Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1| İstekler, Arzular Ve Hayat

@saniyesolak

Sellam✨

İlk bölüm ile karşınızdayız. Giriş ile arasında uçurum bir fark var farkındayım ama olaylar bir hayli farklı gelişiyor. Güzel olacağına inandığım bir yolculuğun başı burası. Bu yolda benimle ilerleyecek olan herkese daha en başından teşekkür ediyorum. Destekler benim için çok çok önemli, motivasyon kaynağım diyebilirim.

Neyse sizleri yeni bir Dünya ile başbaşa bırakıyor keyifli okumalar diliyorum. Umarım seversiniz💝

Son olarak oy vermeyi be bol bol yorum yapmayı fikirlerinizi belirtip eksiklerimi bana iletmeyi unutmayın olur mu?

🃏🎲

Zamanı elime verseler ve al ne istersen yap deseler o güne giderdim. Onunla tanıştığım o güne. Ama onunla tanıştığım dakikalardan birine değil... O kapımı çalmadan hemen bir dakika öncesine... Sırf o kapıyı çalınca açmamak için. Ya da açardım belki ama onu içeri almaz defolup gitmesini söylerdim. O an içinde bulunduğu durum da umurumda olmazdı. Böylece hayatıma hiç girmemiş, altını üstüne getirmemiş olurdu. Hayır hayatımın altı üstünden daha iyi değildi. Üstü toz pembeydi, küçük acılarım vardı mesela. En büyük derdim süreceğim ojenin pembenin hangi tonu olmasını istediğime karar veremememdi. Ama şimdi... Hayatımın altındaydım ve burası karanlıktı.

Hayır...

Hayır bu tabir durumu olduğundan çok daha kötü gösteriyor, o kadar dramatize etmeye gerek yok. Sadece dünyam ikiye bölünmüş gibi; bir tarafta hâlâ en büyük derdim ojelerimin rengi ama diğer taraf... Bakın işte orası gerçekten karanlık. İşte ben o güne gitmek ve o karanlığı daha hayatıma girmeden defetmek isterdim. Çünkü şu an yapamıyordum. Üzerimdeki etkisi öyle büyüktü ki, kalbimdeki... İstesem bile onu hayatımdan çıkaramıyordum. Garip olan da bu ya... Onun hayatımdan çıkmasını bile istemiyordum. Aramızdaki ilişki bitmişti ama sanki hiç bitmemiş gibi devam ediyorduk. İsmi olmayan bir şeyin içinde kaybolup gidiyorduk.

Şu an bile, hiç olmayı istemediğim bu mekânda olma nedenim oydu. Yüksek sesli müzik duvarları inletirken beni rahatsız etmiyordu. Alışıktım... Mavi, mor, pembe ışıklar mekânın içinde ahenkle birbirlerine geçerlerken, dans pistindeki herkes kendilerinden geçercesine dans ediyorlardı. Yarınları yokmuşçasına... Müziğe karışan o coşkunun sesini daha kalabalığı görmeden duyabiliyordum.

Giriş kapısından mekâna uzanan koridoru bitirip, mekânın içine inen merdivenlerin başında durduğunda, kalabalığı tararken görmeyi istediğim tek bir yüz vardı. Uğruna buraya kadar geldiğim o yüz...

Çetin Aral Bakırcı...

Toz pembe hayatımı karanlığa gebe bırakan adam.

Gözlerim her bir yüzü hızlıca tararken, ellerimi silindir şeklindeki gümüş rengi olduğunu bildiğim ama üzerine dokunan ışıklar yüzünden şimdi rengârenk duran trabzana yasladım. Parmaklarım soğuk metali kavrarken badem şeklinde olan ve sedefli bir toz pembeye boyanmış tırnaklarım avuç içlerime battı. Umursamadım. Baktığım hiçbir yüzde onu görememek beni hareket etmeye itti. Ellerimi trabzandan çekip; dümdüz bir fönle şekillendirip tepemde sımsıkı bir at kuyruğu yaptığım, sırtıma dökülen sarı saçlarımı omzuma aldım ve merdivenin ilk basamağına adımımı attım. Ayağımdaki topuklu beyaz çizmelerin gümüş rengi metal basamaklarda çıkardığı sesi yüksek sesli müziğe rağmen duyabiliyordum sanki. Kalbimde patlayan atışları da... Bunun nedeni hissettiğim gerilimdendi. Selin'in de mekanda olduğunu biliyordum. Beni buraya getiren asıl sebepti o kızın burada olması. Çetin'i ortalarda görememek ekmişti içime o gerilimi. Beraberler miydi? Olmamalarını diliyordum. Hayır, Tanrı'ya bunun için yalvarıyordum.

Toz pembe, mini, lateks eteğim attığım her adımla önce yukarı doğru hafifçe çıkıp kısalıyor ardından eski haline dönüyordu. Üstüme giydiğim beyaz gömleğimin sağ kısmı eteğin içindeyken sol tarafı dışındaydı. Kıyafetlerimin içinde hiçbir zaman kendimi rahatsız hissetmemiştim. Onlar beni ben yapan parçalardı, hissettiğim öz güvenimin temel taşlarıydı. Üzerime mıh gibi yapışan renk pembeydi, içinde kendimi huzurlu hissettiğim renk. Özelliklede toz pembe... Ama şimdi üzerime kaktüs giymişim gibi bedenime saplanan binlerce diken vardı sanki, son derece rahatsızdım. Bunun da nedeni o gerilimdi.

Aşk; çok adi bir duyguydu. Bir kalbe bir kez uğradığı zaman o kalbi çürütmeden gitmiyordu hiçbir yere. Yakıyor, yıkıyor, öldürüyordu. Ama iyileştiren de oydu. Söndürüyor, yeniden inşa ediyor, ve hayat öpücüğüyle dudaklarını şenlendirip, yeni bir hayatı içine üflüyordu. İnsan yanmaya gönüllü olur muydu? Yıkılmaya? Ölmeye? Söz konusu aşk olduğunda oluyordu. Göz göre göre yanıyor, yıkılıyor ve ölüyordu da gıkı bile çıkmıyordu. Sırf yeniden ve yeniden sönmek, inşa edilmek ve yaşamak için.

Merdivenlerin son basamağına geldiğimde gözler yavaş yavaş üzerime dönmeye başladı. Hani demiştim ya Çetin Aral toz pembe hayatımı karanlığa buladı diye. Çetin Aral hayatıma o karanlığı getirirken avuçlarıma da bir krallık bırakmıştı. Kendimi bu bakımdan Lilith'e benzetiyordum. O karanlığın içinde kaybolup gidebilir, hiçliğe karışabilirdik ama bu olmamıştı. Aklımızı kullandığımız için o tahta layıktık ve başımızdaki o görünmeyen tacımıza.

Attığım her adımda tıklım tıklım dolu olan dans pisti, Musa'nın asasını kaldırıp böldüğü Kızıldeniz gibi ikiye bölünüp bana yer açarken aradan geçip bar kısmına ilerledim. Çetin neredeydi bilmiyordum. Selin neredeydi bilmiyordum. Kahretsin ki hiçbir şey bilmiyordum.

