@saniyesolak
|
Sellam✨ Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın olur mu❤️ Keyifli okumalar diliyorum✨ Hayat bir savaştır, gerçek ise gücün içine saklanmış bir silah... Gücü elinde tutmak istiyorsan, gerçekleri görmek zorundasın. Yürüdüğün yolda karşına çıkacak olan her tablo birer aldanışın portresi. Seni aldatmalarına izin verme, o portrelerdeki gerçeği gör bu seni hayatta tutacak... Her insanın yapmaya çalıştığı şey buydu. Savaşmak ve hayatta kalmak... Başarıp başaramamak ise kişiden kişiye göre değişiyordu. Elimdeki kupadan süzülen kahve dumanı burnuma dolup o tatlı kahve kokusunu bana taşırken, önümde uzanan şehir manzarasına baktığımda başardığımı hissediyordum. Geride bıraktığım o kadar zorluğun ardından hâlâ ayaktaydım, hâlâ güçlüydüm ve göğsümü gere gere ben başardım diyebiliyordum. Bunun tadı, her şeyden daha lezzetliydi. Kahvemden bir yudum aldım. Yumuşak tadın keyfini çıkarırken çalan telefonumla bakışlarım, şehir manzarasından orta sehpanın üzerinde duran telefonuma kaydı. Özel hattımın olduğu telefonumdu. Adımlarım o tarafa yönelirken gözümün önüne gelen bir tutam kıvırcık, koyu renk bukleyi kulağımın arkasına sıkıştırdım. Saçlarımın kıvırcık olmasını seviyordum ama zapt etmesi kolay ya da kısa modellerde kullanılabiliyor olsaydı daha çok sevebilirdim. Kahve bardağını sehpaya bırakıp telefonu aldığımda abimin aradığını görmek dudaklarımın huzurlu bir gülümsemeyle kıvrılmasına neden oldu. Ailemden bana sırt çevirmeyen ve elimde kalan tek kişiydi. Anneme ve babama karşı duyduğu özlem kalbimi sızlatınca yutkunup bu hissi geri plana atmaya çalıştım. Bu onların tercihiydi, benim değil. Kızlarını desteklemek yerine sırt çevirmeyi onlar seçmişti. Sırf, onların benim için şekillendirdikleri kalıba girmeyi reddedip kendime bir yol çizmeye çalışıyorum diye üstelik... "Abim..." diyerek açtım telefonu. Yaklaşık bir haftadır konuşmamıştık ve onu özlemiştim. "Hayırsız?" diye karşılık verdi abim bana, sesini kızgın tutmaya çalışıyordu ama alt tonlarından gelen gülümsemeyi duyumsayabiliyordum. "Nerelerdesin, neler yapıyorsun bakalım? Ben aramasam arayacağın yok hiç." Bedenimi arkamdaki ikili koltuğa bıraktım. Bu konudaki siteminde çok haklıydı, çünkü yoğun bir haftayı geride bırakırken onu ihmal etmiştim. Minik bir mahcubiyet, duygularımın arasından kafasını uzatırken. "Abi..." dedim nazlı bir sesle kelimenin son hecesini uzatarak. Ardından bahanelerimi sıralamaya başladım. "Yücel tatile gitti, Efe hasta, Hayal'de ailesini ziyarete gitti. Haliyle çekilen videoları düzenleme işi de bana kaldı. Biriken PR paketleri ve çekilmesi gereken işbirliklerini saymıyorum bile... Kafamı işlerden kaldırmaya fırsat bulamadığım için arayamadım." Beni göremeyeceğini bilsem de dudaklarım bir refleksle bükülmüş; bakışlarım, kendimi affettirmek için her daim en büyük silahım olan yavru kedi bakışlarına evrilmişti bile. Çekik ve yeşil olan gözlerim, bu konuda işimi çok kolaylaştırıyordu. Elbette bu bahanelerin geçerli bir mazeret olmadığının farkındaydım. Abim benim her şeyimdi, onu ihmal etmemeliydim. Neyse ki abim yufka yüreği ile bana merhamet edip beni kıvrandırmadı. "Öyle olsun bakalım..." derken artık kızgın ve sitemli sesinden eser yoktu ve gülüşünü saklama gereği görmüyordu. "Bu kez nasıl bir video geliyor?" Dudaklarım, üzerimden giden gerilimin geride bıraktığı rahatlamayla kıvrılırken sehpanın üzerine bıraktığım kahveyi alıp sıcak içecekten bir yudum aldım. Sosyal medya fenomeniydim... Hayır Türkiye'de en çok takipçisi olan kadın sosyal medya fenomeniydim. Anne ve babamın kabullenemediği bu gerçeği, ağabeyim onlar yerine de kabullenmiş, onların veremediği desteği de o üstlenmişti. Videolarımı izlemeye bayılıyordu, izledikten sonra beni arıyor ve uzun uzun yorumlarda bulunuyordu. Günün en sevdiğim saatleriydi abim ile videolarım hakkında kritikler yapmak. Yol göstericimdi o benim. İçtiğim yudumun ardından, yoğun kahve kokusunu içime çekerken "Terk edilmiş bir akıl hastanesinde yirmi dört saat geçirdik. O kadar gerilim dolu bir video oldu ki hatırladıkça tüylerim ürperiyor." dedim eğlenceli çıkan sesimle. İçeriklerim genel hatlarıyla bu tarzdaydı. Arada gittiğim tatillerden vloglar çekip