Yeni Üyelik
3.
Bölüm

2| Seçi̇mler Ve Sonuçları

@saniyesolak

Sellam💦

Oy vermeyi ve bol bol yorum yapmayı unutmayın olur mu?

Keyifli okumalar🖤

🃏🎲

Beynimin içinde uğuldayan o iki kelimeyi algılamam birkaç saniyeme mâl oldu. Annen burada diyordu babam. Bunu algılamak için birkaç saniyeden çok daha fazlasına ihtiyacım vardı. Hangi yüzle, hangi sıfatla, neden gelmişti ki bunca yıl sonra? Birkaç derin nefesle kendimi sakin olmaya zorlarken, uzun tırnaklarım çoktan avuç içlerime izlerini emanet etmişti bile. Oraya bıraktıkları göçüklerin sızısını hissedebiliyordum, soruların korkunç bir uğultuyla zihmini işgal ettiklerini ve gerilimin bedenimi kuşattığını...

Soğukkanlılığımı korumak adına aldığım nefesler hiçbir işe yaramıyordu. Yine de Çetin ve Doğu'nun bakışlarını üzerimde hissettiğimden -muş gibi yapıp kaslarımı kasarak herhangi bir tepki vermemeye çalıştım. Yalnız olsam gözden çıkan ilk şey muhtemelen elimdeki telefon olurdu. Ama yalnız değildim ve hayatımın en zavallı yönünü şimdi burada açık edecek kadar aptal da değildim. Ne? Kimse annesi tarafından istenmemiş, çirkin ve zavallı bir bebek rolünü üstlenip insanların acıyan bakışlarına maruz kalmak istemezdi. Bu hayatın içindeyseniz güçlü kalmak zorundaydınız ve güçlü kalmak demek sizi kırıp dökebilecek her şeyi kendi içinize gömmek ve dışarıya mükemmel profili çizmek demekti. Sonra yalnız kaldığınızda başınızı yastığınıza gömüp yorganınızın altına saklanarak istediğiniz kadar ağlayabilirdiniz. İnsanlar gözyaşlarınızı gördüğünde onları silmezlerdi, silermiş gibi yapar ama içten içe daha çok gözyaşı akıtmanızın yollarını arar ve bulduklarında da acımazlardı. Bu yüzden insanlara gözyaşlarınızı değil gülücüklerinizi göstermeliydiniz. Hangi durumda olursanız olun...

İçine düştüğüm şaşkınlıktan sıyrılabildiğimde duyduğum o iki kelimenin üzerine kaç saniye kaç dakika devrilmişti bilmiyorum ama babam bu süreçte hiç konuşmamış, verdiği o haberi sindirmemi beklemişti. Sanki sindirebilirmişim gibi... Duruşumu dikleştirdim ve vişneli lip gloss ile parlayan dudaklarımı birbirine bastırıp lip glossu iyice yedirdim dudaklarıma. Babamın önceki sözlerinin hepsini bir kenara itip dudağımın köşesine taştığını hissettiğim lip glossu parmağımla silerken "Geliyorum." dedim ve babamın hiçbir şey söylemesine izin vermeden telefonu kulağımdan çekip aramayı sonlandırdım.

Yeniden Çetin ve Doğu'ya döndüğümde içimde hissettiğim karmaşanın aksine dudaklarıma bir gülümseme konmuştu bile çoktan. Birkaç adımda aradaki mesafeyi kapatıp Doğu'ya telefonunu geri verirken Çetin'in "Gidiyor musun?" diyen sesini duydum. Bakışlarımı ona çevirdim ve yüzümdeki gülümsemeyi koruyup "Babam komedi filmi seçmiş beni bekliyor. Bunu kaçıramam." dedim. Kesinlikle büyük bir komedinin içine gidiyordum sadece içinde biraz da trajedi vardı. Bakışları yüzümden Doğu'nun bar tezgahına koyduğu şişeye kaydığında ne söyleyeceğini zaten biliyordum bu yüzden konuşmasına izin vermeden "Yarın görüşmek için bahanemiz olsun o da." deyip göz kırptım ve çıkışa ilerledim. Tam yanından geçecektim ki kolumdan tutup devam etmeme engel oldu. Gözlerimi kaldırıp sorarcasına yüzüne bakarken bile hâlâ dudaklarımdaki kıvrım varlığını koruyordu.

"Bir sorun yok değil mi?" diye sorduğunda o kıvrım anlık olarak sekteye uğradı ama hemen toparlayabildim. Gülüşüm daha da büyürken dudaklarımın arasından bir kıkırdamanın kaçmasını sağladım ve aklındaki düşünceleri silmek adına "Tabi ki yok, ne gibi bir sorun olabilir ki?" diye sordum. Kehribarları tüm yüzümde geziniyor, bir iz yakalamaya çalışıyordu. O beni bu kadar iyi tanıyorken ben kimi kandırmaya çalışıyordum ki?

"Sen dışarıda olduğun zamanlar arayıp eve çağırmak, bir film için, Kenan amcanın yapacağı bir iş değil."

Sadece beni değil babamı da tanıyordu. Yine de hiçbir sorun yokmuş izlenimi vermeyi sürdürüp omuz silktim. "Bugün aramak istemişse demek ki..."

Cevabım üzerine gözlerini devirdi ve bir anda, kaçmama bile fırsat vermeden dudaklarını dudaklarıma bastırdı. Küçük, masum bir öpücüktü, geldiği gibi gitmişti ama kalbimdeki etkisi büyüktü, bedenimdeki de... Ben nefes alıp yutkunmaya çalışırken burnunun ucunu burnuma sürtüp "Pencerenin açık olduğundan emin ol!" diye fısıldadı. Bu cümlesi, yüzümdeki sahte gülüşü alıp yerine gerçeğini ekelemişti. Başımı iki yana sallarken "Çok beklersin..." dedim ve kolumu elinden kurtardım. İyi geceler dilemek için Doğu'ya döndüğümde yüzündeki ifade kahkaha atmama neden oldu. Dünya üzerindeki en iğrenç şeye bakarmış gibi bakıyordu bize. İlişkilere ve çiftlere alerjisi vardı beyefendinin.

Sonunda odadan çıktığımda yüzümdeki tüm ifadeler aktı gitti, ifadesizliğin kiriyle kalakaldım.

"Annen burada..." diyen babamın sesi bir türlü silinmiyordu kulaklarımdan ve zihnimde dönüp duruyordu bu cümle. Annen burada... On sekiz yaşındaydım ve on sekiz yıldır ilk kez onu kanlı canlı görecektim. Neden diye sorup duruyordum kendi kendime. Neden geldi? On sekiz yıl sonra neden şimdi?

Tüm koridoru aşıp merdivenlerden yukarı çıktığımda, tehdidim yüzünden beni içeri almak zorunda kalan adamı kapının yanına koyulmuş bir sandalyede oturmuş, telefonuyla oynarken buldum. Geldiğimi fark ettiğinde hızla oturduğu yerden fırlayıp kapıyı açtığında sessiz alan bir anda mekânın gürültülü müziği ile dolup taşmıştı. Bir kez daha ona bakma gereği görmeden kendimi kapıdan dışarı atıp bar kısmına geçtim. Mekân şimdi daha kalabalıktı. Öyle ki gelirken kullandığım o boş alan bile doluydu şimdi. Kendini müziğin ritmine kaptırıp son günleriymişçesine dans eden insanların arasından sıyrılarak bar kısmına geldiğimde Kıvanç'ı bir kıza içeceğini hazırlarken buldum. Eli her ne kadar ustalıkla işini yapmaya ve içecekleri karıştırıp kokteyli hazırlamaya devam etse de gözleri kızın üzerindeydi ve onunla flörtleşiyordu. Shakerın içindeki mavi renkli sıvıyı uzun bir bardağa boşaltıp kızın önüne ittiğinde kız da gülümseyerek elini Kıvanç'tan tarafa doğru itti. Parmaklarının altında gizlenen beyaz peçeteyi görebiliyordum. Tam yanlarına geldiğimde kolumu tezgâha yaslayıp bir ayağımı diğer ayak bileğimin üzerine bırakıp o ikisine baktım. Kıvanç beni fark edip göz ucuyla baksa da kız fark etmemişti. Elini çekip peçeteyi özgür bıraktığında hepsinden önce davranıp tezgahtaki peçeteyi kaptım. İşte o zaman kızın ilgisini çekmiş, bakışlarını üzerime toplamıştım. Üzerine kırmızı bir dudak kalemi ile telefon numarası yazılmış peçeteye bakarken yüzümü buruşturup "Çok vizyonsuzsun." dedim kıza hitaben ve bakışlarımı kaldırıp gözlerinin içine baka baka peçeteyi buruşturup yere attım. Kız bir şey söylemek için mat kırmızı bir rujla renklenen dudaklarını araladı ama kaşlarımı kaldırıp yüzüne bakmaya devam ettiğimde her ne söyleyecekse vazgeçip, oturduğu yerden kalkıp, içeceğini de alarak yanımızdan ayrıldı.

Rahat bir tavırla onun boşalttığı tabureye bedenimi bırakırken Kıvanç'ın kötü bakışlarının kıskacı altındaydım. Omuz silkip "Seni vizyonsuz bir kızdan kurtardım, bence bana teşekkür etmelisin." deyip sevimlice sırıttım. Ama kısık bakan gözleriyle hâlâ kötü kötü bakmaya devam etti. Omzuna atmış olduğu beyaz havluyu omzundan alırken tek kaşını kaldırıp "Aşağıda işler yolunda gitmedi de ondan mı kıskanıp benimkinin kısmetini kapattın?" diye sordu. Dirseklerimi tezgâha yaslayıp çenemi de avuçlarıma yerleştirdim ve dolgulu dudaklarımı büzüp "Aşağıda işler tam da benim istediğim gibi gitti." diye cevap verdim. Ardından ellerimi çenemden çekip tırnaklarımla siyah mermerde ritim tutarken onun bir şey söylemesine izin vermeden devam ettim konuşmaya. "Vale'yi arar mısın? Arabamı hazırlasınlar."

Sonraki dakikalarda Kıvanç valeyi aramış, beklerken içmem için de bana bir kokteyl hazırlayıp önüme itmişti ama içmemiştim. Sınırımı biliyordum ve bugün için o sınırdaydım. Bir kadeh daha alırsam o sınırı geçer ve sarhoşluğa ilk adımı atardım. O kadınla ilk karşılaşmamın ben sarhoşken olmasını istemiyordum.

Kıvanç arabamın hazır olduğunu söylediğinde beklemeden oturduğum yerden kalkıp çıkışa yöneldim. Büyük bir özgüven ile indiğim merdivenleri aynı özgüven ile çıktım. Mekâna ilk girdiğimde durup etrafa göz attığım balkona geldiğimde durup bir kez daha göz gezdirmekten alamadım kendimi. Ve tam o anda Selin'i gördüm. Gidişimi izlemiş gibi vakit kaybetmeden aşağı inen merdivenlere açılan kapının yanında almıştı soluğu. Kapıya vurdu arka arkaya birkaç kez ve aynı adam tarafından açıldı kapı. Selin içeriye girmek için hamle yaptığında adam ona engel olup çatılı kaşları ile bir şeyler söyledi. Mimikleri kızgın olduğunu gösteriyordu. Sonra kapıyı Selin'in yüzüne kapattı. Şaşkınlıkla ortada kalan Selin'e dudağımda küçümseyici bir kıvrımla baktım ve kendi kendime fısıldadım.

