğenmiş sevimsiz bir asker. Gözleri güzel olsa ne olur ki.

 

Başımı geriye yatırmamla onun siluetini görmem, dudaklarımdan kaçan çığlık eşzamanlı ayağa fırlamam hepsi saniyeler içinde olmuştu. Korkuyla çarpan kalbim göğüs kafesimi kıracaktı. Ağzım açık gördüğüm görüntüden emin olmak ister gibi gözlerimi kocaman açmıştım. Yine hayal değil gerçekti. Ne yazık ki gerçekti ve karışımda duruyordu manyak asker. Birkaç büyük adımda yanıma gelip açık olan ağzımı kapattı. Ellerini hiçbir izin alam gereği duymadan omuzlarıma yerleştirip bedenime dik bir konum verdi. Karşıma geçip sanki bir insan değil de bir iş yapmış gibi elini çenesine götürdü ve bana bakmaya devam etti. Birkaç saniye geçti yâda geçmedi bilmiyorum-ki bana onunla geçen her salise bile asır gibi geliyor- gözlerini kısıp gurur tablosuna gibi bana baktı.

 

"Çok güzel olmasan da biraz öncekinden daha iyi gibi" dedi ve mırıldanarak devam etti. "çirkin her haliyle çirkin ne yaparsın"

 

Şaşkınlıktan düşüp bayılacaktım şimdi buraya. Bana rüzgâra çirkin mi dedi o. Yoksa benim kulaklarım mı yanlış duydu.

 

Senin o kepçe kulaklarının maalesef yanlış duyma ihtimali milyonda bir değer bile değil rüzgüş.

 

Sırıtan ifadesi maalesef bana çirkin dediğini adeta haykırıyor.

 

"Sen çirkin görmedin herhâlde." Kollarımı göğsümde bağladım. Tek kaşım havada ukala bir bakış attım. "Ayrıca sen bana çirkin diyeceğine bir dönüp kendine bak yüzbaşı." Dalgalı saçlarımı omuzlarımdan geriye atıp daha çok sırıttım. "Hayır, yani asker dediğin yakışıklı olur ama sen" yüzümü buruşturdum. Umarım çarpılamam. "Gözümüzün de bir zevki var değil mi" ?

 

Burnundan sertçe gülümsediğini duyumsadım.

 

"Doktor dediğinde biraz bakımlı olur bu kadar salmamalı bence"

 

Sinirden yerimde tepinmek istiyorum. Asla alta kalmıyordu asla.

 

"Niye geldin." Aklıma gelen şeyle duraksadım. "Ayrıca sen niye sürekli hayalet casper gibi olur olmadık yerlerden çıkıyorsun. Kalp var bende adam" kalbim ilk dakikada ki gibi atmasa da hala olduğundan hızlı atıyordu.

 

"Kahve var mı" etrafına baktı. "sizin kantin kahvesi beni kesmez. Şimdi siz doktorlar acı kahve falan içiyorsunuz ondan versene bana"

 

"Oradan bakınca senin uşağın gibimi görünüyorum" tek kaşım havada cevabını bekliyordum.

 

"Bilmem olabilir" dedi beyaz dişleri gözükecek şekilde sırıtarak.

 

Burnumdan sert bir soluk verip tezgâhın üzerinde duran taze kahveden bir bardak alıp doldurdum. Şeytan diyor içine ilaç at birkaç saat baygın dursun ama anlardı kesin. Doldurduğum kahveyi ne ara dibime geldiğini anlamadığım adama uzatıp kendime de bir bardak doldurdum. Başım çatlıyordu uykusuzluktan ama bu akşam nöbetçiydim ve uykumun açılması lazımdı. Normalde asla acı kahve içemesem de onun yanında filtre kahveye şeker atamazdım. Bir de bu konuda ağzına laf veremem. Gidinceye kadar söylenip dururdu asker bozuntusu. Acı kahvemden bir yudum daha alıp yanımdaki adama döndüm.

 

"Hayırdır komutan bana âşıkta oldun ondan mı ayrılmıyorsun yanımdan"

 

Alaylı bakışlarıma aynı şekilde karşılık verdi. Başka baksan şaşardım uyuz herif.

