@saniyesolak
|
Sellam✨
İkinci bölüm ile karşınızdayız. Aldanışın Portresi tek kitaplık kısa bir kurgu, bu yüzden olaylar bir tık hızlı akıyor. Çünkü geçiş kısımları ile sizi sıkıp asıl olaylara kadar sizi yormak istemedim. Üçüncü bölüm ile birlikte resmen kitaba giriş yapmış olacağız.
Bölüme geçmeden önce oy vermeyi ve bol bol yorum yapmayı unutmayın
Keyifli okumalar diliyorum✨
§§§
Göz açıp kapayıncaya kadar geçen iki hafta, kafamın içinde sanki buzlu bir camın ardına saklanmış gibiydi. Uçak biletleri, konaklayacağımız oteller, kaç gün kalacağımız, turumuzda bize eşlik edecek bir tur rehberi ayarlamak -bu en zor kısımdı, çünkü Katalana'ya gitmeye gönüllü rehber sayısı bir elin beş parmağını geçmiyorken Luca'nın kazası da bunun üzerine tuz biber olmuştu, artık haritasında Katalana'yı da barındıran yalnızca üç rehber kalmıştı ve onların da programları son derece doluydu. Neyse ki en sonunda bir tane bulmayı başarmıştık. Travis'in rehberine ulaşmayı denemiştim ama o emekliye ayrıldığı için artık çalışmadığından bu çabam bir sonuç vermemişti. Bulduğumuz rehbere karşı, aklımdaki soru işaretlerini silen şeyse CV'si ve sitede hakkında yazılan yorumlardı.- derken zaman su gibi geçmişti. Tüm bunların yanı sıra, birlikte güzel bir plan hazırlamış, bölgenin bir haritasını bulup zaman hesaplamalarını ayarlamış, hazırlayacağımız valizler ve yanımıza alacağımız eşyalarla ilgili detaylı bir liste çıkarmış ve o listeye göre de detaylı bir alışveriş yapmıştık.
Tüm bu sürecin en ama en zor kısmıysa bu geziyi ailelere haber vermekti. Hoş karşılamadıklarını söylememe gerek yoktur sanırım. Ama yolun sonuna geldiğimizde her şeyi halletmiş bir şekilde uçağımıza binmiştik. Ya da yolun başı mı demeliyim...
On üç saatlik bir uçuşun ardından San Doreo havalimanına indiğimizde Efehan'ın tuttuğu kameraya gülümseyip "...işte buradayız." diyerek cümlemi bitirdim. Henüz takipçilerime bu geziyi haber vermemiştim. Her ayrıntıyı, çekeceğimiz videolara saklamanın en mantıklısı olduğuna karar vermiştik. San Doreo'da üç gün geçirecektik ve buraya kadar gelmişken tüm bu geziyi tek bir videoya sığdırmanın aptallık olacağı konusunda hepimiz hemfikirdik. Güzel bir seri çıkacaktı bu geziden.
Efe kamerayı kapattığında dudaklarında silik bir tebessüm vardı. Onun da Hayal'in de akıllarındaki tereddütün en sonunda silindiğini görmek güzeldi, çünkü iki haftalık hazırlık sürecinde pek çok kez bu tereddütleri dile getirmişlerdi. Bu iş için en başından beri kararlı olan sadece Yücel ve bendik. Şimdiyse Hayal ve Efenin de nihayet aramıza katıldığını görmek, göğsümün hafif bir gururla kabarmasına neden oluyordu.
Bir sürü saçma sapan prosedürün, soruların ve imzaların ardından nihayet havalimanından çıkmayı başardığımızda rahat bir nefes aldım. İlk bakışta San Doreo'yu bir kelimeyle tanımlamak gerekirse, burasının cennetten bir parça gibi göründüğünü söyleyebilirdim. Şatafatlı ve kusursuz görünen bu şehir, aynı zamanda doğa ile iç içeydi. Yüksek binaların sıra sıra dizimi, ağaçların yok olmasına neden olmamış ve modernizm ile doğa inanılmaz bir kontrast yakalamıştı. Şehrin temiz ve canlı kokusuysa insanın ruhuna anında dokunuyor, canlandırıyordu.
"Buraya bayıldım..." Hayal'in sesindeki heyecanı duymak beni gülümsetti. İşte beklediğim enerji tam olarak buydu. Düşük moda bizim ekibimizin içinde yer yoktu, heyecan ve macera bizim yapıtaşımızdı sonuçta. "Keşke Deniz'de burada olsaydı... Buraya bayılacağından emindim." diyerek Efehan da ona katılmıştı.
"Neden gelmedi ki?" diye sordum merakla. Bazen Deniz de gezilerimizde bize eşlik eder, yaşadığımız maceralara katılırdı. O da ekibin bir parçası haline gelmişti Efehan ile birlikte oldukları bu iki yılda. Deniz, özel bir lisede Fen Bilimleri öğretmenliği yapıyordu ve şu an yaz tatilinde olduğumuz için iş gibi bir derdi de yoktu. Aramızda olması bizim için de güzel olurdu.
Omuz silkti Efehan, "Gelmeyi istedi ama okulların açılması yakın olduğu için, sık sık okulda toplantı yapıyorlar. Bu yüzden gelemedi."
Anladım dercesine başımı sallamakla yetindim. Pekâlâ demek ki iş gibi bir derdi varmış...
"Burada böyle dikilecek miyiz? Ben çok acıktım." Bu şikayet tabii ki Yücel'den gelmişti. Şimdiye kadar susmuş olmasına bile şaşırmalıydım esasen. Grupta yaşı en büyük olan kişi Yücel'di ama bizim haylaz çocuğumuz gibiydi. Yirmi altı yaşında bir haylaz çocuk...
Havalimanının taksi durağına doğru ilerlerken "Yorgun olan var mı?" diye sordum, yönümü onlara dönüp geri geri yürürken. Valizimi Yücel taşıdığı için rahattım. Efehan da Hayal'in valizini taşıyordu. "Yemeği otelde mi yiyelim, yoksa Mornel'e geçmeden önce geçireceğimiz üç günün keşfine şimdiden başlayalım mı?"
