@saniyesolak
|
Sellam✨
Nasılsınız diye sormaya utanıyor insan bu aralar. Ezbere verilen iyiyim cevabını söylemekten ve duymaktan...
Üzerinden geçen bir haftaya rağmen hâlâ atlatamadığım güzel kızlarımın ölümü... Hayır onları tanımıyorum ama yine bizim ülkemiz şaşırtmadığından ve daha toprakları soğumadan haklarında korkunç iddialar atıldığından ortaya... Çok çirkin, hatta neredeyse caniyi mağdur gösterecek iddialar... Asılsız, kanıtsız... Ama yurdumun güzel insanı, kadın suçlanmaya dursun inanmaya öyle meyilli ki... İşte bu yüzden güzel kızlarım diyorum... Konu ne olursa olsun bunun adı cinayet ve bunu hiçbir şey değiştirmeyecek... Korkunç bir şekilde, vahşice işlenilmiş bir cinayet...
Nur içinde yatın güzellerim, mekânlarınız cennet olsun🥀
Ama değinmek istediğim başka bir konu daha var ki çok alâkasız bir şekilde beni bu olayla bağladı. Bu bölümün gecikme nedeni...
Belki biliyorsunuzdur belki bilmiyorsunuzdur, Kukla adında bir kitabım daha var. Adını anmak istemediğim caninin evinden çıkan eşyaların arasında da Kukla adında basılı bir kitap varmış. Yazarının adı Daniel Cole. Kitabın resminin gözükmesine rağmen bu kitabın benim kitabım olduğunu zannedenler oldu. Çok büyümedi olay Allah'tan ama bu durum bana yazdıklarımı bir sorgulattı.
Çünkü Kukla kitabımda bende psikopat bir kişiliği yan karakter olarak ağırlıyorum.
Sonra durdum ve düşündüm. Ben iyi bir amaç için girdim bu işe ve normalleştirmekle ya da sempatizanlığını yapmakla uzaktan yakından alakam yok. Bu yüzden o sahneleri silme düşüncemi geri plana atmayı başarabildim.
Ve tüm bu inişler çıkışlar beni duraksattı, bu nedenle de bölüm bir haftaya yakın bir süre gecikti. Normalde geçtiğimiz pazar günü yayında olmasını planlamıştım ama işte...
Neyse ki sonunda yayındayız.
Umarım sevdiğiniz bir bölüm olur ve umarım hepimiz güzel yarınlara uyanırız. Uyanabiliriz umarım...
Keyifli okumalar diliyorum.
🎲🃏
AYDA AYDIN'DAN:
Rüyada mıyım?
Şu son yaşananlar gerçekten yaşandı mı yoksa zihnim bana oyun mu oynuyor?
Birazdan uyanır mıyım bu rüyadan hayatımın yalnız gerçekliğine?
Uyanmak istemiyorum...
Rüyaysa bile hep burada kalmak istiyorum, bu hatıralarda.
Annem hafta sonu arkadaşlarımla bir alışveriş merkezinde buluşmama izin verdi.
Hiç umudum yoktu ondan izin almak için kapısına giderken ama verdi.
Beliz Aydın, yani annem... Yalvarmama gerek bile kalmadan, arkadaşlarımla buluşmama izin verdi.
Daha konunun burasından çıkamıyordum ama çıktığım an geleceğim yer, hafta sonu bir şeyler yapabileceğim arkadaşlarımın olması olacaktı.
Elimdeki telefonun ekranını yana kaydırıp bir sonraki fotoğrafa göz atarken rüyada olmadığıma biraz daha ikna ettim kendimi.
Ne çok seviyorlarmış fotoğraf çekmeyi...
Ben hiç sevmezdim...
Konunun fiziksel görünüşümle ilgisi yok sayılırdı, sadece fotoğraflarda yalnızlığım daha çok yüzüme vuruyordu. Çünkü fotoğraf çekilecek bir arkadaşım da yoktu.
Sıradaki fotoğrafa baktım.
Bazen önde Aymar oluyordu, bazen Betül, bazen de Shila... Tamamen onlara bırakmıştım bu işi ve gerçekten poz verme konusunda çok iyilerdi. Göze hitap etmeyen fotoğrafların bozuk ayrıntısı genelde bendim; ya gözüm kapalı çıkmıştı ya da gülümsememde eğreti duran bir şeyler vardı. Onlar ise her karede kusursuz duruyorlardı. Hayatları kamera karşısında geçmiş gibi... Birbirlerine o kadar uyumlulardı ki kıskanmamak elde değildi. Daha doğrusu imrenmemek...
Yine de aralarında o kadar da sırıtmadığım üç fotoğraf seçebildim. Diğerleri çok kutumun derinliklerine gömüldüğünde galerimde hatıra olarak kalacak fotoğraflar bulabildiğim için mutluydum.
Arabanın durduğunu hissettiğimde başımı telefondan kaldırıp dışarı baktım, eve gelmiştik ve hiç sürpriz olmayan bir manzara beni karşılamıştı. Annem kapıda bekliyordu.
İşte başlıyorduk...
Arabanın kapısı şoför tarafından açılırken derin bir nefes alıp kendimi bu ana hazırlamaya çalıştım. Ne kadar mümkünse tabii...
Şoförüm Burak abi yanımdan ayrılıp arabanın arkasına dolandı ve bagajdan alışveriş torbalarını çıkarmaya başladı. Annemse daha arabadan inmemi bile beklemeden önümde bitmiş ve elini bana doğru uzatıp "Fişler?" demişti.
Tavrı ve bakışları karşısında ezilirken bakışlarımı ondan kaçırıp elimdeki çantayı ona uzattım. "İşte..." diye mırıldandım zayıf bir sesle. "Hepsi çantamda."
Ezici bakışları yüzümün her bir kulvarında dolanıyordu. Çantamı parmaklarımın arasından sökercesine alıp, birkaç adım gerisinde duran yardımcımız Gülfem Hanım'a doğru "Gülfem, alışveriş poşetlerini benim odama götür." diye emrini verdi.
Her ne kadar bu muameleye alışık da olsam utancın yanaklarımda vücut bulmasına engel olamadım, yanaklarım eminim ki kıpkırmızı olmuştu o utançtan. Bunu herkesin içinde yapmak zorundaydı değil mi? Bu şekil beni bu huyumdan vazgeçirebileceğine inanıyordu. Anlamadığı şey, bu davranışlarının beni böyle olmaya ittiğiydi.
"Anne..." dedim yalvarırcasına. Arabadan dışarı adımımı atarken Gülfem hanımın bakışlarının ara ara bize dokunduğunu görmek daha fazla ezilmeme neden oluyordu. Tam karşısında durdum annemin. Zarif ayaklarını saran uzun topuklu stilettolar yüzünden benden bir hayli uzun duruyordu. "Gerçekten buna gerek yok..."
Annem yalnızca gözlerimin içine bakmakla yetindi. Ardından boştaki eli uzanıp üzerimdeki montumun ceketlerini kontrol etti. Gözlerim hayal kırıklığı ile kapanırken iç çekmekten başka hiçbir şey yapamamıştım. Neden kalbimin kırıldığını bile anlayamıyordum şu an. Ya da hayal kırıklığına uğradığımı... Bu Beliz Aydın'ın her zamanki haliydi işte...
"Gerek olup olmadığına ben karar veririm Ayda. Şimdi lütfen sende odama geç."
Çöken omuzlarımla yanından geçip eve doğru adımladım.
Düşünme Ayda... Düşünürsen güzel geçen gününü kendine zehir edersin...
"Şu arkadaşların?" diyen sesini duyduğumda üst kata çıkan merdivene ilk adımımı atmak üzereydim. Omzumun üzerinden dönüp anneme baktım, peşimden geliyordu. "Bana onlardan bahset... Seni davet eden kimdi, neler yaptınız? Gününü anlat bana."
İşte annemde sevdiğim sayılı şeylerden biri... Benimle konuşuyor olmasıydı. Her gün olmasa da çoğu zaman, gün içinde neler yaptığımı dinlemek isterdi. Bunun nedeninin sorun çıkarıp çıkarmadığımı öğrenmek olması umurumda bile değildi. Annem de babam da o kadar meşgullerdi ki normal hayatlarında; bana ayırabilecek vakti bulmak zordu onlar için. Bu yüzden ona günümü anlattığım zamanlar benim için altın değerindeydi.
Odasına girerken konuşmaya başladım.
"Beni davet eden kızın adı Aymar... Aymar Doğan. Diğerleri de onun arkadaşları zaten. Shila ve Betül..."
"Shila mı?" diye sordu annem. "Yabancı mı, nereli?"
Odasındaki tekli koltuğa usula yerleşip onun işini bitirmesini beklerken, "Nereli olduğunu soramadım." diye cevap verdim. "Ama siyahi melezi..."