 

"Ben mi sen mi" dedi. Anlamadığımı belli eden bir ifadeyle baktım.

 

"Diyorum ki ben mi sana âşık oldum sen mi bana." Çenesiyle masanın üzerinde duran bilgisayarımı gösterdi. Sözleri boynuma kadar kızarmama sebep oldu. Zaten biraz önce kızaran tenim şuan eminim patlıcan moruna dönüştü.

 

"Sen gördün mü ya" dedim salağa yatarak. Ama arkın elbette buna kanacak bir asker değildi.

 

"Gördüm gördüm" yüzündeki gülümseme o kadar büyüktü ki sağ yanağında oluşan birisi alt çenesinde dudağının hemen kenarında diğeri de yanak içinde gamzesi vardı.

 

Kötü haber ben gamzeli erkeğe bayılırım. Ama sana... Sana asla yüzbaşı asker bozuntusu arkın demir.

 

"Bilgilerime nereden ulaştın"

 

Dudaklarımı sıkıca birbirine bastırdım. Sorusu beni hazırlıksız yakalamıştı.

 

"Seni araştırdığımı da nereden çıkardım." Gerilen sırtımı geriye yasladım. Az da olsa zaman kazanmak istiyorum. Yanımdaki adama pek güven olmuyordu.

 

"Çünkü bende seni araştırdım pratisyen hekim rüzgâr ateş"

 

Bakışlarım ona döndü anında. Ne hakla beni araştırıyordu acaba. Kim ona bu hakkı tanıdı pardon.

 

"Kim bu hakkı sana tanıdı arkın demir"

 

"Sana kim beni araştırma hakkı tanıdıysa bana da o tandı"

 

Gözlerimi devirdim. Kahvemden midem bulana bulana bir yudum daha aldım. Acı kahve tam bir işkence bunu inkâr eden insan değildi. Şimdi fındıklı gofret olacaktı da ne güzel giderdi içtiğim iğrenç tadın yanında. Acı kahvemi yudumlarken gözümün önünde sallan şeyle dikkatim dağıldı. Gözlerimin önünde sallan en sevdiğim gofret miydi? Ben mi hayal görüyordum.

 

Bir arkına birde elindeki gofrete bakıyordum. Bana uzattığında alıp almama konusunda kararsızdım. İki dakika öncesine kadar kavga ettiğim adamın elinden gofret almam biraz anormale kaçardı.

 

"Al hadi" dedi. Elindeki gofreti avcumun içine bırakıp pantolonun diğer kısmından kendine de bir gofret çıkardı. Şaşkın bakışlarımı aldırmayıp az önce oturduğum koltuğa oturdu -pardon yayıldı-. Adamdaki rahatlığın dörtte biri bende yoktu. İnadı bir kenara bırakıp bende yanına oturdum. Sessiz geçirdiğimiz dakikalarda kahvelerimizi içmiş, çikolatalarımızı yemiştik. Ben bir tane yerken arkın art arda üç tane gofret gömmüştü. İlk defa bir erkeğin bu kadar çikolatalı gofret sevdiğini görüyordum. Gofretimi bitirdikten sonra kanepede yarı uzanır şekilde oturdum. Arkında hemen yan koltukta ayaklarını masaya uzatarak sırtını geriye yasladı.

 

"kaç gündür uyumuyor musun" gözaltları oldukça mor ve kızarıktı.

 

Gözlerini açmadan cevapladı sorumu. "Bir haftayı dört saatlik uykuyla geçirdim"

 

Tamda tahmin ettiğim gibiydi. Oldukça uykusuz ve yoğun bir baş ağrısı çektiği belliydi ama uyuyamazdı. Hem ekip komutanı olarak hem de arkadaşı yaralıydı. Boynundaki damara takıldı bakışlarım. Baş ağrısının şiddetini belli edercesine şiş ve kabarık bir şekilde atıyordu. Anlıkta olsa elimi üzerinde gezdirme isteğiyle doldum. Ama tabi ki öyle bir şey yapmayacaktım.