Azmini alkışlıyorum Selin'ciğim ama vizyonun yok!

Oradaki işim bitmişti artık. Bu yüzden bir kez daha ardıma bakmadan çıktım mekândan ve kapının önünde bekleyen valeden anahtarımı alıp beyaz, kenarlarında birbirine pararlel iki toz pembe şeritleri olan mini cooperıma bindim. Simli pembe iç dekorasyonu ile dışındaki pembe şeritlerin birbirlerine olan uyumuna bayılıyordum. Arabam ve ben birbirimizi tamamlıyorduk.

Arabayı çalıştırıp akan trafiğe karıştığım an, belli etmemek için içime gördüğüm her şey gün yüzüne çıktı. Sıkıntı kalbimin içine çöreklenirken kendimi en sevdiğim ojemin bittiğini fark ettiğim andaki kadar kötü hissediyordum. Hey! O kozmetik markası Türkiye'de yoktu ve getirtmesi çok zahmetliydi. Bu yüzden oldukça kötü bir durumdu bahsettiğim.

Derin bir nefes alıp boşalan sağ şeritten gaza bastım. Yol boyunca öyle kararlıydım ki o kadının karşısına çıkacağıma, içimde kendi kendimi bilemiştim. Ama araba, müstakil evlerin dizildiği siteye yaklaştığında o kararlılık minicik çatlamış, sitenin güvenliğinden geçerken o çatlak büyümüş ve sitenin kendi içinde ayrılan bahçelerden, kendi evimizin bahçesine girdiğimde ise tuzla buz olmuştu. Bir zamanlar şoförüm olan ama ehliyetimi aldıktan sonra babamın şoförlüğüne soyunan Nazım abi hızla gelip arabamın kapısını açtı ve "Hoşgeldin Aymar kızım." dedi. Kendimi bildim bileli bizim yanımızda çalışıyordu. Bu yüzden insanlarla gereksiz samimiyetleri sevmesemde Nazım amcada bu durum değişiyordu.

Allak bullak olan suratıma rağmen gülümsemeye çalışıp"Hoşbuldum Nazım amca..." diye cevap verdim. Arabadan inmeyi başarmıştım ama ayaklarım eve gitmek için gereken komutu beynimden almıyordu. Her daim huzuru hatırlatan evim şu an kötü cadının elindeymiş gibiydi. Ve ben o kötü cadıyla yüzleşmek istemiyordum.

Ben eve bakarken ve babamın teklifini bir kez daha, geç kalmış bile olsam, gözden geçirirken Nazım amcanın sesini duydum. "Kızım yarın arabanı muayeneye götüreceğim. Sana geçici bir araç getirmelerini söyleyeyim mi?"

Yarım yamalak duyduğum cümleleri neyse ki beynim algılayacak kadar zekiydi. Gözlerimi evden Nazım amcaya çevirirken başımı iki yana sallayıp "Hayır, geçen seferkinde olduğu gibi siyah bir araba falan gönderirler..." deyip iğrenirmiş gibi yüzümü buruşturdum ve devam ettim. "Kendi arabam gelene kadar taksiyle idare ederim, sarı siyahtan daha şirin."

Renklerin insanların günlük yaşantılarını, ruh hallerini etkilediğine inanıyordum ve siyaha hayatımda yer yoktu. Böyle bir anda, bu karmaşanın içindeyken bile... Çetin'in karanlığı yeterde artardı bana, daha fazlasına ihtiyacım yoktu.

Başını sallayarak onayladı beni Nazım amca ve yavaşça uzaklaştı yanımdan. Gözlerimi kapatıp içimden ona kadar saydım. Hiç tanımadığım tek sıfatı biyolojik olarak anne olan o kadının üzerimde böyle bir etkiye sahip olmasına izin veremezdim. Ben bundan çok daha fazlasıydım, babam beni bundan çok daha güçlü yetiştirmişti.

Havayı içine uzun uzun çekip gözlerimi açtığımda içimde dağıttığım her şey toparlanmaya başlamıştı. Hayatımın hiçbir noktasında yeri olmayan o kadının karşısına çıkarken küçük zavallı bir kız olarak çıkmayacaktım, beni biraz bile etkileyemediğini ona gösterecektim.

Adımlarım eve doğru ilerlerken duruşum daha dikti. Ana kapıya çıkan beş basamaklı merdiveni çıkarken gözlerim, ev boyunca sıra sıra ilerleyen, ikinci kattaki terasa direk görevi gören dört kolona kaydı. Bir zamanlar, küçük bir kız çocuğuyken, bu kolonların düzlüğünden şikâyet edip duruyor, ortalarına devasa barbie heykeli işletmesi için babamın başının etini yiyordum. Neyse ki babam beni nasıl kandırması gerektiğini biliyordu da böyle bir saçmalık yapmamıştık. Şimdi düşündüğüm şey ise o kolonları kendi heykelim ile şereflendirmekti. Bana öyle bakmayın bebeklerim, ben Barbie'den çok daha güzelim.

Kapının önüne geldiğimde bekleme gereği görmedim. Tam elimi kaldırıp zile basacaktım ki kapı ben daha çalamadan açıldı. Karşımda Rus asıllı Ukrayna'lı yardımcımız Katya belirdiğinde buna şaşırmam gerekirdi belki ama şaşırmadım. Bu babamın isteği olmalıydı. Son ana kadar bana vazgeçebilmem için alan tanıyordu. Beliz Aydın eve girdiğimi fark etmediği için hâlâ odama çıkıp ondan kaçabilme şansına sahiptim yani.

Babamı çok sevdiğimden bahsetmiş miydim? Neyse bu başka bir anın konusu...

O şansı kullanmadım. Kullanmama gerek yoktu çünkü. Babam, Beliz Aydın'ın beni üzebileceğini sanıyordu. Üzemezdi! Aksine bu gece üzülecek biri varsa o Beliz Aydın'ın ta kendisiydi.

Katya kapıyı ardımdan kapatırken omzumun üzerinden ona bakıp "Neredeler?" diye sordum. Tamamen bozuk Türkçe'siyle, adeta Türkçe'yi katlederek "Salondalar efendim..." dedi. Başımı sallayıp elimdeki çantayı göğsüne doğru bastırdım ve "Bunu odama götür..." deyip adımlarımı salona doğru ilerlettim. Attığım her adımda mesafe kısaldıkça konuşma sesleri ilişmeye başladı kulağıma. Salonun girişinde durdum. Oradaydı. Koltuğa rahatça oturmuş memnuniyetsiz bakışlarla babama bakarken "Ne biçim bir babasın sen?" diyordu. Onu fotoğraflardan tanıyordum sadece, o fotoğraflarda saçları sarıyken şu an bakırdı. Görebildiğim kadarıyla fiziği mükemmel derecede düzgündü ve uzun boyluydu. Bir zamanlar modellik yaptığını biliyordum. Beliz Aydın, yüzündeki dolgu ve estetikler sayesinde asla kırk yaşında gibi durmuyor, kusursuz görünüyordu.

"Saat gecenin onu olmuş kızın hâlâ evde yok. Nasıl bir sorumsuzluk bu?"

Tam olarak bunları söylüyordu. Bu konuşmanın devamında gideceği noktayı merak ettiğimden içeri girmeden olduğum yerde durmaya devam ettim.

Babam oturduğu koltukta tabletinden bir şeyler okurken "Aymar yetişkin bir birey, eve ne zaman isterse o zaman gelir." diye cevabı yapıştırdı karşısındaki kadının yüzüne bile bakmadan. Tekrar soruyorum, bu adama aşık olduğumu söylemiş miydim?

Beliz Aydın'ın dudaklarından alaylı bir gülme sesi çıktı. Öyle soğuktu ki bir an... Sadece küçücük bir an üşüyeceğimi sandım.

"Ardına sığındığın bahane bu mu Kenan? O yetişkin falan değil, on sekiz yaşında bir çocuk. Kurallarla büyümeli, sınırlarla... On sekiz yaşında gece hayatı ne demek?"

Anlayan varsa anlatabilir mi, bu kadın tam olarak ne saçmalıyor? Tek kaşımı kaldırmış ona bakarken, içeri girip tüm o lafları ağzına tıkmayı planlıyordum ki babam benden önce davrandı ve gözlerini sonunda tabletinden çekip tek kaşını kaldırarak "Sen, sırf birkaç video ve fotoğrafla arkadaşlarına hava atmak uğruna, gece kulüplerine girebilmek için tuvaletlerin pencerelerine tırmanmaya çalışırken on altı yaşında değil miydin?" diye sordu.

Şu an Beliz Aydın'ın tam karşısında oturuyor olmak ve babamın şu cümlelerinden sonra yüzünün aldığı şekli tam karşısından izlemek için neler vermezdim.

"Aynı şey değil..." diyerek kendini savunmaya çalışsa da ses tonundan bocaladığını net bir şekilde anlayabilirdiniz.

Babam yeniden tabletine dönerken "Elbette aynı şey değil..." deyip devam etti. "Senin gizlice girdiğin o gece kulüplerinde, başına bir şey gelme olasılığı çok yüksekti. Ama Aymar için aynı durum geçerli değil çünkü gece kulübü erkek arkadaşına ait nezih bir mekân."

Şey... Bu noktada babamdan bir şeyler sakladığım doğruydu. Bahsettiği nezih mekânın alt katında üretimi yapılan uyuşturuculardan ve Çetin'in bu işin içindeki önde gelen isimlerden olduğundan... Bahsetmediğim doğruydu. Hey hey... Beni yargılamayın. Böyle bir haberle babama kalp krizi geçirtmek istemedim sadece. Hem... Hadi ama... Birilerinden, özellikle aile bireylerinden bir şeyleri saklamak hayatı daha eğlenceli yapmıyor mu?

Beliz Aydın'ın hah diyen aşağılayıcı sesiyle düşüncelerimden sıyrıldım. "Bir de erkek arkadaşı mı var? Bu yaşta? Dersleri ile ilgilenmesi gereken, üniversite sınavına odaklanması gereken bu yaşta?"

Ne kadar sıkıcı ve banal konuşmalardı bunlar böyle? Hangi devirde yaşıyorduk biz?

"Senin Ayda'da yaptığın bu mu?" diye çıkıştı babam. Şimdi elindeki tableti bir kenara bırakmıştı ve doğrudan Beliz Aydın'a bakıyordu. "Hayatına bu kadar müdahale edip, onu sıkarak mı yetiştirdin kızımı?"

Ayda...

Ayda benim ikizimdi ama onunla hiç tanışma şansı yakalayamamıştım. Onu da yalnızca resimlerden biliyordum. Çift yumurta ikizi olduğumuz için zaten çok benzemiyorduk ama benim burun estetiğim ve dudak dolgum yüzünden artık birbirimizi andırmıyorduk bile. Böylesi daha iyiydi. En azından aynaya baktığımda bir yerlerde ikizim olduğu gerçeği ile her seferinde yüzleşmek zorunda kalmıyordum.