Aldığım alışveriş poşetlerini bir bir yatağa dökerken bana arkası dönüktü. "Peki Aymar dediğin, o kim, nasıl biri?" diye sordu. Etiketlerle fişleri karşılaştırıyor, çaldığım bir şey olup olmadığına bakıyordu. Psikolog size kleptoman teşhisi koyduğu andan itibaren bu hayatınızın bir rutini haline geliyordu.
Takılmamaya çalıştım.
"Aymar..." diye mırıldandım. Tüm hafta boyunca o kadar yoğundu ki, bu hafta ilk kez bu konuşmayı yapıyorduk, bu nedenle ilk kez ona okulumdan falan bahsedecektim. "Garip biri... Henüz tam olarak çözebildiğim söylenemez ama... Olmak istediğim her şey diyebilirim."
"Olmak istediğin her şey mi?"
Bu sözlerim annemi durdurmuş ve elinde tuttuğu bluzla başını çevirip bana bakmasına neden olmuştu. Başımı sallayarak onayladım onu ve gözlemlediğim kadarıyla anlatmaya başladım. "Çok zeki bir kere... Derslerde inanılmaz aktif ve öğretmenlerle arası genel olarak çok iyi. Öyle ki öğretmenler o gelmeden derse başlamıyorlar çünkü o olmadığında sınıfı zapt edemiyorlar. O varken garip bir şekilde sınıf susuyor." Tüm hafta boyunca en çok dikkatimi çeken şeylerden biri buydu. Öğretmenlerden daha büyük bir otoriteye sahipti okulda. Kısacık bir an durup düşündüm. "Özgüvenli mesela. Çok özgüvenli, attığı adımlardan bile bu belli oluyor."
Beni o kızların elinden kurtardığı anı düşündüm. Adının Derya olduğunu öğrendiğim, beni sıkıştıran kızı sadece bakışları bile bastırmaya yetmişti. Söylediği laflara girmiyordum bile...
Ama bu kısmı anneme anlatamazdım. Sorunu yine bende arardı çünkü.
"Ne istediğini bilen biri yani kısaca, bilen ve alan..."
Bende ne istediğimi biliyordum ama alma konusunda pek iyi sayılmazdım. Hayır bu bir yalan, alma konusunda hiç iyi değildim.
Annem elindekileri yatağın üzerine gelişi güzel bırakıp bana doğru adımladı ve yanımda duran diğer tekli koltuğa oturdu zarif bir hareketle. "Sesinden özendiğini anlıyorum?"
Sıkıntı dolu bakışlarım yatağın üzerine dağılan yeni aldığım kıyafetlerde dolanırken "Özenmemek elde değil ki..." diye mırıldandım. "Her bakımdan mükemmel biri, notları mükemmel, mükemmel giden bir ilişkisi var, kendine ait bir işi var, dış görünüşü mükemmel..." Sıradaki söyleyeceğim sertçe yutkunmama neden oldu. Bakışlarım yataktan anneme kayarken kucağımdaki ellerimle oynamaya başlamıştım bile. "Ayrıca..." diye mırıldandım son harfi uzatarak. "Babası ile ilişkisi de mükemmel. Babamın bana ayıracak vakti hiçbir zaman olmadı ama bugün onun babasının restoranına yemek yemeye gittiğimizde..."
"Bir dakika..." diyerek araya girip sözlerimi yarıda kesti annem. Bir an sesi kulağıma fazla gergin gelmişti ama yüz ifadesi sabit durduğundan takılmadım. Günün yorgunluğu vardı üzerimde, muhtemelen ben yanlış anlamıştım. "Babasının restoranı derken? Alışveriş merkezinde buluşmayacak mıydınız? Nereden çıktı bu restoran?"
Omuz silktim. "Aymar oraya gitmek istedi. Vegan zaten kendisi, bu nedenle her yerde yemek yemiyormu..."
"Ayda, bu bana neden haber verilmedi?"
Kızgın çıkan sesinden dökülen soru, yine sözlerimin önüne barikat gibi oturmuştu. Hayır bu kez göz yanılması falan değildi, ses tonundan bakışlarına kadar kızdığı net bir şekilde belli oluyordu.
Kaşlarım çatıldı istemsizce. Bunda kızacak ne vardı ki?
"Ben..." diyebildim sadece, ne diyeceğimi bilemeyerek. Böyle bir tepki vereceğini asla tahmin edememiştim. Sadece gittiğimi duyduğu için böyle tepki veriyorsa ne yediğimi öğrendiğinde kopacak olan kıyameti düşünmek bile istemiyordum.
"Odana git Ayda..." dedi sadece. Ardından ayağa kalkıp yatağın baş ucundaki komodinin üzerinde duran telefonunu aldı.
Nasıl yani? Daha yediklerime ve içtiklerime, onların kalorilerine gelmeden mi gönderiyordu beni?
İyi de neden?
Ne olmuştu ki şimdi birkaç dakika içinde?
Kafam karmakarışık bir hâlde çıktım odasından. Gerçekten anlayamıyordum neler olduğunu. Neye kızmıştı bu kadar?
Söylediklerimi yeniden gözden geçirdim odama gidene kadar ama absürt, hoşuna gitmeyecek bir şey bulamadım. En azından bu kadar sert tepki vereceği bir şey...
Derin bir nefes alıp üzerimi bile değiştirmeden bedenimi gelişigüzel yatağa atarken hâlâ aklımda bu konu vardı. Sonra omuz silktim. Beliz Aydın'a akıl erdirebilmek ne zaman mümkün olmuştu ki?
Bu yüzden bunu görmezden gelmeyi tercih ettim ve birkaç dakikadır uzandığım yataktan kalktım. Biraz yatıp dinlenmek istiyordum ama vaktim yoktu.
Hızlı bir duşun ardından üzerimi giyinip havlunun saçımdaki ıslaklığı almasını beklerken çalışma masama geçtim. Ders çalışmam gerekiyordu. Özellikle matematik ama... Sadece birkaç dakika... Belki birkaç saat... Kendi yazdığım kurgumla ilgilenmek istiyordum... Genel ilhamı kaçırmamak adına... Annem gelip kontrol etmeden önce yazabildiğim kadar...
Bilgisayarımı açıp kitabımın dosyasına tıkladığımda Aymar'ın söylediği aklıma geldi. Bana kitabının linkini at demişti. Kararsızlık tenime sindi, derimin altına nüfuz etti. İçimde bir yerlerde atmaya hevesli bir taraf vardı ama atmadım. Daha önce başıma geldiğinden biliyordum, yarın olduğunda karşıma geçip 'sadece seninle dalga geçiyordum, salak mısın da ciddiye aldın' fıkrasını dinlemeyi gerçekten istemiyordum.
İnsanların hayallerinizle alay etmesinden daha can sıkıcı çok az şey vardı hayatta... Hayallerinizi ellerinde ve dillerinde oyuncak etmesinden... Başıma çok geldiğinden biliyordum. Yine de pes etmemeye kararlıydım çünkü yapmayı sevdiğim çok az şeyden biriydi yazıya döktüğüm bu hayalim. Ve birilerinin bunu elimden almasına izin vermeye niyetim yoktu.
Özellikle de annemin...
Beni kendi istediği gibi yoğuruyor, kendi istediği kalıpta pişiriyordu. Sorun değildi, ben araya minik bir gıda boyası damlatabildiğim sürece...
🎲🃏
AYMAR DOĞAN'DAN:
"Şizofreni, genetik faktörlerle ilişkili bir hastalıktır. Birinci derece yakın akrabalarda bu gibi rahatsızlıkları olan birinin kendisinde de bu hastalığın gelişmesi riski oldukça yüksektir."
Dudaklarından alaylı bir hıh sesi döküldü ve yönünü yeniden asansöre çevirip kabine girdi. Kapılar kapanmadan önceyse tek bir şey söylemişti.
"Ve tesadüfe bak ki Çetin'in annesi şizofreni hastası bir kadın."
Hayatın acımasızlıklarla dolu bir yer olduğunu biliyordum. Ben o kadar da nasibimi almamıştım bundan; mükemmel bir babaya sahiptim, her koşulda yanımda olan beni seven ve koruyan bir babaya... Anne yokluğunu bana hiç aratmayan bir babaya...
Ama Çetin için aynısı geçerli değildi. Hasta bir anneyle yaşamak bir yana, hayranı olduğu babasını kaybetmek... Annesini pek çok kez ölümün kıyısında görmek ve hatta o kıyıdan kendi elleriyle çekip almak...
Tüm bunları yaşamak zorunda kalan ben olsaydım kaldırabilir miydim emin değilim. O kaldırmakla kalmıyor dimdik bir şekilde ayakta durabiliyordu.
Ama hayat asla durmuyordu.
Halasının sıktığı o kurşunun tam kalbini delip geçtiğine anbean şahit oldum. Sert çehresi artık çelik gibi duruyordu, çenesindeki kasılan kasların hareketini görebiliyordum.