 

Dudaklarımı aralayıp konuşacağım vakit arkın benden önce davrandı. "Ağrı kesici var mı doktor"

 

Gözleri kapalı olsa da başımı sallayıp onaylar bir mırıltılar döküldü dudaklarımdan.

 

"Var. Getireyim"

 

Biz doktor ve hemşirelerde oldukça uykusuzluğa mahzur kaldığımızdan odalarımızda en az birkaç paket ağrı kesici bulunuyordu. Küçük dolabın içinden keskin bir ağrı keçi ve küçük su şişesini alıp arkına uzattım. Elimdekileri aldı.

 

"Eyvallah doktor"

 

"Eyvallah bizden yüzbaşı"

 

Ağrı kesiciyi içip su şişesim masanın üzerine bırakıp daha rahat bir konum aldı.

 

"Burada yatmamda sıkıntı var mı" ?

 

"Hayır, ben tekim kimse gelmez" dedim sakin bir şekilde.

 

Her ne kadar doktorların dinlenme odası olsa da elbette gelen askerlerimiz ve polislerimizi de burada ağırlıyorduk. Geceleri herkes mesai saatinde ve uyanık olunca odaya sabaha karşı gelip eşyalarını alıp nöbetlerini devir yaparlar. O yüzden sabah hariç oda boştu çoğu zaman.

 

Aradan geçen dakikalarda arkın kendini uykunun kollarına teslim ederken bana da gitme vakti gelmişti. Gitmeden son kez üzerini örtüp yanan ışığı da kapatıp çıktım odadan.

 

Koridorda elim cebimde yürürken yanımdan geçen sevimli ufaklığa baktım. O kadar tatlı ve cana yakındı ki yanaklarını sıkıp sevme isteğiyle doldum. Babasının elini tutmuş ona bir şeyler anlatıyordu. Babası da sabırla dinleyip arada yorum yapıyor arada kızıyla şakalaşıyordu. Yanımdan geçip giden baba kıza baktım uzun uzun. Kalbimdeki sızı tekrar baş gösterince bakışlarımı boş koridordan çekip odama yöneldim.

 

Baba sevgisiyle büyüyüp de yıllar sonra o sevgiden mahrum kalmak mı daha can acıtıcıydı yoksa baba sevgisini ömrünün hiçbir yerinde görmemiş bir kız çocuğu olarak mı büyümek daha zordu bilemiyorum.

 

Ben sevgi içinde büyüyen bir kızdım. İkizimle anne sevgisini de baba sevgisini de ilklerimize kadar hissederek ve yaşayarak büyümüştük. Annem doktor babam ise albaydı. Her ne kadar uzun uzun onunla vakit geçiremesem de sevgisini uzaklardan bile hissetmek, arkamda bir dağ gibi durduğunu bilmek bana yetiyordu. Asker kızı olmak diğer meslek guruplarını yapan kişilerden daha zordu. Günlerce konuşamazdık mesela. Doğum günlerimi kaçırırdı. Okuldaki etkinliklerimi, başarı belgelerimizi, ilk karnemizi, ilk ödülümü hatta mezuniyetimi ve daha birçoğunu... Elbette ki bu durumlar bir yana günün sonunda şehit haberini değil de kolları arasına alarak hasret gideren adam için minnettardık. Kaç şehit çocuğu babasız büyümüş, daha kundakta, bebekken hatta doğmadan babasını kaybeden milyonlarca çocuk vardı. Bizler en şanslı olanlardık. Hatta en şanslı çocuklardık.

 

Bir kız çocuğunu anne değil de baba büyütür sözünün vücut bulmuş haliydi babam. İkizim ve benimle sürekli yakından ilgilenip bir derdimiz olduğunda annemden bile önce koşan o olmuştur. Sanmayın ki annem koşmadı. Dinlemedi derdimizi. Elbette ki dinledi elbette ki sevip saydı ama kız çocuğuyuz işte. Babamız annemizden bile daha yakın ve daha güzel geliyordu. Kimi kız çocuğuna yara olan baba kimi ne ödüldü. Bizimkisi ödülden cezaya dönmüş haliydi. Yâda benim için öyle olmuştu. Gittiği görevlerden gelinceye kadar onunla yapmak istediğimiz aktiviteler, oyunlar, sohbetler... Daha niceleri hepsi geçmişte kaldı.