Tenimde gezen gözleri umursamadan bar tezgâhının önünde durup barmenin muhtemelen başkası için hazırladığı üzeri tekila shotlarıyla dolu olan tepsiden bir shot alıp tuz ve limona ihtiyaç duymadan diktim tepeme. Bu, görmeye korktuğum o manzara ile karşılaşma ihtimalime karşılık olan bir gereklilikti, bu barı onların tepesine yıkarken arkasına sığınmam için bir bahane... İkinci shotı da devirdiğimde barmenin "Hey!" diyen itiraz dolu sesini duydum yüksek sesli müziğe rağmen. "Bu kadar susadıysan siparişini ver hazırlayayım, başkalarının siparişlerine salça olma!"

Sözleriyle birlikte yönümü tamamen bara çevirip başımı kaldırdım ve karşımdaki barmene baktım, daha önce hiç görmediğim bir yüz vardı karşımda. Beni tanımayan bir yüz... Elimi yavaşça siyah mermer tezgaha yaslarken uzun tırnaklarım çoktan mermerin üzerinde ritim tutmaya başlamıştı bile. Tek kaşım yavaşça havalandı ve nude bir tona boyadığım dudaklarımın üzerinde kaydı hafifçe dilim. "Burada yeni misin sen?" diye sordum bangır bangır bağıran müzikten dolayı sesimi yükselterek. Hiçbir şey anlamayan çocuk kaşlarını çatıp birkaç saniye durakladı. Tam o anda imdadıma yetişen kişi Kıvanç'tı; mekân açıldığından beri burada olan şef barmen. Bir elini çocuğun omzuna koyup dikkati kendi üzerine çekti. Ardından eğilip çocuğun kulağına bir şeyler fısıldadı. Çocuk, Kıvanç konuştukça renkten renge girmeye başlarken bana olan bakışları da değişmeye başlamıştı. Dudağımın bir köşesi kendini beğenmiş bir gülümseme ile kıvrılırken tek kaşımı kaldırıp baktım çocuğa. Kıvanç'ın ona ne dediğini biliyordum.

Sonunda çocuk gittiğinde önümde duran tepsiden bir shot daha aldım. Sert içki boğazımı yaka yaka ilerleyip midemi kaynatıyordu ama sorun değildi. Eğer Selin ve Çetin beraberse zaten o içki çok fazla midemde kalmayacaktı. Kıvanç karşıma geçtiğinde "Beni neden saçma sapan tiplerle muhatap ediyorsun sen?" diye sordum. Üç shota rağmen alkolün hiçbir etkisini görmezken elim dördüncüye gitti ama Kıvanç bileğimi tutarak durdurdu beni. Bakışlarım dolu bardaklardan karşımdaki adamın yakışıklı yüzüne kaydı. Uzun sarı saçları arkasında toplanmış kirli olan sakalları son gördüğüm zamankine oranla daha da uzamıştı. Sol gözünün altında iki küçük ben vardı ama öyle sempatik duruyorlardı ki asla kusur gibi görünmüyorlardı.

"Geleceğinden haberim yoktu?" diye karşılık verdi bana. Dudaklarım alayla kıvrıldı. "Ne tesadüf..." dedim aynı alayla ve bileğimi elinden kurtarıp dördüncü shota uzandım. Bardak parmaklarımın arasındayken ve gözlerim şeffaf renkli sıvıda geziniyorken, "Benim de yoktu." diye ekledim. O sıvı da boğazımdan kayıp mideme indi. Şimdi hafif bir dönme hissediyordum işte. Her ne kadar yeteri kadar içmediğimi düşünsem de beşinciye uzanmadım. Onun yerine doğrudan konuya girdim "Çetin nerede?"

Kıvanç gayet rahat bir tavırla "Aşağıda." diye cevap verdi. Bu tek kelimelik cevap hissettiğim tedirginliğin üzerine bir sünger çekse de kalıntılar hâlâ oradaydı. Üst katta değil alt katta... Bu iyi... Yine de tam olarak rahatladığım söylenemezdi. Aşağı kat Çetin'in hem evi hem ofisiydi ve Selin'i oraya indirdiğini düşünmüyordum. Çetin oraya benden başka kadınları indirmezdi çünkü aynı zamanda pis işlerini döndürdüğü yer de orasıydı. Eğer biriyle üç yıllık bir birlikteliğiniz olduysa onunla ilgili her şeyi ister istemez öğreniyordunuz. Eğer öğrenemiyorsanız da bu karşınızdakinin akıllı olduğundan değil, sizin aptallığınızdan demekti. Hey, bana öyle bakmayın, üç yıl uzun bir süre...

Kıvanç'ın yüzüne bakmaya devam ettiğimde bu onu güldürdü. Ufak bir dokunuşla, dolguyla büyüttüğüm dudaklarımı birbirine bastırdım. Ben ortada komik bir şey göremiyordum açıkçası. Omzunda asılı buran beyaz havluyu omzundan alırken "Eğer asıl sormak istediğin şey..." diyerek girdi söze Kıvanç. Yüzünde eğlendiğini belli eden bir gülümseme vardı. Diğer eline de önündeki tezgahtan bir bardak alıp havluyla bardağı silmeye başlarken "Selin'in nerede olduğuysa; o iki kız arkadaşıyla beraber geldi. Şu an üst kattaki localardan birindeler. Senden yaklaşık beş altı dakika önce o da gelip sordu Çetin'in nerede olduğunu ama ona alt katta seninle birlikte dedim." dedi ve sözlerine noktayı tatlı bir göz kırpma ile kondurdu. Tedirginliğin kalan kırıntıları da böylelikle uçup gitmişti. Bu çocuğu sevdiğimi söylemiş miydim?

Birbirine bastırdığım dudaklarım yanaklarıma doğru kıvrılırken "Seni seviyorum biliyorsun değil mi?" diye sordum. Güldü. Elindeki bardağı bırakıp yenisini almadan önce elini önemsiz der gibi sallayıp "Bir Doğu Menan olamasak da biliyorum." dedi. Bunun üzerine kaşlarım sahte bir kızgınlıkla çatıldı ama gülmemek için kendimi tuttuğumun farkındaydı. "Doğu benim aşkom. Onu kimseye değişmem, Çetin'e bile." diye savundum. Ardından ikimiz de güldük. Doğu'nun da buralarda bir yerlerde olduğundan emindim ama Allah bilir hangi kadını götürmekle meşguldü şu an. O manzaraya hiç mi hiç şahit olmak istemediğimden bakınmıyordum bile. Aynı anda ikisini birden bile götürüyor olabilirdi, sınırları olan biri asla değildi.

Gülüşmemiz bittiğinde tezgahta yaslı duran elimi hafifçe tezgaha vurup "Ben aşağı iniyorum." dedim ve bar tezgahından uzaklaşmak için ilk adımımı attım. Ama Kıvanç'ın tezgahın üzerinden uzanıp bileğimi tutması beni durdurdu. "Hey bekle!" diyerek bakışlarımı yeniden ona çevirmemi sağladı. Derin bir iç çekme ile yeniden ona döndüm ve tek kaşımı ne var dercesine kaldırdım. "Şu senin best friendin var ya... Neydi adı? Büşra mı? Her neyse... Onun numarasını bana versene."