Hiç tanışamamıştık ama en azından ben onun varlığından haberdardım. Elimdeki resimleri hâlâ saklıyordum küçük bir kutunun içinde. Ama Ayda beni hiç bilmiyordu. Ayda gerçek babasının kim olduğunu bile bilmiyordu ve bunun tek sorumlusu Beliz Aydın'dı. Çok küçük yaşlardaydım ve babamla sürekli bir yerlere seyahat ettiğimizi hatırlıyorum. Çok fazla ülkeye gitmiş birkaç hafta yaşamış sonra yeniden şehir ya da ülke değiştirmek zorunda kalmıştık. Başlarda bunun nedenini anlayamamıştım ama bir yerden sonra babam benimle konuşmayı, bana anlatmayı seçmişti.

Kardeşimin peşinden gidiyorduk. Beliz Aydın onu bizden kaçırıyor, biz de sanki yakalayabilirmiş gibi kovalıyorduk. Babamın nasıl mücadele ettiğini çok net hatırlıyordum. Biz ayrı büyümeyelim, o bir kızından ayrı kalmasın diye nasıl çabaladığını...

Başaramamıştı... Pes etmek zorunda kalmıştı çünkü büyümeye başlamıştık ve sürekli seyahat halinde olmak ikimizi de çok kötü etkiliyordu. Hiç arkadaşımız olmuyordu, kimseyle oyunlar oynayamıyor, gittiğimiz her yer bize yabancı olduğundan evden dışarı bile çıkamıyorduk. Ayda da ben de bu durumdan son derece olumsuz etkileniyorduk. Bu yüzden vaz geçmişti babam. Annemin de bir gün pes edeceğini ve iki kardeşi, daha da geç olmadan yan yana getireceğini düşünmüştü. Son seyahatimiz Dubai'den Türkiye'ye olmuştu çünkü babamın tüm işi bu ülkedeydi. O zamanlar dokuz yaşının ortalarındaydık. O gün babam artık seyahat etmemize gerek olmadığını söylediğinde nasıl rahatladığımı hatırlıyorum. Ona artık arkadaşlarım olabilecek mi diye sormuştum. Gülümseyip saçlarımı okşamaş ve ne kadar istersen o kadar olacak hem de demişti. Ona kardeşimi sormuştum, o da gelecek mi demiştim ve yüzündeki gülümsemenin acıyla doluşunu izlemiştim. Yanında bir çocuğu vardı ama yine de diğer çocuğuna özlemi hiç dinmemişti.

Annen onu bize getirecek derken inançla dolu olduğundan emindim ama yanılmıştı. Beliz Aydın asla pes etmemiş, ne beni görmeye gelmiş ne de ikizimi bana ve babama getirmişti.

"Ben olması gerektiği gibi davrandım, senin gibi sorumsuz bir ebeveyn olmadım." diye cevap verdi babamın sorusuna. İşte bu noktada araya girme ihtiyacı ile dolmuş ve babamdan önce ben atılıp orada olduğumu belli ederek konuşmaya başlamıştım.

"İki aylık bebeklerinden birini; hâkim velayeti ona verdiği halde kabullenmeyip, ikizlerinin birbirlerini hiç tanımadan büyümelerine sebep olan biri nasıl sorumluluk sahibi bir ebeveyn olabilir ki?" diye sordum.

Evet durum tam olarak bundan ibaretti. Babam ikiz kızlarından ilk doğana, lösemiden kaybettiği çocukluk aşkının adını koymak, o kadının adını kızıyla yaşatmak istemişti.

Aymar...

Literatürde bir anlamı yoktu bu ismin ama zaten anlamının olması da gerekmiyordu. Benim taşıyor olmam ona yeterince anlam yüklüyordu.

Her neyse...

Beliz Aydın babamın bu isteğine şiddetle karşı çıkmış, babamı vazgeçiremeyince de çareyi boşanmakta bulmuştu. Tamam bir noktaya kadar ona hak verebilirdim. Sevdiği adam, ilk aşkının adını çocuğuna koyuyor... Bu onun için pek de kolay olmasa gerek. Ama... Bahsi geçen kadının, onlar evlenmeden beş yıl önce öldüğü gerçeğini değiştirmiyor bu. Ve babamın düşüncesizliğinin bedelini çocuklarına ödettiği gerçeğini... Sırf adım Aymar diye beni istemediği gerçeğini... İşte tam bu noktada Beliz Aydın haklı olma şansını elinden kaçırıyordu.

Sesim ikisinin arasına bomba gibi düşerken ikisi de başını çevirip bana baktı. Benim gözlerim ise doğrudan Beliz Aydın'ın yüzünde, kahverengi gözlerindeydi. O gözlerde şaşkınlığı gördüm ilk önce. Bir şeylerin titreştiğini... Utanmasa özlemle bakacakmış gibi hissettirmişti o titreşim. Umursamadım. Burada en son umursayacağım şeydi onun ne hissettiği. Adımlarım yavaşça salonun ortasına doğru ilerlerken "İnan benim hakkımda ne düşündüğün zerre umurumda değil..." diye mırıldandım. "Ama babamın ebeveynliğini sorgulayacak son insan bile olmadığından küçük bir açıklama yapacağım."

Tam karşısında durduğumda o oturduğu için ona üstten bakıyordum. Kollarımı göğsümde bağlayıp tırnaklarımla kolumda ritim tutarken, ağırlığımı bir ayağıma verip konuşmaya başladım.

"Sık sık ülke çapında yapılan deneme sınavlarına girerim. Ve asla ikinci olmadım, hep birinciydim. Sınav notlarım hiçbir zaman doksan dokuz bile gelmez, daima yüzdür."

Her kelimemde gözlerine yayılan şaşkınlığı daha net gösteriyordu bana, saklayamıyordu. Minik bir es verip sindirmesini bekledim ve devam ettim.

"Hani çok mükemmel bir ebeveynsin ya babamı eleştiriyorsun falan. Senin kızında durumlar ne?"

Ona gerçekten soru sorduğumu sandı ve birkaç saniye durup düşündü, bir cevap aradı. Gözleri ruhunu çırılçıplak bırakıyor, ne hissediyorsa açık açık vuruyordu dışarı. Ayda benim kadar başarılı değildi. Eleştirdiği adamın yetiştirdiği çocuk çok başarılıydı ama kendi yetiştirdiği değildi.

Sonunda bir cevap bulmuş gibi dudaklarını araladığında elimi kaldırıp ona izin vermeden ben konuştum.

"Sana soru sorduğumda lütfen üzerine alınma, sesine fazladan maruz kalmaya tahammülüm yok."

Şaşırdı. Sinirlendi ve hışımla ayağa kalktı. Pekâlâ, uzun boyluydu ve şimdi o bana üstten bakıyordu. Peki bu bir şeyi değiştirir miydi? Asla!

"Fazla saygısızsın küçük hanım." diye çıkıştı bana. Şimdi kahvelerindeki o titreşimler yalnızca öfkeden ibaretti. Tek kaşımı kaldırıp bakmakla yetindim ve dudaklarım alaylı bir gülümseme ile kıvrılırken "Saygıyı hak ettin de benim mi haberim yok?" diye sordum. Yüzünün kıpkırmızı oluşunu keyifle izlerken "Her neyse? Devam ediyorum..." deyip onun yüzünü daha da kızartmak, onu daha da sinirlendirmek için konuşmaya devam ettim.

"Evet, bir erkek arkadaşım var. Evet bir gece hayatım var. Ve evet durumu mükemmel derecede parlak bir öğrenciyim. Aynı zamanda bir dövme stüdyom var biliyor musun? Orada çalışanlarım var. Yani tüm bunları idare ederken bir de kendi işimin patronuyum."

Başımı sağa yatırıp yüzüne baktım bir süre. Yüzünden bir şey anlamak mümkün değildi çünkü estetik ve dolgular tepki vermesini önlüyordu ama gözleri... Onu ele veriyordu. Sanki söylediklerim ona acı veriyormuş gibi bir ifade vardı kahvelerinde.

"Tüm bunlar nasıl oldu biliyor musun?" diye ekledim sözlerime ve bu kez yine cevap verme zahmetine girer diye, beklemeden devam ettim konuşmama. "Babam sayesinde. Çünkü o bana; tek bir şeye odaklanıp diğerlerini geride bırakmak yerine, aynı anda bir çok şeyi birden yapabilmeyi öğretti. Senin Ayda'ya öğrettiğin o aptalca doğrularının aksine."

Bunların hiçbirini duymak onu memnun etmedi, istediğimi elde ettim. Halimden memnun bir şekilde iç çekip ona sırtımı döndüm ve babamın yanına oturdum. Anında kolunu omzuma sararak beni kanatlarının altına, güvenli limanıma çekmişti.

"Şimdi..." diye girdim söze ve tırnaklarımım pürüzsüz yüzeyini izlerken, "Olabilecek en kısa cümlelerle, sesine en az maruz kalacağım şekilde, neden burada olduğunu anlat." dedim.

Mavi lensli gözlerimi tırnaklarımdan çekip yüzüne çevirdim. Sözlerim onu daha da kızdırmıştı ama bir şeyden ötürü kendini frenlediğini görebiliyordum. Bir süre sessiz kaldı. Bu sessizliğini onu süzerek değerlendirdim. Buraya her neden geldiyse onu dile getirmekte zorlanıyordu. Bir dakika kadar sürdü bu sessizlik. En sonunda derin bir nefes alıp "Ayda..." diyerek girdi söze. Babamın omzuma dolanan kolunun gerildiğini hissettim. Elim istemsizce eline gittiğinde elimi tutup başımın üzerine bir öpücük kondurdu. Onun bana verdiği huzur hiçbir şeyde yoktu.

Hayatım boyunca yüzünü hiç kanlı canlı görmediğim ikizimin adını duyduğumda dikkatim artık tamamen Beliz Aydın'daydı ve tek kaşımı kaldırmış devam etmesini bekliyordum. Fazla beklememe gerek kalmadı. Ne duymayı bekliyordum bilmiyorum ama o konuştuğunda duymayı istediklerim kesinlikle bunlar değildi.

"Ayda sizin okula nakil oldu..."

Babam daha fazla gerildi, ben ise sakince duruyor karşımdaki kadının yüzüne bakıyordum.

"Sen ne dediğinin farkında mısın?" diye soran babamdı. Ses tonu bir hayli kızgın geliyordu.

"Evet." diye cevap verdi Beliz Aydın net bir sesle. Bu tam olarak yıkılmadım ayaktayım aşko ses tonuydu, nerede görsem tanırım. Babam kolunu omuzumdan çekip ayağa kalktığında bir tartışmanın başlayacağını biliyordum. Çünkü herkes bilirdi ki Özel Koçer Lisesi belli başlı şartlarda nakil öğrencileri kabul ederdi. Yalnızca okulundan atılan ve başka bir okulun kabul etmediği öğrenciler nakil olarak gelir, diğerlerinin kendi içlerinde sorunlular sınıfı olarak adlandırdığı sınıflarda diğer öğrencilerden ayrıştırılırlardı. Öyle ki bahsettiğim bu sorunlular sınıfının binası bile ayrıydı diğer binadan. Bu öğrenciler normal öğrencilerin üç katı kadar fazla para ödüyordu okula, eğitim hayatına devam edebilmek için ve bu da herkesin işine geliyordu. Sosyetenin çocuğu, okuldan atılmış, eğitim hayatı çöp olmuş damgası yemiyor ve okulun sahibi de her sorunlu öğrenci başına üç kat fazla para kazanıyordu.