Üç gün sonra, terminalde rehberimiz ile buluşacak, otobüs ile Mornel'e geçtikten sonra, bir gece oradaki bir motelde kalıp, ardından çoktan ayarladığımız bir şoför ile nihayet Dünya'nın en zorlu yolu'na doğru yola çıkacaktık. Asıl maceramız işte o zaman başlayacaktı.
"Ben bütün yol boyunca uyudum vallahi. O yüzden kendimi son derece dinç hissediyorum." Hayal'in gözleri bir kez daha şehrin görünen yüzüne kaydı. "Hem şuraya bir baksanıza, o kadar huzur verici görünüyor ki insanda yorgunluk diye bir şey kalmıyor."
Haklıydı. Bu şehir kesinlikle büyüleyiciydi. Gözlerim Efehan ve Yücel'e kaydığında hâlâ ters ters yürüdüğüm için insanların garip bakışlarına maruz kaldığımın bilincindeydim. Yücel ve Efehan'dan da onaylama geldiğinde, nihayet önüme dönüp telefonumu çıkardım ve otel yakınlarındaki restoranları araştırmaya başladım.
Bir taksiye atlayıp yoğun olmayan trafik ve bindiğimiz taksi şoförünün eğlenceli sohbeti sayesinde sıkıcı geçmeyen bir saatlik yolculuğun ardından otelimize geldiğimizde elimde San Doreo ile ilgili bolca bilgi ve görüntü vardı. Şehrin sadece bir kısmı değil, geçtiğimiz her yol cennet gibiydi.
Hayal ile birlikte kalacağımız odaya girdiğimizde, o duşa girerken -ki San Doreo, mevsiminin hakkını veriyordu kesinlikle. İnanılmaz sıcak bir şehirdi.- bende kamerayı çıkarıp küçük bir oda turunun ardından pencereden şehir manzarasını kaydetmeye başladım. "...İnanılmaz görünmüyor mu? Kesinlikle bu şehre aşık oldum. Taksi şoförü ile yaptığımız kısa sohbetten öğrendiğim kadarıyla, San Doreo Dünya üzerinde doğa olaylarının en az yaşandığı şehirmiş, bu yüzden en güvenilir şehirler arasında ilk beşte yer aldığını söyledi taksici. San Doreo'luların bu konuda inandıkları bir ilke varmış, pek çok yerde bu yazının asılı olduğu pankartları görebileceğimizi söyledi adam. Doğaya neyi verirsen onu alırsın. Doğaya saygı duyduklarından doğa ananın da onlara merhamet ettiğine inanıyorlar. Ve bu ilke, bu inanış sayesinde, bu şehir şimdi cennetten bir parça gibi görünüyor. Ben şahsen bu ilkeyi çok sevdim, her ülkenin bunu uygulamaya koyması gerektiğini düşünüyorum. Doğayı sevelim, doğaya saygı duyup koruyalım ki, o da bize merhamet etsin."
Kamera açısını kendime çevirip gözümün önüne gelen bir tutam kıvırcık saçlı kulağımın arkasına ittim ve konuşmaya devam ettim. "Ayrıca, yasaların çok ağır ve kurşungeçirmez olduğunu da ekledi şoför. Yani en basit bir trafik ihlali için bile, ağır yaptırımlarla karşılaşabiliyormuş insanlar. Suç oranlarının düşüklüğü de şehri güvenilir kılan bir başka durum. Açık konuşmak gerekirse, tüm bunları öğrendikten ve gördükten sonra insanın buraya taşınası geliyor. Birazdan yemeklerini denemeye gideceğiz, bakalım yemekleri de görüntüsü kadar iyi mi? Yemeklerini denedikten sonra yeniden durum güncellemesi yaparım."
Yücel için geçiş yapması kolay olsun diye elimi kameraya koyup kaydı o şekilde sonlandırdım. Hayal duştan çıktıktan sonra bende duşa girmiştim. Ardından üzerimizi değiştirmiş bir halde otelin lobisinde buluşup San Doreo sokaklarına atmıştık kendimizi. Farklı restoranlarda farklı lezzetler deneyip, sokaklarını karış karış gezdiğimiz ve bol bol video ve fotoğraf çektiğimiz uzun bir turun ardından yeniden otele döndüğümüzde yorgunluktan bitap düşmüş bir haldeydik. Geriye kalan üç gün de bundan farksızdı. Turistlere tanınan pek çok imkanlar sayesinde dolu dolu geçmişti bu üç gün. Ve biz, gezmeyi seven dört arkadaş, her saatin önemini bilerek kendimizi ona göre hazırlamıştık. Müzeleri, önemli tarihi yapıları, renkli, ve canlılığın vücut bulduğu sokakları karış karış gezerken halimizden o kadar memnunduk ki. İşin en eğlenceli kısmıysa sokak lezzetlerini tatmaktı. Farklı ve düşünüldüğünde yakışmayacağını sandığınız pek çok şeyin harmanlandığı değişik, pek çok lezzeti tatma fırsatı bulmuş, uzun uzun kayda almıştık. Bu kayıtlar korku içerikleri bir video değil, daha soft bir videoyu oluşturacaktı ama o kadar eğlenceli anlar yakalamıştık ki, izleyen herkesi gülme krizine sokacağından emindim. Kim, Yücel'in farklı lezzetleri deneme tutkusuyla, içeriğini dahi sormadan sipariş ettiği tostun, yılan yumurtalı tost olduğunu öğrendiğinde verdiği tepkiye gülmezdi ki?
Bu yolculuğa çıkarken, işin bu kısmından bu kadar çok keyif alacağımızı düşünmemiştim açıkçası. En eğlenceli kısım, o yolu geçmek olur sanmıştım ama San Doreo'da geçen bu üç gün beni bir hayli yanıltmıştı.