Söyledikleriyle gözlerimi devirdim. Ciddi miydi bu çocuk? Yeniden bar tezgahına yaklaşıp kollarımı siyah mermerin üzerine yaslayıp Kıvanç'a doğru eğildim. Kısık bakışlarımdaki ifade onu ürkütmüş gibi yüzündeki çapkın sırıtış yerini tedirgin bir gülümsemeye bıraktı. Galiba tatlı olmaya çalışıyordu. Normalde tatlı olan biri, ekstra bir çabayla tatlı olmaya çalışınca bu bende kusma isteği uyandırıyordu ama şu an burada kusup da kendimi rezip edemezdim. Bu barda beni tanımayan kişi sayısı bir elin beş parmağını geçmezdi o yüzden bana öyle bakmaktan vazgeçin.

"Seninle takılan kızlara gerçekten acıyorum." diye girdim söze. Gözlerim yüzünü tarıyordu. Onun da anlamayan bakışları benim yüzümde geziniyordu ama bir pot kırdığının farkına varmıştı. "Düşünsene..." diye devam ettim. "Harika bir seksi ardından zirveye ulaşmak üzeresin ve partnerin seni becerirken başka birinin adını kulağına fısıldıyor. Travma sebebi resmen."

Bir elini ensesine atıp mahçup bir ifadeyle ensesini ovalarken "Ne yapayım, isim hafızam kötü." diye geveledi ağzının içinde. Arkasına sığındığı bahaneyle bir kez daha gözlerimi devirdim. "En azından benim bestime yavşamadan önce adını öğrenme nezaketini gösterip bana numarasını öyle sormalısın Kıvanç. Aksi takdirde bunu kendime yapılmış bir hakaret saymak zorunda kalırım." Sözlerim üzerine ellerini teslim olur gibi havaya kaldırıp "Tamam tamam." dedi. Yüzünde yine o tatlı olmaya çalıştığı gülümsemesi vardı. Tanrım! Ne istiyordu bu çocuk? Parmağımı boğazıma sokup kusmamı mı?

"Sormadım say." diye ekledi. Dolgun dudaklarımı büzüp yapmacık bir sesle "Bebeğim..." diye seslendim. "Zaten sorsan da söyleyemem. Betül... Betül numarasını sana verdiğimi öğrenirse beni öldürür."

"Peki diğeri... Hani şu siyahi melezi olan? Bak onun adını da biliyorum. Leslie..." diye bir kez daha şansını denediğinde çabası karşısında gülmeden edemedim. Bu kez bir daha dönmemek üzere uzaklaştım tezgahtan. Başımı iki yana sallarken "Yine yanlış söyledin!" diye bağırdım. Omzumdan önüme doğru sarkan saçlarımı geriye doğru atıp "Onun adı da Shila seni aptal." diye ekleyip arkamı döndüm ve dans pistinin kalabalık olmayan bir tarafından mekânın diğer tarafına doğru ilerlemeye başladım. Şu erkekler ve bacak aralarına olan düşkünlüklerini hiç anlamayacaktım. Bir bar dolusu kız vardı burada ve yarısından çoğu Kıvanç ile seve seve yatardı, ama onun aklı benim yakın arkadaşlarımdaydı. Daha adını bile bilmediği yakın arkadaşlarım...

Kalabalık olmayan taraftan rahatça yürüyüp sonunda aşağı inen merdivenleri gizleyen kapının önüne geldiğimde elimi kaldırıp sertçe kapıya birkaç kez arka arkaya vurdum. Müzik öyle kuvvetliydi ki metale vurduğum o sesi duyamıyordum bile. Bu mekânın en sevdiğim yanıydı ses sistemi. Müziği içinizde yaşatıyordu resmen.

Kapı yavaşça geriye doğru açılırken daha önce pek çok kez gördüğüm ama adını bilmediğim bir adam dikildi önümde. Yirmi ile yirmi beş yaşının ortalarında bir yerlerdeydi muhtemelen. Belki de otuza merdiven dayanmıştı ama göstermiyordu bilemiyorum.

"Yenge, hoşgeldin." diye selamladı beni kalın bir sesle bağırarak. Oradan bakınca yengeye benzer bir halim mi vardı bilmiyorum ama ne söylersem söyleyeyim Çetin'in -onun tabiriyle- adamları bana yenge demekten vaz geçmiyorlardı. Yani salmıştım artık. Bu yüzden hiç takılmadan kapıdan içeriye doğru bir adım attığımda kenarı çekilir diye düşünmüştüm ama çekilmedi. Çatılı kaşlarımla, havaya kalkan ayağımı eski yerine indirip sorgularcasına baktım adamın yüzüne.

"Kusura bakma yenge, aşağı inmene izin veremem. Çetin abinin kesin emri var."

Çatılı kaşlarım düzeldi ama sadece bir saniye sonra tehditkâr bir tavırla teki yukarı doğru kalkmıştı. Bilinçli bir şekilde ona doğru bir adım atıp dibine girdim. Birbirimize dokunmuyorduk ama aramızdaki mesafe yok denecek kadar azdı. Son zamanlarda pek uslu durmadığımı kabul ediyorum. Bu yüzden Çetin benim aşağı girişimi yasaklamış da olabilir ama bu beni ne zaman durdurdu ki?

"Eğer..." dedim havaya kalkan kaşımın tehdit edici havasının hakkını verircesine tehditkâr bir sesle. Yakın olduğumuz için çok bağırmak zorunda kalmamıştım, duyduğunu da biliyordum. "Üç saniye içinde önümden çekilmezsen, Çetin'e beni taciz ettiğini söylemek zorunda kalırım." Her gelişimde kapıda farklı bir adamla karşılaşmak işte bu yüzden işime geliyordu. Bu numarayı her seferinde yutuyorlardı. Adamın gerilen yüzü onun da yuttuğunu gösteriyordu. Genç adam bir adım geri gidip "Ama... Bu doğru değil..." dediğinde masum masum, bu kez dudaklarım kıvrıldı. "Evet." dedim başımı hafifçe öne doğru sallayarak. "Doğru değil ama Çetin bunu bilemez öyle değil mi? Senin sözüne karşılık benim sözüm. Sence hangimize inanır?"