Şimdi soracak olursanız ki senin o okulda ne işin var diye, ben herhangi bir okuldan atılmadım. Ben lise hayatına doğrudan Özel Koçer Lisesinde başladım çünkü benim potansiyelimi karşılayabilen tek okul orasıydı. Her ne kadar sorunlu öğrencilere ev sahipliği yapsa da okul Dünya'nın en iyi okulları arasında daima ilk beşte yer alıyordu. Ayrıca bu başarısını korumak isteyen Koçer okulları, liseden mezun olan öğrencilere Koçer Üniversitesi için sınavsız geçiş hakkı sağlıyordu ki başarılı öğrencileri farklı okullar kapmasın. Bu durumda yine herkesin işine geliyordu çünkü sınav stresi olmayan öğrenciler, tüm dikkatlerini müfredat derslerine veriyor ve okul böylece başarısını koruyordu.

Elbette Özel Koçer Lisesinden atılmak da mümkündü. Ama sadece tek bir durumda, o da ders ortalaman yetmiş puanın altına düşerse... Ki yetmiş ortalamalı öğrenciler okulun ezikleri olarak adlandırılıp dışlandığından kimse seksenin altına düşürmüyordu notlarını. Benim ortalamam ise, biraz önce de söylediğim gibi daima yüzdü.

Babamın sert sesiyle saniyeler içinde gömüldüğüm düşüncelerden aynı saniyelerde sıyrıldım. Tam olarak Beliz Aydın'ın karşısında dikiliyordu şimdi.

"Ne demek Ayda Aymar'ın okuluna nakil olacak?"

Beliz Aydın sıkılmış gözlerle babama bakıp "Bu konuyu seninle tartışmayacağım Kenan!" diyerek babama rest çekip yanından geçti. Tam karşımda durduğunda gözlerindeki çaresizliği net bir şekilde görebiliyordum. "Okul hakkında bir çok araştırma yaptım, okul müdürü ile görüştüm. Nasıl yaptın bilmiyorum ama o okulda bir saygınlığın var Aymar. Ayda ise öyle bir okul için fazla pasif, fazla içine kapanık. O okulda kaybolur gider. Resmen kızımı kurtlar sofrasına göndermek zorundayım ve orada ona yardımcı olabilecek tek kişi sensin."

Sözleriyle önce dudaklarım kıvrıldı. Sonra bir kıkırtı kaçtı o kıvrımın arasından ve ben kahkahalarla gülmeye başladım. Hayat ne acayipti. Biz sonuçlarını düşünmeden bir seçim yapıyorduk ve önünde sonunda düşünmediğimiz o sonuçlar bizim elimize ayağımza dolanıyordu.

Gülüşlerimin arasından "Doğru mu anlıyorum?" diye sordum. "Ayda'ya bakıcılık yapmam mı isteniyor şu an?"

Ve bir kez daha güldüm. Öyle ki karnıma ağrılar girmiş gözlerimden yaşlar gelmişti. Beliz Aydın öylece karşımda durmuş hoşnutsuzluk dolu bir ifadeyle bana bakarken bitirmemi bekliyordu. Bitirdim. En sonunda sakinleştiğimde başım sol omzuma doğru düştü ve gözlerim kısıldı. "Söylesene..." dedim kısık bir sesle. "Bunu neden yapayım?"

Sonra gözlerim Beliz Aydın'ın arkasında kalan babama kaydı. Üzgün görünüyordu. Merak ediyordu. Telaşlıydı. Korkuyordu. Derin bir nefes alıp doğrulttuğum başımı iki yana sallayarak "Hayır..." dedim. Babam için önceliğimi değiştirerek. "Hayır öncelikli olarak duymak istediğim bu değil."

Sakince oturduğum yerden kalkıp bu kez karşısına ben dikildim. Ona alttan bakmam umurumda bile değildi.

"Söylesene sevgili örnek anne, kızın ne gibi bir halt yedi de hiçbir okul kabul etmedi onu?"

Utancın dalga dalga gözlerine yayılmasını izledim. Asla söylemek istemiyordu her ne olduysa. Bundan utanıyor, bu yüzden de sessizliğini koruyordu.

Sıkıldığım sessizliği, "Eğer susmaya devam edeceksen, evimden defolup gidebilir ve dışarıda buna devam edebilirsin. Ama yardımımı dileniyorsan söylemek zorundasın!" diyerek bozdum.

Ona dikkatli bakarsanız fazlası ile sinirlendiğini anlayabilirdiniz. Gözlerindeki o utanç şimdi öfkenin alevine dönüşmüştü. Kırmızı ojelerle renklenen tırnakları, elinde tuttuğu zarf şeklindeki çantanın süet yüzeyine batarken bir anlığına bana iğrenç bir şeymişim gibi bakıp başını iki yana salladı. Ona iğrenç gelmem normaldi, o ne anlardı ki mükemmel olmaktan! Ne diyordu eskiler? Kedi uzanamadığı ciğere mundar der mi? Onun gibi bir şeydi sanırım...

Her neyse...

"Sen küçük hanım..." dedi boştaki elinin işaret parmağını bana doğru sallayarak. "Laflarına dikkat et! Karşında akranın yok senin! Ben senin annenim ve benimle düzgün konuşmak zorundasın."

Bu kızgın halleri beni zerre kadar etkilemediği gibi yalnızca gülmeme neden oldu. Omuzlarım sarsılırken ellerimi birbirine vurup ona alkış tuttum ve "Asla utanmıyorsun değil mi bunu söylerken?" diye sordum. Onun sesini taklit ederek, dudaklarında çok eğreti duran o üç kelimeyi söyledim. "Ben senin annenim!" Sonra dudaklarım büzüldü. "Biyolojik olarak beni doğurdun diye kendini annem olabilecek kadar yüksek bir yerde mi görüyorsun sen? Oraya layık olduğunu mu sanıyorsun?"

Aklımda beni parçalara ayırdığına yemin edebilirdim. En ilkel arzuyla etlerimi lime lime kemiklerimden ayırdığına... Ama gözlerindeki şiddet arzusunu aksine dehşete düşmüş bir sesle "Seni bir canavara dönüştürmüş..." dedi. Olay yine babama patlamıştı. Kaşlarım çatılırken anında itiraz ettim bu ithamına. "Hayır! Bu babamin değil, senin yaptığım o seçimin sonucunun eseri."

Buna inanmadı. İnsanlar zaten genelde seçimlerinin sonuçlarına katlanmaktan kaçınmayı tercih ederlerdi. Bu onlara kolay gelirdi. Şu anda Beliz Aydın'da olanda tam olarak buydu.

"Son kez soruyorum." diye devam ettim konuşmaya. "Ayda ne yaptı?"

Mücadelesine devam etmek istediğinden emindim ama inadım karşısında hiç şansının olmadığını anladığını da görebiliyordum. En sonunda pes etti ve dudaklarından sadece bir kelime döküldü. "Kleptomani..."

Her şeyi bekleyebilirdim. İnanın bana birini öldürdü dese yine yadırgamazdım ama bu... Başta gülmemek için kendimi tutmaya çalıştım ama başarılı olamadım, dudaklarımın arasından bir kahkaha kaçtı. "Kızın bir hırsız mı yani?" derken hâlâ gülüyordum.

Anında itiraz edercesine başını salladı.

"Bu psikolojik bir rahatsızlık, bir hastalık! Tedavi görüyor ama bu rahatsızlık yüzünden çok fazla sorun yaşadı ve çok fazla okuldan atıldı. Bu yüzden mecburen senin okuluna gönderiyoruz."

Rahatsızlık?


Hastalık?


"Biliyor musun? Bunu milyoner birinin çocuğu değil de bir memurun çocuğu yapsa buna hastalık demiyorlar, suç diyorlar. Allah bilir ona ne yaşattın da böyle bir sorunu oldu!"


"Ben Ayda'yı prensesler gibi yetiştirdim!" diyerek anında işin içinden sıyrılmaya çalıştı. Babam sessizce bir köşede durmuş bu haberi sindirmeye çalışıyordu. Göz ucuyla gördüğüm kadarıyla sinirliydi çünkü elleri titriyordu. Onun için sarsıcı bir haberdi bu.


Başımı iki yana sallayıp ezici gözlerimle Beliz Aydın'ı baştan aşağı süzerken "Eğer prensesler gibi yetiştirmiş olsaydın benim gibi biri olurdu. Psikolojik sorunlarla boğuşuyor olmazdı." dedim elimle kendimi işaret ederek. "Ama öyle yetiştirmemişsin demek ki kendi ağzınla söylüyorsun pasif biri olduğunu."


Bir süre ağzını açıp kapattı ama ne söyleyeceğini bilemiyordu. Haklı olduğumu biliyordu. Hadi ama... Ben her zaman haklıyımdır!


En sonunda yeniden pes etti.


"Ona göz kulak olacak mısın?" derkenki ses tonunda beliren çaresizlik hoşuma gitmişti. Kollarımı göğsümde topladım ve tek kaşımı kaldırdım. "Bunu neden yapayım ki?" diye sorarken amacım onu biraz daha kıvrandırmaktı.


Dehşete düşmüş gibi baktı bana ve "Çünkü o senin ikizin!" dedi tek solukta.


Sözlerinin üzerine "Hı hı..." diyerek başımı aşağı yukarı salladım ve üst dudağımı yalayıp, bir sır veriyormuş gibi ona doğru eğildim. "En az sokaktan geçen bir yabancı kadar bana yabancı olan ikizim!"


Çaresizlik onu iyice ele geçirirken yeniden konuşmak için dudaklarını araladı ama onunla daha fazla muhatap olmak istemediğimden elimi hızla kaldırıp susturdum onu.


"Tamam tamam... Daha fazla seni dinlemek istemiyorum. İstediğini yapacağım ama bunu sen istiyorsun diye değil, babamın da isteğinin bu olacağını bildiğimden yapacağım. Ona ikiz olduğumuzu söyleyip söylememek tamamen benim inisiyatifimde olacak ve sen her gün söyledim mi yoksa hâlâ saklıyor muyum diye düşünerek bunun korkusu ile yaşayacaksın. Ayrıca yöntemlerime sakın karışma cüretini gösterme. Karışırsan bu kez Ayda'yı koruyan değil, ona okulu cehenneme çeviren taraf olurum. Şimdi evimi bir an önce terk et. Cidden varlığına katlanamıyorum."


Sözlerimin üzerine çok fazla şey söylemek istiyordu. Hatta dudaklarını aralayıp buna cüret etmeye bile kalktı ama tek kaşımı kaldırıp ona baktığımda susması gerektiğini anladı. Yutkundu ve eliyle sanki orada kırışıklık varmış gibi eteğini düzeltmeye çalıştı. "Pekala..." derken bir hayli afallamış görünüyordu. Başka bir şey söylemeden arkasını bana dönüp çıkışa doğru ilk adımlarını attı ama babamın henüz onunla işi bitmemiş olacak ki "Bekle!" diyerek durdurdu onu. Durup omzunun üzerinden babama sorgularcasına baktığında babam tek bir soru sordu. "Ayda'nın gittiği doktorun adı ne?" Ses tonu öyle katıydı ki resmen Beliz Aydın'a yiyorsa cevap verme diyerek meydan okuyordu.


Yememiş olacak ki kısık bir sesle "Adil Gürkan." diye cevap verdi Beliz Aydın. "Güzel!" diye cevap verdi babam ona doğru bir adım atarken. "Yarın o adamı ziyaret edeceğim ve sen ben gitmeden önce o adamı aramış, Ayda'nın babası olduğumu ve durumu hakkında bilgi istediğimi söyleyecek, o bilgileri bana vermesini sağlayacaksın."