onlarla renklendiriyordum kanalı ama korku içerikleri kadar dikkat çekmiyordu onlar. İnsanlar gizem ve korkunun harmanlandığı şeylere bayılıyorlardı ve bende onlara istediklerini veriyordum. Kısa bir sessizliğin ardından, "Bu yaptığın işi tehlikeli bulduğumu biliyorsun değil mi?" diye sordu her zamanki gibi. Beni ne kadar desteklese de benim için endişelenmek, asla kurtulamadığı bir huyuydu. Gittiğim ve gördüğüm yerlerden hoşlanmıyor, başıma bir şey gelmesinden endişeleniyordu. Onu anlayabiliyordum çünkü gerçekten tehlikeli olan yerlere gidebiliyorduk. Mesela birkaç ay kadar önce, video çekmek için gittiğimiz bir köyde, ziyaret ettiğimiz kalede iki sarhoş adamla karşılaşmıştık. Efehan ve Yücel olmasaydı olabilecekleri düşünmek bile tüylerimi diken diken ediyordu. Ama söylersenize, her işin bir tehlikesi yok muydu? İşimi seviyordum, içeriklerimi de öyle... Gidip gördüğüm yerler, maceraperest ruhumun besleyicisiydi. Ve abime her ne kadar, her türlü güvenlik önlemlerini aldığımızı, hep dört kişi gittiğimizi ve çok dikkatli davrandığımızı söylersem söyleyeyim, bunlar onu bir türlü rahatlatmıyordu. "Daha normal, tehlike arz etmeyen içerikler çekebilirsin?" Derin bir iç çekip, her zamanki bu rutin konuşmamızde bende üzerime düşen görevi üstlendim ve "Sorun yok abi..." diyerek onu rahatlatmaya çalıştım. "Gerçekten sorun yok, yaptığım şeyle çok mutluyum ben. Ayrıca kitlemin talebine göre hareket etmem gerektiğini biliyorsun. Arz talep meselesi... Tutturduğum bu tempo bana o kadar iyi geliyor ki... Lütfen artık benim için endişelenme." O da derin bir şekilde iç çekişle karşılık verdi. "Abinim kızım ben senin, nasıl endişelenmeyeyim?" Hiçbir şey diyemedim bu sorusu karşısında, aynı durumda olan o olsaydı bende endişelenen taraf olurdum çünkü. Daha fazla uzatmadan konuyu değiştirdiğinde, bunun için minnettardım. Haftamın nasıl geçtiğini sordu, bende uzun uzun anlattım. Sonra o anlattı. Konuşmadığımız bir haftanın acısını çıkardığımız uzun bir konuşmanın ardından sonunda telefon kapandığında kendimi fazlasıyla huzurlu ve rahatlamış hissediyordum. Herkes bir yana ama insana ailesinin ya da en azından ailesinden birinin yanında olduğunu bilmekten, desteğini hissetmekten daha iyi gelen hiçbir şey yoktu. Oturduğum koltukta bağdaş kurup oturmaya devam ederken telefonumu kucağıma bırakıp televizyonun kumandasını aldım elime. Şu anlık yapacak daha iyi bir şeyim olmadığından bir şeyler izlemeye karar vermiştim. Televizyonu açar açmaz karşıma bir haber kanalı çıktı karşıma; haberleri izlemeyi, takip etmeyi severdim. Bana ilham oluyorlardı. Birkaç siyaset haberinden sonra, özel haberlere geçtikleri sırada telefonum bir mesaj bildirim sesiyle kucağımda titreşti. Aydınlanan ekranda gördüğüm kadarıyla ekibin grubuna Yücel tarafından bir fotoğraf atılmıştı. Telefonu alıp sohbete girdim. Evindeki boy aynasından çekilmiş boydan bir fotoğraftı ve hemen yanında da büyük boy valizi duruyordu. Bize tatilden döndüğünün haberini veriyordu. Dudaklarım kıvrılırken; 'Hoşgeldin Yakışıklı ;)' yazıp gönderdim. Yoğun bir çalışma temposunun ardından hepimiz sağlam bir molayı hak etmiştik. Ben bu mola sürecini evimde, yatağımda dizi film izleyerek, kitap okuyarak ve gelen PR paketlerini açıp hoşuma giden ürünleri hikayelerimde paylaşarak geçirmiş, çekmem gereken birkaç reklam videosunu çekmiştim. Evet kulağa pek moladaymışım gibi gelmiyordu ama benim için inanılmaz keyifli bir hafta olmuştu. Dediğim gibi, işimi fazlasıyla seviyordum. Lizge'ciğim, beni çok özledin değil mi? diye karşılık verdi mesajıma Yücel. Bir insana alıştığınız zaman, yediğiniz içtiğiniz ayrı gitmediğinde ve çoğu günler aynı çatı altında uyuduğunuzda o insanı benimsiyor, kısa süreli yokluğunu bile anında fark edip, özlüyordunuz. En azından o insanı seviyorsanız... Bizim ekiple aramızda olan tam olarak buydu. Aile gibiydik ve hepsini gerçekten özlemiştim. 