Korkuyla yutkunduğunu gördüğümde zaferin ucu görünmüştü ve kenara çekilip bana yolu açtığında da zafer benimdi. Kapıdan geçip kısa koridoru arşınladım ve önüme çıkan merdivenlerden inmeye başladım. Adam kapıyı kapattığında müzik bir anda bıçak gibi kesilmişti. Yere serilen kırmızı halı, içerinin sessizliğini korumaya yardımcı olurken artık duyulan tek ses, merdivenlerin sonundan bir yerlerden gelen acı dolu inleme sesleriydi. İndiğim her basamakta ses daha da yoğunlaşırken gür bir ses duyuldu aşağıdan. "Ben size ne dedim Bilal?" diyordu o ses. Tonuna kadar ezbere bildiğim, beni öylesine delice bir hisle etkileyen o ses... Ve tenin tene sertçe çarpma sesi geldi, hemen akabindeyse acı dolu bir inleme daha... Anlaşılan sevgili sevgilim bir hayli meşguldü. Üç yıl içinde öyle aşina olmuştum ki bu durumlara, artık çok normal karşılıyordum onun birilerinin pestilini çıkarmasını. Böyle kazanıyordu o hayatını. Çetin'i hayatıma kabul ederken bana kendi benliğini tüm çıplaklığıyla göstermişti, neyin içine girdiğimi bilerek girmiştim ben. Şimdi şikayet etmeye hakkım yoktu, şikayet edeceğim bir durumda yoktu gerçi. Jason Statham filmlerinden fırlama bir hayatın içinde sayılırdım. Ve itiraf etmek gerekirse bunu heyecanlı buluyordum. Kötü bir çocuğa karşı olan zaafım da benim aptallığım olsun...

Merdivenleri bitirdiğimde uzun ve yan yana sıralanmış, karşılıklı konuşlanmış kapılarla dolu bir koridora çıktı yolum. Ayaklarım gidecekleri yolu ezbere biliyorlardı, onun hangi kapının ardında olduğunu... Tüm bedenimden hislerime kadar çekiliyordum ona. Bu çekim olmasaydı zaten burada işim olmazdı. Daha önce de dediğim gibi, biz ayrılmıştık. Ayrı insanlar birbirlerinin yüzlerini bile görmek istemezlerdi değil mi? Ama biz... Biz... Biz ayrılık işini pek beceremiyorduk sanırım.

Yavaş adımlarla ilk kapının önüne kadar gelip durdum. Kapının koluna uzanıp çevirmeye çalıştığımda tam da düşündüğüm gibi kilitliydi. Çetin Aral Bakırcı, bu katta kendi mallarını üretiyordu. İsimlerini bilmiyordum ama genel bir isimle aklınızda canlandırmak istersem uyuşturucu demem yeterdi sanırım. Basit bir ticaret değildi onunki, o daha çok üretici konumundaydı ve inanın bana bu işte inanılmaz çok başarılıydı. İlişki yürütmekteki başarısından milyon kat daha fazla...

Diğer kapıları deneme gereği görmeden adımlarımı hızlandırıp koridorun en sonundaki demir siyah kapıya ilerledim. Kapıların kilitli olmasının nedeni bendim. Çetin öyle ya da böyle biliyordu buraya istediğim zaman girebileceğimi, bu yüzden fazladan önlem olarak kapıları kilitliyordu.

Ardına kadar açık olan kapı sayesinde, içeride nelerin döndüğünü net bir şekilde görebildim. Bir adam vardı içeride. Yüzü dağılmamış olsa onu eminim tanırdım belki. Bilal ismi yabancı değildi çünkü. Ama ne yazık ki yüzü dağılmıştı ve kan içindeydi. Bilal'i tutan iki kişi vardı ayrıca odada. Ve bir de Çetin.

Omzumu kapıya yaslayıp izlemeye koyuldum onları. Bilal "Ödeyeceğim abi. Vallahi ödeyeceğim." dedi yalvarırcasına Çetin'e. Kanlı ellerini beyaz tişörtünün üzerinden incecik beline yaslayıp tişörtünü bir daha giyilemeyecek duruma getiren Çetin, "Ne zaman ödeyeceksin Bilal?" diye sordu. Sinirlendiği zaman, her söylediği cümlenin sonuna sinirlendiği kişinin adını getirirdi karşılıklı diyaloglarda. Kendisi bile farkında değildi bunu yaptığının. "Zaten bir ay önce ödemiş olman gerekiyordu. Alıcılarıma tanıdığım maksimum sürenin iki hafta olduğunu sen çok iyi biliyorsun Bilal." diye devam etti sözlerine.

Onu oyalayanlardan nefret ederdi. Maksimum süresi de iki hafta değildi ayrıca. Biri çıkıp karşısına mertçe ben iki ay ödeyemem bu parayı desin, o süreyi iki ay uzatırdı Çetin. Onun derdi kaypak insanlardı, ödeyeceğim diye söz verip sözünde durmayanlar. Bir de ben... Buraya girişimin yasak olduğundan bahsetmiş miydim? Ve yasakları çiğnemek konusundaki üstün başarımdan... Evet sanırım bahsetmiştim! Her neyse...

Kollarını tutan adamlar sayesinde ayakta duran Bilal yalvarırcasına baktı Çetin'e ve "Vallahi ödeyeceğim abi. Pazartesi günü paran elinde olacak yemin ederim." dedi. Ses tonundan her an ağlamaya başlayacakmış gibi bir hava sezmiştim. Alışkın olmadığım bir manzara olsaydı ve dayak yiyen herifin bir bağımlı olduğunu bilmeseydim, belki vicdanım sızlayabilirdi ama bağımlılara karşı zerre acımam yoktu. Bana göre bağımlılar; korkak, kolay yolu seçen zavallılardan başka bir şey değillerdi ve Çetin Aral Bakırcı bu hayatta iradesi en zayıf olan kesimi hedef alarak bir krallık kurmuştu kendine. Bağımlıları... Ne diyebilirim ki, ticari zekâsı ateş gibiydi. Tıpkı diğer ayrıntıları gibi...

Bir adım atıp Bilal ile arasındaki mesafeyi biraz daha kapattı ve ellerini çocuğun yanaklarına yerleştirip bir eliyle hafif hafif yanağına vururken, "Bir aydır bulunamayan elli bin lira, üç günde bulunur mu ki Bilal?" diye sordu. Cümlesini pekiştirmek için ara ara yanağına vurmaya devam ediyor, elinin yanağına her çarpışında çıkan ses boş odanın içinde yankılanıyordu.

Bir ayağımı diğerinin üzerine atıp kollarımı göğsümde bağladım. Kapı sergilenen manzaranın biraz gerisinde kaldığından kimse beni fark etmiyordu.

Çocuk son çırpınışlarıyla "Vallahi bulacağım, billahi bulacağım abi." dedi bir kez daha yalvararak. Bir süre onun gözlerinin içine baktı Çetin. Pekâlâ... Belki biraz kıskanmış olabilirim. Hey! Sarımtırak gözlerinin bu kadar etkileyici olması benim suçum değil, ayrıca karşısındaki herifin de cinsel yönelimini bilmiyorum.

Bir kez daha, son noktayı koyar gibi çocuğun yanağına vurup "Bulsam iyi edersin, bulamazsan canın yanmaya başlar Bilal." dedi ve çocuktan uzaklaşıp adamlarına döndü. "Bilal beyin evine sağ salim vardığından ve pazartesi gününün son çaresi olduğunu anladığından emin olun. Bir aptallık yapmaması gerektiğini ona güzel güzel anlatın."

