Yeni Üyelik
4.
Bölüm

3| Güce Saklanan Keder

@saniyesolak

Sellam💁🏻‍♀️

Biz geldik💁🏻‍♀️

Bölüme geçmeden önce oy vermeyi ve bölüm boyunca bol bol yorun yapmayı unutmayın🙃 Oy ve yorumlarınız benim motivasyon kaynağım😌

Bölüm şarkısı: Boy Epic - Up Down

🃏🎲

YAZARDAN:

Genç adam tutulan boynunu ovalarken sakince indi uçağın merdivenlerini. Kanada'nın serin havası daha ilk andan kendini hissettiriyordu. Gözündeki güneş gözlüğünü çıkarıp ellerini saçlarından geçirirken sıkıntı ile ofladı. Şu an olmak istediği yer burası değildi, bu sorunlarla uğraşmak istemiyordu. Sevdiği kadının yanında olmak, güne onunla uyanmak, onu kollarına almak ve nefessiz kalana kadar öpmek istiyordu. Gecenin ayrıntıları aklına dolduğunda dudakları huzur ile kıvrıldı, bu sorunu hallettikleri için memnundu. Ne olduğunu bile bilmediği bir sorunun içinde yüzmek ve sevdiği kadından uzak durmak, ona dokunamamak katlanılamazdı. Bu yüzden bittiği için üzerindeki tonlarca yükten kurtulmuş gibi hissediyordu.

Saatlerdir kapalı olan telefonunu açmak için hamle yaptığında, onunla birlikte gelen adamı Ersin'in "Abi... Araba bu tarafta." diyen sesini duyunca başını telefonundan kaldırıp arkasında kalan adama baktı.

Ersin'in elindeki iki siyah valizden birinin içinde, bu lanet yerde kaybolan mallarının yerine, alıcılara teslim edeceği mallar vardı. Bir çanta dolusu uyuşturucuyu hava alanında kontrollerden geçirmek bir hayli zor olsa da paranın gücüne hayır diyemeyen o kadar çok kişi vardı ki. Onlar sayesinde rahatça halletmişlerdi.

Bakışları Ersin'in işaret ettiği noktaya kaydığında gördüğü arabayı başta algılayamadı, algıladığındaysa neredeyse kan beynine sıçrayacaktı.

"Bu ne Ersin?" diye sordu telefonunu açmadan geri kot pantolonunun cebine sokarken. O sırada o arabanın içinden, buradaki işlerini yürüten adamı Sergen çıkmış, onlara doğru yürümüştü.

"Senin yengeye aldığın araba abi." diye cevap verdi Ersin. Ses tonundan onun da bundan haberinin olmadığı anlaşılıyordu. Etraftaki insanların garip bakışları arabayı süzmeye başlamıştı bile. Genç adam arabaya yaklaşmayı reddederek Sergen'in onun yanına gelmesini bekledi.

Sergen kendinden emin, yüzünde çok büyük bir iş başarmış gibi görünen bir ifadeyle Çetin'in yanına geldiğinde başı ile arkasında kalan arabayı işaret edip "Nasıl abi? İstediğin gibi olmuş mu?" diye sordu. Bu sorusuyla birlikte Ersin'den bir kahkaha sesi yükseldi. Çetin Sergen'e diktiği sert bakışlarını Ersin'e çevirdiğinde adam gülmeyi kesse de yüzünde hâlâ keyifli bir ifade vardı. Çetin kehribarlarını Sergen'e çevirdi. "Beni almaya bu araba ile mi geldin Sergen?"

Cümlenin sonuna eklenen vurgulu adıyla, kendinden emin ifadesi büyük bir darbe alırken "Evet abi... Görmek istersin diye düşündüm." diye açıkladı. Duyduğu açıklama Çetin'i daha da sinirlendirmişti, işaret ve baş parmağı ile burun kemerini sıkıp sakinleşmeye çalıştı.

"Görmekle yetinmeyip bir de binmek isterim diye düşündün herhalde?"

Sergen'in ifadeleri iyiden iyiye bozuldu. "Tam olarak onu düşünmüştüm abi, arabayı iyice kontrol etmek istersin falan diy..." Konuştukça Çetin'in bakışlarının sertleştiğini görünce sustu adam. Gözleri Ersin'e kaydığında onun da gülüşünü saklamaya çalışırken kıpkırmızı olduğunu gördü.

Çetin bir adım atıp Sergen'e yaklaştı. Burnundan sert bir soluk dökülürken "Oğlum, araba simli toz pembe. Koltukları pembe tüylerle kaplı. Ve sen o arabaya binmek isteyeceğimi düşünüp başka araba kalmamış gibi bunu getirdin öyle mi?" dedi kısık bir sesle. Ama bağırsa bu kadar etkili olmazdı sesi.

Sergen mahcubiyetle elini ensesine atarken göz ucuyla arabaya baktı. Güneşin altında pembe simleri parıl parıl parlıyordu. Hissettiği mahcubiyet sesine de yansırken "Ne bileyim abi, yengenin arabasına çok binmişliğin var ya ondan şey etmiştim..." dedi ama neresinden tutarsa tutsun toparlayamıyordu lafı. Çetin'in çene kasları sıktığı, dişleri yüzünden gerildi. "Sen kendini Aymar ile bir mi tutuyorsun Sergen?"

Adam anında süklüm püklüm bir ifadeyle "Yok abi, ne haddime." dedi. Konuştukça saçmaladığının kendisi de farkındaydı. Çetin'in içinden o an ağır bir küfür etmek geldiyse de bundan vazgeçti. Kaybedecek zamanı yoktu, burada yolunda olmayan bir şeyler varken onun bu gibi saçmalıklara ayıracak bir dakikası bile yoktu. Bu yüzden derin bir nefes alıp "Şimdi beni iyi dinle Sergen." dedi sakin olmaya zorladığı sesiyle. Sinirleri fazlasıyla bozulmuş olsa da, onlara hâkim olmak konusunda hep çok iyi bir iş çıkarmıştı. Hayat ona bunu öğretmişti, erken yaşta kaybettiği babasının ardından şizofreni hastası bir anneyle yaşamak... Telefonu her çalışında ödünün kopması... Hemşire arar da annesinin ölüm haberini verir diye... Çok kez intihar etmeyi denemişti ve Çetin Aral Bakırcı'nın bu hayattaki en büyük iki korkusundan biriydi annesinin başarılı olması... Diğer korkusu da Aymar'ı kaybetmekti...

"Bu arabayı hemen aldığın yere bırakıyor, ben sana Türkiye'ye göndermeni söyleyene kadar da yerinden oynatmıyorsun. Ayrıca kulağına küpe... Eğer nakliye esnasında arabayla gelecek olan tozların tek bir zerresi bile arabaya bulaşırsa, bütün arabayı sana yalatarak temizletir, üzerine tükürüğün ile arabayı kirlettin diye seni döverim. Anladın mı?"