"Bu seni ilgilendirmez Kenan. Bu mesele bir aile meselesi ve Yavuz Ayda ile çok güzel ilgileniyor."


Babam burnundan sert bir nefes verdi. "İlgilendirmez dediğin kişi benim kızım. Daha en başından durumundan haberdar olmam gerekirdi."


Eğer müdahale etmezsem tartışmanın uzayacağından öyle emindim ki... Beliz Aydın itiraz etmeye babam ise o itirazları savuşturmaya hazırlanıyordu. Buradan baktığımda savaş meydanında, kanının son damlasına kadar savaşmak için hazır bekleyen iki asker görüyordum. Bu yüzden "Babam ne diyorsa harfiyen yerine getireceksin. Aksi takdirde kızına özel cehenneme hoşgeldin partisini bizzat ben hazırlarım." dedim net bir sesle son söz olduğunu belli edercesine.


Beliz Aydın uzun bıkkın bir solukla salonumuzun havasını kirletip topuklarının üzerinde döndü ve topuklularının gürültülü sesiyle önce salonu sonra da evi terk etti.


Nihayet...


Gözlerim babama kaydığında birden on yaş yaşlanmış gibi geldi gözüme. Sert ifadelerim anında şefkatimle yer değiştirirken bir kaç adımda aradaki mesafeyi kapatıp hâlâ titremeye devam eden elini tuttum ve çenemi omuzuna yasladım. Bir baba için bu durumun ne kadar zorlayıcı olduğunu bilemezdim ama tahmin edebilirdim. Bu yüzden konuşurken sesim yemin eder bir tona büründü.


"O iyi olacak dad. Aymar Doğan'ın toz pembe hayatına adım attığı an o psikolojik sorun şeysini bile unutacak sana söz veriyorum. İyi olması için her şeyi yapacağım."


Tüm sözlerime karşın boş olan eli usulca yanağıma yerleşirken üzgün bir sesle konuşmaya başladı. "Onun peşini hiç bırakmamalıydım. Yıllarca uzaktan takip etmek yerine karşısına çıkmalı kendimi tanıtmalıydım." dedi. Kendini suçluyordu. Tuttuğum elini daha da sıkarken "Kendini suçlaman çok gereksiz biliyorsun değil mi? Bunu sen yapmadın, hepsi o kadının suçu." dedim. Ama buna babamı inandıramazdım. En azından bu gece değildi. Son kez başıma bir öpücük kondurup dinlenmek istediğini söyledi ve odasına çekildi. Bütün gece uyumayın Ayda'nın fotoğraflarının içinde kaybolacak ve kleptomani olduğunu nasıl fark etmediğini düşünerek kendini yiyecekti.


Babamın pes ettiği ve Türkiye'ye yerleştiğimiz o günden sonra bile babam Ayda'nın peşindeydi. Onlar yurtdışındayken, uzaktan da olsa görmek için onu ziyarete gitmesi biraz zor oluyordu ama onlar da bizden iki yıl sonra bu Türkiye'ye taşındığında bu durum onun için kolaylaşmıştı. Geç kaldığını düşündüğünden hiç karşısına çıkmamıştı ama elinde düzinelerce ona ait fotoğraf vardı.


Onu şu an yalnız bırakmanın en doğru karar olduğuna kanaat getirip bende odama çıktım. İlk işim saçlarımı çözmek ve arasına parmaklarımı sokup tokanın sıkılığından ötürü ağrıyan köklerini rahatlatmak oldu. Sonra pamuk ve makyaj temizleme sütü ile yüzümdeki makyajı çıkarıp gece bakımımı yaptım. En sonunda dişlerimi fırçalayıp, beyaz fitilli şort ve önünde minicik mavi kelebek detayı olan beyaz fitilli askılıdan oluşan pijama takımımı giydiğimde yatmaya hazırdım. Aslında bir şeyler karalayıp çizmek istiyordum ama modumda olmadığımın da farkındaydım. O yüzden zorlama gereği görmedim.


Tam toz pembe yatak örtümü kaldırıp altına girecektim ki gözlerim kapalı olan pencereme kaydı. O an zihnimde Çetin'in seksi sesi yankılandı.


Pencerenin açık olduğundan emin ol...


Bir süre kararsızlık ile pencereyle yatak arasında mekik dokudu gözlerim ve en sonunda yanaklarımı şişirip yataktan uzaklaşarak pencereyi açıp perdeyi kapatıp yatağıma girdim ve gözlerimi kapattım.


🃏🎲


Vezirim, tam başıma kraliçe tacımı yerleştirirken ve halkım saygı, sevgi ve minnetle yeni kraliçeleri olan beni selamlarken hissettiğim hareketlilik rüyamdan sıyrılmama neden oldu. Tacı takamadan uyanmıştım. Gözlerim pembe loş ışıkla aydınlatılan odam açılırken burnuma dolan mentol kokusu, o hareketliliğe bir tepki vermemin önüne geçti. Çetin buradaydı.


Varlığını belli edercesine kollarını belime dolayıp beni bedenine yasladığında yatak hareketiyle bir kez daha sallandı.

Dudakları kulağıma doğru yaslanırken "Selam." diye fısıldadı ve kulağımın hemen altındaki noktayı öptü. Kedi gibi mırıldanıp mayışırken kendimi iyice ona yasladım ve başımı çevirip yüzüne baktım. Yastığa yaslamadığı için baş başımın üzerindeydi ve bana üstten bakıyordu. Uykulu gözlerimi kısarak ona bakarken onun verdiği selamın aksine "Senin yüzünden kraliçe olamadan uyandım." diye homurdandım. Güldü. Güldüğünde gamzesi ortaya çıkmıştı. Oda ne kadar loğ olursa olsun oradaki derin çukuru görebiliyordum. Elim yavaşça kalktı ve avucum yanağına yerleşirken işaret parmağım gamzesinin üzerine koydum. Utanmasa parmağımı içine gömecekti.

Sözlerim üzerine "Sen zaten kraliçesin." dedi ve belimdeki tutuşu daha sahiplenici bir hâl alırken "Benim kraliçem!" diye ekledi. Bu sözü beni güldürmüştü. Sesim olması gerekenden yüksek çıkmış olacak ki Çetin boştaki elinin iki parmağını dudaklarıma yasladı. Gözleri kısa bir anlığına kapıya kayarken "Babanı uyandırmak istemeyiz ışığım." dedi. Sonra gözleri kapıdan bana çevrildi. "Bizi bu halde görürse akşam yemeğine et niyetine beni doğrar."

Bu sözleri daha çok gülmeme neden olsa da bu kez sessizdim.

"Senden pek haz etmediği doğrudur..."

Aslında sadece beni paylaşmak istemiyordu. Doğu arkadaşımdı ve onunla bir sorunu yoktu ama iş Çetin'e gelince durum değişiyor, Çetin onun kalbimdeki yerini sarsabilirmiş gibi düşünüyordu. Bende ona aksini düşünmek için hiçbir şey vermiyordum çünkü onları bir aradayken izlemek çok eğlenceliydi.

"İstediği kadar haz etmeye bilir. Bir gün damadı olduğumda sevmek zorunda kalacak." dediğinde kalbimi bir anlığına durdurduğunun farkında değildi. Çetin geleceğe yönelik konuşmaktan hiçbir zaman çekinmezdi ve ben hep oradan olurdum. Bazen çocuklarımız olmuş olurdu bazen de yaşlı iki nine ve dedeyken torunlarımız etrafta koşuşturur...

Böyle güzel hayalleri neden yabancı ellerle kirlettin ki Çetin?

Bunu düşünmek kalbimi kırıyordu. Ama Çetin'in yanında olmak o kırıkları geri onarıyordu. Canımı ne kadar yakarsa yaksın ilacım da yine oydu. Bunu söylemekten asla bıkmayacağım sanırım ama ben uslanmaz, katıksız bir aptalım. Ama siz sakın benim gibi olmayın, ben duygularım karşısında çok zayıfım, siz kendinize güçlü olmayı öğretin. Beni bu durumlarda ne yapılması gerektiği konusunda değil, ne yapılmaması gerektiği konusunda örnek alın.

Elim yanağını okşarken birkaç saniyeliğine aramıza giren o sessizliği fırsat bildim ve başımı hafif bir açıyla kaldırıp dudaklarımı dudaklarına bastırdım. Bildiğimi söylesem her şeyi... Ve onun ağzından itirafını duysam... Kabullenişini... Bununla yaşayabilir miydim emin değildim. Resimleri görmezden gelmek kolay geliyordu ama Çetin'in sözlerini duymazdan gelemezdim. Üstelik o itiraftan sonra benim için en iyisinin bu olduğunu düşünüp benden gideceğini de biliyordum. Şu an bilmediğimi sandığı için rahattı ama o zaman rahat olmayacaktı. Çetin hayatımdan giderse ben çok büyük bir boşluğa düşerdim. O yüzden hep yaptığımı yapıp susmayı tercih ettim bir kez daha. Selin ile olan o resminin üzerinden dört ay geçmişti ve dört aydır hiç resim gelmiyordu. Belki de pişman olduğundan bitirmişti kendi kafasında. Bir daha yapmazdı. Onu affedebilirdim o zaman, affeder ve sımsıkı sarılıp her şeyi unuturdum.

Öpücüğüme tüm tutkusuyla karşılık verip dilini ağzımın içine soktuğunda damağıma yayılan o mentol tadıyla inledim. Belime sarılı kolu iyice sıkılaşırken eli bulduğu bölgeyi okşamaya başlamıştı. Parmakları hafif yukarı sıyrılan tişörtümüden dolayı açılan çıplak tenimi ziyaret ediyordu arada.

Arzu çok daha yoğun bir şekilde geri döndü. Onun odasındakinden çok daha yakıcıydı, kasıklarımı sızlatıyordu.

Tüm gemileri yıkıp kendimi tamamen ona bırakma isteği öyle yoğundu ki, düşünmenin bile iç çamaşırımın nemlenmesine neden olduğunu hissedebiliyordum. Birimizden uzak kalamasak bile, tam manasıyla sevişmeyeli dört ay oluyordu. Bu çok uzun bir süreydi ve bedenim yuvasını arayan küçük bir çocuk gibi Çetin'in varlığını arıyordu. En ufak bir dokunuşun bile beni etkilemesi bundandı.

Başım sol tarafıma doğru yatarken dilimle dilimi yakalayıp kendi ağzıma doğru çektim ve lezzetli dilini emdim. Boğazından çıkan boğuk inleme beni kıvrandırırken artık düşünemeyecek bir haldeydim. Elim ikimizin arasına girip aşağı doğru indiği sırada o alt dudağımı önce dişliyor ardından ısırdığı noktaları diliyle okşayıp acıya karışan sızısını tatlandırıyordu. Sessiz inlemelerim, yüksek bir notaya çıkmak için yer arıyordu ama onları bastırıyordum, her biri yüksek sesli soluklardan ibaretti.