Yemin ederim çocuğun korkudan tittediğini gördüm. Onu tutan adamın da dudakları keyifle iki yana kıvrılmıştı. Adamlar çocuğu sürükleye sürükleye odanın diğer kapısından çıkarırlarken ben olduğum yerde Çetin'in ensesini izliyordum. Boynunu süsleyen düzensiz dövmeler benim eserimdi. Çetin Aral Bakırcı benim en sevdiğim tuvalimdi.

"Asla uslu durmayacaksın değil mi?" diye sordu. Bana dönmesede sorusunun muhatabının ben olduğumu biliyordum. Kapıya yaslı olmayan omzumu sanki görecekmiş gibi silkip "Asla!" diye karşılık verdim. Sakince bedenini bana döndürüp olduğu yerden o güzel kehribar rengi gözleriyle yüzüme baktı. Hiçbir şey söylemese bile o gözlerinin bana anlattığı ifade açık ve netti. Hep öyle olmuştu. Özlem... En az benim duyduğum kadar özlem.

Dudağının bir köşesi yavaşça kıvrılırken adımları benden tarafa doğru taşımaya başladı bedenini. Tam yanıma geldiğinde durdu. İlk birkaç saniyeyi yüzümü izlemeye ayırdı. Biraz önce gergin olduğundan emin olduğum o hatlara şimdi huzurun dinginliği çökmüştü. Her bir ifadesini, yüz hatlarını oluşturan her bir çizgisini ezbere biliyordum. Sonra yavaşça başını bana doğru eğip burnunu boynumun kıyısına soktu. Teni tenime dokunmuyordu ama sıcaklığını hissedebileceğim kadar yakındı. Tenini tenimde istiyordum. Derin bir nefes aldığını duyduğumda gözlerim kapanmaya and içmiş gibi kısılmıştı. Onları kontrol altına alıp kapanmalarını önledim.

"Çok özledim!" diye fısıldadı tenime doğru ve burnunun ucunu yavaşça boynumun açıkta kalan kısmına sürttü. Bedenimden bir elektrik akımı geçmişti sanki, tüylerim diken diken olmuştu. Konuşmak adına dudaklarımı araladım ama bu kez burnunun yerini dudakları alıp, boymuna yumuşak bir öpücük kondurduğunda tüm kelimelerim yalnızca derin bir soluktan ibaret çıktı dudaklarımın arasından.

"Odama geçelim." diye fısıldadı bir kez daha dudakları hala tenime temas ederken ve bir adım uzaklaşıp son kez yüzüme bakıp koridora adım attı. Geldiğim yolun devamına doğru ilerlerken bakışlarım bir geldiğim tarafa bir de Çetin'in sırtına kaydı. Kararsızlık içimi kavuruyor, tereddüt beni acımasızca ateşinde yakıyordu.

Peşinden gitmem için çok nedenim vardı; onu seviyordum, özlemiştim, tüm bedenim arzuyla cayır cayır yanıyordu.

Peşinden gitmemem için çok nedenim vardı; beni aldatmıştı, yalanlar söylemişti, o kızın -Selin'in- karşısında küçük duruma düşmüştüm.

Ben bu kararsızlığın içinde oradan oraya savrulurken Çetin peşinden gitmediğimi fark etmiş olacak ki durdu. Omzunun üzerinden yüzüme baktığı sırada yönüm ondan tarafa doğru dönmüş, terazim ise diğer tarafa doğru eğilmişti. Dudağının köşesi sinsi bir ifadeyle kıvrılırken "Eğer biraz daha orada durmaya devam edersen..." dedi ve ellerini havaya kaldırıp bana gösterdi. Kanlı ellerini... "Seni bu ellerle omzuma atmak zorunda kalırım. Eminim bir kaç bin dolar bayıldığım kıyafetlerinin kanla kirlenmesini istemezsin sevgilim."

İşte ilerlediğimiz tüm o noktalarda aşamadığımız tek engel buydu. Çetin'in kabullenmemesi... Ondan uzak durmaya çalıştığım çok fazla anlar olmuştu. Özellikle ayrılığın ilk zamanları... Uyuşturucuyu bırakmak gibi... Çok zorlayıcı ve can yakıcıydı. Başarabileceğime inandığım anlar da olmuştu ama Çetin kabullenmediğinden hiçbir zaman başarıyı görememiştim. Ben durmaya çalışsam da o benden uzak duramıyordu. Ona ayrıldığımızı söylediğimde bunu asla kabullenmiyor ciddiye bile almıyordu. O fotoğraflar... Çetin'e onlardan bahsetmemiştim, onu neden terk ettiğimden de. Hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi davranıyor beni aptal yerine koyuyordu. Bende onun anlamasını bekliyordum. Anlamalı ve ne kadar canımı yaktığını kendi gözleriyle görmeliydi. Biliyordum ki canımın yandığı noktada Çetin bunu durdurmak için kendini öldürmek pahasına benden uzak dururdu. Bunun benim için iyi olduğuna inandığı dakika bunu yapardı.

Aşamadığımız engelin temeliniyse bu olgu oluşturuyordu. Benim, bunun benim için en iyisi olduğundan emin olamamam... Ondan uzak dururken bile onun beni asla bırakmayacağı düşüncesine tutunurken nasıl onsuz bir hayat düşünebilirdim ki? Bu nefesimi kesiyor, hiç olmadığı kadar canımı yakıyordu. Onsuz bir hayat, hayat olur muydu? Tam olarak bu yüzden ona o resimleri göstermemiş, haberim yokmuş gibi davranmaya devam etmiştim. Ve biliyor musunuz gelen otuz sekiz resmin tamamını da görmezden gelmeyi başarmıştım. Hiçbir şey yokmuş gibi... O resimlerdeki adam Çetin değilmiş gibi... Ama otuz dokuzuncu resmi gördüğümde artık istesem de görmezden gelemeyeceğim bir durumdaydım. Diğer kadınları tanımıyordum, hayatımın hiçbir anında görmemiştim ama o kadın, Selin'di. Kendini bana rakip ilan eden, en nefret ettiğim o kız... İşte o noktadan sonra işler çığrından çıkmıştı. Bu artık sır değildi çünkü Selin bizzat deneyimleyerek öğrenmişti Çetin'in beni aldattığını. Şimdi tüm okul biliyordu ayrıldığımızı. Selin ayrılır ayrılmaz Çetin'in yanında almıştı soluğu ama istediğini elde edememişti. Çetin beni fazla sıktığını düşünüp zaman vermişti bana ama o zaman zarfında bile sürekli benim etrafımdaydı, benimdi, benden hiç gitmemişti. Tüm bunların kulağa ne kadar zavallıca geldiğinin farkındaydım. Aşk beni zavallı birine dönüştürüyordu bunun da farkındaydım. Ama hayat hepimizin zaman zaman karşısına, bizi zavallı konumuna sokacak bir şeyler çıkarıyordu. Hepimiz insandık ve bu hayata hatalar yapmaya, o hatalardan dersler çıkarmaya gelmiştik. Ben hâlâ o dersi çıkaramamış olsam da... Umarım bir gün çıkarırdım.

"Sorun ne Işığım?"

Çetin'in sesini duyup düşüncelerimin arasından sıyrıldığımda irkilerek toparladım kendimi. Çetin tam karşımda duruyordu.