Adam bir hayli korkarak başını salladığında "Güzel..." dedi Çetin ve ardından elini kaldırıp adamın omzundaki tozu silkelermiş gibi omzuna hafif hafif vururken "Şimdi biz bir taksi ile hastaneye geçeceğiz ve sen, otuz dakika içinde bu arabayı yerine bırakıp, bana doğru düzgün bir araba bulup hastaneye geleceksin Anladın mı beni Sergen?" diye sordu. Sergen bir kez daha başını sallayarak cevap verdi. Çetin elini Sergen'in omzundan çekerken kaşlarını kaldırıp sorgularcasına onun sakallı yüzüne baktı ve "Anladıysan neden hâlâ buradasın Sergen? Kaybol Sergen!" dedi. Adam apar topar Ersin'in elindeki valizlerden uyuşturucu dolu olanı alıp arkasını döndü, koşar adımlarla onlardan uzaklaşmaya başladı. Çetin cebinden sigara paketini çıkarıp bir tane yaktı. Yoğun mentol kokusu ciğerlerine dolup havaya karıştığında kendini biraz da olsa rahatlamış hissediyordu. Gözleri Sergen'den çekilip yanında duran ve gülerek Sergen'in gidişini izleyen Ersin'e kaydığında "Sen neyi bekliyorsun Ersin?" diyerek kızdı adama. "Gidip bize bir taksi bul!"

Zaten şu an Aymar'ın yanında olamamak yeterince can sıkıcı bir durumken bir de bunlarla uğraşmak zorunda kalınca iyice sinirleri geriliyordu.

Ersin yanından kaybolunca sigarasını dudaklarının arasına kıstırıp telefonunu cebinden çıkardı yeniden. Aymar çoktan uyanmış ve bir günaydın hikayesi paylaşmış olmalıydı. Görmek için sabırsızdı çünkü genellikle yeni uyandığı haliyle bir fotoğraf çekilip paylaşırdı. Genç adamın telefonu onlarla dolu olsa da hiçbir zaman bir yenisine hayır demezdi. Her haline bayılıyordu ama uyku mahmuru hallerine tapıyordu.

Telefonunun ekranının aydınlanması ve kararması bir olduğunda dudaklarının arasındaki sigarayla birlikte sert bir küfür savurdu. Şarjı bitecek tam da zamanını bulmuştu.

Sonunda Ersin bir taksi ile önünde durduğunda beklemeden öne bindi ve Ersin'in taşıdığı diğer valizden şarj cihazını çıkarıp taksiye şarja taktı. Telefonunu açıp uygulamaya girdiğinde tam da tahmin ettiği gibi, Aymar'ın bir hikâye paylaşmış olduğunu gördü. Resim, ekranında açıldığında dudakları huzur dolu bir gülümseme ile kıvrılırken göğsünün ortasındaki boşluk daha da derinleşti. O boşluk yalnızca Aymar'ın başı oraya yaslıyken doluyordu. Hikayesinin önce ekran görüntüsünü alıp sonra her zaman yaptığı gibi bir alev emojisi attı, Aymar'ın nasıl karşılık vereceğini bilerek. Ardından da daha önceden çekip hazırda beklettiği fotoğraflarından birini seçip sırtındaki boşlukları kırmızı renkle işaretleyip resmin üzerine "doldurulmayı bekliyorlar" yazarak kadınına gönderdi. Bu aralarında küçük bir şakalaşmaydı.

Tam o esnada arka koltukta oturan Ersin'in "Abi..." diyerek ona seslendiğini duyduğunda bakışları telefonundan dikiz aynasına kaydı ve sorgularcasına baktı. Ersin ona bir telefon uzatıyordu. "Sergen kaza anının görüntülerini gönderdi."

Çetin'in bakışları kısa bir an kendi telefonuna kaydı. Aymar hâlâ mesajını görmemişti. Uygulamadan çıkıp telefonunu kenara koydu ve Ersin'in elindeki telefonu aldı. Şu an ne kadar istemese de odaklanması gereken durum buydu.

Donmuş bir halde ekranda açık duran kaydın oynat tuşuna basınca video oynamaya başladı. İlk dakika sadece yol görünüyordu, hiçbir hareketlilik yoktu. İkinci dakikaya girdiğinde ise adamını gördü, bir motor ile kadraja girmişti. Dikkat kesildi. Tam, yolu kesen başka bir yolun önünden geçerken siyah bir araba hızla gelip motora çarptı. Sanki orada hazır bekliyormuş gibi... Motorun üzerindeki adamının havaya savruluşunu motorun metrelerce sürüklenişini izledi. Ardından adamının çim alana düşüşünü... Parmakları avuç içlerine gömülürken burnundan sert bir soluk döküldü. Gözleri siyah arabaya çevrildi. Plakasının bile kapatma gereği görülmediği araba tam yolun ortasında durmuştu ve içinden, yüzüne beyaz medikal bir maske başına da lacivert bir beyzbol şapkası takmış olan bir adam inmişti. Çetin'in gözleri, radarına yakalanan hareketlilik ile o adamdan kendi adamına döndü. Sert bir kaza gibi görünse de başındaki kask ve düştüğü yumuşak zemin onu korumuş olmalıydı ki adamının ellerini yere koyarak doğrulmaya çalıştığını gördü ve doğrulmayı başardığını...

Beyzbol şapkalı adam öylece ayakta dikilip neden olduğu manzarayı izlerken kendi adamı ellerini kaskına götürüp biraz zorlanarak da olsa çıkarmayı başardı. Burnu bile kanamıyordu. Peki bu adam nasıl oluyordu da şu an komadaydı? Bunun cevabını öğrenmesi çok uzun sürmedi. Adamının sinirle söylendiği ekrana yansırken beyzbol şapkalı adam ona doğru yaklaştı, hareketleri sanki olayı yatıştırmaya, karşısındakinin durumunu öğrenmeye çalışan biri gibiydi.

Ama gerçeğin rengi bundan çok farklıydı. Bir anda beyzbol şapkalı elini kot pantolonunun arka cebine götürüp oradan bir şey çıkardı. Kalitesi pek de iyi olmayan kayıt yüzünden ilk an ne olduğunu fark edemeyen Çetin, gözlerini kısıp daha dikkatli baktığında onun bir enjektör olduğunu gördü. Saniyeler içinde olup bitti her şey. O enjektörün ucundaki iğne adamının boynuna saplandı ve içindeki sıvı damarına enjekte edildi. Adamının titremeye başlayışını izledi Çetin büyük bir öfke ile. Ardından yere yığılışını... Parmakları avuçlarına öyle bir gömülmüştü ki parmak boğumları bembeyazdı. Sonra beyzbol şapkalı olan bir yere doğru yürümeye başladı. Kadrajdan çıktığı an kamera açısı değişti ve yeniden görüntülerde belirdi. Motora doğru ilerliyordu. Gözünü bile kırpmadı Çetin. Öylece motorun arkasındaki bagaj kısmına koyulmuş ama sürüklenme esnasında parçalanan bagaj yüzünden, başka bir tarafa doğru savrulan siyah çantayı alışını izledi. Sonra diz çöktüğü yerden kameraya bakışını... Yüzünü gölgeleyen şapkaya ve maskeye rağmen o gözleri gördü Çetin. O gözlerdeki sinsi ifadeyi. Her şey bilinçliydi. Kaza... Adamına verilen o ilaç... Arabanın plakası bilerek kapalı değildi. O an Çetin bir oyunun içine çekildiğini anladı. Adam çantayı da alıp arabasına binip kadrajdan çıktığında görüntüler de sona ermişti.