 

Yine ve yine ne yaşanırsa yaşansın babanız size ne kadar kötü olursa olsun içten içe onu sevmekten asla vazgeçmezsiniz. Baba o çünkü. Kahramanınız. Sizi hiçbir zaman sevmeyeceğini bildiğiniz halde hep bir umut bekleyip gün sonunda ağlayarak yatardınız. Fakat gün aydığında kısır döngü yine tekrar ederdi. Yine bir umut yine bir ölüm olurdu da umut etmekten vazgeçemezdik.

 

Sen gittin ben öldüm. Sen geldin yine öldüm. Yaşarken öldürdün beni.

 

Son hastama da bakıp odadan ayrıldım. Saatler ilerledikçe uykusuzluğum daha da artıyordu fakat uyuyamıyordum. Boynumu iki yana kütletip asistan odasına girdim. Arkın hala uyuyordu. Dağ ayısının yanına yaklaştım. Dizlerimin üstüne çöküp bir elimin dirseğine yaslayıp çirkin yüzüne baktım. Cidden çirkindi.

 

Keskin bir yüz hattı vardı. Hatta baya kemikliydi ve çoğu kızın kıskanacağı bir buruna ve dudaklara sahipti. Sanki bir kalemle çizilmiş orantılı kaşları ve biçimli yüzü.

 

Çarpılacağımı bilsem de oda bana çirkin diyordu ne yapayım.

 

"Bana aşık olduğunu söylemek için diz çökmene gerek yoktu doktor olmayan doktor"

 

Gözlerimi şaşkınlıkla kırptım. Ne zaman uyanmıştı hiç fark edemedim. Dizlerimin üzerinde doğrulup ayağa kalktım. Önlüğümü çıkarıp onu duymazdan geldim. Hafiften kızaran yanaklarımı soğuk elimle yelleyip dolabıma yöneldim. Kolay utanan birisi olmasam da arkınla o şekilde elbette yakalanmak istemezdim.

 

Önlüğümü ve stetoskopumu dolaba bıraktım. Arkamı dönmemle bildiğiniz duvara çarpmış gibi sert bedene çarptım. Duvarın daha yumulak olduğuna yemein edebilirim ama kanıtlayamam. Acıyan burnumu ovaladım. Kaşlarım çatık arkına baktım. Ne arada bu kadar dibime gelmişti. Birde güzelim burnum kırıldı.

 

"Dağ ayısı senin yüzünde uzay boşluğuna gidip geldim"

 

"Keşke gitseydin manyak karı" ellerini arkada birşetirdi. Hala dibimde olması dengemi alt üst ediyordu.

 

"Asıl sensin be manyak. Delinin zoruna bak" bacağına sert olacak şekilde tekmemi geçirdim.

 

Gözlerine yansıyan öfkeyle geri adım atmak istesem de artık çok geçti.

 

"İki orta bir sade hadi bana müsaade" şirince gülümsedim. Alnıma elimi götürüp asker selamımı verdikten sonra kalçama topuğuma vura vura gitmek istesem de maalesef bu ayıdan kaçmak o kadar kolay değil. Karnıma sıkıca sardığı koluyla beraber bedenimi adeta put gibi kendi bedenine yapıştırdı.

 

"Anlaşabiliriz yüzbaşı"

 

"Seve seve anlaşacağız doktor olmayan ama doktor olan kadın"

 

Yakıcı gözlerinden beni kurtaran ne yazık ki özgürün sesi oldu.

 

"Rüzgâr" dedi siniri sesine yansımış halde.

 

Gözlerimi sıkıca kapattım. Şuan onun mavallarını dinleyecek hal yoktu. Bellimdeki ellerini usulca çekip benden olabildiğince uzağa gitti.

 

"Ne var" kapattığım gözlerimi açıp özgüre döndüm.

 

Elindeki çantayı bırakıp yanıma geldi. Hiçbir izin alma gereği duymadan kolumdan tuttuğu gibi bedenimi kendi bedenine yaslayınca ip koptu benden. Nefret ettiğimi bildiği halde hareketlerine devam etmesi yüzünden bu hale gelmiştik.