Işığım... 

Bana böyle diyordu. O nasıl benim toz pembe dünyamı karanlığa boyamışsa ben de onun karanlığını toz pembeye boyamış, ışığı olmuşum. Böyle söylüyordu. Bana böyle söylemesini seviyordum. Bu onda olduğundan daha değerli hissettiriyordu bana.

Omuz silktim ve kuruyan dudaklarımı ıslatıp "Hiç..." dedim. Düşüncelerin bana sunduğu anılar yüzünden artık o kadar da istekli değildim burada olmaya. "Bugün randevularım çok doluydu, yoruldum. Bu yüzden hemen geri giymeyi planlıyordum aslında.

Kurduğum cümleyle gözleri gururla parladı. Yaptığım işte beni tam anlamıyla destekliyor olması beni öyle motive ediyordu ki. Bir an ellerini yukarı kaldırıp yanaklarıma koymak istedi ama kaldırdığı anda karşılaştığı manzarayla yüzünü buruşturup geri indirdi. Yeniden gözlerimin içine bakarken "İşinde çok başarılısın." dedi. Dudakları, gözlerindeki gururun yansımasıyla kıvrılmıştı. Bir adım daha yaklaşıp iyice dibime girdiğinde beni saran isteksizliğin yavaş yavaş geri çekildiğini hissettim. İşte ihtiyacım olan tek şey buydu ikna edilmek için. Bir parça yakınlık. "Biraz daha kal. Denemeni istediğim bir şey var, birazdan Doğu getirecek. Onu denedikten sonra seni ben bırakırım. Doğu gelene kadar benim odamda dinlenebilirsin."

Buraya kadardı. Benden asla beklenmeyecek, Çetin'den başka hiç kimsenin asla göremeyeceği bir uysallıkla başımı sallayıp onayladım onu.

Bu kez birlikte, yan yana yürüdük o koridoru ve köşeyi döndüğümüzde önümüze çıkan büyük kapıyı Çetin yerine ben açtım. İlk an bizi karşılayan karanlık, kapıdan içeri adım attığımız an beyaz bir ışıkla aydınlandığında Çetin Aral Bakırcı'nın yaşam alanı gözler önüne serildi. Büyük bir odaya açılıyordu o kapı. Odanın bir köşesinde kırık beyaz saten çarşaflarla bezenmiş büyük yuvarlak bir yatak, duvarın bir kenarı boyunca ilerleyen siyah bar tezgahı ve bir köşede L şeklinde siyah deri koltuk, koltuğun tam ortasındada bar tezgahının takımı olan büyük bir sehpa vardı. Sehpanın ortasında duran gümüş renkli küllük yarı yarıya ölü sigara izmaritleriyle doluydu. İçeride hiç pencere yoktu çünkü bu oda yer altında yer alıyordu. Tavanda sadece havalandırma delikleri vardı ve o delikler o kadar işe yarıyordu ki içerisi en az dışarısı kadar ferahtı.

Çetin odanın banyoya açılan kapısından girip gözden kaybolduğunda bar tezgahına yaklaşıp yere çöktüm. Cam kapaklardan birini kaydırdığımda isli camın benden gizlediği görüntü de gözlerimin önüne serilmişti. Muntazam bir düzenle dizilen bardaklardan en üsttekini aldım ve camı yeniden kapatıp bir diğer camı kaydırarak açtım. İşte aradığım raf buydu. Elim değişik şekillerdeki bazıları saydam bazıları koyu renkli cam şişelerde dolaştı. Üçüncü sırada aradığım şişeyi bulmuştum. Saydam renkli, bel kısmından incelen ve kıvrılan ince dikdörtgen bir şişeydi. Lara Niteç'in yedi yüz yetmiş yedi serisi olan bu alkollü içecek Dünya üzerinde tattığım en lezzetli şey olabilirdi. Başlangıçta vişneli votkayı andırsa da ondan çok daha yoğun çok daha lezzetliydi. Alkollü içecekler konusunda gerçekten bir markaydı.

Şişe ve bardağı tek elimle tutarken cam kapağı kapatıp doğruldum ve bardağı, ayna misali kendimi gördüğüm siyah bar tezgahına koyup şişenin ağzını sıkıca saran gümüş renkli jelatini yırttım. Mantar tıpayı dişlerimle bir çırpıda çıkardığımda hafif bir pıt sesinin ardından şişenin içinden küçük bir dumancık çıktı. Burnum önce alkolün o yakıcı kokusuyla yansa da hemen ardından gelen ferah vişne kokusu ağzımı sulandırmıştı.

Şeffaf renkli sıvıyı yavaşça bardağa doldururken sonunda Çetin banyodan çıktı. Üzerine yeni beyaz bir tişört ve siyah bir eşofman altı geçirmiş, ıslak saçlarını beyaz bir havlu yardımıyla kuruluyordu. Yarısına kadar dolan bardağı dudaklarıma götürüp bir yudum aldığımda hangisi daha lezzetli diye kendi içimde münakaşaya girmiştim. Çetin mi yoksa yedi yüz yetmiş yedi mi?

Çetin saçlarının ıslaklığını almış olacak ki elindeki havluyu umursamazca köşedeki L koltuğa doğru fırlattı ve bana doğru yürümeye başladı. Kalçamı tezgaha yaslarken gözlerimi kırpmadan onu izliyordum. Kehribarlarında haylaz bir parıltıyla tam önümde durduğunda kararımı vermiştim. Çetin Aral'ın dudaklarından içilen bir yedi yüz yetmiş yedi kesinlikle en lezzetlisiydi.

Ellerini belimin iki yanından tezgâha yaslarken gözleri ile bardağı işaret edip "Bundan çok daha lezzetlisi geliyor birazdan." diye mırıldandı. Ona alttan alttan bakarken elimdeki bardaktan bir yudum daha alıp gözlerimi kapattım birkaç saniye ve o yoğun tadın tadını çıkardım. Geride tatlı bir vişne tadı kaldığında gözlerini açıp "Bundan daha lezzetlisi mi?" diye sordum. Çetin onun ürettiği tüm o içeceklerden en sevdiğimin yedi yüz yetmiş yedi olduğunu çok iyi biliyordu. Okul zamanları babam tarafından hafta içleri alkol almam yasaklanmış olsa da hafta sonları serbest olduğumdan cuma günü akşamı evime birkaç şişe kargoladığı bile oluyordu. Babam etkeni yüzünden kendisi getirmeye pek cesaret edemiyordu. Kimseden çekincesi olmayan bu adam babamdan yani Kenan Doğan'dan deli gibi çekiniyordu. Nedeni yine bendim.

Babamın Çetin'i bu konuda taktir ettiğini ona hiçbir zaman söylememiştim. Öyle ki babamın hangi restoranına giderseniz gidin içecekler kısmında Lara Niteç markasını bulabilirdiniz. Adını dünyaya duyuran bir şeften lezzet olarak tam not almıştı Çetin bu içeceklerde.