'Çok...' diye yanıt verdim bekletmeden, o harfini uzatıp yazarak. Yücel cevap yazarken sohbete bir fotoğraf daha düştü. Efehan'dandı. İki burun deliğine de peçete sıkıştırmış, dağınık duran sarı saçları alnına doğru dökülmüş, boğazına kadar çektiği battaniyesiyle bir koltukta yatarken çekilmiş bir öz çekimdi. Altına 'Sorduğunuz için teşekkürler, bende çok iyiyim.' yazıp sonuna da ağzında ateş ölçer olan emojiyi koymuştu. Bu beni daha çok güldürdü. Ben Efehan'a cevap yazarken Hayal de sohbete dahil olmuş ve 'Efe' diye bağırdığı bir ses kaydı atmıştı. Tatil boyunca dördümüzün de aynı anda sohbete girdiği nadir anlardan biriydi. Ben, 'Hiç boşuna yalan söyleme, nişanlın iyileştiğini söyleyeli çok oldu.' yazarken Hayal'Ya biz senin sümüklü peçetelerini görmek zorunda mıyız?' diye bir sitemde bulunmuştu. Bu şekilde havadan sudan konuşup ara ara saçmalayarak geyik yaptığımız uzun bir sohbetten sonra, yarın sabah her zamanki yerimizde hem birlikte kahvaltı hem de toplantı yapmak için sözleştik ve konuşmayı sonlandırdık. Saat dokuzu on iki geçiyordu. Midemden gelen kısık sesli guruldamayla elimi karnımın üstüne koydum. Akşam yemeğinde canım hiçbir şey yemek istemediği için öğünü bir elmayla geçiştirmiştim ve şimdi kendimi fazlasıyla aç hissediyordum. İçtiğim kahve bunu bastıramıyordu. Kalkıp kendime bir şeyler hazırlamayı düşünsem de üzerime çöken üşengeçlikle bundan vazgeçtim ve bir yemek uygulamasından kendime dört peynirli, küçük boy bir pizza söyledim. Yalnız yaşamanın en kötü yanlarından biri buydu benim için. Tek başıma yemek yiyemiyor, bu yüzden de kendime yemek yeme konusunda bir düzen oluşturamıyordum. Yalnız yaşamanın bir diğer kötü yanıysa sessizlikti. Bazen evdeki sessizlik öyle boyutlara ulaşıyordu ki, rahatsız hissediyordum kendimi. O anlardaki en büyük kurtarıcıma bir kez daha sığınıp televizyonun sesini yükselttim. Haberler hâlâ devam ediyordu ve ekranda, bir sokak köpeğini acımasızca katledip ceza almadan kurtulan bir adamın haberi dönüyordu. Bu sistemden gerçekten nefret ediyordum. Masum hayvanlara karşı böylesine acımasız olabilen birinin, yarın bir gün insanlara karşı da aynı şeyi yapmayacağının bir garantisi var mıydı? Yoktu. Ve yaşanabilecek olan felaketler bu kadar göz önündeyken, birilerinin buna göz yumuyor olmasını aklım almıyordu. Geçtiğimiz kış kaybettiğim kedimin acısını bugün bile hâlâ içimde hissedebiliyordum. Altı yılım onunla birlikte geçmişti ve bir sabah uyandığımda o artık benimle değildi. Onu sokakta bulduğumda, yeterince yaşlı olduğunu biliyordum elbette ve ne kadar iyi bakılırsa bakılsın bir gün gideceğine kendimi hazırlamıştım ama yine de yetmemişti. Mental olarak kendimi yeni bir evcil hayvana hazır hissedemediğim için başka bir tane sahiplenmemiştim henüz ama sanırım artık vakti gelmişti. Hem kanalımda, bu konuya değindiğim bir videoya yer vererek hayvan hakları konusuna da dikkat çekebilirdim. Bu konuyla ilgili bir şeyler düşünmeyi aklımın bir köşesine not ettim. Farkındalık yaratacak bir içerik olmalıydı. Haber değişip yerini ev sahibi ile anlaşmazlık yaşayan bir kiracının haberi alırken, sıkılıp sosyal medya hesaplarımı kontrol ettiğim ikinci telefonumu aldım elime. Ekranda gördüğüm binlerce bildirim dudaklarımı kıvırmama neden oldu. Bu beni korkutmuyor, aksine keyif veriyordu. O bildirimler bana başardığımı hatırlatıyordu çünkü. X uygulamasındaki bildirimlerin, Instagram ve YouTube uygulamasındakinden fazla olduğunu gördüğümde biraz gerilsem de merakla X uygulamasına girerken buldum kendimi. X'te pek aktif olduğum söylenemezdi. Genelde gündemi takip etmek ve hakkımda yazılanları okumak için girer, hoşuma gidenleri retweet eder ya da alıntılayarak teşekkürlerimi sunardım. Bazen de okuduğum kitaplardan alıntılar paylaşırdım. Gündem kısmında adımı ikinci sırada gördüğümde kaşlarım istemsizce havalandı. Gündeme girdiğim ne ilk andı ne de son olacağını biliyordum. Bazen adıma açılan hayran sayfaları gündem çalışmaları yaparlardı. O tweetleri okumak en büyük eğlencelerimden biriydi. Merakla adımın yazdığı kutucuğa tıkladığımda, hakkımda atılan tweetler ekrana akmaya başladı. #LizgeAlaGürkan gerçekten Türkiye'nin en iyi fenomeni. #LizgeAlaGürkan her sabah kahvaltısında yürek yiyor bence. Gittiği yerlere hayatta cesaret edip de gidemem. #LizgeAlaGürkan ile bir kafede karşılaştık. O kadar tatlı ve sempatik ki asla ünlü egosu yok. Ayrıca acilen parfümünü paylaşması gerek çünkü mükemmel kokuyordu. En büyük eğlencem #LizgeAlaGürkan izlemek. Daha çok korku içerikli videolar