Benim sevgilimin şu an canı yanıyordu.
Benim canım sevgilimin canı şu an çok yanıyordu.
Halası gideli ne kadar süre olmuştu bilmiyorum ama ayaklarım en sonunda hareket ettiğinde Çetin hâlâ asansörün kapalı kapısına bakıyordu.
Aramızda birkaç adım mesafe kaldığında ancak kendine gelebildi ve alev alev yanan kehribarları kısacık bir an yüzümde gezindi. Öyle çok duygu geçiyordu ki gözlerinden, onlara yetişmek neredeyse imkânsızdı. Yetişmeye de çalışmadım zaten. Orada acının yattığını bilirken diğer duygularını nasıl umursayabilirdim ki?
Sertçe yutkunduğuna şahit oldum önce. Ardından gözlerini çekip bana sırtını döndü ve "Odaya dön Aymar..." diye fısıldadı. "Birazdan geleceğim."
Onu dinlemedim.
Bana Aymar demesini istemedim o an, ben onun ışığıyken daha güzeldim.
Aramızdaki mesafeyi sıfıra indirirken kollarımı ince beline sarıp ona arkadan sarıldım. Ayak parmaklarımın ucunda yükselip alnınmı bizi temsil eden o dövmenin üzerine yaslarken gözlerimi kapatmıştım.
Vücudundaki tüm kasları kasıldı. Sert nefes alış verişlerini, kalbinin öfkeyle gümbürdeyişini en yalın haliyle hissettim.
Canımın canı yanıyordu ve bu kalbimi acıtıyordu.
Başımı kaldırıp çizdiğim kartal ve kız dövmesinin üzerine dudaklarımı bastırdığımda nefes alış verişleri yavaşça düzene girmeye başladı, kalp atışlarının normal ritmine dönüşü dudaklarımın ucundaydı.
"Halan tam bir vizyonsuz..." diye fısıldadım tenine doğru, dövmenin üzerine yeni bir öpücük kondurmadan hemen önce.
Güler diye bekledim ama gülmedi. Karnının üzerinde birleşmiş ellerimin üzerinde büyük elinin sıcak baskısını hissettim. Tek eliyle iki elimi birden kavramıştı.
"Şizofren değilim." dedi net bir sesle. Sesi ne kadar net çıkarsa çıksın orada duran çaresizliğin soluğunu hissedebiliyordum.
Dövmenin üzerini bir kez daha öpüp "Değilsin..." diye fısıldadım. Sonra yeniden alnımı yasladım oraya. Bana kalsa yanağımı yaslardım ama boyun yetmiyordu. "Ama olsan da bu bir şeyi değiştirmez bunu biliyorsun değil mi?"
Ellerimin altındaki kasları bir kez daha kasıldı. Parmak uçlarım usulca teninin üzerinde gezinmeye başlarken "Bu şey..." diye mırıldandım. "Halanın bahsettiği gibi bir şey değil..." Bu konuyu araştırırken okuduklarım gözlerimin önünden geçiyordu adeta. "Evet genetik faktörler etkili ama sadece bu değil... Yoğun stres, psikolojik ve fiziksel baskılar ve daha bir sürü şey... Hepsi şizofreniyi tetikleyecek faktörler. Her insanın biraz şizofreni olma ihtimali vardır Çetin. Senin olduğu kadar benim de var..."
Cümlelerimin sonuna doğru ellerimi kaplayan ellerininin artan baskısını hissettim ve ellerimi teninden usulca ayırdı. Ardından kollarımın arasında dönüp ellerimi yeniden beline yerleştirmiş ve kendi kollarını da etrafıma dolamıştı. Şimdi çenem göğsüne yaslıydı ve ona alttan alttan bakarken o da başını eğmiş bana bakıyordu.
"Tüm bunları nereden biliyorsun?" diye sordu usulca. Sesindeki şaşkınlık, ferah nefesinden yüzüme akıyordu.
Omuz silktim. Bunu ona hiç söylememiştim. "Annenin rahatsızlığını öğrendiğimde araştırmıştım." Yüz kasları şaşkınlıkla kasılırken sertçe yutkundu, belirgin adem emlasının hareketini takip ettim kısacık bir an. Dudaklarım o noktaya dokunma isteği ile karıncalandı. "Hayatımda hiç şizofreni hastası biri ile karşılaşmamıştım. Ona nasıl yaklaşmam gerektiğini bilmiyordum ve ilk tanışmamızda onu incitmekten korktum."
"Aymar..." diye fısıldadı Çetin ne diyeceğini bilemiyormuş gibi. Kehribarlarına bir ateş düşerken hızlanan kalp atışlarını bu kez çenemin ucunda hissettim. Bir elinin ne zaman belimden ayrıldığını bilmiyordum ancak o eli yanağıma yerleşti ve büyük avucunun içinde bir an yüzüm küçücük kalmış gibi hissettim.
Yüzümü kendine doğru kaldırdı, yetmeyince belimdeki koluyla bedenimi havalandırdı, ayaklarım bir an boşluğa düşmüştü ama kimin umurundaydı ki? Çetin'in kollarındaysam asla düşmeyeceğimi biliyordum. O buna asla izin vermezdi.
Kendi başını da eğip sertçe dudaklarıma kapandığında artık gerçekten bulutların üzerindeydim. Aynı şiddetle karşılık vermeye çalıştım ama ona yetişmem mümkün değildi. Ayaklarımı yerden keserken kana kana içti beni, sanki ruhumu dudaklarımdan kendi içine çeker gibi. Ruhumun da hiç şikayeti yoktu, aktı gitti benden ona.
Geri çekildiğinde ikimiz de nefes nefeseydik. "Seni hak edecek ne yaptım ben?" diye sorarken sesindeki saf minneti hissettim. Aldığı her soluk bir şükürmüş gibi bakıyordu yüzüme.
Ayaklarım hâlâ havada sallanırken beni tutan tek şey Çetin'in belimdeki koluydu. Bir elimi güzel yüzüne yaslayıp "Çok büyük bir şey yapmış olmalısın..." diye fısıldadım alt dudağımı dişlerken. Bu onu güldürdü. Nihayet... Avucumun içinde beliren gamzesini hissetmek kalbimi eritmişti. Bu adamın gülüşü her seferinde benim kalbimi eritiyordu.
"En büyük nimetimsin..." diye fısıldadı biraz öncekinin aksine çok daha yumuşak bir öpücük kondururken dudaklarıma. "En büyük minnetim, şükür sebebimsin."
Pekâlâ eğer biraz daha buna devam ederse kalbim rayından çıkacaktı. Kalp krizinden gitmek istemezdim, henüz ölmek için çok genç ve güzeldim.
Uzanıp bu kez dudaklarına ben yumuşak bir öpücük kondurdum ve "Öyleyse açıkla Çetin Aral Bakırcı..." diye fısıldadım tıpkı onun gibi. "Selin'e neden koruma tuttun?"
Bunu unuttuğumu ya da unutacağımı sanıyorsa çok yanıldınız. Hiçbir kuvvet bana bunu unutturamazdı.
Öpücüklerin etkisi beynini bulandırdığı için bir an neyden bahsettiğimi anlayamadı ve kaşlarını çatarak bakışlarını dudaklarımdan çekip gözlerime baktı. Anladığında derin bir nefes vermiş ve gözlerini devirip "Sana daha önce de söyledim..." diye homurdanmıştı. "Ona koruma tutm..."
"Evet, evet..." diyerek kestim sözünü. Hâlâ kollarının arasında olmak, konuşmamızı garip bir noktaya taşıyordu ama umurumda değildi. Hakettiğim cevabı ve açıklamayı almadan durmayacaktım. "Ona koruma tutmadın, o bir kapandı ve Selin de o kapanın içindeki kaşar..." Yüzüne dik dik bakarken son kelimenin üzerine bastırmıştım.
Ciddiyetimi kanıtlamak için boğazına sarılsam çok mu garip kaçardı? Üzerinde gömlek olsa gömleğinin yaklarından tutabilirdim ama üzerinde hiçbir şey yoktu. Ağız sulandıran çıplak gövdesini benim bedenimden ayıran tek şey üzerimdeki ona ait olan tişörtken ve onun bedeninin sıcaklığını en yalın haliyle hissederken ciddi kalmak da zordu.
"Merak ettiğim bu değil..." diye devam ettim sözlerime. "Merak ettiğim neden böyle bir kapana ihtiyaç duyduğun... Halan gelmeden önce resimler diyordun. Dinliyorum..." Sonra bir an durup yüzümü buruşturdum. "Ayrıca beni yere indirir misin artık? Yükseklik korkum var benim."