 

Kolumu ellerinin arasından kurtarmak istesem de sıkıca tutuyordu.

 

"Kolumu bırak" tıslar gibi çıkan sesimle bir adım gerileyip kolumu bıraktı.

 

"Konuşacağız"

 

"Neyi konuşalım istersin. Nasıl bir oruspu çocuğu olduğunu mu" bakışlarım onda olsa da arkının gülen sesini duymuştum.

 

Sözlerimden çok arkının gülmesi sinirini bozmuştu. Hak ediyordu. Ona ne yaparsam yapayım asla içim soğumuyordu.

 

Koluma tekrar yapışıp sertçe çekti beni bedenine.

 

Top gibi oradan oraya çekiliyorum azizim. Dağ ayısı tercihlerim arasında ne yazık ki.

 

"Beni sakın karşına alma" kolumu bıraksa da benden uzaklaşmadı. "Görüşeceğiz rüzgâr"

 

Arkasına bakmadan uzaklaşıp gitti. Daha fazla odada kalmak istemediğimden bende çıktım. Koridorda ilerlerken adım seslerini işittim.

 

Olduğum yerde durdum. Karşıma geçti. Yüzünde hala sinir bozucu bir yüz ifadesi vardı. Kollarımı arkamda bileştirip bir adım yaklaştım ona. Hayli uzun olan boyuna tepeden bakmak imkânsızdı. Başımı geriye yatırıp çirkin suratına baktım.

 

Çarpılacaksın rüzgâr ateş. Çarpılacaksın. Gören bir daha bakıyor rüzrüz.

 

İç sesimi duymazdan geldim. Onunla yarışsam bile kaybeden belliydi.

 

"Yüzbaşı arkamdan geldiğine göre bana âşıksın herhalde"

 

"Doktor doktor, şansına küs doktor."

 

Ukalaca sırıttım.

 

"Ben değil yüzbaşı sen küs." Parmağımı çelik gibi olan göğsüne bastırdım. "Birkaç gün sonra asla senin çirkin yüzünü görmeyeceğim." Bir adım daha attım. Kalan son mesafede kapanmıştı. Yakından bakınca boyu biraz daha mı uzadı bana mı öyle geldi. Sahi senin boyun kaçtı arkın. "Pervane gibi etrafımda dolan dur şimdi ama birkaç gün sonra adını bile hatırlamayacağım"

 

Gür kahkahası yankılandı koridorda. Şerefsiz o kadar güzel güldü ki birkaç hemşire ve hatta doktorlar bile dönüp arkını hayranlıkla süzdü.

 

"Eee doktor ne demişler pervane döne döne. Bir bakarsın o pervane ters yöne döner"

 

Son kez arkamda kalan adama sert bakışlarını yollayıp beyaz dişlerini sinir bozucu şekilde ortay serdi. Bir insanın her şeyi bu kadar kusursuz olamazdı. Olmamalıydı.

 

"Derdin ne senin" ellerimi belimin iki yanına bırakıp ağrıyan boynuma inat boynumu eğip yüzüne baktım.

 

"Manitan mı" dedi arkamdaki adamı kastederek.

 

"Sevgilim olsaydı eğer o küfürleri eder miydim sence."

 

Sorum cazip gelmiş olacak ki dudakları kıvrıldı.

 

Bu şeytan asla alta kalmaz rüzgâr ateşe. Üzerine bombayı bırakıp gidecekmiş gibi parlıyor kahrolası güzel mavişleri.

 

"Seninle geçirdiğim dün gece harikaydı. Tekrar yineleyelim doktor"

 

Yanımdan geçip gitti ama nasıl gitti. Ben değil de o rüzgar oldu esip geçti.

 

Allah senin belanı versin arkın. Uzaylılar pil taksın götüne uçursunlar seni arkın. Başın boynun altında kalıp kırılsın arkın.

 

İç sesimle birlikte ettiğim bedduaları bir sonrakine ona sesli şekilde ileteceğimi aklıma not edip yanımdaki gevşeğe baktım. Sinirlenmişti birde paşam.