Gözlerini telefonun ekranından kaldırıp dikiz aynasından Ersin'e bakarken "Arabanın nereye gittiğini öğrenmek istiyorum, mallarıma ne olduğunu... O adamı istiyorum Ersin. Kanlı canlı... Burnu kanamadan..." dedi sert bir sesle.

Ve o andan sonra alıcılarla yoğun bir telefon trafiğine takıldı. Bu süreçte kendi kişisel telefonuna göz ucuyla bile bakacak fırsatı bulamamıştı.

Hastaneye geldiklerinde doktordan öğrendiği kadarıyla adamının kanında yüksek dozda metamfetamin (Medikal olarak kullanılan bir ilaç olmakla birlikte uyuşturucu ve uyarıcı madde olduğu ve beynin sinir sistemini doğrudan etkilediği için yasaklı bir maddedir.) bulunmuştu. Onu komaya sokan buydu. Hayatı boyunca bir kez bile uyuşturucu kullanmayan biri için fazla yüksek olan bu doz yüzünden uyanma şansı yoktu. İlaç beynindeki sinir sistemini tamamen çökertmişti. Resmen ölmüştü...

Tüm bu konuşmaların üzerine bahçeye çıktığında nefes alamıyormuş gibi hissetti kendini. Oksijen ulaşması gereken bölgelere ulaşamıyordu sanki. Onu bu kadar sarsan şey, bunun daha önce başına hiç gelmemiş olmasıydı. Evet, genç adamla uğraşan çok fazla kişi vardı ama olay hiç cinayet boyutuna taşınmamıştı. En azından kendi adamları söz konusu olduğunda... Hiç kayıp vermemişti Çetin ve bugün bir ilki yaşıyordu. İstemediği türden bir ilk...

Sergen hastane bahçesine girip Çetin'in önünde durduğunda tam olarak iki saat gecikmişti. Ama bunu umursamadı Çetin. Hâlâ bir adamını kaybetmenin şoku içindeydi. Sergen önünde ayakta durduğunda başını kaldırıp allak bullak bir ifadeyle onun yüzüne baktı. "Daha yirmi bir yaşındaydı..." Tek söylediği buydu. Can acıtan tek bir cümle...

Sergen hiçbir şey söylemedi. Söyleyecek bir şeyi de yoktu zaten. Ama artık alacak bir intikamı vardı...

Katı bir suratla elini takım elbisesinin ceketine götürüp iç cebinden telefonunu çıkardı ve ekranı açıp telefonu Çetin'e uzattı.

"Arabanın geçtiği her güzergâhtaki kameraları izleyerek nereye gittiğini bulduk abi. Sanki nereye gittiğini görmemizi istiyor gibi özellikle kameraların bol olduğu yerlerden geçti. Burada da mallarına ne olduğunun cevabı var."

Çetin telefonu alıp görüntüyü oynattı, bir sahil kenarıydı. Çok değil birkaç saniye içinde aynı siyah araba kadraja girdi ve aynı beyzbol şapkalı adam arabadan indi. Yüzündeki maskesi hâlâ varlığını koruyordu. Arabanın önünden dolanıp yolcu tarafının kapısını aldı ve Çetin'e ait olan çantayı alıp kapıyı geri kapattı. Bir kez daha arabanın etrafında dolanırken, aracın tam önüne geldiğinde durup omzunun üzerinden kameraya baktı. Resmen kışkırtıyordu. Sinir hiç olmadığı kadar damarlarını yakıyor, parmak uçları karıncalanıyordu. Denize iyice yaklaştı. Etrafta kimsenin olmamasının rahatlığıyla çantayı açıp içindeki özenle paketlenmiş tozları çıkardı ve cebinden çıkardığı bir çakı ile paketleri delip tek tek denize attı. Bir adamını öldürmeleri yetmiyormuş gibi bir de bir milyon dolarını denize mi dökmüşlerdi yani.

Birden hissettiği sinirle elindeki telefonu yere fırlattı. Telefon paramparça olup parçaları etrafa savrulurken "O adamı hemen istiyorum." diye tısladı. "Hemen!"

Sergen yerde paramparça duran telefonuna bir kez bile bakmadan "On dakika kadar önce çocuklar adamı paketlediler abi, şu an kiraladığımız bir depoya doğru götürüyorlar." dedi. O an için bundan daha iyi bir haber alamazdı Çetin. Telefonuna Aymar'dan bildirim düştüğünü biliyordu genç adam ama bakmamıştı. İşle ilgili gerginliğini Aymar'a yansıtmaktan hiçbir zaman hoşlanmıyordu ama ne zaman onunla gerginken konuşsa Aymar bunu anlıyordu. Sözlü veya yazılı hiç fark etmeksizin... Bu yüzden beyninde darmadağın duran o yapboz parçalarını birleştirmeye ihtiyacı vardı önce, bu işin arkasında kim olduğunu öğrenmeye... O herifin ağzını burnunu dağıtmaya belki de...

Ayağa kalktı. Öfke kanını kaynatıp damarlarını eritirken "Güzel... Öyleyse gidiyoruz..." dedi yalnızca. Birlikte hastaneden çıktıklarında kapının önünde onu bekleyen tıpkı Çetin'in istediği gibi koyu renkli bir araba vardı.

Sergen sürücü, Ersin yolcu koltuğuna geçerken Çetin arka koltuğa oturdu. Yola koyulduklarında güneş dağların ardında artık iyice kaybolmuş, gerisinde gökyüzünü tatlı bir tezatlıkla yaran kızıl hareler bırakmıştı.

Kırk, kırk beş dakikalık bir yolculuğun ardından, şehrin ıssız bir kesimine geldiklerinde artık gökyüzü iyiden iyiye kararmış şehir yapay ışıkların esareti altında kalmıştı. Araba önce yavaşlayıp ardından durduğunda Çetin beklemeden indi arabadan. Küçük bir depoydu, arabanın farlarının ışığıyla aydınlanan betopanın ruhsuz rengini görebiliyordu. Tek bir leke bile yoktu duvarlarda, eskidiğine dair bir iz. Yeni bir depoydu. Kapısında dört takım elbiseli adam vardı, kim olduklarını bilmiyordu ama kendi adına çalıştıklarını biliyordu. Bu gibi işlerle hep Ersin ya da Doğu ilgilenirdi.

Çetin o adamların kim olduğunu bilmiyordu ama o adamlar Çetin'in kim olduğunu çok iyi biliyorlardı. Öyle ki onu görür görmez takım elbiselerinin önünü ilikleyip hazır ola geçtiler. Kehribarları deponun girişindeyken ve adımları o yöne ilerlerken elini ileri uzatıp birkaç kez aşağı yukarı salladı. Bu rahat olun demekti.

Tek bir odadan ibaret olan depo beyaz florasan bir lamba ile aydınlatılıyordu. Kapıdan içeri girer girmez ortaya konulan bir sandayleye bağlanan adamı gördü. Kafasında bir çuvar vardı ve Çetin'in bilmediği dilde bir şeyler bağırıp duruyordu.

"Nece konuşuyor bu it?" diye sordu yanında yürümeye devam eden Sergen'e. O içeriye girdiğinde içeride bulunan dört adam da tıpkı dışarıdakiler gibi hazıranola geçmişti. Onlara herhangi bir komut verme gereği görmeden doğrudan adama yöneldi ve önünde durduğunda başındaki çuvalı çekip çıkarttı. Far görmüş tavşan gibi gözlerini iri iri açan adam, bir an etrafına baksa da öteki an bakışları Çetin'de durdu. O an o gözlerde korkuyu görmüştü Çetin. Yaptığı hatanın farkında olan birinin bilincini...