Elim sonunda aradığını bulmuş gibi pantolonunun üzerinden aletine sarıldığında Çetin'in boğazından bir hırıltı döküldü ve üzerime daha da abanıp başımın iyice yastığa gömülmesine neden oldu. Öpüşü öyle yoğunlaşmıştı ki hızına ve tutkusuna yetişmekte zorlanıyordum. Yine de şikayetim yoktu. Aksine onu daha da çıldırtmak istiyordum, bu yüzden dilim ağzının içinde kaybolurken elimle aletini birkaç kez pantolonunun üzerinden okşayıp düğmesine yöneldim.

Düğmesi çözüldüğünde ve fermuarı indiğinde Çetin zor da olsa ayrıldı dudaklarımdan ve alev alev yanan gözlerle yüzüme bakarken "Eğer birazdan ayrılık zırvalığına başlayacaksan bunu hemen şu an kesmeni öneriyorum Aymar." dedi soluk soluğa. Baksırının üzerinden hissettiğim erkekliği neredeyse hazır gibiydi, birkaç okşamayla demir kadar sertleşecekti. Gözlerinin içine baka baka elimi baksırının içine sokup aletini avuçladığımda. Dudaklarım sızladı. O kadifemsi hissi dudaklarımda hissetmeyi özlemiştim. İstemsizce dudaklarımı yalayıp ısırırken elimi erkekliğinin etrafına sarıp aşağı yukarı hareketlerle okşamaya başladım. Bu onun için yeterli bir cevaptı, bir eliyle yatakta kendini sabitlerken belimde oyalanan elini çekip yanağıma yerleştirdi ve baş parmağıyla alt dudağımı dişlerimin kıskacından kurtardı. Parmağı kaba hareketlerle dudağımın üzerinde dolaşırken hafif baskılarla okşuyordu.

"Aletimi bu dudakların arasında görmeyi özledim Aymar, hissetmeyi..." diye fısıldadı ve baş parmağı yavaşça dudaklarımdan içeri kaymaya başladı. Memnuniyet ile kabul ettim o parmağı ve dilimi etrafında bir tur döndürüp emdim. Aldığı nefesler hem hızlı hem derin hem de ağırdı.

Erkekliği her hareketimde biraz daha sertleşiyor, damarları avucumun arasında nabız gibi atıyordu. Kalçalarını elime doğru bastırdı ve parmağını ağzımdan çekip parmağına bulaşan ıslaklığı dudaklarıma yayarken "Fazla vaktimiz yok, acil bir iş için Kanada'ya gitmem gerek ve uçağın beş dakika önce zaten kalkması gerekiyordu, şu an beni bekliyorlar. Bugün denemeni istediğim içeceği getirdim sana ve seni görmeden de gitmek istemedim." dedi. Sözleri kaşlarımı çatsa da hareketlerim duraksamadı. Çetin'in parmağı dudaklarımın üzerinden her kayışında dilim o parmağa bir darbe atıyor, avuçlarım erkekliği ile ilgilenmeye devam ediyordu.

"Neden Kanada'ya gidiyorsun?" diye sordum zor bela bulduğum fısıltıdan ibaret sesimle. Çetin kendini elimin ona verdiği zevke kaptırmış bir halde kısık gözleri ve kısık sesiyle "Oraya gönderdiğim kurye kaza geçirmiş, şu an hastanede yoğun bakımdaymış. Ve götürdüğü yirmi kiloluk paket kayıp. Müşterilerim bir hayli kızgın. Gidip paketi bulmalı ve onları yatıştırmalıyım" dedi. Kasıklarımda öyle bir yangın vardı ki kelimelerini anlamakta zorlandım ve bu kez sesimi bulamayacağım diye endişe edip sadece başımı sallamakla yetindim.

"Islak mısın?" diye sordu tutkuyla kavurlan nefesini tenime üfleyerek. Bacaklarımın arasındaki kayganlık kendini net bir şekilde belli ediyordu. Bacaklarımı birbirine bastırma ihtiyacına karşı koyamayıp Çetin'i başımla onayladım. Onun için çoktan hazırdım.

Bir anlığına benden uzaklaşıp yatağın üstünde, ayakucumda, dizlerinin üzerinde durdu. Gözleri beni tararken yavaşça uzanıp altımdaki şortun beline parmaklarını kanca gibi geçirdi. Sadece şortu değil, altımdaki iç çamaşırını çıkardı şortla birlikte. Gözleri yavaşça aşağı indiğinde çıplak kalan kadınlığımda durduğunda nefesinin teklediğini duydum. Loş ışığa rağmen kehribarlarındaki beğeni beni tatmin etti. Alt dudağımı ısırırken beğenilme hissinin getirisiyle gülümsememi saklamaya çalışıyordum. Bacaklarımı biraz daha aralayıp ona manzarayı tam manasıyla sunduğumda yutkundu.

Ayak bileğimi kavrayıp üzerine bir öpücük kondurduktan sonra öpücükleri yavaşça bacaklarımdan yukarı doğru tırmanmaya başladı. Kendine çizdiği rotanın sonu kadınlığımdı. Son olarak bacaklarımın iç kısmını da öptüğünde artık sıcak nefesi nemli kadınlığımı yakıyordu. Başım yastığa gömüldü, dudaklarımın arasından kesik bir nefes kaçtı. Sonra Çetin'in dudaklarını kadınlığımda hissettim. Sanki dudaklarımla öpüşürmüş gibiydi dudaklarının hareketi ve nefesimi kesen bu hareketler başını bacaklarımın arasında sıkıştırmama neden oluyordu. Klitorisimi dudaklarının arasına çekip emdiğinde tüm bedenim anlık sarsılırken bir elimle aceleyle ağzımı kapatıp "Ah!" diye çığlık atarcasına inledim. Klitorisimi serbest bıraktığında bu kez dili girişimi yoklamaya başladı. Sert ve yumuşak darbeleri bir arada bedenime sunuyor ve bedenimin artçılara maruz kalan zemin gibi sarsılmasına neden oluyordu.

Daha fazlasını isteyerek elimi başına götürüp parmaklarımı saçlarının arasına sokarken başını kadınlığıma daha çok bastırdım ve kalçalarımı hareket ettirerek kadınlığımı dudaklarına sürtmeye çalıştım. Beni adeta yudum yudum içiyor, dilinin o keskin ve tatlı darbesi ne zaman klitorisimi bulsa belim yatakta havalanıyordu.

Çok uzun zamandır bunu hissetmediğim için orgazmın beni normalden daha kısa sürede yakalayacağını fark ettim. Yavaş yavaş gün yüzüne çıkıyordu. Bir kez daha klitorisimi emdiğinde "Çetin!" diyerek onu uyarmaya çalıştım. Tamam dudaklarının kadınlığımda oluşunu seviyordum ama daha çok sevdiğim bir şey varsa o da kadınlığımın onun aleti ile doldurulmasıydı. Ve Çetin bunu biliyordu. Bu yüzden daha fazla oyalanmadan dudaklarını çekti kadınlığımdan ve bedenini üzerimden yukarı doğru taşıdı. Göğüslerimin hizasına geldiğinde durmuştu. Onu durduran şey sütyen giymediğim için, arzudan dolayı sertleşip belirginleşen meme uçlarımın askılı tişörtümü zorlamasıydı eminim.

"Her ayrıntınla ayrı ayrı, uzun uzun ilgilenmek istiyorum. O kadar uzun zaman oldu ki... Ölebilirim şu an. Keşke daha uzun zamanımız olsaydı..."

Sözlerinin ardından yolculuğuna devam etti ve dudaklarımın üzerin geldiğinde beklemeden dudaklarıma kapandı. Onun mentollü tadına benim tadım karışmıştı. Hevesle kabullendim öpücüğünü ve bacaklarım iyice ayırırken ellerimi sırtından kaydırıp parmaklarımı baksırıyla birlikte pantolonunun içine sokup pantolonumu kalçalarından sıyırdım. Özgür kalan aleti kadınlığıma çok yakın bir noktaya, bacaklarımın için kısmına dokunduğunda, kadınlığım istekle kasılmıştı.

Bu kez elin aramıza sokan kişi Çetin oldu ve kavradığı erkekliğini girişime hizaladı. Ani girişleri hiçbir zaman sevmemiştim ve Cetin bunu da biliyordu. O yüzden yavaş yavaş, her bir santimini hissettire tissettire doldurdu beni. Dudaklarıma yaslı dudaklarına doğru inlerken bedenimdeki tüm tüyler ayaklanmış, sonunda tamamen içine girdiğindeyse birlikte inlemiştik.

İki elini de başımın iki yanında yatağa yaslayıp girdiği yavaşlıkta geri çekti kendini geri. Geride bıraktığı boşluğa karşın homurdanmadan edemedim. Tırnaklarım sırtını kazırken Çetin'in şikayetime gülüşünü dudaklarımda hissettim. Yeniden itmedi kendini içeri, şu an sadece baş kısmı içindeydi.

Bacaklarımı beline dolayıp onun yapması gerektiği hareketi ona ben yaptırmaya çalışırken dudaklarını dudaklarımdan çekip "Özledin mi beni?" diye sordu. Önce başımı salladım, çok özlemiştim... Sonra tutkuyla aralanan dudaklarımla bunu söyleyecektim ama Çetin bir anda hızla yeniden içimi doldurduğunda kelimeler bir çığlığa dönüştü. Ellerimi dudaklarıma kapatmakta geç kalmıştım biraz. Umarım babam duymazdı.

Bir kez daha kendini geri çekip yeniden ittiğinde inlemelerim derin soluklara dönüşmüştü artık. Elimi dudağımdan çekip omzuna vurdum ve "Oynama benimle de hızlan." dedim. Ardından ihtiyaçla neredeyse yalvardım. "Daha hızlı olmanı istiyorum Çetin, daha sert... Daha derinimde istiyorum seni."

Bana istediğimi verdi. Alnını alnıma yaslarken hızla ve sertçe içime girmeye, beni talan etmeye başladı. Darbelerinin hızı ve şiddeti öyle iyi hissettiriyordu ki Çetin sonsuza dek orada kalmak istese itiraz etmezdim sanırım. Ben dört ay bundan nasıl uzak kalmıştım?

Şiddetimizle altımızdaki yatak sarsılırken inlemelerimiz sadece bizim kulaklarımızda çınlıyor, dökülen nefeslerimiz birbirimizin ciğerlerine doluyordu.

Alnımda biriken terleri hissediyordum, bedenim resmen alev alev yanıyordu. Ellerim ara ara kollarında dolaşıp ara ara sırtına çıkarken "Çok iyisin..." diye fısıldadım. "Bu mükemmel hissettiriyor."

Kadınlığım aletini bir kalıp gibi kavrarken ve onun kalın damarlarını duvarlarımda hissederken her hareketinde orgazma biraz daha yaklaştığımın farkındaydım. Hem bitsin istemiyordum hem de bitmesine ihtiyacım vardı.

Çetin sıktığı dişlerinin arasından kesik kesik nefesler alırken "Beni bunlardan uzak tuttuğun için sana öyle kızgınım ki..." diye hırladı. Ama onu duyabilecek duysam bile söylediklerini kâle alabilecek durumda değildim, bana verdiği zevkin kollarında keyiften dört köşeydim.

"Çok güzelsin Aymar..." dedi en sonunda ve alnını alnımdan çekip bir kez daha dudaklarını dudaklarıma yasladı. Nefesini en lezzetli şarapmışçasına içerken içinde çaresizce sıkışan orgazm dışarı çıksın diye artık ben de kalçalarımla Çetin'in darbelerini karşılamaya başlamıştım. Bu istek öyle yoğundu ki aklımı kaçırabilirdim.