gelsin lütfen. Yemek öğünlerimin en vazgeçilmezi #LizgeAlaGürkan videoları. Bayılarak izliyorum. #LizgeAlaGürkan çok seviliyorsun. Dudaklarım büyük bir gülümsemeyle kıvrılmıştı bile. Bu gibi daha bir dolu güzel şeyler yazılmıştı. Ekranı kaydırıp tweetleri okumaya devam ederken, resmimi gördüğümde durup tweete denk geldiğimde durup ne yazıldığına baktım. Dişlerimi göstererek gülümsediğim, geçen yaz gittiğim tatilden bir kareydi. Resmin üzerindeki açıklamada; #LizgeAlaGürkan bana asla samimi gelmiyor yaa. Her seferinde gidecek korkunç bir yer bulması imkânsız bence. Videolarının fake olduğunu düşünüyorum, takipçilerini kandırdığına kalıbımı basarım. Ayrıca ekibindekileri hep geri planda tutup kendini öne atmaya çalışıyor. #HayalŞahin'e üzülüyorum şahsen. Lizge'den daha çok potansiyeli var ama Lizge'nin gölgesinde kalıyor. yazıyordu. Gözlerimi devirdim. Kimseyi gölgede bıraktığım falan yoktu. Bu işe başlayan ve kanalımı belli bir yere getiren bendim. Tek başıma... Takipçi sayım arttıkça daha profesyonel içerikler çekmek istediğim için bir ekip arayışına girmiş ve yakınlarda ajanslardan ayrılmış olan kişileri yakın markaja almıştım. Dördümüzün yolu bu şekilde kesişmişti. Hayal asistanlığımı yapıyordu, bu işe bu şekilde başlamıştı. Efehan kameramanımızken Yücel'de teknik işlerle uğraşan editörümüzdü. Kaba tabirle söylemek gerekirse onlar, maaşlarını benim ödediğim çalışanlardı. Herkes üzerine düşen görevi yapıyordu. Eğer Hayal kendi içeriklerini oluşturmak için bir kanal açmak istese onu durdurmazdım elbette, aksine destekler, büyümesi için elimden geleni yapardım. Keza Efehan ve Yücel için de bu geçerliydi. Çünkü işi bir kenara bırakırsak, yakında dördüncü yılımıza girecektik ve artık bir aile gibi olmuştuk. Ayrıca Türkiye koskoca bir ülkeydi ve her bölgesinde illaki terk edilmiş, ürkütücü bir yerler oluyordu. Ve tabii ki bu yerlerle ilgili ağızdan ağıza dolaşan korkunç efsaneler olmazsa olmazdı. Yani her seferinde gidecek bir yer bulmak imkansız falan değildi, sadece biraz araştırma yapmak gerekiyordu. Ben ve ekibim ise bu konuda çok ince eleyip sık dokur, hep en iyisi için çabalardık. Derin bir nefes aldım. Kötü yorumlara elbette alışıktım ama bu, insanların bu kadar kesin yargılarla konuşmalarını anlayacağım anlamına gelmiyordu. Hayır bunu hiçbir zaman anlamayacaktım. Parfüm markamı soran tweette durup oturduğum yerden kalktım ve yatak odama doğru gittim. Kim ne derse desin, onlar görünmez olarak kalmaya devam ederken ben parlayan taraf olacaktım. Yatak odamdaki makyaj masasının üzerinde duran, en sık kullandığım iki parfüm ve üç vücut spreyini kucağımda toparlayıp tweeti alıntılayarak çektiğim bir fotoğrafı paylaştım. Anında beğeni ve bildirimler yağmaya başladı ama hiçbirine bakmayıp ekranı kilitledim ve yeniden salona döndüm. Baksam da yetişebilmem mümkün değildi zaten. Yemeğim gelene kadar kendime bir kahve daha yapmak için sehpanın üzerindeki kupaya uzanmıştım ki, televizyon ekranında gördüğüm kırmızı puntolu son dakika yazısının yanında yer alan tanıdık gelen bir sima ile duraksadım. Son dakika yazısının yerini "Ünlü fenomenden acı haber!" yazısı aldı. Kaşlarım çatıldı, şahsen tanıdığım biri değildi ama arada sırada sosyal medyada yüzünü görüyor, adını duyuyordum. Neler oluyordu? Kahveyi boş verip koltuğa attım bedenimi ve haberin ayrıntılarını dinlemeye başladım. Dünyaca ünlü sodyal medya fenomeni Luca Stollen bir video uğruna canından oldu diyordu kadın muhabir. San Doreo Eyaletinin Mornel kasabasının kırsal kesimlerinde yer alan Katalana köyünde bulunan ve Ölüm Yolu olarak bilinen, Dünya'nın en tehlikeli yolundan geçmeyi amaçladığı bir video çekmek için, bir hafta önce evinden ayrılan yirmi dört yaşındaki fenomenden ve ekip arkadaşı Park York Chen'den acı haber geldi. Bahsi geçen bölgenin ekrana verilen resimlerini gördüğümde, muhabirin söylediklerine odaklanmakta zorlandım. Bir arabanın zar zor sığacağı bir yol, dağın yamacına santim santim işlemişti. Koruma bariyerleri vardı ama o kadar kırık döküktü ki yok sayılabilirdi. Yolun alt kısmı tamamen uçurum sayılabilecek yamaçlarla doluydu ve sarp kayalıklar her şeyi daha da tehlikeli hâle getiriyordu. Dağ çok yüksek bir kesimde olmalıydı