"Senin yükseklik korkun yok Aymar." diye cevap verdi sitemime. Belimdeki kolunu daha da sıkılaştırıp beni bedenine iyice yaslamıştı. Hiç bırakmak istemiyor gibiydi. Göğüslerimin geniş ve sert göğsünde ezildiğini hissediyordum ve kahretsin ki bu en olmaması gereken anda bedenime yanlış sinyallerin gitmesine neden oluyordu. Şu anın, bu temasların beni etkilemesine izin vermemeliydim.
"Elbette yok." diye homurdandım. "Zaten zirvede olan biri nasıl yüksekten korkabilir ki? Ama yine de indir beni."
Dudağı çarpık bir gülüşle şekillenirken yanağımda duran eli enseme doğru kaydı ve ensemi kavrayıp yeniden dudaklarıma sert bir öpücük kondurdu. Bu adamın bugün kalbime oynamakla ilgili büyük sorunları vardı, ya da başka bir noktama...
Ardından beni yere indirdiğinde ona ters bir bakış atıp "Öpme beni..." diye homurdandım ne kadar etkilenmiş olursam olayım. "Zaten arabaları benim yakmama da izin vermedin."
Çok da heveslenmiştim oysa...
Omuz silkti usulca. Kollarını göğsünde bağladığı için şişen omuz kasları yüzünden bu hareketi olması gerekenden çok daha seksi gelmişti gözüme.
"Elini yakmandan korktum."
Ona alttan alttan bakarken "Yani?" dedim sorarcasına. "Ben elimi yakmayayım diye mi arabalarını yaktın Çetin? En fazla parmağımın ucu azıcık yanardı."
"Yanamaz." dedi hemen, yüzü anında katı bir hâl almıştı. "Değil parmağının ucu, saçının tek bir teline bile zarar gelemez Aymar, izin vermem buna." Kehribarları elime kaydı ve "Ayrıca..." diye devam etti sözlerine. "Benzin kokusu vardı, eline bulaşmış olma ihtimali geldi aklıma. Ufacık bir kıvılcımla alev alabilirdi elin... Sikeyim, küçük bir kız için gerçekten fazla yaramazsın, sonuçları düşünmeden hareket ediyorsun çoğu zaman."
Dudağımın kıyısına kadar gelen gülüşü güç bela bastırdım. Buralara bir girersek çıkamazdık ve o çok istediğim cevapları alamazdım. Yumuşamamalıydım ya da konuyu saptırmasına izin vermemeliydim. Yaramazlıksa ona yaramazlıktı, başkasına değil... O en azından benimle sınanıyordu, benim gibi ilişkimize düşmeye çalışan gölgelerle değil...
Bende tıpkı onun gibi kollarımı göğsümde bağladım ve tek kaşımı meydan okurcasına kaldırdım.
"Beni bu cümlelerle etkileyip oyalayamazsın Çetin Aral Bakırcı. Eğer bir açıklaman yoksa bir taksi çağır. Çünkü bir açıklaman yoksa, benim burada işim bitmiş demektir. Tamamen!"
Sözlerimle gözlerinden anlık bir şaşkınlık geçti. Dikkatli bakışları ciddiyetimi kavradığında usulca boğazını temizledi. O sözlerinin ardından benden böyle bir atak beklemediğinden o kadar emindim ki. Ama ağzımın payını bir kere almıştım. Konuşulmayan her şey araya örülen duvarın bir tuğlası olarak dönüyordu size... Biz o duvara bir kez çarpmıştık, tekrarı mümkün değildi.
Tekrarında sağ çıkmam mümkün değildi.
"Duydukların hoşuna gitmeyecek!" diye mırıldandı usulca. "Seni rahatsız edecek, huzursuz olacaksın."
Sert yüz hatlarını saran ifadelerin her biri bunu açıkça söylüyordu aslında. Ama umursamadım, ona tek bir soru sordum. "Sen huzursuz musun bu konu yüzünden?"
Hiçbir şey söylemeden, yalnızca gözlerimin içine bakarken o kadar çok şey söyledi ki...
Kollarımda bağlı duran ellerimden birini çözüp ona doğru uzattım ve yanağına yasladım. Onun da göğsünde toplu olan kolları çözüldü ve güçsüz bir şekilde iki yanına düştü.
"Sen huzursuzsan..." diye devam ettim sözlerime. "Ben zaten huzursuzum demektir. Bunu hâlâ anlayamadın mı?"
Yüzü çaresiz bir açlıkla buluşurken kalbi eriyormuş gibi baktı bana. Bir kolunun hareketlendiğini gördüğümde bana uzanacağını anladım ve usulca geriye doğru bir adım atıp ondan uzaklaştım. Gözlerindeki ateş beni yakarken, derin bir öpücüğün vaadiyle kandırmaya çalışırken o bir adımı atmak zordu. Ama bugün ona yeterince doymuştum. Şu anki açlığım cevaplaraydı.
"Açıklama bekliyorum Çetin. Açıklamamı almadan değil beni öpmek, parmağının ucuyla bile bana dokunamazsın Çetin."
Tıpkı onun sinirlendiğinde yaptığı gibi cümlelerimin sonuna bastırarak ekledim ismini.
Bıkkın bir nefes döküldü dudaklarından, ardından bana uzanan kolunu yeniden kendine doğru çekti. " Daha birkaç saat öncesine kadar içindeydim Aymar ve sen bundan zevk alıyordun. Fazlasıyla..."
"Evet..." diye cevap verdim geri adım atmadan. Beni utandırmaya çalışarak her neyi amaçlıyorsa bunu ona vermeyecektim. "Hatırlıyorum elbette, aynı anda araba da kullanıyordun. Ve şimdi de yine konuyu değiştirme çabasındasın."
Aramızdaki gerilimin cansız cızırtılarının etrafımızdaki yoğunluğunu hissedebiliyordum. Her an canlanmaya yer arıyordu o gerilim.
"Resimlerdeki kadınların hepsini ölü bulduk."
Bir an öylece bakakaldım yüzüne. Havada çınlayan sözleri gerçekten duyup duymadığımdan emin olamadım.
Resimlerdeki kadınların hepsini ölü bulduk mu demişti o az önce? Yoksa ben mi yanlış duymuştum?
"Ne?" Cansız sesimden dökülen tek hece iki harfti.
"Beni duydun..." diye cevap verdi sert bir sesle. Onu zorlamamdan hoşlanmamıştı.
Resimlerdeki kadınların hepsini ölü bulduk...
Hayır, yanlış duymamıştım. Gerçekten böyle söylemişti.
Bir elim benden bağımsız havalanıp dudaklarımın üzerine kapandı şaşkınlıkla. Gözlerim öylece Çetin'in gözlerine kilitlenmişken, kahvelerimde nasıl bir ifade varsa artık Çetin'in sert ifadesini delip geçti.
Ağırlaşan nefeslerim, korkumun en somut yankısıydı.
"Otuz dokuz resim vardı Çetin..." diye fısıldadım parmaklarım hâlâ dudaklarımın üzerinde emanet gibi dururken. "Otuz dokuz kadın demek bu... Otuz dokuz cinayet..."
Aramıza açtığım mesafeyi geri kapatıp kollarımı tuttu ama hızla geri kaçtım. Zihnimin içinde başlayan karmaşa çok sert çarpmıştı bana, dengem yerinden sarsılıyor gibi hissetmiştim.
Otuz dokuz cinayet...
Kulağıma imkânsız bir oran gibi geliyordu. İnanması güçtü böyle bir şeye...
"Emin misiniz?" diye sorarken buldum kendimi. Dudağıma yaslı elimin parmaklarından biri dişlerimin arasına kaymış ve dişlerim tırnağımın ucuna saplanmıştı gerginlikten.
"Bir yanlışlık olamaz mı? Bir hata payı..."
Hiçbir şey söylemedi Çetin, öylece yüzüme baktı. Şimdi bana uzanmak için hiçbir hamle yapmıyor, öğrenmek için direndiğim bu gerçekle yüzleşmemi bekliyordu. Bu iyiydi. Aklımı bulandıran kokusu olmadan her şey daha netti.
Otuz dokuz kadın...
Otuz dokuz cinayet...
Yakın zaman önce benim içimde otuz dokuz cinayet işleyen, otuz dokuz resimde beni tamamen yiyip bitiren ve tüketen otuz dokuz kadının ölümü...
"Peki polisler?" diye sordum bu kez. Dişlerimle mahvettiğim tırnağımı ağzımdan çekip dağınık saçlarımı iki elimle geriye doğru itelerken. "Polisler bu cinayetlere ne diyor? Eğer hepsini Niks öldürdüyse mutlaka bir ip ucu bulmuş olmalılar. Buldukları ip ucuna Ömer'i de ek..."
"Bulamadılar..." diyerek sözümü kesti Çetin.
Eğer sözümü kesmeseydi Ömer'i de ekleyebiliriz diyecektim. Böylece ellerinde bir ip ucu daha olur, bu lanet olası adam her kimse onu bulmaya bir adım daha yaklaşırlardı. Yaklaşırdık...