 

"Sen dalga mı geçiyorsun lan benimle. Ne demek gece geçirdim".

 

"Sana ne ulan sana ne. Altına kız alırken bana mı sordun da şimdi bana bağırıyorsun"

 

Ona daha fazla tahammül etmek istemiyordum. Yanından geçip gittim. Ne kadar kolaydı insanoğlu için aldatmak, şiddet, sevgisizlik... Yaptığının arkasında da durmayıp kendini sürekli haklı çıkarmanın yolunu buluyordu. Özgür ile tıp fakültesinden gelen bir tanışıklığım vardı. Seneler önce tanışmıştık arkadaş ortamından. Sürekli konuşup görüştüğüm bir arkadaşımdı. Hiçbir zaman ilerisi olmamıştı. Sonra bana olan ilgili tavırlarını gerçek bir sevginin olduğunu göstererek bana bakmasına aldanıp-kabullenip- sevgili olmuştum. Fakat ona duyduğum şey kesinlikle aşk değildi. Saf bir sevgiydi. Herkese duyabileceğimiz safça bir şey. Ama ona bu sevgi yetmedi ve gidip başka kadın-kadınlarla- birlikte olmaya başladı. Anlamayacağımı öğrenemeyeceğimi sanması onun aptallığıydı. Kızlar sevişmek değil saçları okşansın isterdi. Sevilmek isterdi. Fakat bunlar erkeklerin çoğu için yetmiyordu. İlişki biraz ilerledi mi hemen cinsellik istiyorlardı. Asla kadının hazır olup olmadığını sorma gereği bile duymayacak kadar sığ kafalılardı. Ama iş evlilik gibi ciddi müesseseye geldi mi temiz eline erkek eli değmemiş kız isterlerdi. Kendileri her gün bir kadının altında olsalar da eşleri temiz olmak zorundaydılar. İşte bu yüzden erkeklerden nefret ediyordum. Onlarla ilişki kurmak dursun arkadaş bile olmak istemiyordum. Elbette hemcinslerim de mükemmel demiyorum ama erkekler kadar olduklarını düşünmüyorum.

 

Yâda sen fazla saf ve temiz düşünüyorsun rüzgâr ateş.

 

İç sesimi umursamadım. Safsa saflıktı. Ben buydum. Kabul edip sevmek isteyen böyle severdi de kabul ederdi. Asansörü es geçip merdivenlere yöneldim. Mesaim çoktan bitmiş ama ben burada özgür gereksiziyle uğraşıyordum. Kişisel odama girip kapıyı kapattım. Arkadan kilitlemeyi de ihmal etmedim. Çat kapı gelmeleri meşhurdur özgürün.

 

Dolabımdan siyah bir Jean ve polo yaka bir tişört alıp hızlıca üzerimi değiştirdim. Uykum olduğu için eve geçer geçmez sızardım kesin. Bir yanda guruldayan karnım vardı tabi. Aç kalmakta istemiyordum. Hastaneye yakın olan kafemde bir şeyler atıştırıp odamda kestirmek en iyisiydi. Dolabın kapağını kapatıp telefonumu ve arabamın anahtarını alarak çıktım odadan. Henüz havalar serinlememişti burada. Yaklaşık üç yıl önce arkadaşımla açtığım ortak bir kafem vardı.

 

Yakın mesafede olsa da arabamla gidecektim. Oranın otogarına bırakıp odamda biraz kestirmem lazımdı. Dün ne kadar uymuş uykumu almış olsam da üzerimde bir kırgınlık vardı. Sanırım soğuk almıştım. Bizler doktorda olsan kendi derdimize deva olamıyorduk. Arabamı garaja bırakıp arka kapıdan kafenin bahçesine girdim. Kafeyi ilk aldığımızda ufak tefek ama güzel bir kafeydi. Daha sonra işlerin açılmasıyla yanımızdaki diğer iki kafeyi de alarak restoran-bar-caffe haline getirmiştik. Benden çok lise arkadaşım burayla ilgileniyordu. Oldukça yoğun tempoda çalışıyordum ve buraya vakit ayırmam mümkün değildi. Hiçbir zaman patron olma gibi hayalim de yoktu. Kafe ne kadar küçük olsa da fazla masraf isteyen bir iş yeri olduğu için tek kişi altında kalkamazdı. Bende hem destek olmak adına hem de küçükken hayalini kurduğum şeyin gerçekleşmesini istediğimdendi. İyi ki onunla bu yola adım atmışım diyorum hep. Tüm zorluğa rağmen destekçi bir arkadaşımın olması çok güzel bir şeydi. Kafeyi açarken iki ihtimal vardı önümüzde. Ya batacaktık ya çıkacaktık. Çok şükür ki batmak yerine oldukça yükselmiş tanınan ve oldukça yoğun bir kafe haline gelmiştik. Her ne kadar ortağı olsam da burayı arkadaşım yönetiyordu. Bende genellikle öğe yemeğimi yemeye veya hastanede ekipçe toplaşıp yemek yemeye bizim kafeye gelirdik.