"Çok yakınım Çetin..." diye yakındım dudaklarımı bir anlık dudaklarından çekerek Çetin bir anda üzerimden çekilip dizlerinin üzerine doğru yükseldi ve biraz daha hızlandı. Elleri kalçalarımın iki yanından tutarken içimi her dolduruşunda beni kendine çekerek hareketlerine daha sert karşılık vermemi sağlıyordu. Boşlukta kalan ellerim yastığı kavrayıp parçalamak ister gibi sıkarken başım iyice gömüldü yumuşak yastığıma ve belim bir kez daha yükseldi yatakta. Kadınlığımın yaydığı sinyal tüm bedenime ulaştığında önce ufak ufak sarsılmaya ardından da şiddetle titreyerek boşalmaya başladım. Orgazm çok şiddetli geldi. Tutunacak hiçbir yerim olmadığından çaresizce çırpınırken yastığıma var gücümle sarıldım ve farkında bile olmadan sesim yüksek çıkmasın diye ağzıma kapattığım kolumun üst kısmını ısırdım. Zevk öyle yoğundu ki acıyı hissetmiyordum bile. Benden birkaç saniye sonra hareketlerinin şiddetine aynen devam eden Çetin de boşaldığında içime akan sıcaklığını memnuniyetle karşıladım. Bu hissi de seviyordum.

En sonunda Çetin yeniden üzerime yığıldığında ikimiz de soluk soluğa birbirimizde dinlendik. Terlemiş bedenlerimiz birbirinde soğudu. Yarı açık yarı kapalı gözlerimle biraz önce yaşananları sindirmeye çalışırken Çetin'in boynuma bir öpücük kondurduğunu hissettim. Ardından çenemi buldu dudakları. Sırayla burnumun ucunu, yanağımı, şakağımı öptükten sonra dudaklarını alnıma yaslayıp bir süre soluklandı.

"Çok güzeldi... Kısaydı ama güzeldi. Döndüğümde bunu telafi edeceğim."

Sözleriyle gülümseyip mayışmış bir halde mırıldanırken "Ne zaman döneceksin?" diye sordum. Dudakları ara ara alnıma öpücükler konduruyor, elleriyle saçlarımı okşuyordu.

"Tam olarak belli değil ama okul açıldığında burada olacağım. Yani bir haftadan uzun sürmeyecek." diye cevap verdi. Başımı sallayarak onayladım onu. Gitmesini hiç istemesem de işinr verdiği önemi bildiğimden sesimi çıkarmadım. Uyku ile uyanıklık arasında bir yerde, uykuya doğru çekilirken Çetin yanımdan kalktı. Önce ellerini bacaklarımda hissettim ardından çıkardığı şortu tekrar giydirdi bana. Pelteye dönmüş bedenimle gülümsemekten başka hiçbir şey yapamadım. Son kez yanıma gelip alnıma bir öpücük daha kondurdu ve "Seni çok seviyorum Işığım." diye fısıldadı. "Öyle çok seviyorum ki kalbim bi sevgi karşısında patlayacak sanki."

Ve sonra gitti...

🃏🎲

Sabah gözlerimi açtığımda bedenimde tatlı bir sızı vardı. Nedenini, gecenin ayrıntılarını düşündüğümde dudaklarım bir kez daha kıvrıldı. Yatakta iyice gerinip tamamen ayıldıktan sonra komodinin üzerinde şarjda duran telefonumu alıp sosyal medya hesaplarımı kontrol ettim. Pek çok takipçi, beğeni, yorum ve mesaj bildirimi vardı. Mesaj istekleri kutusunu komple görmezden gelip Betül'ün mesajına girdiğimde bana birkaç tane tatlı tavşan videosu attığını gördüm. Betül ve benim tavşanlara zaafımız vardı. Aslında geçen seneye kadar iki tane tavşanı evde besliyordum ama arka arkaya ikisinin de cansız bedenleri ile karşılaşmış olmak şu an beni bu fikirden uzak tutuyordu. Gelen mesajları beğenip mesajlar kısmından çıktım ve story çekmek için kameramı açıp telefonu kaldırarak poz verdim.

Çektiğim ilk resim beni memnun ederken onu günaydın notuyla paylaşıp yataktan kalktım. Bugün randevularım dünkü kadar yoğun değildi o yüzden ofise geçmek için acele etmeme gerek yoktu. Uzun uzun aldığım ılık bir duşun ardından tüm bedenimi vücut losyonumla nemlendirip dişlerimi fırçaladım. Saçlarımı kurutup fazla özenmeden hızlı bir fönle saçlarımı düzleştirdikten ve yokmuş gibi görünen ama bir sürü malzemeyle, yarım saatimi alan bir makyaj yaptıktan sonra dolabımın karşısına geçtim. Bugün canım pembe giymek istemiyordu. Aslında yeni aldığım ama giymeye bir türlü fırsat bulamadığım mavi takımımı gördükten sonra karar vermişti buna. O takımla birlikte, içine giymek için beyaz askılı croba ek olarak beyaz spor ayakkabılarımı da çıkardım dolaptan ve hızlıca üzerime geçirdim. Aynanın karşısına geçip kendime baktığımda çıkan sonuçtan son derece memnundum.

İçime dolan o neşeyi etrafıma da saçarak çıktım odamdan ve alt kata inip mutfağa geçtim. Tam da beklediğim gibi, babam oradaydı ve kahvaltı hazırlıyordu. O dalgın bir şekilde tavadaki krebi çevirirken, mutfağın bir köşesinde duran yemek masasına hazırladığı kahvaltıya doğru ilerledim. Her zamanki gibi enfes görüyordu. Eğer şef bir babaya sahipseniz mideniz çok şanslıydı. En azından ben böyle düşünüyordum. Bir dilim salatalığı alıp küçük bir ısırık aldıktan sonra "Günaydın!" dedim babama. Dalgınlığından sıyrılıp başını bana çevirdiğinde durgun duran gözleri hafifçe parladı ve "Günaydın prenses." dedi. Ardından tavadaki kerbi tabağa diğerlerinin yanına alıp ocağı kapattı ve yanıma geldi. Başımın üstüne bir öpücük kondurup "Vegan kreplerin hazır, tam zamanında indin." dedi.

Gülümseyip babamın yanağına derin bir öpücük kondurduğumda, mutfağa ilk girdiğim haline göre daha daha iyi görünüyordu şimdi. Dün akşamın benim için zor geçeceğinden endişelenirken aslında onun için zor geçmişti. Ben bile bir an Beliz Aydın ile karşı karşıya kalmamın beni zorlayacağını düşünmüştüm ama tam da tahmin ettiğim gibi etkilenmemiştim.

Birlikte masaya oturduğumuzda babam bana portakal suyumu doldurdu. Önüme aldığım krebi çatal bıçak yardımıyla keserken "Bugün Ayda'nın doktoruyla konuşursan ayrıntılarını bana da söyle olur mu?" diye sordum. Krebi ağzıma attığım sırada babam buruk bir gülümseme ile bana bakıp "Bu beni çok mutlu ediyor..." dedi. Ve son ekledi. "Kardeşini yok saymaman."

Ağzındaki lokmayı yutup omuz silktikten sonra "Neden yok sayayım ki? O kadının suçunu Ayda'ya yüklersem o kadından ne farkım kalır? Aksine onunla tanışacağım için heyecanlı bile sayılırım. Belki ikiz olduğumuzu bilmeyecek ama yine de bir şeyler yapma şansı yakalayacağız. Ve sana söz veriyorum dad. Ona gerçekten göz kulak olacağım. Ayrıca şu sorununu da çözebileceğimden eminim. Aymar Doğan ile tanışmak ona çok iyi gelecek." dedim. Bu sözlerim babamı güldürürken o da kahvaltısına başladı. Güne bu şekilde babamla sağlam bir kahvaltı yaparak başladığım zaman kendimi çok daha iyi hissediyordum.

Uzun bir kahvaltının ardından asistanım Yonca aradığında evden çıkıp çağırdığım bir taksi ile ofisime geçtim. Kapının önünde bebeğimi göremediğimde birkaç saniyelik bir korkuya kapılsam da Nazım amcanın onu bakıma götüreceğini hatırlayınca geçmişti.

Dövme stüdyosu deyince insanların aklına genelde kasvetli yerler falan gelirdi ama benim stüdyom hiç öyle değildi. Nezih bir semtte, küçük bir bahçesi olan dubleks bir ofisti. Ve tabi ki ağırlıklı olarak pembelerle donatılan bir dekorasyona sahipti. Şirin görünüyor, ilk kez görenler dövme stüdyosu olduğuna inanmakta zorluk çekiyorlardı. Bu da onların ön yargıları olsun. Küçük bahçesine rengârenk büyük şemsiyeler yerleştirilmiş ve şemsiyelerin altına büyük renkli puflardan atılarak sigara içme alanları oluşturulmuştu. Bazen kızlarla geceleri bu alanda oturup bir şeyler içerken dedikodu yapıyorduk. Bahçe duvarları yüksek olduğu için de kimse bizi rahatsız edemiyordu.

Binanın iç ve dış cephesi komple beyaza boyanmış ve pencere kenarları toz pembeyle süslenmişti. İkinci katın bahçe girişine bakan duvarında, iki pencerenin arasındaki boşlukta; pembe led ışıklarla döşenmiş, birbirinin içine geçip birbiriyle dans eder gibi görünen AD harfleri yer alıyordu ve o harflerin hemen altındaysa, bana inanılmaz pahalıya patlayan bir grafiti sanatçısının elinden çıkan, ama sonucuna aşık olduğum Dövme ve Piercing Stüdyosu yazıyordu. Evimden sonra en çok huzur bulduğum yerdi burası.

Yonca beni kapıda karşıladı. Kısa boylu zayıf ama dolgun hatları yüzünden bir hayli seksi duran bir kızdı Yonca. Hem çizim konusunda eğitim alıyor hem de benim asistanlığımı yapıyordu. Stüdyodan içeri girdiğimizde duvarlar tamamen kendi eserimiz olan dövme tasarımlarıyla doluydu. Tasarımların bir çoğu bana aitken hatırı sayılır bir kısmıysa bir zamanlar eğitmenim ve şimdilerde yakın arkadaşım olan Savaş Kalkavan'a aitti. Geri kalan az miktar ise stüdyomda çalışan iki dövme sanatçısına. Burada benimle birlikte toplam üç dövme sanatçısı iki piercing uzmanı, bir de asistanım Yonca ile hem temizlik işlerine hem de içecek servisine bakan Aslı abla vardı.

Çetin'e burayı ilk gösterdiğimde dövme stüdyosundan çok bir huzur evini andırıyor diyeren benimle alay etmişti. O ne anlardı kı sanattan? Burası bana göre klişelerden uzak bir sanat eseriydi. Şaka bir yana tabi ki ama o gün burayı beraber gezdiğimizde benim heyecanıma ortak oluşu ve gözlerinde gördüğüm gurur benim için yeterliydi.

Adımlarım merdivenlere doğru yönelirken Yonca konuşmaya başlamıştı bile. "Saat on iki buçukta bir iki de de bir randevun var. Ayrıca biraz önce biri geldi ve seni şu an odanda bekliyor. Ona girmemesi gerektiğini söyledim ama biraz ürkütücü görünüyordu o yüzden ısrar edemedim."