Bu yolculuğun bize katacağı mükemmelliklerden artık daha çok emindim...
"Nerede kaldı bu adam? Bekle bekle ağaç olduk burada?"
Kolumdaki saati bir kez daha kontrol ederken, sitemkâr sesiyle yakınan Yücel'i duymazdan geldim. Tam iki buçuk saattir terminalin bekleme salonunda tur rehberimizin gelmesini bekliyorduk. Neyse ki biletleri almamışız diye geçirdim içimden. Alsaydık otobüsü kaçırmış olacaktık ve paramız çöpe gidecekti.
"Vaz mı geçti acaba?"
Otobüs terminalini tarayan gözlerimi Hayal'e çevirip bilmiyorum dercesine omuz silktim. Zar zor bulduğumuz bu rehberin vazgeçme ihtimali yok değildi elbette. Mornel'e rehbersiz de gidebilirdik ama Mornel'den Katalana'ya rehbersiz gidemez, yolu da rehbersiz geçemezdik. Yani vazgeçtiyse eğer, ya başka bir rehber arayışına girecektik ya da Ölüm Yolu hayalimizden vazgeçecektik.
Bunu hiç istemiyordum...
"Vazgeçmiş olsaydı arayıp haber verirdi. Birazdan burada olacaktır bence." Aramızda en ılımlı yaklaşan, ondan beklendiği gibi Efehan'dı. O kadar sabırlıydı ki, saatlerce daha burada o rehberi bekleyebilirdi. Zaten bu sabrı sayesinde mükemmel bir kameramandı ya. Saatlerce ayakta dikilmek zorunda kaldığı anlar oluyordu ve o hiç şikayet etmiyordu. Onun yerine Yücel şikayet ediyordu ama Efehan onu duymazdan geliyor ve severek işini yapmaya devam ediyordu.
"Bir daha arayalım?" diye bir fikir attı ortaya Yücel, her iki dakikada bir yaptığı gibi... Papağana bağlamıştı iyice. "Daha beş dakika önce aradım." diye yanıt verdim ona. İki buçuk saat içerisinde belki de yirmi kez aramıştım zaten. Eğer açacak olsaydı açardı ya da aramaları görüp geri dönüş sağlardı öyle değil mi?
Moral ve motivasyonumu yüksek tutmak için çabalıyordum ama burada bekleyerek geçirdiğimiz her saniye bunu zorlaştırıyordu. Allah aşkına bu adamın yorumlarında tek bir kişi bile bizi bekletti tarzında bir yorum yapmamıştı. Aksine herkes ne kadar iyi bir rehber olduğundan bahsedip duruyordu. Hizmet kalitesindeyse notu en yüksek olanlardan biriydi. Neydi bu şimdi? Bir aksilik olmuştu da bu, binlerce kişi arasından bizi mi bulmuştu gerçekten?
"Nedense içime kötü bir his doğdu..."
Aksini söylemek isterdim ama bu konuda bende Hayal ile aynı şeyi hissediyordum. Belki de sadece, bekleme süremiz uzadıkça içimize doğan bıkkınlığın bir getirisiydi bu his. Bilmiyordum. Sadece doğan o hissin beni rahatsız ettiğini biliyordum.
Oturmaktan ağrıyan bacak kaslarımı rahatlatmak için ayağa kalkıp hafifçe gerindim. Terminaldeki insanlar aceleci adımlarla bir yerlere yürüyüp duruyor, düzenli olarak kalkan arabaların biri boşalıp bir diğeri doluyordu. O insanlar için hayat akmaya devam ediyordu da bizim için zaman durmuş gibi hissediyordum kendimi.
Yücel'in çıkarıp bir sigara yaktığını gördüğümde, elimi uzatıp paketinden bir tane de kendim için aldım. Sigara bir alışkanlık değildi bende ama arada sırada içtiğim oluyordu. Ve içmek için şu andan daha iyi bir an olduğunu sanmıyordum. Biraz daha bekletilirsek şayet, çileden çıkmama ramak kalmıştı çünkü.
Yücel kendi sigarasının ardından benimkini de yakarken, dudaklarının arasına kıstırdığı sigarayla, "Birazdan bu rehberin yorumlarının anasını ağlatmazsam bana da Yücel demesinler." diye homurdandı. Dudaklarındaki sigara yüzünden sesi bir garip çıkıyordu. Derin bir nefesle zehirli dumanı içime çekerken, "Hep birlikte saldırsak yeridir." diye katıldım ona. İki buçuk saat müşteri bekleten bir rehberin yorumları bu kadar parlak olmayı hak etmiyordu bana göre. Hayır, bizimle irtibata geçse, aradığımızda açsa ya da mesajla gecikeceğini haber verse yine bir sorun olmayacaktı ama öylece haber almadan bekliyor olmak insanın sinirlerini geriyordu.
Efehan her zamanki o sakin sesiyle, "İçecek bir şeyler ister misiniz?" diye sorduğunda başımı çevirip yüzüne ciddi misin sen bakışı attım. Sabrın da bir sınırı yok muydu? Yoksa bile olmalıydı. Zira ben çileden çıkacak duruma gelmişken onun bu denli sükûnetini korumayı başarıyor olması kıskanılacak bir durumdu. Bakışlarıma omuz silkerek karşılık verdi. "Susadım, kendime içecek bir şeyler almaya gideceğim. İsteyen varsa ona da alayım diye sordum."
Tam cevap vermek için ağzımı açmıştım ki gözümün kenarına takılan bir sima ile sustum. Sevgili rehberimiz, yüzünde mahcup bir tebessüm ile bize doğru geliyordu. Sigarayı dudaklarımdan çekerken "Şükür..." diye solumadan edemedim. Soluduğum bu kelime, üç arkadaşımın da bakışlarını benim baktığım yöne çevirmelerine neden oldu. İşkencenin bir kısmı bitmişti. Şimdi de biletleri alıp otobüs saatinin gelmesini beklerken bizi bekleyen ikinci kısmına geçiş yapacaktık. Ne harika ama!