Ellerini dizlerine yerleştirip ingilizce bir şekilde "İngilizce biliyor musun?" diye sordu. Adam duygularını belli etmek istemiyormuşçasına çenesini dikleştirdi ama av konumunda olduğunun da bilincinde olarak soruya başını aşağı yukarı sallayarak cevap verdi.

Lafı hiç uzatma gereği görmeden doğrudan "Emri kimden aldın?" diye sordu. Kameraya bakıp üstünlük kurmaya çalıştığı o gözlerini oymak istiyordu ama kendini sakin olmaya zorluyor, elinden bir kaza çıkmasın diye de parmaklarını avuçiçlerine gömüyordu.

Adamın gözlerindeki korku Çetin'in sert bakışlarının altında her geçen an daha da yoğunlaşırken "Bunu söyleyemem." dedi titreyen bir sesle. Duygularını belli etmeme çabaları buraya kadardı belli ki.

Sinirden bir gözü seğirdi Çetin'in. Buraya gelirken karşılaşmayı beklemediği bir şeyle karşılaşmıştı burada. O hırsız ile kovalamaca oynayacağını düşünmüştü ama hayır... Hırsız kendini bilerek göstermiş, tüm kartlarını açık oynamıştı. Malları şimdi denizin dibinde yatıyordu ve bir adamı ölmüştü. Bir oyunun içine çekilmişti ama henüz bu oyuna bir isim veremiyordu.

Sakince doğruldu ve pantolonunun cebinden sigara paketini çıkarıp bir tane sigara yaktı. İki parmağının arasında duran sigaradan derin bir nefes çekip dumanı dışarı üflerken, başı yavaş yavaş aşağı yukarı sallanmaya başlamıştı. "Demek söyleyemezsin."

Ondan sonra yaptığı tek şey, hemen arkasında ondan komut bekleyen Sergen ve Ersin'e bir baş hareketi ile bekledikleri şeyi vermekti. Dakikalar içinde düzenek deponun içine kurulurken adam oturduğu yerden kaldırıldı ve ayak bileklerinden bağlandı. Depoyu inleten sesini, küfür ve hakaretlerini hiç kimse umursamamıştı. Aksine, Çetin adamın kaldırıldığı sandalyeye otururken o sesler eşliğinde sigarasını içmişti. Beş dakikanın sonunda adam, yerde duran içi su dolu teneke bur varilin üzerinde ayaklarından asılı bir vaziyetteydi. Çetin sigarasından son nefesi çekip yere attığı izmariti ayaklabısıyla ezerken ayağa kalktı ve adama doğru yaklaştı.

Eli ile adam baştan aşağı işaret ederken "Bu içinde bulunduğun durum belki sana yardımcı olur... Emri kimden aldın?" diye sordu bir kez daha. Adamın telaşlı gözleri yardım dilenircesine Çetin'in arkasında sıralanmış adamlara kaydı. Sonra Çetin'de durdu. Gözlerindeki korku artık öyle yoğundu ki, başka duyguya yer yoktu o gözlerde.

"Söyleyemem, hayatımı alt üst ederler." diye haykırdı bir kez daha. Çetin bu söylemle kaşlarını kaldırıp şaşkınca adama bakmaktan alamadı kendini. Dudakları kıvrılırken bir elini adamın koluna koyup itti. Adam havada dönmeye başladığında "Lan orospu çocuğu, hayatın bundan daha fazla ne kadar alt üst olabilir ki? Bana bulaşarak sikip attın sen zaten o hayatı." dedi ardından adamdan uzaklaşıp Ersin'e işaret verdi. Ersin dönmeye devam eden adamı durdurduğunda Çetin bu kez Sergen'e işaret verdi ve sergen, elindeki küçük kumandanın üzerindeki iki tuştan alttakine bastı. Makara döndü. Adam aşağı doğru kaymaya başladı ve kafası su dolu kovanın içine girdi. Sesi suyun içinde yok olurken Çetin içinden ona kadar sayıp bir kez daha Sergen'e işaret verdi. Makara döndü. Adam suyun içinden çıktığında nefes nefese ve öksürükler içindeydi.

Çetin bir sigara daha yakıp yoğun mentollü dumanı ciğerlerine doldururken bir kez daha sordu. "Emri kim verdi."

Yine sessiz kalacağını düşünmüştü ama bu kez öyle olmadı. Adam nasıl bir şeyin içine düştüğünü ancak kavrayabilmiş gibi "Kim olduğunu bilmiyorum. Sadece... Sadece..." dedi ve kendini toparlamak istermiş gibi öksürüp devam etti. "Niks ismini biliyorum. Bana mail yoluyla ulaştılar. Kumar borcum vardı. İlk başta onlara inanmadım ama maili aldıktan yirmi dört saat sonra hesabıma Niks'ten selamlarla açıklamasıyla yirmi beş bin dolar yatırıldığını gördüm. Sonra bir mail daha geldi. İşi kabul edersem yetmiş beş bin dolar daha alacaktım. Kabul ettim. Başka bir şey bilmiyorum. Yemin ederim bilmiyorum."

"Ve yirmi bir yaşında gencecik bir çocuğu kendi ellerinle öldürdün..."

Adam bu cümle karşısında bir şey söyleyemedi. Çetin onun gözlerine baktığında doğruyu söylediğini anladı. Korku... Çok yoğun korku ya sizi yalan söylemeye iterdi ya da doğruları... Şu an bu adamın yalan söylemek için nedeni yoktu ama canını sevmesi doğruyu söylemesi için bir nedendi.

Niks diye düşündü. Demek eceline susayıp onu kana kana içen piçin adı buydu.

Yarısına kadar geldiği sigarayı yere atıp ayakkabısının ucuyla ezdi ve arkasını dönüp deponun çıkışına doğru ilerledi ama adam "Bekle... bekle, bekle, bekle..." diyerek durdurdu onu. "Beni indirmelerini söyle."

Dönmedi Çetin o adama. Sadece omzunun üzerinden kısacık bir an baktı ve bir işaret daha verdi. Makara döndü. Adamın sesi bir kez daha suyun içinde kayboldu.

Niks diye düşündü genç adam. Demek oyun oynamak istiyorsun... Oynayalım o zaman...

🃏🎲

AYMAR DOĞAN'DAN:

İçinizi yakan bir acıyla nasıl baş ediyordunuz? Aylardır içimde bir yangın vardı. Kontrol altına alabildiğim türdendi, yakıyordu ama yayılmıyordu. Hep aynı noktayı yaktığı için de acısına alışmıştım. Bazen... Dayanamadığım anlarda kalbimin başka noktalarına da sıçradığını hissediyordum ama söndürmek kolay oluyordu. Bir çift kehribarları ve onun teninin sıcaklığını, bana sarılırken verdiği huzuru düşünmek söndürmeme yetiyordu. Geride kalan kapkara is izlerini de kendi ellerimle pembeye boyuyordum. Ve sorun kalmıyordu. Hiç yaşanmamış gibi devam edebiliyordum hayatıma.