 

Direk mutfağa geçtiğimde biricik arkadaşım Fatma tabi ki pasta yapmakla meşguldü. İki dakika oturmazdı. Yorulmak nedir bilmez hep en iyisini çıkarmak için gece gündüz çalışırdı. Maddi açıdan yardım etmese de bu kafenin bu kadar popüler ve ayakta durmasının tek sebebi kesinlikle onun güzel elinin lezzeti ve asla pes etmeyişiydi.

 

Dudaklarımdaki şefkatli tebessümle hızla arkasından sarılıp kollarımı beline doladım. Yanağına küçük bir öpücük bıraktım.

 

"Kızım sen cidden delisin ya ödüm koptu" serzenişlerini aldırmayıp düğer yanağından da öptüm. Kesinlikle nefret ederdi öpülmek ama bende onu sinir etmeye bayılırdım.

 

"Nabersin güzellik" dedim.

 

"Sen gelinceye kadar iyiydi" dedi ters ters bana bakarak. Bir yandan da elini başparmağını damağına götürüp kaldırdı.

 

"Kalbim kırılır ama" dudaklarımı büzüp kocaman sarıldım ona. O benim en yakın ve tek dostumdu. Kardeş gibiydik. Gibi değil biz kardeştik. Kan bağıyla olan kardeşlik değildi belki ama ruhen, kalben bağlıydık birbirimize.

 

Masanın üzerinde durak kap keklerden bir tanesini alıp kocaman ısırdım. Gözlerim kapadım lezzeti karşında. Bu kız gerçekten biliyordu bu işi. O kadar güzeldi ki aç karnına hepsini yiyebilirdim. Tek sorun günün geri kalanı lavaboyla selamlaşmak olurdu. Elimdeki kap keki bitirip restoran kısmına geçtim. Çalışanlara başımla selam verdikten sonra odama geçtim. Fatma benim sevdiğim şeyleri bildiğinden kendimi ona teslim etmiştim. Koltukta iyice yayılıp uzandım. Günün yorgunluğunu hala üzerimden tam atmış değildim. Arkınla uğraşmakta bir yandan yorucuydu. Bazen küçük bir çocuk gibi bazen ise asker gibi davransa da benim yanımda tam bir sevimsiz asker bozuntusuydu. Kapı çalınca yerde gezen bakışlarımı çekip gelene baktım. Kafede çalışan garsonlarımızdan biriydi.

 

"Afiyet olsun patron" yemeklerimi küçük masanın üzerine bıraktı.

 

"Teşekkür ederim mert bey" dedim sıcak bir tebessümle.

 

Baş selamı verip odadan ayrıldı.

 

Guruldayan midemi durdurmak için acele acele önümdeki tüm yemeği yedim. O kadar güzel ve nefislerdi ki yemeden durmak mümkün değildi. Hem sağlıklı hem de oldukça doyurucu yemeklerdi. Hızla yemeklerimi yiyip karnımı doyurduktan sonra boş tabakları tepsiye bırakarak odadan çıktım. Alt katta inerken kavga sesine benzeyen sesler geliyordu. Merdivenleri ikişerli inip kalabalığa yöneldim. Bir sürü insan toplaşmış kavgayı ayırmaya çalışıyorlardı.