"Kusura bakmayın..." dedi hafif aksanlı bir sesle kırklı yaşlarının ortalarınsaki siyahi rehber. Aksanının nereye ait olduğunu çözemedim ama üç gün boyunca San Doreo'da pek çok kişi ile sohbet etme fırsatı bulmuştum ve konuşmalarındaki belirli aksanı artık ezberlemiştim. Yani o yerli halktan biri değildi. Zihnimi yoklamaya çalıştım, CV'sinde yerli olduğu yazmıyor muydu bu adamın? Doğma büyüme San Doreo'lu yazısını okuduğuma yemin edebilirdim. Belki de Mornel de insanların konuşmaları farklılık gösteriyordu? Bilmiyordum.
Sigara parmaklarımın arasında yanmaya devam ederken aklımdaki düşünceleri bir kenara iteleyip bir adım öne çıktım ve "Bay Harvey Duncun..." dedim zoraki bir gülümsemeyle. "Bir an vazgeçtiğinizi düşünmüştük, neredeyse geri dönüyorduk." Sesimdeki memnuniyetsiz ima o kadar barizdi ki, karşımdaki adamın anlamamasına imkân yoktu. Ve gözlerim, sesimi beslercesine adamın yüzünü inceliyordu. Sitede gördüğümüz fotoğrafından farklı görünüyordu. Belki de nedeni, o fotoğrafta sakalsız ve uzun raftalı saçlarının olmasından kaynaklıydı. Şimdi saçları tamamen kazınmış, siyahi kafa derisi güneşin altında parlıyordu ve hafif kirli sakalları kemikli yüzünü süslüyordu. O fotoğrafta biraz daha zayıf dururken şimdi bir hayli iri görünmüştü gözüme. İmaj değişikliğine gittiği çok belliydi. Keşke sitedeki fotoğrafı değiştirmeyi de akıl edebilseydiniz... Neredeyse tanımakta zorluk çekecektim...
Ses tonum ve bakışlarım üzerine, yüzündeki mahcubiyet büyürken "Tekrardan kusura bakmayın..." dedi. "Aksilikler arka arkaya geldi. Tam yanınıza gelmek için yola çıkacağım sırada kızımın kreşinden aradılar. Arkadaşları ile oynarken düşüp kolunu incitmiş. O anki telaşla evden apar topar çıktığımdan telefonumu evde unutmuşum ve size haber veremedim. Ancak kreşe gittiğimde yanıma almadığımı fark edebildim. Ev ile kreş arası, kreş ile terminalinkinden daha fazla olduğu için eve geri dönmek de istemedim. Hastanede işimiz biter bitmez buraya geldim. Tamamen benden kaynaklı bir hata olduğundan ötürü bu beklentiyi ücretimden keserek telafi etmeye çalışacağım."
Açıklaması karşısında kalbim bir an vicdan azabı ile sızladı. Pekâlâ, sağlıksal bir sorun olabileceği aklımıza gelmemişti. Ve bu sorunun çocuğu ile ilgili olabileceği ihtimali... Adamı yargısız infaz ile yargılamış gibi hissettim bir an kendimi. Gözlerimdeki sorgulayıcı, kızgın bakış geri plana itilirken yerini anlayış aldı. "Önemli değil..." diye mırıldandım. "Geçmiş olsun, umarım kızınız şimdi iyidir."
"Evet, elbette. Şimdi annesi yanında." Gülümseyip gözlerini benden yanımdaki ekip arkadaşlarıma kaydırdı. "Mornel'e giden bir sonraki otobüsün kalkmasına yirmi sekiz dakika var. Beni takip edin, biletlerimizi alalım."
O önden yürürken biz de elimizdeki çantalarla peşine takıldık. "Durup dururken adamın günahını da aldık iyi mi?" diye homurdandı Yücel. Hayal ise elini Yücel'in omzuna koyarken "Bilemezdik ki ama?" diyerek ona karşı çıktı. "Telefonunu unutmak onun hatası."
Haklıydı. Bu yüzden vicdan azabım çok kısa sürmüştü ya zaten. Telefonunu unutmasaydı hiçbir sorun yaşanmayacaktı, ne biz mağdur olacaktık ne de onun bizdeki izlenimi kötü kalacaktı. Bir sorumluluk alıyorsa, bu sorumluluğun bilincinde de olmalıydı aynı zamanda. Bu noktada, diğerlerine ne kadar iyi bir hizmet sunduğu ile ilgilenemeyecektim. Sonuç olarak benim, bir otobüs terminalinin bekleme salonuna gömülen iki buçuk saatim boşa gitmişti. Planlarımız Mornel'e gündüz vakti ulaşabilmek ve gündüz gözüyle orada kısa çekimler yapabilmekti. Rehber ile konuşurken saati birlikte belirlemiş, onun programına uyacak şekilde ayarlamıştık. Elimizdeki tek rehber olduğu için bu konuda pek söz hakkımızın olduğu söylenemezdi. Sonuç neydi peki? Elde var koca bir sıfır... Güneş çoktan batıya doğru evrilmeye başlamıştı bile. Mornel'e ayak bastığımızda hava çoktan kararmış olacaktı.
Derin bir nefes aldım. Pekâlâ, Mornel'i kayda almayı geri dönüşe bırakırsak herhangi bir aksama olmadan yolumuza devam edebilirdik. Mükemmel geçen üç günün anısına bu aksaklığın beni düşürmesine izin vermeyecektim.
Gözlerim çocuklara kayarken adamın bizi anlamayacağımın bilinciyle omuz silkip, Türkçe, "İyi tarafından bakın." dedim. "Adamın sitedeki yorumlarına saldırmadık."