Şimdi ise... Yangın her yerdeydi... Kehribarları düşünmek bu kez söndürmüyor aksine ateşe dökülen alkol misali daha da çok alev almasına neden oluyordu. kendi ellerimle boyadığım pembeler yanıyordu. Şimdi... O kısımlar nasıl sönecekti? Geride kalan is izleri nasıl boya tutacaktı? Daha da önemlisi... Geride bir şey kalacak mıydı? Bu yangın beni bitirip tüketecekmiş gibi hissediyordum.

Yine de... Tüm bu hislere rağmen derin bir nefes alıp resimleri güzelce zarfa geri soktum ve ayağa kalktım. Göz yaşlarımdan ıslanan yanaklarım hafifçe geriliyordu. Usulca sildim o yaşları; maskaramın göz altlarımda bıraktığı simsiyah yollar umurumda bile olmadı, göz çevreme dağılan izler... Hiçbir zaman maskaram pahalı diye gözyaşlarına kıyamayan biri olmamıştım. Biterse yenisini hatta daha pahalısını alırdım, asıl maskara benim gözyaşım ile bozulduğu için kendini şanslı saymalıydı.

Odamdaki banyonun içine girip aynadan kendime baktım. Tam da tahmin ettiğim gibi... Yürüyen bir enkaz gibi görünüyordum. Çekmecemi açtım ve içindeki makyaj çantasını tezgahın üzerine serip dağılan makyajımı toparladım. Son olarak baking pudrası ile cilt makyajımın üzerinden geçip allık ile de yanaklarıma canlılık kattıktan sonra çıkmaya hazırdım. Odadan çıkarken yürüyüşüm dimdikti, adımlarım sağlam... Zaafım zayıflığımdı, zayıflığım ise kederim... Ve ben kederimi gücüme saklamıştım.

İnsanlar sizi güçlü gördüğü sürece o gücü neyden aldığınızın hiçbir önemi yoktu. Yeter ki bu bir sır olarak kalsın, insanlara gücünüzün kaynağını göstermeyin. Çünkü önünde sonunda orayı baltalamaya çalışıp, sizi oradan vurmayı deneyecekler. Buna söz konusu kim olursa olsun izin vermeyin, kendinize ait bir sırrınız olsun. Güvenin bana... kelimelerin yeri dilin altıdır; dilinizin altında saklayamadığınız her kelime, her cümle, bir gün dönüp ayağınıza birer pranga olacak.

Benim sakladıklarım gücümdü de saklayamadıklarım beni yerin dibine doğru çekmeye başlayalı çok olmuştu. Duygularımı yeterince saklayamamıştım. Duygularımı yeterince derinlere gömmeyi becerememiştim. Becerseydim eğer dün gece o nefesi tenimde hissetmeyecek, kendimi onun kollarında bulmayacaktım. Ve bugün canım bu kadar yanmayacaktı. Çünkü zaten aldatıldığını bilen biri olarak hayatıma devam ediyor olacaktım. Şimdi hem aldatılan hem aptal yerine konan biri olarak hayatıma devam ediyordum ve inanın bana bunun içinizde yaktığı yangını hiçbir şey söndüremiyordu.

Sözlerimin kafa karıştırıcı geldiğini biliyorum ama bunu daha basit nasıl anlatırım işte onu bilmiyorum. Evet Çetin'den ayrılmayı becerememiştim ama bu dört aylık süreçte onun bana dokunmasına da izin vermemiştim. Basit öpücükler dışında... Dün geceye kadar...

Tanrım! O kadar aptaldım ki...

Arabamın olmayışı bugünü olduğundan daha da çekilmez bir hale getirse de en azından bir dakika kadar sonra kendimi bir taksinin içinde bulacak kadar da şanslıydım. Ve trafiğe takılmayıp kısa sürede evime gelecek kadar... Benim en güvenli sığınağım babamın kollarıydı. Korkmadan kendimi apaçık gösterebildiğim, dertleşebildiğim tek insan... O gece canım hiçbir şey yemek istememişti. Babam moralimin bozuk olduğunu daha ilk bakışta anlamıştı ama bunun derinliğini yaptığı vegan köfte patatesi yemediğim zaman anlamıştı. O andan sonra en yakın arkadaşım moduna bürünmüş ve bu gibi durumlar için aldığı pembe pijamalarını giyip büyük bir kâse dondurma ile odamda bitmişti. Ne kadar süre o dondurmayı yiyerek onun kollarında ağladığımı bilmiyordum ama en son hatırladığım şey Çetin'i kuşbaşı doğrayıp akşam yemeği yapacağını söylemesiydi. Bu beni güldürmüştü. O an ihtiyacım olan kesinlikle buydu, Çetin'in gözlerimin önünde doğranması... Canım o kadar yanıyordu ki...

Sabah uyandığımda hâlâ zarfın içinde duran resimleri, diğer resimleri sakladığım çekmeyece koyup sağlam bir duş aldıktan sonra aynanın karşısına geçip uzun bir süre kendimi inceledim. Kararlılık ilk o anda vurdu beni. Bu kez gerçekten bitmişti. Ne kadar hazır hissetmezsem hissetmeyeyim... Bitirecektim. Odamdaki çerçevesi beyaz, çerçevesini takip eden iç kenarları boyunca pembe led ışınlarla süslenmiş boy aynama doğru yaklaştım. Islak sarı saçlarımdan akan sular çıplak göğüslerimden karnıma doğru bir yol izleyerek kayıyorlardı. İşaret parmağımı aynadaki yansımamın gözüne koyup yanağı boyunca kaydırdım ve "Kalbim paramparça olmuş olabilir... Ama sonuçta güzelim." diye fısıldadım kendi kendime. İşte kilit cümle buydu, beni motive eden ve o motivasyonu koruyan...

Sonuçta güzelim...

Yonca'yı arayıp o gün içindeki tüm randevularımı iptal ettim. O günü tamamen kendime ayırdım ve kendimi şımarttım. İşe gidene kadar babam da bana katıldı bu konuda. Babam gittikten sonra elime almaya korktuğum o telefonu sonunda cesaretimi toplayıp aldım elime. Ekranda biriken tonla bildirimin arasından Çetin'inkiler net bir şekilde seçiliyordu. Üç yeni mesaj...

O mesajlara girip bakmayacağımı sandınız öyle değil mi?

Yanıldınız...

Girdim ve hiçbir şey olmamış gibi cevap verdim. İlk mesajı dövme randevusunu Halil'e devretmem konusuna cevaptı.

Çetin Aral Bakırcı: Bana senden başkası dövme yapamaz, denerse gelmişini geçmişini düz dikerim onun.

Sonra ise iki romantik mesaj...

Çetin Aral Bakırcı: Göğsümde kocaman bir boşluk var... Göğsümün başının oraya yaslanmasına ihtiyacı var...

Çetin Aral Bakırcı: Çok özledim...

Ne süslü cümleler... Ne can yakan ayrıntılar... Ağlama isteğim yeniden boy gösteriyordu içimde. Birkaç derin nefesle onu geri plana atmayı başardım. Dün gece yeterince ağlamıştım ve bugün yeni bir gündü, dünün gözyaşlarını bugüne taşımamalıydı insan.