Bulamadılar...
Bulamadılar...
Bulamadılar da ne demekti?
Ellerim saçlarımın köklerinde asılı kalırken öylece bakakaldım Çetin'e. Dudaklarım şaşkınlıkla aralanmıştı. Bir an içinde bulunduğumuz koskoca oda küçüldü, küçüldü, küçüldü... Camdan duvarlar patlayıp binlerce cam parçası halinde üzerime saldırmaya başladı. Önümüzde uzanan ışıklarla süslü şehir manzarasına doğru tüm hislerim ve düşüncelerim adım adım ilerlediler ve patlayan o camdan aşağı düştüler birer birer.
"Bulamadılar da ne demek?" Sesim intihar eden düşüncelerin arasına gömülmüş gibi kısıktı.
Çetin bana yaklaşmak için bir adım attı ama geriye doğru attığım adımla aramızdaki mesafeyi korudum ve öyle baktım yüzüne. Alana ihtiyacım vardı.
"Otuz dokuz cinayette nasıl hiçbir şey bulamazlar?" Dehşet, o an için ses tonumun en yakın arkadaşıydı...
Bana ulaşamayan ellerini kendine çekip siyah eşofman altının ceplerine yerleştirdi. Kemikli yüzü ifadesiz, kehribarları kayıtsızdı. "Cesetlerin tek ortak noktası o fotoğraflar." diye açıklamaya başladı. "Onun dışında ölüm şekilleri arasında uçurum farklar var. Biri trafik kazasında ölmüş mesela, diğeri evinde kalp krizi geçirmiş, biri gıda zehirlenmesi... Yani dosyaları birbirine bağlayacak bir ip ucu yok ellerinde."
Dehşet, ardı arkası kesilmeden üzerime yağmaya devam ediyordu. Neyin içine düşmüştük biz? Neye bulaşmıştık? Neden? Ardı ardına yığılan bir dolu cevapsız soru çınlıyordu kulaklarımda.
"Hayır ya..." diye bir fısıltı çıktı dudaklarımdan. "Hayır, hayır, hayır..." Başım iki yana sallanırken Çetin'i arkamda bırakıp sertçe yüzümü sıvazladım. İçime çektiğim her nefes bir öncekinden daha derin, daha sertti. "Bu kadar basit olmamalı. Bu kadar kolay olmamalı. Bir açık olmalı. Bir yol... Kahretsin, bu kadar suç... B-bu-bu..."
Belime dolanan kollar ve sırtıma yaslanan bir göğüs beni girdiğim transtan çıkarırken "Sakin ol..." diye fısıldadı Çetin kulağıma doğru. "Sakin ol güzelim..."
Korku her duyguyu bastırıp kendi bağımsızlığını ilan etmişti.
"Nasıl sakin olabilirim Çetin?" diye fısıldadım beni kollarının arasında tutmasına izin verirken. Çenesinin omuzumdaki baskısı iyi hissettiriyordu. Boynuma doğru akan sıcak nefesi; soluğumu kesmek için içime akan korkunun soluğunu kesiyordu.
"Otuz dokuz cinayet... Nedensiz, sebepsiz... Sırada ne var? Sen mi yoksa ben mi?"
Aklıma gelen bir dolu ihtimal, zihnime sızan bir dolu senaryo etrafımı kuşatıp beni ateş hattında bırakan korkuyu besledi. "En sevdiklerimiz mi var yoksa? Neyin içindeyiz biz?" diye devam ettim cümlelerime. "Bütün bunlar neden oluyor? Söylesene, bu kadar cevapsız sorunun içinde nasıl sakin kalabilirim?"
Beni rahatlatmak ister gibi parmakları usulca karnımı okşamaya başlarken "Zor olduğunu biliyorum Işığım." diye fısıldadı. Ardından dudaklarının sıcak baskısını boynumda hissettim. Her hamlesi, kullanmak için seçtiği ses tonu bile beni sakinleştirmeye yönelikti.
Başaramadığını söylersem yalan söylemiş olurdum...
Başardığını söylemek ise içimdeki bir şeyleri rahatsız ediyordu...
"Ama sakin kalmana ihtiyacım var. Sakin kalmana ve bana güvenmene..."
Başım omzuma doğru düşüp, onun başı için boynumda daha fazla alan açarken sertçe yutkundum. "Sana güveniyorum..." diye fısıldadım. Gözyaşlarına boğulmakla boğulmamak arasında bir yerdeydim, bu yüzden sesim ister istemez boğuk çıkıyordu.
"Ama Çetin bu benim kaldırabileceğimden çok daha fazlası..." Dilimin suskun tarafına pelesenk olmuş o düşünce sonunda döküldü dudaklarımdan. Daha birkaç gün önce yaşanan ama hiç yaşanmamış gibi yapmaya çalıştığım o düşünce... "Ben daha Ömer'in ölümünü atlatamadım ki..." Gözlerimin önünde öldürülmüş, kaza kurşunu safsatasıyla ölümünün üzeri kapatılmıştı. Her gece kabuslarıma meze oluyordu o anlar. Tüylerimin ürperdiğini hissettim. Ve Çetin'in bedenime değen her bir zerresinin gerildiğini...
"Bilmiyor muyum sanıyorsun?" diye fısıldadı. "Hissetmiyor muyum tüm bunların seni nasıl etkilediğini? Bu canımı sıkmıyor mu sanıyorsun Işığım?"
Her kelimesi bir el olup uzanıyordu kalbime, usul usul bir kozaya yatırıyordu kalbimi. Güvenli ve kimsenin ulaşamayacağı bir koza... Korku bulduğu her noktadan içeri sızmaya çalışsa da o kozanın her düğümü güvenle atılmıştı.
"Çaresizliğin çaresizliğim Aymar... Korkun korkum..."
Çaresizliğin çaresizliğim, korkun korkum...
Sesi zihnimin duvarlarına kazındı.
Çaresizliğim çaresizliğiydi, korkum korkusu...
Çetin Aral Bakırcı korkmazdı... Duyguların sınırı bana ulaşmadığı sürece. Sen korkarsan bende korkarım diyordu bana. Sen çaresizsen ben çaresizim... Benim duygularım yalnızca benim duygularım değildi, onundu da aynı zamanda...
Hislerim hisleriydi...
Sessizliği büyüttük aramızda, kollarında demlendim. İçime çektiğim her solukta mentollü kokusu ciğerlerime dolarken aldığım nefesler sakinleşti.
"İstersen..." diye fısıldayarak bozdu o sessizliği Çetin. Sanki bundan bir tık daha yüksek sesle konuşsa beni sakinleştirdiği o büyü bozulacakmış gibi... "Adamlarıma geri çekilmelerini söylerim. Selin hayatta kalan son kız, ona bir hamle yapma ihtimallerine karşı onun etrafındalar ama orada olmaları seni rahatsız edecekse geri çekerim onları Işığım."
Boynuma yeniden bir öpücük kondurdu, ardından boynumdan aldığı sert nefeslerin sıcaklığını hissettim. Kokumu içine çekti arka arkaya. Kollarını sıkılaştırıp bana daha sıkı sarıldı. Biliyor muydu? Sözleriyle ve eylemleriyle beni hangi noktadan hangi noktaya taşıdığını biliyor muydu? İçimdeki korkuyu nasıl söndürüp korkunun bıraktığı tahribata bahar çiçekleri ektiğini... "Sen iyi hisset gerisi önemli değil. Ben başka bir yol da bulurum beni o piçe götürecek..."
Kuruyan dudaklarımı ıslatıp başımı iki yana salladım ve yönümü ona çevirmek için hareketlendim. Kollarını çözüp bana alan tanıdı, tıpkı halası gittikten sonra ona sarıldığımda benim yaptığım gibi.
Uzun boyuna karşın başımı kaldırıp alttan alttan baktım ona ve "Kalsınlar..." diye mırıldandım pürüzlü bir sesle. "Elinde hali hazırda bir yol varken saçma sapan bir kıskançlık yüzünden bu yolu uzatamam. Bu iş Selin'in aptal egosundan çok daha önemli."
Belimdeki kollarından birini çekip çenemi tuttu nazik bir hareketle ve bir parmağı usulca tenimi okşarken "Emin misin?" diye sordu.
Başımı sallayarak onayladım onu. "Keşke tüm bunları daha önce anlatsaydın bana. Böylece en başından aramızda bir sorun olmaktan çıkardı bu konu."
Çenemdeki eli boynumun hizası boyunca kayıp dağınık saçlarımın altına sızdı ve enseme dolandı. Kemikli parmakları ensemi kavrarken başımı çıplak göğsüne doğru çekmiş ve benim içine hapsetmek ister gibi sarılmıştı bana.
"Birkaç gün önce sırtıma dövmeyi yaptığında bana bir şey söylemiştin hatırlıyor musun?" diye sordu usulca.