Neyse konumuz bu değildi, Çetin babamdan çekinmeye devam edebilirdi. Onun kıvranışlarını izlemek eğlenceliydi.

"Çok iddialı..." diye devam ettim cümleme ve gülüp bir yudum daha aldım elindeki bardaktan. Çetin başını eğip toplu saçım yüzünden açıkta kalan boynuma dudaklarını yaslayıp derince öptü boynumu. Bir yandan da derin derin soluklarla kokumu içine çekiyordu.

"En az senin kadar..." diye cevap verdi sözlerime ve daha ne olduğunu bile anlayamadan Çetin tarafından kaldırılıp bar tezgahına oturtuldum. Beklemediğim bu hareket dudaklarımdan önce bir çığlığın ardından da kahkahanın kopmasına neden oldu. Bacaklarımın arasına yerleşip kollarını belime doladığı tüm bu süreç boyunca yüzü bir an olsun boynumdan ayrılmamıştı. Yakıcı nefesleri tenimi kavururken boynumun kıvrımına yaslı halde duran dudakları beni uyarıyordu adeta. Nemli saçlarından yayılan o mentol kokusu ciğerlerime doldukça kokusunu daha çok içime çekmek istiyordum. Bir haftadır öyle özlemiştim ki...

En sonunda yüzünü boynumdan çekip yüzümün hizasına getirdi. Elinin biri de belimden çekilmiş yanağıma yerleşmişti. Kehribarları dudaklarıma düştüğünde bedenimin beklentiyle kasıldığını, dudaklarımın bu istekle yandığını hissettim. Parmağı elmacık kemiğimin üstünü tüy hafifliğinde okşarken yüzü yüzüme doğru eğildi eğildi eğildi. Sıcak nefesini dudaklarımın üzerinde hissettiğim an nefes nefes kalmıştım bile çoktan. Onun göz kapakları gözlerinin üzerine örtüldü ama ben gözlerimi açık tutmayı başardım. Dudakları tam dudaklarıma dokunacağı sırada tüm irademi üzerime giyinip bedenimi geriye doğru eğerek temasından kaçtım. Boşta duran elimin işaret parmağı Çetin'in dudaklarına yaslanırken ben diğer elimdeki bardağı dudaklarıma götürüp içinde kalan sıvıyı yavaşça içtim.

Göz kapakları yeniden yukarı kalkıp kehribarları bir güneş gibi parlarken kızgın görünüyorlardı. Başını geriye doğru çekip parmağımın baskısından kurtardı kendini be kısık bakan bakışlarıyla "Oyun mu oynamak istiyorsun?" diye sordu. Masum masum omuz silkip kirpiklerimi kırpıştırırken "Prensip meselesi, sevgilim olmayan adamların beni öpmesine izin vermiyorum." dedim ve bacaklarımı kendime doğru çekip Çetin'in alanından kurtularak tezgahtan aşağı indim. Omzumun üstünden ona baktığımda derin derin nefeslerle kendini sakinleştirmeye çalıştığını gördüm.

Ben bardağımdaki içeceğimi tazelerken "Yine mi aynı konu?" diye yakındı, ses tonundan bile anlaşılıyordu ne kadar sıkıldığı. Önceden içtiğim tekilaların üzerine bir de yedi yüz yetmiş yedi eklenince, kanıma karışan alkolü iyiden iyiye hissetmeye başlamıştım. İrademi kaybetmemek adına Çetin'in çekim alanından uzaklaşmak için L koltuğa doğru yürümeye başladım. Biraz önceki temasları yüzünden hâlâ tüylerim diken dikendi. Eğer biraz nefes almazsam gecenin sonunu yatakta bitirmemiz kaçınılmazdı ve bu hiç eğlenceli olmazdı. Tamam çok eğlenceli olurdu ama Çetin'in zor durumda kalışını izlemek beni daha çok tatmin ediyordu.

Kendimi koltuğa bırakıp elimdeki bardaktan bir yudum daha aldım ve "Bizim seninle başka konumuz mu var ki Çetin?" diye sordum. Gergin omuzları ve tezgahı sıkmaktan beyazlaşan parmak boğumlarıyla bir süre olduğu pozisyonu korudu. En sonunda bana döndüğünde onu hiç bu kadar yorgun görmemiştim. Birlikte bu odaya gelirken aklından geçen senaryoların çok daha farklı olduğundan emindim. Eğer çok düşünmüyor olsaydım o senaryolar muhtemelen şu an gerçekleşiyor olurdu ama düşünmeden duramıyordum işte. Huyum kurusun...

Bacak bacak üstüne atıp oturduğum yere daha çok yayıldım ve bir yudum daha içtim. Çetin tezgahtan ayrılıp bana doğru bir adım attığında bardağı dudaklarımdan çekip "Şişeyi de getirebilir misin?" diye sordum umursamaz bir sesle.

Sıkıntıyla oflayıp tüm sinirini şişeden çıkarmak istiyormuş gibi kavradı şiseyi ve birkaç büyük adımda önüme gelip koltuğa oturmak yerine hemen önümde dizlerinin üzerine çöktü. Şişe hâlâ elindeydi. Önce şişeyi arkasında kalan sehpaya koymaya yeltendi ama sonra bundan vazgeçip dudaklarına yasladı ve şeffaf sıvıdan büyük birkaç yudum aldı. İşte diye düşündüm. Şu an tam sırası... Bacak bacak üstüne attığım ayaklarımı ayırıp yaslandığım yerden doğruldum ve Çetin şişeyi dudaklarından çektiği an çenesini tutup dudaklarımı dudaklarına yasladım. Size söylemiştim Çetin Aral'ın dudaklarından içilen bir yedi yüz yetmiş yedi kesinlikle en lezzetlisi diye. Anında dudaklarını aralayıp büyük bir memnuniyet ile öpücüğüme karşılık verdiğinde dilim ağzının içini keşfe çıkmıştı bile. Dudaklarının tadına karışan o alkol ve vişnenin eşsiz tadı damağıma yayıldığında inlemekten alamadım kendimi. Çetin başını sola yatırıp öpüşmeyi derinleştirmeye niyetlense de buna izin vermeye benim niyetim yoktu. Son kez dudaklarımın arasında kalan üst dudağına yumuşak bir diş darbesi bırakıp kendimi geri çektim ve arkama yaslanıp içkimden bir yudum daha aldım.

Hâlâ istediğini tam olarak alamamış olsa da yine de siniri bir nebze yatışmış bir halde dudaklarını yalayıp "Gerçekten oyun oynuyorsun değil mi?" diye sordu.

Gözlerim elimdeki bardakta oyalanırken başımı iki yana sallayıp gayet rahat bir tavırla "Sana yerini hatırlatıyorum." diye mırıldandım. Ardından bakışlarımı yüzüne çevirip "Sen beni her istediğinde öpemezsin artık Çetin, eğer ben istersem bu gerçekleşir." diye ekledim.