İlk birkaç saniye ne cevap vereceğimi bilemeyerek kelimelerimle boğuştum. Bu hayatta bildiğim bir şey varsa o da Çetin'e şu an bir şey belli edersem tüm işini gücünü bırakıp buraya döneceğiydi. Kararlılığımın arkasında durmak istiyorsam biraz mesafeye ihtiyacım vardı, onsuz kalmalı ve kendimi buna alıştırmalıydım, teninin uzaklığına alışmalıydı tenim... Sonra varlığının yokluğuna alışmak zorunda kalacaktım nasıl olsa.

O yüzden hiçbir şey olmamış gibi, üç mesajına tek bir mesajla cevap verdim.

Aymar Doğan: Senin tenin benim tuvalim, başkasına dokundurtmam. Ayrıca öyle güzel bir başım var ki, göğsün çok şanslı onu oraya yasladığım için.

Anında gördü ve cevap yazdı. Sanki bu anı bekliyormuş gibi...

Çetin Aral Bakırcı: Ne kadar şanslı olduğumun inan bana farkındayım Işığım...

Uzun bir süre devam etti bu mesajlaşma. Sol tarafımda bir ağrı vardı. Sanki biri orayı tırnakları ile kazıyor, açılan yaralara da tuz basıyor gibi... Dünümün nasıl geçtiğini sordu, neler yaptığımı, getirdiği içeceği beğenip beğenmediğimi... O hatırlatana kadar içeceğin hâlâ komodinimin üzerinde durduğunun bile farkında değildim. Kapağını açıp birkaç yudum aldım. Enfesti. Yaz meyvelerini içinde barındıran bir lezzet patlamasıydı. Alkolün ağırlığını hissediyordunuz ama ne boğazınızı ne de midenizi yakmıyordu. Daha önce de söylediğim gibi... Çetin Aral Bakırcı bir ilişkide ne kadar kötü olsa da işinde hep çok iyiydi. Sorularına tek tek cevap verdim, düşüncelerimi anlattım. Hiçbir şey olmamış gibi... Her şey normalmiş gibi... Sol tarafımdaki o ağrı hiç yokmuş gibi...

En sonunda alıcıları ile toplantıya gireceğini, işe dönmesi gerektiğini söylediğinde konuyu uzatmadım bile. Tamam dedim yalnızca. Ardından şüphelenmesin diye de ilhamla dolu olduğumu ve çizim yapacağımı söyledim. Bir dolu seni seviyorum mesajlarından sonra nihayet bitirdiğimizde gözümden iki damla yaş daha aktı. Onlar akıttığım son yaşlardı. Öyle de kalmaları için elimden geleni yapacaktım.

Sonra kalemimi hayal gücüme batırdım ve ilhamımın ışığında kendimi kağıtlarıma gömdüm. Öğleden sonra saat ikiye kadar sadece çizdim, çizdim ve çizdim... Kafamı boşaltmama, düşünmemi engellemeye en büyük olanak sağlayan eylemdi çizmek, bende bunu yaptım. Saat iki gibi çalan telefonumla, yirmi farklı dövme tasarımı yaparak kalmıştım o masanın başından... Kızgın, üzgün ya da kırgın olduğum zamanlarda daha üretken olduğumdan bahsetmiş miydim?

Betül'den gelen görüntülü aramayı cevaplayıp yatağıma oturduğumda Shila da benimle aynı anda bağlanmıştı.

"Selam bebekler!" diye bağırdı Betül. Arka planda yüksek sesle hareketli bir müzik çalarken, o bir şezlonga uzanmış elindeki frozeni yudumluyordu. Dubai'de tatil yapıyordu. Shila ise tıpkı benim gibi odasında yatağına oturmuştu. O da yaz tatilini ailesinin yanında geçirmek için kendi ülkesine Bostvana'ya gitmişti.

Yüzüme mutluymuşum maskesini takarak kocaman gülümseyip "Selam..." dedim, sesimi de yüzüm kadar sahte olan bir heyecan ile doldurmuştum. Söylediğim gibi bu hayatta daima kendinize ait bir sırrınız olmalıydı, söz konusu en yakın arkadaşlarınız olsa bile.

Elindeki bardaktan bir yudum daha alıp kenara koydu ve şezlongda oturuşunu düzeltip "Napıyorsunuz?" diye sordu. Koyu kahverengi saçları havuzdan yeni çıkmış gibi ıslaktı ve bu yüzden de simsiyah duruyordu. Teni çikolata kıvamına dönmüş, Shila'nın doğuştan çikolata rengi olan teni ile yarışıyordu. Çok güzel bronzlaşmıştı. Sorduğu soruya ilk Shila cevap verdi. Üzerinde beyaz askılı şort pijama takımı vardı ve siyaha yakın olan saçları bonus gibi kabarıktı. Onun tarzı değildi aslında bu tarz, ona ne kadar yakışsa da o saçlarını dümdüz kullanmayı tercih ediyordu. Parmaklarını kabarık saçlarının içinden geçirip "Ben bir düğüne katılacağım, birazdan hazırlanmaya başlamam gerek o yüzden çok kalamayacağım." dedi. Betül anında o pozitif enerjisiyle konuya dalıp ne giyeceği ile ilgili sorular sormaya başlamıştı. Bu iki yüzlülük ya da değil... Şu an bu konuşmaya maruz kalmak istemiyordum. Shila'nın katılacağı o aptal düğünde ne giyeceği zerre umurumda değildi. Beynimi bir şeylerle oyalanam gerekiyordu, düşünmemem. Ya çizim yapmaya devam etmem gerekiyordu ya da ders çalışmam... Beynimin meşgul olmadığı her an aklıma bir çift kehribar geliyordu ve ben titremesinler diye çenemi sıkmak zorunda kalıyordum. Sonra içimde başgösteren o öfke ile, o gecenin en büyük şahidi olan altındaki yatağı parçalamak istiyordum. Ama başlarsam duramayacağımı da biliyordum. Odanın içinde sağlam eşya kalmayana kadar durmazdım... Kalbim ne kadar dağınık ve parçalanmışsa, bu odayı da o hâle çevirene kadar duramazdım.

Kızlar bana seslenene kadar daldığımın farkında bile değildim. Adımı duyduğumda hafifçe irkilip kendime geldim ve gözlerimi diktiğim duvardan ayırıp telefona baktım. İkisi de telefonun ekranına odaklanmış benim yüzüme bakıyorlardı.

"Sen iyi misin?" diye soran Betül oldu. "Dalıp gitmek pek senlik bir hareket değil... Ve az önce tam olarak bunu yaptın..."

Yüzümdeki dağılan ifademi toparlayıp yeniden güldüm ve elimi sallayıp "Tabi ki iyiyim. Hatta mükemmelim. Sadece dün yoğun bir gündü ve gece pek iyi uyuyamadım. Şimdi de resmin başından kalktım zaten... Kraliçeler de yorulur kızlar." dedim. Bu onları güldürdü. Ardından Betül "O kraliçe şu an tam olarak burada yanımda olmalı ve kendine hak ettiği bu tatili bahşetmeliydi." dedi. O kadar çok istemişti ki onunla gitmemi... Gitseydim birlikte çok eğleneceğimizden hiç şüphem yoktu. En azından bir aptallıkla Çetin'le seks yapmamış olacaktım. Kalbim hâlâ güvende olacaktı...