San Doreo'dan Mornel'e ulaşmak üç buçuk saate yakın sürmüştü. Geçtiğimiz yollar o kadar güzel görünüyordu ki, baktığım her yeri kayıt altına almak istiyordum. Doğanın içine serpilen evlerin, sanki doğanın bir parçasıymış gibi görünmesine bayılmıştım. Dinlenme tesisleri bile öyle nezihti ki... Sadece bir kez mola vermiş; yarım saatlik o molada da bir kafede oturup rehberimizle sohbet etmiş, tavsiyesi üzerine sadece Mornel'de yetişen, adı Chipoci olan kırmızı bir meyvenin tostunu yemiştik. Meyve dediğinde açıkçası yiyeceğimiz şeyden pek ümitli değildim ama aldığım ilk ısırık yanıldığımı anlamam için yetmişti. Tereyağı ve biraz peynir ile harmanlanan tadı hem çok farklı hem de çok lezzetliydi. Kötü bir başlangıç yapmış olabilirdik ama rehberimiz arayı kapatmak için elinden geleni yapıyordu.
Mornel'e ayak bastığımızdaysa tıpkı tahmin ettiğim gibi güneş gökyüzünden çekilmiş, tahtını karanlığa bırakmıştı. Bu kasabayla ilgili söyleyebileceğim ilk şeyse soğuk olduğuydu. Rahatsız edici bir soğuk değildi ama kendini belli ediyordu. Yapay ışıklar, kasabanın güzelliğini gün ışığı kadar belli edemese de bu ışıkların altında bile etkileyici bir görüntüsü vardı kasabanın.
Üzerimdeki hırkaya sıkı sıkı sarılırken başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Cam gibi görüntüyü süsleyen yıldızlar o kadar parlak ve sanki uzansam dokunabilirmişim gibi yakın duruyordu ki... Daha önce gökyüzünü hiç bu şekilde görmemiştim. Şehrin ışıklarının gölgesinde kalmayan yıldızların parlaklığını pek çok kez izlemiştim elbette ama hiçbiri bu kadar etkileyici değildi. Bu manzarayı etkileyici kılan şey, onların bize çok yakın olmasıydı. Sanki gökyüzünde değiller de odamın tavanındaydılar...
"Çok parlak görünüyorlar değil mi?"
Rehberimizin sesiyle dikkatim yıldızlardan hemen yanımda duran Harvey'e kaydı. O da benim gibi başını kaldırmış gökyüzüne bakıyordu. "Çok güzeller..." demekle yetindim. Kırklı yaşlarının ortasında olan bu adam, bu manzaraya alışık olmalıydı. Keza gözleri bunu belli ediyor, sıradan bir şeye bakarmış gibi bakıyordu gökyüzüne. Oysaki hiç sıradan değildi...
"Motele nasıl gideceğiz?"
Hemen yanımda duran Yücel'di bunu soran. Uykulu gözlerle o da Harvey'e bakıyordu. Harvey onun bu haline gülüp eliyle ileriyi işaret etti. "Mornel küçük bir kasabadır genç adam. Ve kasabadaki tek motel de, turistlerin ulaşması kolay olsun diye otobüs durağının yakınına inşa edildi. Katalana meraklıları sık sık akın eder buraya ve yerliler, turistler tarafından rahatsız edilmekten pek hoşlanmazlar."
Esen bir rüzgâr tenimi yalayıp geçerken sessizliğimi korudum. Mornel'in yerlileriyle bir işimiz yoktu, kimseyi rahatsız falan etmeyecek, sadece gerekli çekimleri yapıp gidecektik.
Motele doğru yürürken gözlerim etrafta gezindi. San Doreo'nun aksine buradaki evler modern gökdelenlerden çok uzak; kerpiç ve ahşaptan oluşan mütevazı evlerdi. Saatin geç olmasından mı bilmiyorum ama etrafta hiç insan görünmüyordu. Bizimle birlikte gelen insanlar da kasabanın sokakları arasında kaybolmuşlardı. Evlerin pencerelerinden taşan ışıklar olmasa, kaderine terk edilmiş bir köy bile zannedebilirdim burayı. Huzursuz bir ürperti tenimi okşayıp geçti, soğuk havadan olsa gerekti.
"Neden etraf bu kadar ıssız?" diyerek sessizliği bölen Hayal oldu. Onun sesiyle, ürpertinin soğukla ilgili olmadığını anladım. Bu yalnızca benim hissettiğim bir şey değildi... Yücel ve Efehan'a baktığımda onların da gerildiklerini görmek, içime tuhaf bir huzursuzluğu doldurdu. Elimde duran çantanın sapını sıkarken tırnaklarım avuç içlerime battı. Boğazımı temizleyip kendimi bu düşünceden uzaklaştırdım ve konuşmalara odaklandım.
Harvey dönüp Hayal'e mütevazı bir gülümsemeyle baktı. "Mornelliler geçimlerini madencilik ile sağlarlar genç bayan. Madencilik ağır bir iştir, saatlerce yerin altında toprağı kazdıktan, hilti ve kazma kürek seslerine maruz kaldıktan sonra yerüstünde biraz huzur isterler. Eğlenmek isteyenlerin gidip gönül rahatlığıyla kafa dağıtabileceği bir takım mekânlar da mevcut tabii ki. Genelev, bar ve birkaç şirin kafe... Ama kasabının diğer ucunda ve en az kırk beş dakikalık bir yürüme mesafesindeler. Tabii Mornel'in ulusal aracı olan bisiklet ile bu süre çok daha kısalıyor. Bisiklet sürmeyi severseniz, motelin bisiklet kiralama servisinden birer bisiklet kiralayıp, dilerseniz sizi kafelerden birine ya da bara götürebilirim."
Neden bilmem, kasabalıların içine karışma fikri o an beni ürküttü. Muhtemelen bunun sebebi, Harvey'in kasabalıların turistleri sevmediğini söylemesiydi. Bakışlarım önüme dönerken "Hayır, teşekkür ederiz." diye yanıtladım onu. "Otelimize gidip dinlensek daha iyi olur. Yarın uzun ve zor bir gün olacak."