 

"Bırak lan kadını şerefsiz"

 

Arkadaşımın çığlıkla karışık sesini duyunca daha çok gözüm karardı.

 

Elimdeki tepsideki tabakları yere fırlattım. Azda olsa önüm açıldı. İnsanların elindeki telefonları alıp götlerine sokacaktım haberleri yok. Bir kadın kocası tarafından dayak yerken onlar üç kuruşluk akıllarıyla vido çekip sosyal medya hesaplarında takipçi kasacaklardı. Kadının orda dayak yemesi, öldürülmesi umurlarında değildi. Takipçi daha önemliydi. Çünkü para onlar için her şeydi. Bir kadın ölmüşse ne olacaktı ki. Kuyruk sallamıştır, adamı kızdırmıştır. Boşanmak istemiştir. İsteyemeyiz çünkü. Ne haddimizeydi. O bir kadın. Kocasının kölesi olmak zorundaydı. Başka çaresi yoktu. Kadın dul kalmazdı. Ayıptı çünkü. Dul kalanlar ise kocalarına bakamayan, onlar istediklerini yapmayan kadınlardı. Evlendikten sonra sürekli sek yapmak zorundaydı çünkü adamın rahatlaması lazımdı. Sinirlendi mi kadını dövecek ve ağzını açıp onu sinir edenlere laf sayamayacaktı. Onların erkekliği dışarıya değil evin içindeki masum insanlarıydı. Kadın bitti mi o evde çocuk varsa oda dayak yiyecekti. Sevilmeyecek, sürekli azarlanıp, ezilecekti. Başkalarının çocukları örnek verilip daha da özgüvensiz bir birey haline gelecek ve dışarıdan gördükleri en ufak sevgiye kanan kız çocuğu, cani olan bir erkek evlat. Dünyamız buydu ne yazık ki. Sevgiyle değil sevgisizlikle gün deviren bir dünyaydı. Sevgiye ne haşa. Sevgisizliğin hüküm sürdüğü bir dünya olmalı.

 

Kalabalığı aşıp arkadaşıma kolunu tutup sarsan herifin başına elimdeki tepsiyi sertçe geçirip kırdım başında. Adam sendeleyip tuttuğu kolu bırakınca bu sefer bana döndü bakışları. Öfkeyle harmanlanan gözleri beni öldürmek ister gibi bakıyordu. Hatta öldüreceğine o kadar emindi ki... Ama yanılıyordu çünkü onun sandığı gibi kolay lokma değil dişi bir kurttum. Albay kızı olmanın da bir avantajı vardı elbette. Babamın bize öğrettiği binlerce dövüş ve eğitimler vardı. Karşımdaki insandan bozma adamın bana bir şey yapması olasılıklar içinde bile yer almıyordu.

 

"Ulan oruspunun evladı" üzerime yürümeye başladı. Sözleri bir bir beynimde yankı yaptı. Her şeye evet derim ama aileme edilen küfürse asla.

 

Kırık tepsinin parçasını yere atıp karnına sertçe tekmem geçirdim. Bana vuracağını sanıyordu ama yanılıyordu. Babamın kızıyım ben. Kolay lokma değildim. Yere düşen adama ettiği küfürden dolayı öfkeyle kanayan kanımla yumruklarımı ardı arası geçirerek öldüresiye dövdüğüm. O kadar çok kendimi kaybedip yumrukluyordum ki onu en son birinin beni belimden sertçe tutup çekmesiyle kendime gelmiştim. Yakıcı bakışlarım beni tutan adama kaydı.

 

Yine başa dönmüştük. Tek fark aynı kişi olmamalarıydı.

 

Hangisi daha çok canımı yakar bilmiyorum ama içimdeki canavarı görecek kadar zekiydi.

Bilinenin aksine bilinmeyen bir kadındım ben. Doktor rüzgâr ateş kimdi. Kimin nesiydi. Bunları bulmak yerine benimle uğraşmayı seçmişti. Belki de işine geliyor ve beni kolay bir hamle olarak görüp avlayacağını zannediyordu.

Yanılıyordu. Herkes gibi sende yanılacaksın ve o canavarı gördüğünde burada olmayacaksın asker.

 

 

Loading...
0%