"Randevularımın ne kadar yoğun olduğunu biliyorsun. Bu gidişle ikinci bir stüdyo daha açmam gerekebilir, şube gibi... Güzel olur."

"Sen delisin..." diye araya giren Shila'ydı. "Babanın dünyanın her yerinde restoranı var, günde milyon dolarlar kazanıyor ama sen hâlâ küçücük bir stüdyo ile uğraşıyorsun. Gerçekten saçmalıyorsun Aymar. Bırak bütün bunları ve hayatını yaşa bebeğim..."

İşte tam olarak bundan bahsediyorum...

Yıllardır hayalim olan bir şeyi gerçekleştirmiş bir de üzerine bunda çok başarılı olmuştum ve aldığım tepki buydu...

Ben insanlardan bir günde nefret etmedim... En yakın arkadaşım olsalar bile... Hayallerime dil uzatan hiç kimseye iltimasım yoktu.

Tek kaşım havaya kalkarken "Hiçbir hayali, başarısı olmadan süs bebeği gibi yaşayan sana mı dönüşmeliydim yani?" diye sordum. Sonra güler gibi yapıp ekrana küçümsemeyle dolu bir tebessümle bakıp "Sorry, ama almayayım, ben halimden gayet memnunum." dedim. Hey, şu sözlerimin Çetin'in darmadağın ettiği ruh halimle hiçbir ilgisi yok o yüzden fazla tepki verdiğimi düşünmeyin. Gerçekleşmiş hayalime, başarıma dil uzatan herkese akıtırım ben zehrimi.

Şaşkınlıkla açılan dudaklarla ve gözlerle baktı bir süre ekrana. Dudakları birkaç kez açılıp kapandı ardından derin bir nefes aldığını duydum. Genişleyen burun delikleri ve sıkılan çene kasları öfkelendiğini gösteriyordu. Meydan okurcasına baktım yüzüne, uyarırcasına... Sıkıyorsa tek bir ters bir şey söylesin... Yeri geldiğinde ne kadar çirkinleşebileceğimi çok iyi biliyordu. Ne kadar ileri gidebileceğimi... Aslında korktuğu ben değildim, arkamdaki güçtü, Çetin'di. Yakında hayatımda olmayacak olan o adam...

Uyarımı aldı. Geri adım attı ve öfkesini gömüp gülümsemeye çalışarak, "Haklısın..." diye mırıldandı.

Kalkan kaşım inerken bu kez çehreme oturan ifadenin adı zaferdi.

"Biliyorum... Ben hep haklıyımdır."

"Hey, hey! Bebekler bir sakin olun. Etrafım taş çocuklarla dolu ve sizin geriliminiz beni bile yaktı. Benim tercihim ise o çocukların yakması. Bu yüzden sakin olun."

Umursamazca omuz silkip tırnaklarımı incelerken "Ben zaten sakinim." diye mırıldandım. Shila ise sessiz kaldı.

Bunun üzerine Betül boğazını temizleyip bir kez daha oturuşunu düzeltti. İşaret parmağı bikinisinin ip askısı ile oynarken "Şey..." diye girdi söze. Bu girişi ve hareketleri tanıyor, ardından ne geleceğini biliyordum. "Doğu nasıl? Neler yapıyor?" diye sordu tam da tahmin ettiğim gibi. Tek umutsuz vakanın ben olmadığımı bilmek beni rahatlatıyor desem bu beni kötü bir arkadaş yapar mıydı? Yapsa da kimin umurundaydı ki?

"Doğu... Bildiğimiz Doğu gibi işte... Tek bir fark bile yok."

Yüzünün düşüşünü görmek hoşuma gitmedi. Bakın mükemmel bir arkadaşım, arkadaşlarımın yüzü asıldığında bundan zevk almak yerine onlarla birlikte üzülebiliyorum. Bunu yapamayan, yüzünüze karşı masumu oynayan ama içten içe acınızdan zevk alan o kadar çok kişi vardır ki aslında hayatınızda... Bilseniz şaşırır kalırdınız...

"Betül..." diye girmeye çalıştım ama elini sallayıp gülerek bana engel oldu. "Sorun yok... Bende burada çocuklarla takılıyorum zaten. Geri döndüğümde Doğu'yu tamamen unutmuş olarak döneceğimden eminim. Hem zaten seni görene kadar aklımda bile değildi ki..."

Biz iki arkadaş... Erkeklerden ciddi anlamda çekiyorduk... Ve bunu biz kendimize bile bile yapıyorduk. Konuşmayı dağıtmak için onlara yeni çizdiğim şeyleri gösterdim ve Betül içlerinden birini kendine ayırttı. Döner dönmez o dövmeyi vücudunda istediğini söylemiş ve kendi kendine benden randevu almıştı.

Konuşmayı sonlandırdığımızda herşey eski haline döndü. Yüzümdeki maskeleri tek tek çıkardığımda işte yine kendimle, acımla ve yorgunluğumla baş başaydım. Uyumak için yatağıma girmeyi düşündüm ama bir hafta sonra açılacak okulum buna engel oldu ve yaz boyunca üç kez bitirdiğim yeni dönemin konularının üzerinden bir kez daha geçmeye karar verdim. Şimdi Ayda'da okulda olacağına göre Beliz Aydın'da okul ile ilgileniyor olacaktı ve ben insanlar hakkında eğer nokta kadar bile bilgi sahibiysem emindim ki gelmişken benim notlarım hakkında da bilgi edinmek isteyecekti. Harika ötesi notlarımla onu şaşırtmak güzel olacaktı.

🃏🎲

Tüm haftamı tanımlayacak bir kelime varsa o da zehirdi. Gerçekten zehir gibi bir haftaydı, hem benim açımdan hem de etrafımdakiler açısından. Yaptığım hiçbir şeyden zevk almamış, gülmek için çabaladığım her saniye ruhumu daha çok yormuştum. Ve canımın sıkkın olduğu her an etrafımdakilerin de canını sıkmıştım. Hatta ofisimin sosyal medya hesaplarını kontrol eden kızı iki gün paylaşım yapmadı diye kovmuş, bu yüzden çalışanlarımın daha da gerilmesine neden olmuştum. Bu kovulma olayı onlara kendilerinin de vazgeçilmez olduğunu hatırlatmıştı ve hiçbiri gerçekten iyi kazandıkları ve rahat çalıştıkları bir iş yerini bırakmak istemiyorlardı. İyi tarafından bakın, hepsi çalışkan birer karıncaya dönmüştü.

Tüm bunlar dışında... Kendimi bir anda otuz yaş yaşlanmış gibi hissediyordum. Sanki aynaya baktığımda göz çevremde kazayaklarını görebiliyordum, ya da alnımdaki kırışmayı... Tanrım bu daha da korkunç hissettiriyordu. Onun dışında, yüzleştiğim duygularımdan içimde kalan artık yalnızca öfkeydi. Onu gördüğümde ne olacak bilmiyordum ama şu an hissettiğim tek duygu öfkeydi.

Ve bugün büyük gündü...

Her bakımdan...

Aynadaki aksime bakarken görünüşümü bir kez daha gözden geçirdim.