Bir an düşündüm; gelen gül ve kurşunla aklım o kadar dağılmıştı ki her şeyi söylemiş olabilirdim, hatırlayamadım.
"'...Bizi arkana saklamış olacaksın, kimse bize dokunamayacak...' demiştin." diye hatırlattı hatırlamadığımı anladığında. Ah... Göğsüne yapmam gerektiğini söylediğinde ona bu şekilde karşılık vermiştim. Ne zaman ona sarılsam parmaklarım bu noktayı bulacaktı, biz orada çok güvende olacaktık.
Ensemdeki eli ensemi hafif hafif ovalarken çenemi göğsüne yaslayıp ona alttan alttan baktım, beni kucaklamadığı sürece ben zaten hep ona alttan alttan bakmak zorunda kalıyordum.
"Bunu istedim..." diye devam etti. Ben nasıl başımı kaldırdıysam o da eğmişti yüzüme doğru. Parmakları masajına devam ediyor, gerginlikten kasılan kaslarımın bağlarını bir bir çözüyordu. "Seni arkama saklayayım ve kimse sana dokunamasın... Bilmen bir şeyi değiştirmeyecekti canını sıkmaktan, seni tedirgin hissettirmekten başka... İyi ol istedim, rahat ve huzurlu ol..."
Dudaklarım minnetle kıvrılırken gözlerimi gözlerinden çekip sol göğsüne, kalbinin üzerine derin bir öpücük kondurdum. Sol omzundan göğsüne, kalbinin üzerine doğru akan yıldırımlar ve o yıldırımların arasında kalan bir pusula dövmesi vardı, yine tasarımı bana ait olan ve kendi ellerimle çizdiğim... Çok büyük değildi, bu nedenle siyah mürekkep tenini zarifçe süslüyordu.
Dudaklarımın ucunda olan kalbinin atışının hızlandığını hissettim. Kasılan kasları sanki göğsünü süsleyen o yıldırımları titreştirmişti.
Belime yaslı olan elinin tutuşu biraz daha sahiplenici bir hâl aldı ve beni bedenine biraz daha yasladı.
Ne kadar süre o şekilde kaldık bilmiyorum ama en sonunda başımı geriye doğru atıp yeniden yüzüne baktım ve "Duş almalıyım..." diye mırıldandım.
Enseme masaj yapmaya devam eden eli ben geri çekilince ensemden çekilip başımın arkasına yerleşti ve saçlarımı okşadı. "Tamam..." Derin sesi fısıltılı bir tonda çıkıyordu. "Eşlik etmemi ister misin?"
Vaatsiz, imasız sesi; bu eşliğin yalnızca beni yalnız bırakmamak için bir teklif olduğunu belli ediyordu. Altında bir anlam yoktu, sadece yanımda olmak istiyordu.
Ama benim biraz alana, düşünmeye, sindirmeye ihtiyacım vardı. Bu yüzden derin bir iç çekerken "Birazcık yalnız kalabilir miyim?" diye sordum usulca. Daha fazla kelimeye ihtiyacım yoktu, o beni anlardı zaten. Anladı da. Uzanıp alnımı öptükten sonra kollarını çözüp benden bir adım uzaklaştı. "Sen nasıl istersen Işığım. Odaya yiyecek bir şeyler söyleyeceğim, işin uzun sürer mi?"
Omuz silkmekle yetindim. Orada kalacağım süreyi, suyun altına girdiğimdeki ruh halim belirleyecekti.
Banyoya doğru ilerlerken ardımdan "Saçlarını düzleştirmemi ister misin çıktıktan sonra?" diye sordu. Çıplak ayaklarım, zeminde duraklarken omzumun üzerinden baktım ona ve "Burada düzleştiricim yok..." diye mırıldandım. Ona ayrıldığımı söylediğimde buradaki bütün eşyalarımı da beraberimde toparlamış, ona hiçbir şey bırakmamıştım.
"Hayır var..." diye mırıldandı Çetin ve bir elini ensesine götürüp ensesini ovalarken. "Eşyaların da alıp götürdüğünde sensizlik hiç olmadığı kadar yüzüme vurmuştu, sanki ruhumu da söküp almışsın gibi hissetmiştim kendimi. Bu yüzden hepsinin yenisini alıp aynen yerlerine bırakmıştım."
Bir an öylece bakakaldım yüzüne. Bu adamın cidden bu gece kalbimle bir zoru vardı. Her sözünde, her eyleminde bir öncekinden daha hızlı attırmayı başarıyordu kalbimi.
Göğsüm ağrımaya başladı çok sevmekten ve çok sevilmekten... Her kız, her kadın bunu yaşamalıydı... Acıdan değil çok sevmekten ve sevilmekten ağrımalıydı kalpleri. Kalplerinde baharlar yeşermeliydi, gülüşleri acı değil bahar çiçekleri kokmalıydı. Her kadın bunu yaşamayı hak ediyordu... Daha azını değil, daha fazlasını... En derin gülüşleri ve mutlulukları...
"Seni çok seviyorum, biliyorsun değil mi?" diye mırıldandım. Gözlerinde bir hayat doğdu, bin hayattan daha canlı. Dudağında bir umut yeşerdi, bin umuda bedel...
"Üç saniye içinde gitmiş olmazsan banyoya yalnız girmek gibi bir şansın kalmayacak Aymar..." dedi Çetin boğuk bir sesle. İşte şimdi sesi vaatlerle ve imalarla doluydu.
Dudaklarımın arasından bir kıkırtı kaçarken aceleci adımlarla banyoya kaçmıştım.
Kapıyı ardımdan kapattığımda gözümün kıyısına vuran aynaya düşen yansımamla baş başa kaldım. Dudağımdaki derin gülüş çarptı gözüme, ardından gerçekler de zihnime...
Bir an yüzümdeki gülümsemeden utandım.
Otuz dokuz kadın... Korkunç ötesi bir orandı...
Hiçbir ipucunun olmaması, katilinin öylece dışarıda olması ise daha korkunç bir şey...
O kadar profesyoneldi ki ardında tek bir iz, soru işareti bile bırakmadan otuz dokuz kadını öylece hayattan koparabilmişti. Ya da koparabilmişlerdi... Kaç kişiydiler, kimlerdi hiçbir fikrim yoktu. Kahretsin ki yoktu...
Aynadaki yansımamdaki gözlerimin içine baktım. Tam o an kendime bir söz verdim. Sadece kendime değil, kendimle birlikte ölen otuz dokuz kadına...
Otuz dokuz kadın...
Hayır, onlar birer rakamdan ibaret değillerdi. Hepsinin bir adı vardı, bir hayatı, bir ailesi...
İşe onların isimlerini zihnime kazımakla başlayacaktım...
Hiçbirinin öylece yok olup gitmesine izin vermeyecektim.
Kendimi sorumlu tutuyordum çünkü benim, bizin yüzümüzden olmuştu ne olmuşsa.
Niks denen herif her ne istiyorsan bizden istiyordu, o kadınlar sadece birer kurbandı.
Ömer bir kurbandı...
Kurban olarak kalmalarına da izin vermeyecektim.
Gözlerimin içine bakarken hem kendime, hem o kadınlara hem de Ömer'e bir söz verdim.
Ne olursa olsun, bu işin sonunu getirecektik. Yalnızken bu konuyla ilgili bir şey yapamayacağımı biliyordum ama Çetin Aral Bakırcı yanımdayken her şeyi yapabilirdim.
Onların hiçbirin kanının yerde kalmadığından emin olacaktım.
Niks yaptığı her şeyin bedelini ödeyecek, yaktığından çok daha fazla yanacak, saldığı korkudan çok daha fazlasını yaşayacaktı...
🃏🎲
Tenim köpüklerden arınırken kendimi çok daha iyi hissediyordum. Verdiğim o söz beni adeta yenilemiş gibi...
İşte en iyi bildiğim şey buydu...
Düşsem bile daha güçlü ayağa kalkmak...
Ben Aymar Doğan'dım, kim beni gerçekten düşürüp yerde kalmama neden olabilirdi ki? Buna Çetin'in bile gücü yetmezken üstelik...
Hiç kimseye, Çetin'e bile o kadar toleransım yoktu...
Düşmek bana, hiçbir kadına yakışmazdı... Biz kadınlar hayattık, hayatın can damarını kesemezdiniz. Kestiğinizi sandığınız noktadan daha güçlü doğardık...
Duşun altından çıkıp bedenime doladığım havluyla birlikte aynanın karşısına geçtim. Havalı havalı aynada oluşan buğuyu silmek isterdim ama artık nasıl bir camsa bu buğu oluşmuyordu. Bazen fazla zenginlik o kadar da iyi değildi, bir aynanın buğusuna iz bile bırakamıyorduk... Çetin'e söylemeliydim, buraya buğu oluşturan bir ayna taktırmalıydı. Belki ben duştan çıktıktan sonra, sürpriz olsun diye aynadaki buğuya ona olan aşkımı yazacaktım yani?