çünkü bu mevsimde bile karlıydı ve bulutlar, dokunsan uzanacakmışsın gibi yakın duruyordu. Manzara o kadar güzeldi ki... Büyülenmiş gibi hissettim bir an kendimi. Görüntü değiştiğinde algılarım yeniden habere kaydı. Bir başka sosyal medya fenomeni vardı şimdi ekranda ve olay hakkında konuşuyordu. Luca'yı tanımıyordum ama başına gelenler için çok üzgünüm. Henüz çok gençti. Ailesine ve sevenlerine başsağlığı diliyorum. Kadın bir muhabirin sesi alttan yükseldiğinde fark ettim ki görüntülü bir konuşmayla röportaj yapıyorlardı. Muhabir Aynı yolu sende geçtin öyle değil mi Travis? diye sordu Travis'e. Siyahi adam başını sallayarak onayladı muhabiri. İki zeytini andıran gözleri hüzünlü görünüyordu. Yani Luca'nın da bir şansı vardı öyle mi? Ölüm haberi gelir gelmez insanlar ikiye bölündü çünkü. Kimileri şanssızlık olarak adlandırsa da büyük bir çoğunluk aptallık olarak görüyor. Gelen bu yorumlar eminim ki Luca'nın ailesini daha fazla üzüyordur. O yolu geçmeyi başaran senin, bu konu hakkındaki yorumun nedir? Travis üç numaraya vurulmuş saçlarında elini gezdirip derince bir iç çekti. Konuşmakta zorlanıyormuş gibi bir hali olsa da kendini zorlayıp muhabirin sorusunu yanıtladı. Kesinlikle bir şansı vardı, bunu aptallık olarak görmemeliler. Bazen öngöremediğimiz basit hataların sonuçları büyük olur ve kimse bunu önceden tahmin edemez. Luca'da olan da buydu. Oraya gitmeden önce her ihtimali kafada hesaplayıp, çok ince planlar yaparak hata payını en aza indirmek gerekiyor. Luca bir hayal ile gitti oraya, eğer geçmeyi başarsaydı yolun tehlikesi yüzünden kimse onu aptal olmakla suçlamazdı. Dostum, iki yüzlülüğü bırakın. Bazı şeyler şansa bağlıdır ve elinizde olmayan durumlar için kimse size aptal deme hakkına sahip değil. Ben o yolu geçtim ve kimse gelip videomun altına aptal demedi. Luca hayallerinin peşinden gidebilecek kadar cesur biriydi ve öyle hatırlanmalı. Muhabir, duygulardan arınmış profesyonel bir sesle, Travis'in sözlerinden hiç etkilenmeden soru sormaya devam etti. Basit hatalar dedin Travis, basit hatalardan kastın nedir? Luca'nın yaptığı basit hatalar nelerdi sence? Ya da birileri şimdi o bölgeye gitmek istese, nelere dikkat etmeli? Aldığımız bilgilere göre, son iki saatte Doreo'ya giden giden uçak biletlerinin tamamı tükenmiş. Havayolu şirketi bile şaşkın bu duruma. Luca'nın ölümü, insanların birden o bölge ile ilgilenmeye başlamasına neden oldu. Ses arka planda akmaya devam ederken, ekrandaki görüntü değişti ve bir kez daha kasabanın ve yolun görüntüleri dolanmaya başladı. Maceraperest herkesin gitmek isteyeceği bir yerdi ve bu şekilde pazarlayarak insanların daha çok ilgilenmelerine neden oluyorlardı. Zira benim bile, yolun ve kasabanın esrarengiz göruntülerine karşı ilgim uyanmış, zihnim oraya gitme fikrinin heyecanıyla karıncalanmaya başlamıştı. Kafamın içindeki bir ses, usulca fısıldayıp mantığımı etkisi altına almaya başlıyordu. Çok uzun zamandır yurtdışına açılmak istiyorduk, iyi bir başlangıç olmaz mıydı burası? Bu hayal ile oraya giden biri canından oldu Lizge. Çok tehlikeli. Mantığımın sesi beni bu fikirden uzaklaştırmaya yönelikti ama tehlikenin tatlı cazibesi ilgimi çekmeyi başarmıştı çoktan. O görüntüleri ilk gördüğüm anda hemde. Birinin ölümünün gerçekleştiği bir yere karşı içimde oluşan bu ilgi utanç vericiydi ama kafamdaki o sesi susturamıyordum. Bizim için unutulmaz bir macera olurdu. Travis birkaç saniyelik duraksamanın ardından yeniden konuşmaya başladığında mantığımın sesi çok uzaklardan, duyulmayacak bir yerden geliyordu. Oturuşumu dikleştirip Travis'i daha dikkatli dinlemeye başladım. Önümde iki örnek vardı; Luca ölmüş olabilirdi ama Travis hayatta kalmayı başarmıştı. "Öncelikle"diye girdi söze Travis. Luca'nın yaptığı hata, oraya iki kişi gitmekti. Kesinlikle yetersiz... Biz tam olarak dört kişi gitmiştik. Ben sunuculuğu üstlenmiş rehberden ayrıntıları alırken, dostum West kameramanlığımızı yapıyordu. Ian ile John'a da yolu gözetleme görevini vermiştik. İki kez neredeyse üzerimize yuvarlanan devasa kayaların altında kalıyorduk, tamamen Ian ve John'un dikkati sayesinde hayatta kaldık. Ucuz kurtulduk diyebilirim. Duyduğum kadarıyla Luca'nın gittiği arabanın üzerine