Bu asistan olayı size fazla abartı gelebilirdi ama bana kendimi önemli biriymişim gibi hissettiriyordu. Küçük bir dövme stüdyosunun değil de koskoca bir holdingin patronuymuşum gibi... O yüzden size nasıl geldiği inanın hiç umurumda değildi, benim aşırı hoşuma gidiyordu.

Yonca'yı yanımdan gönderdikten sonra adımlarım odama yöneldi. Kimin geldiğini az çok tahmin edebiliyordum çünkü Çetin'den sonra Yonca'ya itiraz edemeyeceği kadar korkutucu gelecek yalnızca bir kişi vardı. Normal şartlarda Doğu da korkutucu gelebilirdi ama Doğu Yonca'yı korkutmaktan çok onu becermeye odaklanacağı için bu çok da olası değildi sanırım.

Odama girdiğimde yanılmadığımı gördüm. Masamın önündeki deri koltuklarda oturan Ekin Erdemit'ten başkası değildi. Ben odaya girdiğimde çarpık bir şekilde çapkınca gülümseyip ayağa kalktı. Uzun boyu ve iri nedeniyle sanki odaya sığamıyor gibi duruyordu.

"Selam..." dedi bana doğru bir adım atarken. Gülümseyip "Selam..." diye karşılık verdim ve ortada buluştuğumuzda bana sarılmasına izin verdim.

Ekin... Ekin olayı biraz karışık olsa da en basit haliyle onun Çetin'in en büyük rakibi olduğunu söyleyebilirdim. Ve bana karşı duyguları vardı. Ne zaman Çetin ile karşı karşıya kalsalar birbirlerini gırtlaklamak üzere olan iki kızgın boğaya dönüşüyorlardı. Yani rekabetten doğan bir düşmanlıkları varken benim varlığım bu düşmanlığı pekiştiriyordu. Başlarda onu Çetin'e karşı elimde bir koz olarak görmüştüm. Eğer beni üzerse kollarına koşup kendimi avutacağım biri gibi... Ekim de bunun bilincindeydi ama halinden memnundu. Koz olarak kullanmadığım sürece bir işime yaramayacağını ve etrafımda işinin olmadığını biliyordu. Sırf etrafımda olabilmek için kendini böyle saçma sapan bir durumun içine sokmuştu. Ona her seferinde aramızda bir şey olamayacağını, Çetin'e aşık olduğumu açık açık söylesemde bir umut diyerek vazgeçmiyordu.

Size yemin ederim ki kalbime biraz bile söz geçirebilseydim eğer, başlardaki görüşüme uyar, bir an bile düşünmeden Çetin'i bırakıp Ekin'in kollarına koşardım. Ama işte...

Şu an ise Ekin ile arkadaştık. Çetin bu durumdan asla memnun değildi ama bu ayrıntıyı pek umursadığım da söylenemezdi.

Sonunda masama yerleştiğimde "Naber güzelim?" diye sordu. Gülümseyip koltuğuma iyice yaslanırken "Her zamanki gibi... Mükemmelim." diye cevap verdim. Ardından elim masamın üzerinde duran pembe renkli ankesörlü telefona gitti ve ahizeyi kaldırırken Ekin'e "Bir şey içer misin?" diye sordum. Tercihi sade filtre kahveden yana oldu. Mutfağın numarasını tuşlayıp Aslı ablaya bir filtre kahve bir de çilekli milkshake siparişi verirken küçük çantamın içindeki telefonumdan mesaj bildirim sesi geldi. Bir telefonu kapatıp diğerini elime aldığımda Ekin'in gözlerini üzerimde hissediyordum. Açtığım ekrandan gördüğüm mesaj dudaklarımın kıvrılmasına neden oldu. Çetin hikayeme alev atmış ardından da sırtını aynaya dönerek bir fotoğraf çekip dövmesiz boş kısımları kırmızı renkle işaretlemişti. Fotoğrafın üzerindeyse Doldurulmayı bekliyorlar yazıyordu. Bu cümleden sezdiğim ima aklıma dün geceyi getirirken bir anlık nefesim tekledi. Onu yine özlemiş olmam normaldi sanırım değil mi?

Alev(🔥) emojisine karşılık olarak itfaiye aracı(🚒) emojisini gönderirken resmine karşılık olarak da "Halil'e söylerim senin için randevularında bir boşluk oluşturur." yazdım ve gülen şeytan (😈) emojisiyle birlikte gönderdim.

"Hâlâ tam olarak bitiremedin değil mi?"

Ekin'in sesi ve sözleri gözlerimin telefonumdan çekilmesini sağlarken telefonu kilitleyip masanın üzerine koydum. Açık mavi gözlerinde bir miktar hayal kırıklığı vardı. Ayrıldığımızı duyduğunda içinde beslediği o umudun köklendiğinden emindim. Onun için üzülüyordum ve bir miktar da kendimi suçlu hissettiğim doğruydu. Ama elimden bir şey gelmiyordu ne yazık ki.

Başımı iki yana sallayıp "Çetin ile aramda olanları asla bitiremeyeceğim sanırım." dedim. Herkes gibi o da bu ayrılığın nedenini bilmiyordu ama diğerlerinin aksine sorup beni bunaltmıyordu da. Sanki nedenini biliyormuş gibi...

Bir kolunu masaya yaslayıp bana doğru eğildi ve bir sır verirmiş gibi "Asla asla deme Aymar." dedi. Bu hareketi beni beni gülmeye itmişti. Onun aksine ben iki kolumu da masaya yaslayıp ona doğru eğildim ve tıpkı onu taklit ederek "Ne bu gizemli havalar?" diye sordum. İkimiz de güldük. Sonra tam bir şey söylemek için dudaklarını aralamıştı ki telefonu çaldı. Gözlerini devirip iki deri koltuğun ortasında duran, tamamı camdan oluşan sehpanın üzerindeki telefonunu alıp kulağına götürdü. Telefon ters bir şekilde koyulduğundan arayanın kim olduğunu görememiştim.

Hiç konuşmadan karşı tarafı dinledi bir dakika kadar ve telefonu kulağından çekip ayaklandı. İfadesiz yüzünden hiçbir şey anlayamadım. Sorgulayan gözlerle ona bakarken "Acil bir işim çıktı, kahve sözün olsun. Ayrıca buraya senden dövme randevusu almak için gelmiştim, onu da sen halledersin." dedi ve bir şey söylememi bile beklemeden gitti.

Sonraki saatler gayet sıradandı. Saat on iki buçuktaki randevumda on sekiz yaşına yeni giren bir kıza ilk dövmesini yapmıştım. İşaret parmağının üstüne minik bir iris çiçeği... Normalde on beş dakikada bitireceğim dövme, acı eşiği düşük olan kız yüzünden bir saate uzasa da sonuç güzel olmuştu. Saat iki buçuktaki dövmem ise göğsüne sevgilisinin yüzünü çizdiren bir adamlaydı. O dövmeyi kapatmak için daha büyük bir tasarımı işlemiştik göğsüne. Normalde iki seansa sığacak dövmeyi tek seansta bitirmek ise dört saatime mâl olmuştu.

Şimdi ise tüm işimi bitirmiş ofisimin masasına ayaklarımı uzatmış dizlerime koyduğum tasarım desterime bir şeyler karalıyordum. Sabahki mesajlaşmamızdan bu yana Çetin'den ses seda yoktu. Halil ile ilgili sözlerime esprili bir yanıt verir diye beklemiştim ama... Hiçbir şey yoktu.

Dikkatimi ondan çekmeye, umursamamaya çalışıyordum. Sonuçta işi vardı. Adamlarından biri yoğun bakımdaydı ve müşterileri ile başı biraz dertteydi. Yine de kendime engel olamıyordum. Zihnimin içindeki tilkiler beni bir türlü yalnız bırakmıyordu.

Kapı tıklatıldığında başımı iki yana sallayıp düşüncelerimin arasından çıktım ve kalemi kağıttan ayırıp "Gel!" diye seslendim kapıdakine. Yonca elinde ince bir kargo paketiyle odama girdi.

"Bunu biraz önce kargocu getirdi." diyerek paketi masama bıraktı ve devam etti. "Ayrıca mürekkep stoğu bir hayli azalmıştı onun siparişini verdim, bilgin olsun. Son olarak bugünlük işim bitti, çıkabilir miyim?"

Gözlerim kargo paketindeyken "Çıkabilirsin." dedim. Yonca çıktığında bile pakete bakmaya devam ediyor, alıp açmak gibi bir girişimde bulunmuyordum.

Bu an çok tanıdıktı... Dejavu yaşıyordum sanki...

Derin bir nefes alıp paketin üzerine işaret parmağımı bastırdım ve önüme doğru yavaşça çektim. Paket bana yaklaştıkça içime bir sıkıntı çöküyordu sanki. Lütfen düşündüğüm şey olmasın diye yalvardım içimden. Lütfen lütfen lütfen...

Kargo şirketine ait olan paketi yırttığımda beni sarı büyük bir zarf karşıladı. Her an o dejavu hissi artıyor, içimdeki sıkıntı büyüyordu. Korktum. Göreceğim şeyden korktum. Yine de bu açmama engel olamadı o zarfı. Bu tanıdıklık hissi bana zarfın içinde ne olduğunu söylese bile açtım. Günüm genel anlamda güzel geçmişti ve aynı şekilde güzelce kapatırım diye düşünüyordum. Şimdi ise o güzelliğin içine kara bulutlar çökmeye başlamıştı.

Zarfın alt kısmından tutup ters çevirdiğimde iki fotoğraf düştü masanın üstüne. Çömeye başlayan o kara bulutlar beni boğdu, nefes alamadım. Boş bir sokakta çekilmişti resim. Sokağı aydınlatan lambalar, Türkiye'dekilerden çok farklıydı ve o lambaların aydınlattığı iki tabela tamamen ingilizce yazılarla doluydu. O an bu sokağın hangi ülkede olduğunu biliyordum. Kanada'da olduğunu biliyordum.

Resimde bir kız vardı ayrıca. Esmer, hafif balık etli uzun boylu bir kızdı. Ve bir adam... Kızın dudağını sömürmekle meşgul olduğu için kamera yüzünü net yakalayamamıştı ama yanağını süsleyen o gamzeyi ve kızın bacağında olan elinin üzerindeki her biri benim işlemem olan dövmeleri görebiliyordum.

O adam Çetin'den başkası değildi. Yelkenlerimi indirip kendimi ona teslim etmemin hemen ardından soluğu başka bir tende almıştı.

Canım öyle çok yandı ki... Göz yaşlarım gözlerimi doldurup görüşümü kapattığında bile gözlerimi çekemedim o resimden. Bile bile lades demiştim ve yanan yine kendimdim.

Ne demiştim ben dün gece seçimler ve sonuçları ile ilgili?

Biz sonuçlarını düşünmeden bir seçim yapıyorduk ve önünde sonunda düşünmediğimiz o sonuçlar bizim elimize ayağımza dolanıyordu.

Bu kez o sonuç, dolanmak için elimi ayağımı değil boynumu seçmişti.

🎲🃏

Bölümü nasıl buldunuz?

Tekrar söylüyorum, kızmadan önce hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını bilin olur mu🥲

Zaman ayırıp okuduğunuz için sonsuz teşekkürler🖤 Bir sonraki bölüme kadar kendinize iyi bakın sağlıcakla kalın😽

Loading...
0%