Uzun saçlarımın ıslaklığını bir havluyla almaya çalışırken bedenime sarılı olan havluyla birlikte önce banyodan çıktım, ardından odanın kapısına yöneldim.
Amacım Çetin'e duştan çıktığımı haber vermekti, saçlarımı yapması için. Ama odadan çıktığımda oda servisinin odada olacağını hesaba katamamıştım.
Üzerimde küçücük havluyla öylece ortaya çıktığımda, servis arabasındakileri masaya aktaran genç bir çocuğun bakışlarının da bana kayması aynı zama dilimine denk düşmüştü.
Yalnızca bir saniye üzerimde kalan bakışları, Çetin'in "Gözlerini yerinde seviyorsan..." diyen sert sesi çekmişti. "Onları nereye diktiğine dikkat et! Yoksa ben söker eline veririm."
Büyük salonun içindeki adımları, genç çocukla aramıza doğru ilerlerken bakışları da sesi kadar sert ve tehditkârdı.
Tam önümde durup bedenini etten bir barikat gibi gerdi önüme ve "Elimden bir kaza çıkmadan siktir ol git!" diye gürledi çocuğa.
Neye uğradığını şaşıran çocuk bir anda toz olmuştu odadan. Hayır gerçekten rahatsız etmek için bakmamıştı, ikisi arasındaki farkı anlardım. Sadece kapıyı açtığım andaki hareketlilik dikkatini çektiği için bakışları otomatik olarak buraya kaymıştı. Tamamen refleksti ve Çetin araya girmese bile zaten anında kaçırırdı bakışlarını.
"Çetin..." dedim sitemle. Asansörün olduğu noktaya bakışlarım kaydı. "Çocuğun bir suçu yoktu, boş yere kovdun. Yemek söyleyeceğini söylemiştin zaten, tahmin etmeli ve bu şekilde çıkmamalıydım buraya. Benim hatamdı."
Ben, hatalarını kolay kolay kabul etmeyen ben şu an açıkça bunun benim hatam olduğunu söylüyordum. Ama bu Çetin'in pek umurunda değil gibiydi. Bedeni usulca bana döndüğünde gözlerinde şimşekler çakıyordu.
"Otel benim Aymar." dedi net bir sesle. "İstersem tek bir komutla lobiyi boşaltır, seni bankonun üzerine yatırır öyle beceririm! Kim ne diyebilir? Odada kimin olduğunu gayet iyi biliyor herkes. Sen değil, onlar hareketlerine dikkat edecek, bakışlarının değdiği yerleri iyi seçecekler."
İstersem tek bir komutumla lobiyi boşaltır, seni bankonun üzerine yatırır öyle beceririm...
Zihnim bu cümleden sonrasını uzaklardan algılamaya başlamıştı. Bedenimin aniden karıncalanmaya başlaması normaldi değil mi? Ya da bu kelimelerin gözlerimin perdesine çizdiği resmin yutkunmama neden olması... Midemde uçuşmaya başlayan kelebeklerin yönünün kasıklarım olması mesela?
Arka arkaya sertçe yutkunurken "Bana öyle bakma..." diye soludu Çetin. Sesindeki sinir yatışmaya başlamıştı şimdi, yerine uyanan bir arzu vardı çünkü.
Elim bedenime sarılı olan havlunun üst tarafına giderken, tutmak için mi gitti yoksa çözmek için mi bende emin değildim.
"Nasıl?" Aldığım nefesler hangi saniyede bu kadar sıcak olmaya başlamıştı da dudaklarımı kavuruyordu? İstemsizce kuruyan dudaklarımı yaladım.
"Sanki gerçekten de önce lobiyi, ardından lobideki bankoda seni boşaltmamı istermiş gibi..."
Şey... Kulağa fazla cazip geliyordu...
Bana doğru bir adım yaklaşıp aramızdaki mesafeyi yok denecek kadar aza indirdi. Yoğun kokusu ciğerlerime nüfuz ettikçe zihnime doldurduğu hayali daha çok arzularken buldum kendimi.
O ve ben... Bankonun üzerinde... Son derece müstehcen pozisyonlarda...
Elimdeki küçük saç havlusuna uzandığında düşüncelerimden sıyrıldım. Gerçeklik de düşüncelerim kadar ateş hattındaydı zaten.
Saç havlusu parmaklarımın arasından kayıp giderken bir an üzerimdeki havluya uzandığını sanmak, benim içine düştüğüm bir gafletti.
Parmaklarının arasındaki bembeyaz havluyu, uçlarından su damlayan saçlarımın bir tutamıyla buluşturdu. Omzumun üzerinde göğsüme doğru akan saçlarımı yakaladığı sırada bakışlarım ellerini takip ediyordu.
"Bu..." diye fısıldadı, benimki kadar sıcak nefesi yüzümü yalayıp geçerken. "Çok uygunsuz olur sevgilim..."
Parmaklarının arasındaki saçlarımla öyle yavaş hareketlerle oynuyordu ki... Havlunun arasında duran saçlarım ve elinin görüntüsünün bile bir an müstehcen gelmesi insana kafayı yedirtirdi.
Bu benim zihnimin sapmaya meyilli oluşundan mıydı yoksa Çetin'in usta bir manipülatör oluşundan mıydı emin değildim...
Bir kez daha yutkundum ve "Evet..." diye cevap verdim ona. Sesim yetmemiş gibi bir de başımı aşağı yukarı sallamıştım. "Kesinlikle çok uygunsuz olur..."
Elindeki tutamı bırakıp bir yenisine geçerken "O zaman..." diye mırıldandı. "Aç olmalısın. Önce bir şeyler yiyelim, ardından saçlarını halledelim."
Ve bir kez daha konuşmadan önce başımı sallayarak onayladım onu. "Evet, kesinlikle açım."
Havlunun arasındaki o saç tutamını da bırakıp havluyu bu kez omuzlarımın arkasından enseme doğru sardı. Bunu yaparken parmakları tenimi sıyırıp geçiyor, be dokunduğu her noktadaki hücrelerimi uyarıyordu. Bu beni bir kez daha yutkunmaya itti.
Havluyu omuzlarıma bırakıp ıslak saçlarımla çıplak tenimin temasını kestikten sonra bir adım geri çekildiğinde neredeyse hayal kırıklığı ile inleyecektim. O bir adım geri değil ileri atılmalıydı...
Başı ile üzeri yemekle donatılmış masayı işaret ettiğinde boğazımı temizleyip, yanından geçip masaya doğru ilerledim. Saatin ilerleyen örüntüsüne uygun olarak hafif bir şeyler söylemiş olması beni rahatlamıştı çünkü yemekleri gördüğüm anda gerçekten acıktığımı fark etmiştim. En son bizim restoranda Ayda ve kızlarla birlikte bir şeyler yemiştik...
Karşıma geçtiğinde "Eee?" diye sordu kare şeklindeki bardağında duran siyaha yakın renkteki sıvıdan bir yudum alırken. Kendi markasına ait bir içki olmalıydı. Adının ne olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu. Onun markasında ilgimi çeken tek çeşit yedi yüz yetmiş yediydi. Favori içeceğim...
Bir de bu aralar beğeneceğimi düşündüğü yaz rüyası vardı tabii. Hâlâ umutluydu onun yedi yüz yetmiş yedinin önüne geçeceğinden...
Üzerimdeki havluyu biraz daha sıkıştırırken "Ne eee?" diye sordum sorgulayan sesine karşın.
"Arabalarımı nasıl kaçırabildin?"
Ah... Şu mesele...
Dudaklarım sinsi bir gülüşle kıvrılırken salatamdan bir avokado parçasını alıp ağzıma attım. Zeytinyağı ve limon ile harmanlanan avokadonun tadı damağıma yayılırken "Doğu'ya söylemem yetti." diye cevap verdim sorusuna. "O halletti her şeyi."
"Siktiğimin şerefsizi..." diye homurdandı kendi kendine. "Bana hiçbir şey söylemedi."
Sözleri ile tek kaşım otomatik olarak kalkarken önümde suyumdan bir yudum alıp "Beni satacağını düşünmüyordun ya?" dedim kendimden emin bir sesle. "Özellikle tehdit altındayken..."
"Zaten..." diye homurdandı memnuniyetsiz bir sesle. Onun memnun olmadığı bu konu benim fazlasıyla hoşuma gidiyordu. "Bütün adamlarım benden çok senden korkuyor anasını satayım."
"Eh..." diye cevap verdim keyifle gülümserken "Buna da Aymar Doğan etkisi deniyor." Cümlemin sonuna nokta koyar gibi göz kırptığımda dudağının köşesi kıvrılmıştı. "Sen de o etkinin altındasın. Bunu Merkür retrosu gibi düşünebilirsin. Herkese ters etki yaparken bir tek sana olumlanıyorum işte."