kaya parçası düşmüş ve beraberinde uçuruma doğru yuvarlanmışlar. Eğer o kayayı fark edebilseydiler belki de şu an hayatta olacaktı ve hayalini gerçekleştirmiş olacaktı. Gitmek isteyenlere tavsiyem ise, dikkatlerinin dağılmasına izin vermemeleri gerekiyor. En ufak bir dağınıklık, ölümünüz ile sonuçlanabilir. Ayrıca içgüdülerinizi dinleyin, eğer içgüdünüz size geri dönmenizi söylüyorsa geri dönün. Hayat ile kumar oynamanın bir anlamı yok. Sözlerinden sonra muhabir teşekkür konuşmasına başladı ve kısa bir vedalaşmanın ardından, Luca'nın ölüm haberinin yerini başka bir haber aldı. Kendime birkaç saniye tanıdım... Düşünmek ve aklımda vızır vızır dönen tilkileri hizaya sokmak için. Yüzde elli, yüzde elli... Tam anlamıyla bir kumardı... Ölme şansın ne kadar fazlaysa, yaşama şansın da o kadar fazlaydı. Bu, her şeyde böyle değil miydi? Gece başını yastığa koyup gözlerini kapattığında... Trafiğin içine her karıştığında... Merdiveni tırmanırken... Asansör ile çıkarken... Yemek yerken... Aklına gelebilecek her şeyde... En risksiz anlarda bile... Bir adım sonra bizi neyin beklediğini bilmiyorduk. Kimse ne zaman öleceğini bilemezdi. Ve nasıl... Ölüm hep ensemizdeydi ve tek yapması gereken zamanı geldiğinde urganını boynumuza geçirip nefesimizi kesmekti, o zaman geldiğinde ne yapıyor olduğumuzun bir önemi yoktu. Belki sıcak yatağımızda olacaktık, belki de güzel yağan, zararsız bir yağmurun altında... En risksiz anlar bile ölüm riski taşıyabiliyorken, bu yoldan neden korkacaktım ki? Bu tam olarak istediğim şeydi: nefes kesen bir manzara, zorlu bir yol, adrenalinin tavan yapacağı dakikalar, zamanın çizelgesine kazınacak mükemmel anılar ve daha bir sürü şey... Buna kesinlikle değerdi. Tek yapmamız gereken çok dikkatli olmak ve tam teşekküllü hazırlanıp gitmekti. Travis dört kişi gittiklerini söylemişti, biz de tam dört kişiydik. Bu bile bence oraya gitmemiz için bir işaretti. Dudaklarım heyecanla kıvrılırken oturduğum koltuktan kalkıp odama geçtim. İçimi saran garip bir heyecanla laptobumu alıp salonuma geri dönerken gülümsememe engel olamıyordum. Google'a Dorio Eyaleti, yazdığımda aradığım konum ilk sırada çıktı. Ve can veren fenomenin haberleri de öyle... Anlık olarak içimdeki heyecan da dudaklarımdaki gülümseme de sekteye uğradı. Bir kaç videosunu izleme fırsatı bulmuştum daha öncelerde, başarılı bir gençti ve gerçekten yazık olmuştu. Derin bir nefes alıp bu düşünceleri bir kenara ittim ve konumun bulunduğu siteye tıkladım. Bölgenin resimleri bir kez daha önüme dökülürken geri plana ittiğim heyecan yeniden gün yüzüne çıktı, derimin altı hissettiğim heyecanla karıncalanıyordu. Yurtdışına açılmak için mükemmel bir başlangıç olacaktı ve ben, biz, bunu başaracaktık. Her şey çok güzel olacaktı... Yaz ayları o kadar sıcak geçiyordu ki, insan nefes almaktan bile bunalıyordu. Sanki içime çektiğim hava, ciğerlerimi kurutup söndürüyormuş gibi hissediyordum. Park alanından deniz kenarındaki şık ve nezih kafeye girene kadar yürüdüğüm beş dakikalık mesafede bile kan ter içinde kalmıştım. Makyaj yapmamak iyi bir seçimdi. Ve uzun kıvırcık saçlarımı tepeden bir topuz yapmak... Gözümdeki güneş gözlüklerinı düzeltip kafeden içeri girdiğimde üzerime çarpan serin havayla rahat bir nefes aldım. Kafeye girdiğim anda üzerime dönen gözlerden birilerinin beni tanımamasını umarken arkadaşlarımın oturduğu masaya doğru ilerledim. Bana arkası dönük olan Yücel, onlara hararetle tatilinin ayrıntılarını anlatırken Efehan ve Hayal dudaklarında minik birer tebessümle onu dinliyor, arada yorumlar yaparak sohbete dahil oluyorlardı. Beni ilk fark eden Hayal oldu. Tam yerinden kalkacaktı ki dudaklarımda sinsi bir gülüşle onu durdurup parmağımı dudaklarıma yasladım. Gülüşü derinleşti. Yücel'in tam arkasında durduğum sırada o, tatil sırasında yaptığı rafting macerasını anlatıyordu. Ekstrem sporlara ayrı bir ilgisi vardı ve bir adrenalin bağımlısıydı. Hayal ile Efehan'ı ikna ederken zorlanacağımı düşünüyordum ama Yücel'de hiçbir sorun yaşamayacağımdan emindim. "Deli akıntıya karşı nasıl kürek çektiğimi görmeliydiniz, efsaneydi. Yakında videosunu Instagram hesabımda paylaşacağım. Takipçilerim deli ola... Ananı..." Dudaklarımdan kaçan yüksek sesli