"Evet..." diye onayladı beni Harvey. Bir an zeytin gibi kara olan gözlerinde bir şey görür gibi oldum ama sonra geçti. Saliselik bir şeydi, göz yanılması olmalıydı. Saatler süren bekleme ve yorucu geçen bir otobüs yolculuğunun ardından kesinlikle dinlenmeye ihtiyacım vardı, hepimizin vardı. "Yarın oldukça zor bir yol bizi bekliyor olacak gençler, iyi dinlenin o yüzden."
Motelin küçük olduğunu düşünmüştüm ama yanılmıştım. Yüksekliği kasabanın standartlarına uygun şekilde inşa edilmiş ama oldukça büyük bir alana yayılmıştı. Üç ayrı bloktan oluşan kasabanın en modern yapısıydı.
Oteli gösterdiğim ve yolculuğun ayrıntılarını anlattığım kısa kesitlerden oluşan birkaç video çektikten sonra günü sonlandırıp yatağıma girdim.
Yarın, büyük gündü... Bu düşünce içimdeki her kötü hissi alıp götürdü ve geriye ilk anki heyecanım kaldı. Tüm kalbimle inanıyordum, amacımıza ulaşacak, o yolu geçmeyi başaracaktık. Başka bir ihtimal yoktu. Varsa bile düşünmeyi kesinlikle reddediyordum.
O başka ihtimalin adı ölümdü çünkü...
Sabahın erken saatlerinde, kapımızın tıklatılmasıyla uyandık. Bedenim uyanmayı reddedercesine yatağa gömülmek istiyordu ama kapıdaki ses gitmiyordu. Hayal'in homurdanarak diğer tarafına döndüğünü ve yorganını basının üstüne kadar çekip, kapıdaki her kimse tamamen görmezden ve duymazdan geldiğini gördüğümde işin bana düştüğünü anladım.
Yataktan kalkıp, paçaları diz kapaklarıma kadar tırmanmış olan pijamamı düzelttikten sonra gidip kapıyı açtığımda karşımızda Harvey'i görmek beni şaşırtmıştı.
"Günaydın Lizge Hanım..." diye selamladı beni. Henüz ayılamadığım için boğazımı temizleyip kendimi toparlamaya çalıştım. Rahat yatak ve dağ havası, derin bir uyku çekmemi sağlamıştı ama şimdi de o derinlikten yukarı çıkamıyormuş gibi hissediyordum kendimi.
"Günaydın..." diye mırıldandım bende buğulu çıkan sesimle. Küçük bir çocuk gibi ellerimle gözlerimi ovalama isteğini içimde bastırmaya çalışıyordum. "İyi uyuyabildiniz mi?" diye sordu rehberimiz. Yavaş yavaş algılarım açılmaya başlarken başımı sallayarak onayladım onu. Gayet iyi uyumuştuk. "Güzel, çünkü bir saat içinde yola çıkmamız gerek ki, yeterli çekimi yapabilin ve hava kararmadan o yolu geçebilelim."
Ah! Tabii ya... Çekim, video, ölüm yolu...
Farkındalık, üzerimdeki uyku mahmurluğunu tamamen silkelememi sağlarken "Ah... Teşekkür ederim." dedim karşımdaki adama. Sabahın köründe kapıyı çaldı diye kızmıştım ama eğer uyandırılmasaydık uyanabileceğimizden şüpheliydim. Alarm kurmuştuk oysaki, çalmamıştı. Çaldıysa bile duymamıştık.
Bir baş sallama ile karşılık verdi teşekkürüme. "Ben genç arkadaşlarınızı uyandırayım, siz de hazırlanın. Otelin restoranında buluşur, kahvaltının ardından yola çıkarız. Bir şoför ayarladığınızdan bahsetmiştiniz, öyle değil mi?"
"Evet." diye yanıt verdim. "Buradaki araç kiralama şirketinden bir araç ve bir şoför ayarlamıştım. Şoförün adı, Ahari Qulmana'ydı" Şirket dediğim de öyle büyük bir şey değildi. Araştırmalarımdan öğrendiğim kadarıyla, Mornel'deki madenlerden birinin sahibi, kendine başka bir gelir kapısı bulmuş ve kimsenin üstlenmek istemediği görevi üstlenip, Katalana'yı ziyaret etmek isteyen turist kafilelerine araç ve şoför kiralama işine girmişti. Çoğu turist, yoldan korktuğu için başlangıç noktasından geri dönüyordu ve bu durum, bu işi o adam için bir hayli kârlı bir hâle getiriyordu. Öyle ki Luca gibi cesaret edip geçmeye çalışanlar için aracını ve şoförünü feda edebiliyordu.
Normalde, rehberler, kendi ekipleri ile hareket ederlerdi, yani diğer insanların araç ya da şoför bulmak gibi bir sıkıntısı olmazdı ama bizim durumumuz farklıydı diğerlerinden. Bizim rehberimiz bir şirkete bağlı olmadığından sadece rehberlik hizmeti veriyordu. Aracı ve o aracı sürecek şoförü kendimiz ayarlamak zorunda kalmıştık. Güvenlik bizim için her şeyden önemli olduğundan da bir hayli derin araştırmalara girmiştik. Kiralama şirketinin sahibinin aile soy ağacını bile sayabilirdim yani.
Bir kez daha başını salladı Harvey. Bir zamanlar çalıştığı şirketten ayrılma sebebini sorduğumda, şirketlerin komisyon ücreti olarak, kazandıkları paranın yarısından çoğunu aldıklarını söylemişti. Yüzde altmışlık bir dilim... Bu yüzden pek çok rehber şirketlerden ayrılmış ve bireysel çalışmaya başlamıştı. Haritasına Katalana'yı eklememiş pek çok rehber görmüştüm araştırırken. Bireysel çalışıp haritasında Katalana'ya da yer veren tek kişi ise Harvey'di. Geri kalan üç rehber de şirkete bağlı ve programları son derece dolu olan üçlüydü zaten.