Kaşları anlık olarak çatıldı. "Zaten..." diye homurdandı iyi bir şey söylememe rağmen huysuz bir sesle. "Başkası kendini sana olumlamaya çalışırsa onun tüm olumlu kanallarını sikerim..."
Gülmekle kızmak arasında bir yerde başımı iki yana sallarken salatamdan bir yeni çatal daha aldım.
"O zaman..." diyerek konuyu değiştirdi bu kez Çetin. "İç çamaşırı mağazası olayı da yalandı? Yine benim şerefsizler bana yalan söyledi?"
Omuz silkip "Onları suçlama..." diye cevap verdim sorusuna. "Adamlarına bir ricayla gittiğimde, reddedecekleri bir kapının olmadığından emin oluyorum."
Attığınız adımların sadece önünü ve arkasını değil, sağını ve solunu da görebilmeniz gerekiyordu. Görebilmeliydiniz ki her adımınız bir öncekinden daha sağlam olsun...
"Tüh..." diye mırıldandı Çetin oyuncağı elinden alınmış bir çocuk gibi. "Bende yeni aldıklarını görmek için can atıyordum..."
Tıpkı onun biraz önce yaptığı gibi dudağımın bir köşesi kıvrıldı usulca. Çenem dikleşirken masanın üzerine doğru eğilip elimi uzattım. Elindeki bardağı kapmadan hemen önce "Çok istiyorsan... Geçtiğimiz dört ayda aldıklarımı henüz görmediğini söyleyebilirim." dedim kısık bir sesle ve onun bir şey söylemesine izin vermeden o siyaha yakın renkteki, bardağın dibinde iki yudumdan ibaret olan sıvıyı tekte diktim tepeme.
Daha ilk saniyeden ağzımın içine acı biber doldurmuşlar gibi yanarken, yuttuğum an boğazımı yakarak inip midemi alaşağı etti. Yüzüm buruştu istemsizce ve sertçe öksürdüm. Bu kadar sert bir içecek mi olurdu Allah aşkına?
Bardağı masaya çarparak bırakıp iki elimle birden yanan ağzımı yellerlen Çetin sırtını yasladığı sandalyeden beni izliyordu.
Dört saniye sürdü bu yanma hissi. Tam dört saniye... Sanki kumsala vuran bir dalga gibi veri çekildi dördüncü saniyede ve gerisinde tatlı bir sızı bıraktı. Tatlı sızı beraberinde tanımlayamadığım lezzetli bir tadı yaymıştı damağıma ve size yemin ederim bu tat yedi yüz yetmiş yediden bile daha iyiydi.
Ellerim dudaklarımın kenarında asılı kalırken yaşadığım bu deneyimin şaşkınlığıyle bakakaldım Çetin'in yüzüne. O ise tepkilerimin hiçbirini kaçırmadan pür dikkat beni izliyordu.
Gözlerimi ondan çekip bardağa uzandım ve burnuma yaklaştırıp kokladım. Sert alkolün kokusu çok netti ama o alkole eşlik eden, tanımlanması zor, yedi yüz yetmiş yedinin tatlı mayhoş kokusunu andıran bir koku daha vardı. Ayrıca alt notalardan mentol kokusu da geliyordu. Baştaki yangına rağmen, o ikinci tadı hissedebilmek için yeniden içmek istiyordum o şey her neyse.
"Merak ediyor musun?" diye sordu Çetin bakışları ile bardağı işaret edip.
Başımı sallamakla yetindim.
"Adını Vuslat koydum. Sen, dört yokluğun ve vuslatın... Hepsi bir şişede... Sadece bana özel bir tat, başka kimsenin tadamayacağı, kokusunu bile duymayacağı..."
Dudaklarım şaşkınlıkla aralanmıştı. Yedi yüz yetmiş yedinin benim için yapıldığını biliyordum. Çetin'in söylediğine göre yaz rüyasını da benimle bağdaştırmıştı ama bu... Acının dördüncü saniyede geçmesinin bile anlamı o kadar büyüktü ki...
Çetin eğilip yerde, masanın altında duran bir şişeyi masanın üstüne koydu. Oval bir şişenin içi, o sıvıyla doluydu. Tamamen siyah değildi, bardaktayken anlayamamıştım ama siyahı kıran bir şey daha vardı o şişede. Siyahın içine bir sihir gibi dağılan simli bir pembe...
Çetin sadece beni değil, bizi saklamıştı o şişenin içine.
Dudaklarımı ıslatıp bardağı masanın üzerinden ona doğru kaydırarak ne istediğimi belli ettim.
Baştaki acısına rağmen istiyordum sonradan gelen o lezzeti tatmak için...
Beni ikiletmedi ve tek yudumluk bir kadeh doldurup bana doğru itti.
Ben o tek yudumu alıp o dört saniyelik yangınla yanarken, Çetin şikayetsiz bir şekilde şişeyi ağzına dayamış ve o zehir gibi sıvıyı kana kana içmişti...
Tüm kusurlarıma rağmen şikâyetsiz beni sevdiği gibi...
🃏🎲
Pazar günüm oldukça yoğun geçmişti.
Dört farklı seansta, her biri oldukça ayrıntılı dövme randevum vardı. Stüdyomun önünde yaşanan o hadisenin emareleri hâlâ yerde olsa da bunu yok sayma konusunda hepimiz hem fikirdik. Bu yüzden kimsenin ağzından dökülmedi o gün olanlar ve herkes işini yaptı.
Verdiğim sözü unuttuğumdan değil...
Verdiğim o sözü tutabilmek için dik durmam gerektiğinden...
Ve yeni bir haftaya adım ataken son derece hazır olmam gerektiğinden...
Öyle de oldu.
Pazartesi günü kendimi çok daha iyi hissediyordum.
Üzerime pembe-beyaz ekoseli bir etek ve blazer ceket takımı giymiştim.
Babam Çetin'in çıkardığı o yangının bıraktığı hasarın tamiri için evden erken çıkmıştı ve ben elimdeki yaban mersinli bubble teami içerken taksinin gelmesini bekliyordum.
Kapının önünde yatan arabama bir bakış atıp derin bir iç çektim. Ne diye arabamı kaçırıp saçma sapan şeylere bulaştırmışlardı ki?
Çetin bana bir araba hediye aldığından söz ettiği için yeni bir araba almak adına acele etmemiştim ama henüz babamla da bu araba işini konuşmamıştım. Çetin'in araba aldığını söylemeden önce onu yumuşatmam gerekecekti. Aksi takdirde sağlam bir krizin içine girmemiz kaçınılmaz olurdu sanırım.
Elimdeki telefonumdan gelen yeni bildirimleri kontrol ederken bakışlarım kısa bir an pembe sedefli tırnaklarıma kaydı. Yenilenme zamanı geliyordu.
Mida'dan hafta içi bir güne randevu almalıydım. Saat henüz erken olduğu için bunu günün ilerleyen saatlerine bırakmaya karar verdim.
Tam içeceğimden yeni bir yudum alacaktım ki Nazım amcanın dış kapıyı açtığını görmek beni durdurdu. Sanırım taksi gelmişti.
"Katya..." diye seslendim içeriye doğru Rus asıllı Ukrayna'lı yardımcımıza.
Salonun girişinde göründü uzun bedeni.
"Buyrun Aymar Hanım?" diye cevap verdi R harfini fazlası ile bastırarak, bozuk Türkçe'si ile...
"Bugün dışarı çıkma planın var mı?" diye sorduğumda başını iki yana salladı. "Alışverişi dün hallettim efendim, bugün Kenan Bey'in kıyafetleri ütülenecek. O yüzden bütün gün evdeyim."
Dudaklarım kıvrılırken "Harika..." dedim. "Adıma üç tane kargo gelecek bugün. Onları benim adıma alabilir misin?"
"Tabii efendim..."
"Teşekkürler. Kodlarını mesaj atarım."
Başını sallayarak onayladı beni bir kez daha ve arkasını dönüp işine geri döndü.
Tam önüme döndüğüm sırada "Aymar Doğan..." diye seslendi biri. Ve o an evin ana kapısına çıkan merdiveni tırmanan bedeni gördüm. Tanıdık bir beden ve tanıdık bir yüz ve tanıdık stilettolarının sinir bozucu sesi...
Cumhuriyet Savcısı Itır Atahan...
Hayır...
Ömer'in dosyasına bakmakla görevlendirilmiş v e ardından kaza kurşunu diyerek dosyayı kapatmış olan Cumhuriyet Savcısı Itır Atahan...
Burada, sabahın bu saatinde ne işi vardı?
🃏🎲
Bölümü nasıl buldunuz?
Zaman ayırıp okuyan herkese sonsuz teşekkürler❤️
Seviliyorsunuz💖 |
0% |