bir kahkahaya engel olamadım. O hararetle anlatmaya devam ederken ensesini gıdıkladığım için cümlesi yarıda kesilmiş ve araya bir küfrün girişi eklenmişti. Yücel ensesinden çok fena huylanırdı. Öyle ki saçlarının bile ensesine değmesine tahammülü yoktu. Saçlarını uzatmayı istiyor ama bu huyundan bir türlü vazgeçemediği için uzatamıyordu. O da hevesini, ön kısımları uzatarak alıyordu. Şimdi de koyu renk saçlarının uzun kısmı, basının üstünde toplanmıştı. "Kızım yaa..." diye yakındı omzunun üzerinden çevirdiği başıyla bana kötü kötü bakarken. "Kaç kere dedim yapma şöyle şeyler diye!" Bir kez daha gülerken omuz silkip yanındaki sandalyeyi çektim ve oturdum. Hayal ve Efehan da gizleme gereği görmeden Yücel'e gülüyorlardı. Yücel, eliyle ensesini sertçe ovup, tüylerini diken diken eden o tikin hissini yok etmeye çalışıyor, bir yandan da çatık kaşlarıyla bana bakıyordu. Koyu kahve gözlerindeki isyanı açık açık okuyabiliyordum. "Ama çok eğlenceli..." Elimdeki çantayı masaya bırakıp arkama yaslandım. Sonra gözlerim boş masaya kaydı. "Eee sipariş verdiniz mi?" Gece yatmadan önce bir şeyler yiyince hep sabaha daha aç uyanıyordum ve dün gece, Katalana köyünü araştırırken, sipariş ettiğim küçük boy pizzanın hepsini yemiştim. Yani şu an bir hayli aç hissediyordum kendimi. Gerçi bu önüme yiyecek bir şeyler gelene kadar sürüyordu. Kendimi çok aç hissetsem ve dünyaları yiyebileceğimi düşünsem bile çok fazla şey yiyemiyordum. Bu konuda mideme bir teşekkür... Çünkü beni diyet ve kilo alma korkusundan kurtarıyordu. Göz önünde olan biriyseniz ne yazık ki fiziksel özelliklerinize çok dikkat etmeniz gerekiyordu. İnsanlar eleştirmeye, kendi akıllarından hikâyeler uydurmaya, ama en çok da linç kültürüne bayılıyordu çünkü. Benim kilom, saçımın rengi ya da zevklerim kimseyi ilgilendirmemeliydi. Onlara içerik sunuyor ve beni izlemelerini sağlıyor olmam, benim hayatım üzerinde söz sahibi olma hakkını vermiyordu kimseye. Kilo alabilirdim, kilo verebilirdim, saçlarımı uzatabilir ya da kısacık kestirebilirdim. Siyahı sevebilir, pembeden nefret edebilirdim. Mutsuz olabilir ya da mutluluğu dibine kadar yaşayabilirdim. Bunlar sadece ve sadece beni ilgilendiren şeylerdi, başka kimseyi değil. Ama içinde bulunduğumuz şu dönemde insanlar öyle bir noktaya gelmişlerdi ki, her şeye karışma, eleştirme ya da yargılama hakkını kendilerinde görüyorlardı. Ve dur denmediği sürece hep daha kötü, hep daha yargılayıcı, hep daha kırıcı oluyorlardı. Bu neydi biliyor musunuz? Başkalarının mutsuzluklarını izleyerek kendi mutsuzluklarının üzerini kapatmaya çalışmak... Bana göre bu zihniyetteki insanlar hastaydı ve tedavi olmaya ihtiyaçları vardı. Sırf bu yüzden beni mutsuz etmelerine izin vermiyordum. Hiç kimse benim mutsuzluğumla kendi mutsuzluğunu tatmin edemezdi. "Serpme kahvaltı söyledik, her zamankinden." diye yanıtladı Efehan sorumu. Hastalığı atlatmıştı ama emareleri hâlâ mavi gözlerinde belli oluyor, bakışları yorgun görünüyordu. Ona başımı sallayarak cevap vermekle yetindim. Ardından çantama uzanıp içinden tabletimi çıkardım. Gece uzun uzun araştırmış, Travis'in videolarını defalarca kez izlemiş ve yapmamız gereken ne varsa bir liste halinde notlarını çıkarmıştım. Kahvaltı gelene kadar onlara konuyu açabilirdim. "Size bir haberim var..." Tabletteki dosyayı açıp masanın ortasına koyarken, içimdeki heyecanı bastırma gereği görmeden sesime yansıtıp "Yurtdışına açılıyoruz..." diye duyurdum sevinçle. "Yurtdışına açılmak çok harika bir fikir ama... bu yol çok tehlikeli geliyor kulağa... daha basit bir konumla başlasak daha iyi olmaz mı?" Çayımı yudumlarken Hayal'e baktım. Tereddüt dolu bakışları tablette açık olan resimdeydi ve gergince, kulak hizasında kesilmiş, açık kahverengi saçlarının uçları ile oynuyordu. Kahvaltı boyunca onlara aklımdakileri anlatmış, hazırladığım listeyi gösterip tek tek açıklamıştım. Tam da tahmin ettiğim gibi, Yücel balıklama atlarken Efe ve Hayal tereddütle doluydu. "Hayır yaaa, çok eğleniriz." Benden önce atlayıp konuşan Yücel oldu. Büyülenmiş gözlerle tabletin ekranında açık olan resimlere bakıyordu. Aldığı adrenalinin yoğun kokusunun başını döndürmeye şimdiden başladığına bahse girebilirdim. "Şu manzaranın