"Kalın giyinin Lizge Hanım..." dedi Harvey gitmeden hemen önce. "Katalana'da bu mevsimde bile dondurucu soğuklar vardır..."
Otelin restoranına inerken rehberime kaydettiğim numarayı tuşlayıp telefonu kulağıma yasladım. Şoför ile buluşacağımız yer ve saat belliydi ama yine de işimi şansa bırakmak istemiyordum. Özellikle de dünkü gibi bir bekleyiş, kesinlikle katlanabileceğim bir şey değildi. Şu andan itibaren bizim için her dakika kritik bir önem taşıyordu. Ölüm Yolu tam olarak 48.6 kilometreydi, yani hızımıza göre saatler bile sürebilirdi o yol ve en ufak bir gecikme bizi tehlikeye atardı.
Telefon çaldı çaldı çaldı... Açan olmadı.
Kaşlarım çatılırken gün yüzüne çıkmak için can atan o rahatsız hissi bastırdım. Telefonu kulağımdan çekerken "Bir sorun mu var?" diye sordu Hayal. Sorgulayıcı bakışları çatılmış kaşlarımda, alnımın ortasında varlığını hissettiğim derin yarıktaydı. İfademi düzeltip "Hayır..." dedim net bir sesle. "Hiçbir sorun yok." Olmayacak... Olmamalı...
Çıkabilecek tüm pürüzleri San Doreo'ya adım atmadan önce halletmiştik ki tamamen yabancı olduğumuz bu şehirde bir de o pürüzler ile uğraşmayalım. Günlerce bu planın üzerinden geçmiş, gecemizi gündüzümüze katmıştık. Şimdi bir sorunun çıkabileceği ihtimalini bile düşünmek istemiyordum. Bize en pahalıya patlayan bu gezinin tıpkı planladığımız gibi sonuçlanmasını istiyordum. Yani mükemmel...
Restorana indiğimizde Yücel ve Efehan'ı, rehberimizle birlikte bir masada otururlarken bulduk. Kahvaltı tabaklarını almışlardı ama henüz başlamamış, bizi bekliyorlardı. Açık büfeden kendimize birer tabak hazırlayıp çocukların yanlarına geçtik.
"Günaydın..." dedi Efehan yeşil çayından bir yudum alırken. Hemen ardından Yücel de selamladı bizi. Ardından "Duydunuz mu? San Doreo'da yamaç paraşütü ve bungee jumping yapmak için mükemmel alanlar varmış. Ayrıca Harvey, Yunkazi şelalesinde rafting macerasından da bahsetti. Şelale tam 318 metre uzunluğundaymış. Bir kanoyla oradan atlamak mükemmel olurdu."
"Bir kanoyla 318 metre uzunluğundaki bir şelaleden atlamak ölüm olurdu." diye karşılık verdim. Macera severdim evet ama bir ömre, ölümle sonuçlanma ihtimali olan bir macera sığdırmak yeterliydi. Ve ölüm yolu kesinlikle kotamı doldurup aşırıyordu bile.
İçgüdülerinizi dinleyin demişti Travis. İçgüdülerim bana bu işin mükemmel sonuçlanacağını söylüyordu, katlandığımız tüm zahmete değecek bir gezi olacağını. Yanılmamalarını diliyordum çünkü kendimi tanıyordum, o yolun başına gittiğimizde vazgeçmeyecektim. Yolun kendisini görene ve tanıyana kadar pes etmeyecek ve geri dönmeyecektim. Gidebildiğim yere kadar gidecek, sınırları zorlayabildiğim kadar zorlayacaktım.
"Aslında son derece güvenli..." diye araya girdi Harvey. Bakışlarım Yücel'den ona döndü. "Şirket bu işe ilk başladığı zamanlarda, müşterilerinden biri kayalara çarpıp ağır yaralanınca şelalenin zeminini çelik panolarla kapladı ve kanolar da bu panolara uygun biçimde yeniden dizayn edildi. Yanınızdaki görevli, şelaleye yaklaştığınızda kanodaki mekanizmayı çalıştırıyor ve kano, çeliğin üzerinden yağ gibi kayarak iniyor. Aquapark gibi düşünebilirsiniz. Pek çok ekstrem sporlarda kayıplar yaşanabiliyor ama henüz o şelale bir müşterisini bile öldürmedi. Ağır yaralanan adam bile iyileşti ve ertesi sene yeniden gelip orada rafting yaptı."
İnsanlar hayatları üzerine kumar oynamaya ne kadar da meraklıydılar. Buna bende dahildim. Yaşamayı seviyorduk ama hayatımızı renklendirmeyi yaşamaktan daha çok seviyorduk. Ve bazen işler yolunda gitmiyordu, renkler birbirine karışıp karman çorman bir hal alıyor ve geriye bir tek beyaz kalıyordu. Kaybın beyazı...
Ve akıllanmıyorduk. Bunun en basit örneği hemen önümüzdeydi, bizi bekliyordu. O yol birilerine mezar olmuşken başka birileri için çok daha cezbedici hâle gelebiliyordu.
Düşüncelerimin arasında kaybolduğumdan sesimi bulamadım. Sessizliğim üzerine Yücel başını önüme doğru eğip "Duydun değil mi patroniçem? Türkiye'ye geri dönmeden önce minik bir ekstrem turu yaparız değil mi?" diye sordu hevesle. Gerçekten çocuk gibiydi ve bu yüzden ona hayır demek çok zordu. Umutsuz bir nefes alıp başımı iki yana sallarken chipoci reçelli krebimden bir parça kesip ağzıma atmadan önce "Şu yolu bir atlatıp sağ salim San Doreo'ya ayak basalım, ondan sonra bakarız." diye cevap verdim. "Şimdi hızlıca kahvaltımızı yapıp otelden ayrılalım. Yarım saat sonra şoför ile buluşup yola çıkmamız gerekiyor çünkü."