Bir anda diz çöktüğü yerden kalktı ve üzerime doğru eğilip bir elini ince boynuma sardı. Hayır canımı yakmıyor ya da bunu amaçlamıyordu. Bana hatırlatıyordu. Nazikçe tuttuğu o boynumla birlikte bana yaptıklarını, verdiği zevkleri, bu tutuşu ne kadar sevdiğimi... Bacaklarım iki bacağının arasında kalmışken onun bir ayağı yerde diğeri diz kapağından kırılmış bir vaziyette koltuktaydı. Boştaki koluyla başımın hemen yanında koltuğun arkalığını kavramıştı.

Baş parmağı ağır ağır tenimi okşarken yüzünü yüzüme yaklaştırdı ve "Bu oyundan artık çok sıkıldım Aymar!" diye fısıldadı yüzüme karşı. "Dört aydır nedenini bilmediğim bir şekilde, dilinden düşmeyen bir ayrılık kelimesi var ama unuttuğun bir nokta da var Aymar. Biz seninle ayrılamayız, kopamayız birbirimizden. Ne sen bensiz yapabilirsin ne de ben sensiz olabilirim."

En sonunda noktayı koyarcasına dudaklarını alnıma yasladı. Her bir kelimenin üzerine, anlamamı istiyormuşçasına, basa basa konuşmuştu. Haklılığını vurgularcasına. Dünya üzerindeki en büyük aptal olmayı kabul ediyor ve bu adamı çok seviyordum. Yelkenlerim suya inmek üzereydi. Her seferinde onu kendi içimde affederken şimdi bir de onun ve tüm okulun gözünde onu bilmem kaçıncı kez affetmek üzereydim.

Neredeyse...

Canımın yine ve yeniden yanacağını bile bile...

Özlemin ateşiyle kavrulup arzuyla titreyen dudaklarım tam konuşmak ve kabullenmek için aralanıyordu ki imdadıma yetişen şey kapı oldu. Çetin yenilgimi anladı mı bilmiyorum ama üzerimden çekilirken artık daha rahat gibi görünüyordu. Gözleri yine o sevgi ve şefkatle harmanlanan ifadeye bürünürken "Geldi..." diye mırıldandı ve kapıya doğru gitti. Büyük kapıyı açıp kendine doğru çektiğinde Doğu görünmüştü. Koyu renk saçları, kahverengi gözleri vardı. Güneşte kavrulmuşçasına bronz teniyle ve yüzündeki inci gibi dişlerinin süslediği serseri gülüşüyle tüm kızların kalbini çalmayı başarıyordu. Buna benim yakın arkadaşlarım da dahil. Özellikle Betül...

İçeri girdiği an gözleri beni buldu. Elindeki koyu renkli cam şişeyi bar tezgahının üzerine bırakırken yüzündeki serseri gülüşü silinmiş ciddi bir ifadeye bürünmüştü. Kahverengi gözlerini benden ayırmadan "Seni burada bulduğum iyi oldu." dedi ve devam etti. "Telefonun nerede senin?" Ciddi ses tonu kaşlarımı çatmama neden olurken oturduğum yerden kalkıp elimdeki bardağı sehpanın üzerine bıraktım ve sorusuna cevap verdim.

"Çantamın içinde arabada kaldı."

Arka cebinden kendi telefonunu çıkarıp yavaşça bana doğru attığında bir an ne olduğunu anlayamasam da son anda refleksle telefon yüzüme çarpmadan havada yakalayabildim.

Hala çatık duram kaşlarımla bir telefona bir Doğu'nun yüzüne bakarken "Kenan amcacığım beni aradı." dedi. Bunu söylerken bakışları Çetin'e kaymış ve nispet yapar gibi söylemişti. Sonra yeniden kahveleri bana odaklandı. "Sana ulaşamamış ve önemli bir konu varmış. Onu görürsen beni hemen arasın dedi."

Babamın bana ulaşamadığı anlarda arkadaşlarımı araması yeni bir şey değildi ama evden çıkarken ona haber vermiş ve geç kalacağımı söylemiştim. Bu durumda beni aramaz rahat bırakırdı. Bahsettiği konu gerçekten çok önemli olmalıydı. Bakışlarım Doğu'nun yüzünden telefona kayarken içime bir sıkıntınım kötü kokulu sisi yayılmaya başlamıştı. Derin bir nefesi aldığım sırada Çetin'in Doğu'ya "Kenan amca niye seni arıyor?" diye sorduğunu duydum. Sesinden akan kıskançlık oksijen niyetine solunacak cinstendi. Bakmasam bile Doğu'nun dudaklarının sinir bozucu bir şekilde iki yana kıvrıldığına emindim. "Çünkü beni daha çok seviyor." diye cevap verdi Çetin'e.

Onları görmezden gelip arkamı döndüm ve telefonun kilidini açıp babamın numarasını tuşladım. Daha ilk çalışta "Doğu, oğlum buldun mu Aymar'ı?" diye açtı telefonu. Sesi endişeli geliyordu. Biraz önce yaşananların boğazıma ektiği pürüzler gitsin diye boğazımı temizleyip "Benim baba." diye karşılık verdim ona. Sesimi duymuş olmanın vermiş olduğu rahatlıkla derin bir nefes aldığını işittim ahizeden ve akabinde "Prensesim..." diyen sesini... Rahatlıkla aldığı o nefesin aksine sesi hâlâ endişeli ve gergin geliyordu. Bir sorun vardı.

"Telefonumu arabada bırakmış..." diye açıklama yapmaya giriştim ama "Tahmin etmiştim." diyerek sözümü kesti. Benden pek açıklama istemezdi, her koşulda güvenirdi bana. Onun gerginliği bana da bulaşırken elimi enseme atıp parmaklarımla boynumu sıktım ve "Bir sorun mu var baba?" diye sordum en sonunda. Bir sorun olduğunu biliyordum, hissediyordum.

Yumuşacık gelen sesiyle "Aymar kızım, şimdi beni iyi dinle..." diye girdi söze. Ardından güven veren sesiyle devam etti. "Hiçbir şey yapmak zorunda değilsin. Görüşmek istemezsen, Naci'yi ararım senin gibi oda ayırır ve otele gidip orada kalırsın ben sonra gelip seni alırım. Bu tamamen sana kalmış tamam mı?"

Sözlerinden hiçbir şey anlamazken bu ifadelerime de yansıdı ve yüzüm buruştu, ensemi daha sert sıktım.

"Söylediklerinden hiçbir şey anlamıyorum baba, ne demek istiyorsun?"

Bir süre sessizlik oldu, belki birkaç saniye belki birkaç dakika... Emin değilim. En sonunda konuştuğunda sadece iki kelime söylemişti. İki kelime... Bu hayatta duymayı en son isteyeceğim, belki de hiç istemeyeceğim o iki kelime...

"Annen burada..."

🃏🎲

Bölümü nasıl buldunuz?

Şimdi herkes hemen Çetin'e karşı cephe almadan önce şöyle bir açıklama yapmak istiyor ve daha ilk andan büyük bir spoiler veriyorum agkahsksjs Hiçbir şey göründüğü gibi değil! Bunu bilerek okumaya devam edin olur mu?

Zaman ayırıp okuyan herkese sonsuz teşekkürler. Çok seviliyorsunuz💝


Loading...
0%