güzelliğine bakın, kesinlikle gidip görmemiz gerekiyor. Ayrıca yol da çok cezbedici görünüyor. Ben çoktan tav oldum şahsen." Efehan masada duran zeytin tabağından bir zeytin alıp Yücel'e fırlattı. "Cezbedici görünüyor dediğin o yolda günde kaç kişi ölüyormuş peki?" "Sıfır..." diyerek omuz silkip konuşmaya dahil oldum bende. "Son altı ayda yalnızca dört kişi... Luca, ekip arkadaşı, tur rehberleri ve şoför." Bana gözlerini devirdi Efehan. "Çünkü insanlar korktukları için o yola giremiyor. Haberde yazana göre, Luca ve ekip arkadaşının arabadan çıkan cesetleri tanınmayacak haldeymiş. Öyle bir yanma yani..." "Ama Travis ve arkadaşları hayatta kalmış. O yolu geçmeyi başarmışlar." Diye bir atak yaptım bunun üzerine. Bölge beni büyüsü altına alalı çok olmuştu, bu yüzden gitmek için savaşmam gerekiyorsa öyle olsun... "Travis'in röportajını siz de gördünüz. Nelere dikkat etmemiz gerektiğini biliyoruz. Planın üzerinden birkaç tur geçer, Travis'in videosunu defalarca kez izler, önümüzdeki örneklere bakarız. Dün o videoyu izlediğimde aslında o kadar da zor olmadığını gördüm. Kanlı Kule yolunu hatırlıyorsunuz değil mi? Çok benziyor..." Kanlı Kule, bu zamana kadar bizim en çok zorlandığımız yer olmuştu. Yoluyla ayrı, çekimi ile ayrı... Bir dağın tepesine inşa edilmiş duvarları taştan bir kuleydi ve anlatılana göre içinde yaşayan bir türlü varlık, insanlara musallat olup onları kulenin içinde kurban ediyordu. Kurbanların kanlarının duvarlara sindiğine inanan civar köylerdeki insanlar kuleye bu ismi vermişlerdi ve pek çok kişi, geceleri o kuleden gelen korkunç çığlıklar duyduklarını söylüyorlardı. Bilinçaltımızın bir oyunu muydu bilmiyorum ama kan falan görmesek de gecenin ortasında dördümüz de aynı çığlığı duymuş ve kaydetmiştik. Muhtemelen, kule duvarları arasında rüzgârın yankı yapışını duymuştuk ama yine de tüylerimin diken diken oluşunu ve nabzımın ne denli hızlandığını hâlâ hatırlıyordum. Travis'in videosunda gördüğüm kadarıyla, yollar birbirine benziyordu. Sadece burada, yolun altı korkunç bir uçurumdu ve yolun üstünden de kayaların düşme ihtimali vardı. Bunun dışındaysa uğraşmamız gereken yıkık dökük asma köprüler yoktu burada. Yani tehlike olarak iki konum da birbirine eşitti. Bunu daha önce yapmışken, şimdi neden duracaktık? O kadar çok istiyordum ki gitmek... O heyecanı yerinde yaşamak, o manzarayı görsellerden değil, çıplak gözle görmek... Bu videonun kanala, bana, bize katacakları bir kenara dursun, o adrenalini yaşamak istiyordum. Tereddütü ilk kırılan Hayal oldu. Kanlı Kule konusunda haklı olduğumu fark ettiğini fark ettim ela gözlerine baktığımda. "İlla geçmek zorunda değiliz ama değil mi? Çok zorlarsa geri dönebilir ve bu macerayı yarım bırakabiliriz..." Hayal beni iyi tanıyordu ve yüzüme baktığımda kararlılığımı ve hevesimi görüyor olmalıydı. Bu yüzden direnci Efehan'a göre daha çabuk kırılmıştı. "Elbette." diye cevap verdim kendimden emin bir sesle. Almamız gereken riski minimum seviyede tutacak, güvenliğimizi daima ön planda tutacaktık. "Oraya ölmeye değil, unutulmaz bir macera yaşamaya gideceğiz. Ve o yola bir adım dahi atmak bence yeterince unutulmaz olacaktır. Olmazsa en azından içimizde ukde kalmamış olur ama bir de zorlamayacağını ve geçeceğimizi düşünün?" Ben umutla ikisinin gözlerine bakarken Hayal'in ikna oluşunu gördüm. Efehan ise "Bilemiyorum..." diyerek hâlâ kararsız olduğunu belli etti. Konuşmasaydı da mavilerinden belli oluyordu zaten bu. Şimdi üçümüz de ona bakıyorduk. Sanırım bakışlarımız onu bir tür baskı altına aldı, yüzünü buruştururken "Deniz bundan hiç hoşlanmayacak..." diye homurdandı. Umutlu gözlerle yüzüne bakarken "Bu kabul ettiğin anlamına mı geliyor?" diye sordum ama onun da, nişanlısının adını anmadan hemen önce pes ettiğini görmüştüm. Usulca başını sallayıp "Pekâlâ, yapalım şunu." diyerek kabullendiğinde, içimden taşan bir coşkuyla ellerimi çırpıp "Evvet..." diye bağırdım kendime engel olamayıp. Kafedeki gözlerin bize dönmesi ise hiç umurumda olmadı. Dudaklarımda silinmez bir gülümseme varken daha kısık bir sesle ama coşkumdan hiçbir şey eksiltmeden ekledim. "Her şey çok güzel olacak." Bölümü nasıl buldunuz? Zaman ayırıp okuyan herkese sonsuz teşekkürler❤️ |
0% |