Tam vaktinde buluşma noktasına ulaşmıştık. Küçük bir duraktı burası. Birbirinin aynısı sekiz araba yan yana dizilmiş bir şekilde duruyordu. Bir köşede küçük bir kulübe ve kulübenin hemen önünde ise, dikilen dört direğin üzeri kalın, gür sarmaşıklarla örtülmüş bir çardak bulunuyordu. Çardağın altındaki banklardan birine yanımıza aldığımız küçük çantaları koyduk. Bakışlarım arabaların plakalarında dolaşıyordu, benim kiraladığım aracı göremedim. Şoför telefonunu açmadığında hissettiğim o tedirginlik hissi yeniden gün yüzüne çıktı, bu kez geriye itemedim.
İçinde terlemeye başladığımı hissettiğim montun önündeki fermuarı indirip kulübedeki adama doğru ilerledim. Kuruntuların modumu belirlemesine izin vermek, şu an yapmam gereken son şey bile değildi. İyi düşünmeliydim ki her şey iyi olsun.
"Merhaba..." dedim gerginlikle kulübenin küçük penceresinden içeri doğru. İçerde kel göbekli bir adam, hantal hantal bir gazete küpürünü okumakla meşguldü. İsteksizce bakışlarını gazeteden kaldırıp yüzüme baktı ve kaşlarını kaldırdı. Gözlerindeki ifade, rahatsız edilmekten hiç hoşlanmadığını açık açık gösteriyordu. Pardon ama insanlar meraklarını gidermek adına soru soramayacaksa bu adamın burada ne işi vardı? Yaka kartı vardı, yani buradaki görevli kişi oydu.
"SD 8734 92 plakalı aracı kiralamıştım ben bir hafta önce. Şoförün adı Ahari Qulmana'ydı. Nerede olduğuna dair bir bilginiz var mı?"
Ses tonumda özellikle eklenmiş bir umursamazlık ifadesi vardı, adamı rahatsız edişimi hiç umursamadığımı gösteriyordu. Ondan işini yapmasını istediğim için bir de özür dileyecek değildim elbette.
Adamın sert bakışları, arkamdaki bir noktaya kaydı ve "İşte..." diye mırıldandı. "Geliyor."
Bu tek kelime, omuzlarımdan tonlarca yükü çekip almıştı sanki. Başımı çevirip omzumun üzerinden baktığımda, durağın içine kenarda duranlarla aynı renk ve model olan SD 8734 92 plakalı bir aracın girdiğini gördüm. Hemen çardağın önünde durdu o araba, ardından şoför kapısı açıldı ve içinden otuzlarının ortasında olan zayıf bir adam indi. Bu Ahari'ydi. Elinde tuttuğu beyaz bir kağıtla, kimsenin yüzüne dahi bakmadan yanıma kadar gelip, kâğıdı kulübenin içindeki adama uzattı pencereden ve bilmediğim dilde bir şeyler söyledi. Hantal adamın ifadesizleşen bakışları bana dönerken Ahari'ye yalnızca başını sallamakla yetinmişti. Ahari, hiçbir şey söylemeden arkasını dönüp yanımdan geçip gitmeye başladı. Olaya o kadar yabancı kalmıştım ki, bu beni afallatmıştı.
Son anda kendimi toparlayıp gitmekte olan Ahari'ye yetiştim ve kolundan tutarak durdurmayı başardım. Çocukların ve rehberin bakışlarını üzerimizde hissediyordum ama dönüp onlara bakmadım. Şüpheci gözlerim Ahari'nin sıkılmış yüzünü tararken "Nereye gidiyorsun?" diye sordum tereddüde bulanmış bir sesle. "Yola çıkmamız gerekiyor."
Hiçbir şey anlamamış olmam, bir şeylerin döndüğünü anlamayacağım anlamına gelmiyordu. Bir şeyler dönüyordu ve bu şeylerin hiç hoşuma gitmeyeceği sezgisine kapılıyordum.
Ahari kolunu hışımla çekip bileğini elimden kurtardı. Biraz önce sıkılmış bir ifadeyle dolu olan yüz hatları şimdi hiddete evrilmişti. Eliyle biraz önce önünde durduğumuz kulübeyi işaret etti ve nihayet İngilizce konuştu. "Az önce istifa dilekçemi verdim. Dün, yine bir kaza olmuş. Benim bir karım ve bir çocuğum var, ne kadar zor olursa olsun madende çalışarak da onlara bakabilirim ama bir daha o yola gitmeyeceğim. En azından madende hayatta kalma ihtimalim, o yoldakinden daha yüksek."
Şaşkınlık, dilime prangalar vururken o sessizliğimden yararlanıp bana arkasını döndü ve çıkışa doğru yürümeye başladı. Kilitlenen tek şey dilim değildi, hareketlerim de donakalmıştı. Sabahtan beri içimi kemirmeye çalışan o rahatsız edici his, en sonunda beni tamamen esir almış ve yiyip bitirmişti.
Hiçbir şey söyleyemeden ya da yapamadan öylece Ahari'nin arkasından bakakaldım. Kapıya doğru ilerlerken adımları son derece kendinden emindi. Ama sonra bir şey oldu. Muhtemelen kendi içinde verdiği bir savaşın etkisiydi. Adımları tereddüte bulandı başta; yavaşladı, yavaşladı, yavaşladı... Sonra durdu. Omzumun üzerinden bana baktığında gözlerindeki korkunun nedenini bilmiyordum.
"Size tavsiyem, siz de gitmeyin. O yolu tehlikeli yapan şey yol değil, başka bir şey var. Yüzlerce yıldır o yol oradaydı ama hiçbir şey olmazdı. On yaşıma kadar ailemle o yoldan defalarca kez geçtiğimi hatırlıyorum. Ne olduysa son yirmi yılda oldu. O yola girerseniz canlı çıkamayacaksınız ve sizi öldüren şey yol olmayacak..."
Bölümü nasıl buldunuz?
Sizce bundan sonra neler olacak?
Zaman ayırıp okuyan herkese sonsuz teşekkürler❤️ |
0% |