Bence okulun ilk günü için yeterince tatlı bir kombindi. Seçtiğim beyaz ve gümüş aksesuarlar ve dümdüz olan saçlarımla kesinlikle iyi görünüyordum. İyi görünmeye ihtiyacım vardı. Güçlü durmaya... Derin bir nefes alıp yatağın üzerinde gelişigüzel duram telefonumu ve beyaz Chanel deri çantamı alıp odamdam çıktım. Babam hep olduğu gibi kahvaltıyı hazırlamış beni bekliyordu. Şef bir babanızın olmasının bir kötü yanı, öğün atlamanıza izin vermiyor oluşuydu. Canım yemek yemek istemediği zamanlarda bile mutlaka mideme sokacağım bir şeyler buluyordu. Ve iyi yanı... Vegan olmak bir sorun değildi çünkü hayvansal gıdalardan alamadığınız protein ve vitaminleri neyden alacağınızı iyi biliyor ve size enfes kalorisi düşük yemekler hazırlayabiliyordu.

Birlikte yaptığımız uzun bir kahvaltının ardından beni okula bırakmayı teklif ettiğinde karşı gelmedim. Arabam hâlâ gelmemişti. Neyin bu kadar uzun sürdüğünü kimse bilmese de Nazım amca bu hafta içinde kesinlikle arabama kavuşacağımın garantisini vermişti. Bende öyle umuyordum...

Yoğun bir trafiğin ardından sonunda okula geldiğimizde birkaç saniye okuluk kapısı ile bakıştık. Okulu hep çok sevmiştim, bir şeyler öğrenmek bana hep iyi gelmişti. Ama şimdi okula girmeyi zerre kadar istemiyordum, her hücrem geri dönmem için bana uyarı sinyalleri veriyordu. Sabah Çetin'den bir mesaj gelmişti. Mesajı açmamıştım ama bildirim ekranından gördüğüm kadarıyla yaklaş olarak bir saat önce Türkiye'ye ayak basmıştı ve okula geç geleceğini haber vermişti. Evet bu bir haftalık süreçte onunla düzenli olarak mesajlaşmış ve hiçbir şey belli etmemiştim. Şimdi, tam şu an ise buna pişmandım çünkü onu ilk gördüğüm an nasıl bir tepki vermem gerektiğini bilmiyordum. Tek bildiğim çok kızgın olduğumdu.

"Geri dönmek istersen hiç sorun değil, seni hemen şimdi eve geri götürürüm..." dedi babam. Gözlerimi okuldan çekip ona çevirdiğinde onun bakışlarının zaten bende olduğunu gördüm. Gözleri hüzünlü bakıyordu. Rengini ondan aldığım kahvelerini benden çekip okula diktiğinde yutkunduğunu gördüm hareket eden ademelmasından. Ardından konuşmaya devam etti.

"Ama bugün kız kardeşinle ilk defa karşı karşıya geleceksin. O yüzden okula girmen taraftarıyım."

Ve olayın bir de bu tarafı vardı. Ayda ile karşı karşıya gelmek...

"Onu gördüğümde ne yapmam gerek?" diye sordum babama. Tanrım, bu kadar mükemmel bir beyne sahip olduğum halde ne kadar da çok şeyi bilmiyordum öyle. Biraz daha zorlarsam kendimi vizyonsuz bir cahil gibi hissedebilirdim.

Babam omuz silkti ve gülüp "Diğerlerine davrandığın gibi davranma yeter." dedi. Bu beni de güldürdü. Okulda pek de iyilik meleği olmadığım bir sır değildi. En azından büyük bir çoğunluğa karşı... Benden nefret edenlerin sayısı, beni sevenlerin sayısını açık ara farkla üçe falan katlardı sanırım. Eh! Mükemmel bir kişilik olmanın getirilerinden sadece biriydi haterlar.

"Vizyonsuz birisi değilse onlara davrandığım gibi davranmam..." diye karşılık verdim. Ciddi anlamda vizyonsuzlara alerjim vardı.

"Sana göre herkes vizyonsuz prensesim."

Başımı iki yana sallarken bu söylediğine daha çok gülüp arabanın kapısını açtım. Bir ayağımı dışarı uzatırken "Sen değilsin." diyerek onun da gülmesini sağladım. Arabadan tamamen inip kapıyı kapattığımda açık olan cama ellerimi koyup son kez yüzüne baktım ve "Merak etme... Onun diğerlerinden farklı olduğunu biliyorum. Bir kere o benim ikizim, bu bile onun vizyonunu artırır." dedim ve arkamı ona dönüp okul bahçesine doğru ilerledim.

Normalde ben okul bahçesine girene kadar beklerdi babam ama arkadan çalan korna sesi ile yoluna devam etmek zorunda kaldı. Böylece cehennem gibi bir günün ilk startı da verilmişti.

Okula araba ile gelmeyi sevmemin en büyük nedeni okul bahçesi ile zaman kaybetmemekti. Doğrudan otoparka park ediyor ve asansör ile kendi sınıfıma kadar çıkıp olabildiğince az insan ile muhatap oluyordum. Ama bugün arabam yoktu. Ve ben okul bahçesinde yürüyordum. Sizce günü daha da kötü bir hâle getiren şey ne olmuştur?

Ben söyleyeyim... Sizi birebir kopyalamaya çalışan çakmanız ile pişti olmaya çok yakın olmak...

Adımlarım sekteye uğrarken dudaklarımdan farkında bile olmadan "Are you kidding me?" (Benimle dalga mı geçiyorsun?) cümlesi döküldü. Benden sonra saçlarını sarıya boyadığı ve mavi lens taktığı yetmiyormuş gibi şimdi de üzerinde pembe ekoseli bir takım vardı.

Bahsettiğim kişi tabi ki Selin'di. Bu kızdan nefret ettiğimi söylemiş miydim? Bence kesin söylemişimdir çünkü o kadar çok nefret ediyorum ki bunu atlamış olmam imkânsız.

Okul kapısına doğru yürüyor, bir yandan da telefon ile konuşuyordu. Çetin'in dikkatini çekmek için bu hallere girdiğinden adım kadar emindim ama Allah aşkına biri şu kıza, Çetin'in pembeden nefret ettiğini, sadece benim bir parçamsa sevdiğini söylemeliydi. Bu sayede ben katil olmaya yaklaşmazdım.

Ayaklarım beni ona doğru taşımaya başlarken bir hayli hızlılardı. Bahçedeki bakışların bana döndüğünü farkındaydım ama bu beni yapmak üzere olduğum şeyden asla alıkoyamazdı. Yolumun üzerinde, gözüme çoktan kestirdiğim bir kızın elindeki soğuk kahveyi hızla kaptım ve bardağın kapağını açıp, aramızda bir kaç adım kala içindeki tüm sıvıyı Selin'in üzerine fırlattım. Neyse ki kahve büyük boydu...

Bir çığlık okul bahçesini doldururken daha ilk dakika ilk vukuatıma imza atmış olmaktan dolayı biraz da olsa hafiflemiş hissediyordum kendimi. Bu okuldaki en büyük fantezilerimden biri okul müdürünü delirtmekse ne olmuş yani?

Selin kızgın bir şempanzeyi andıran yüzünü bana çevirdiğinde "Bitch..." deyip elimle vücudunu işaret ettim. "Bu vizyonsuzluğun vergisini ödüyor musun sen?"

Dudakları açılıp kapandı. Dudaklarının dolgulu olduğunu söylememe gerek var mıydı? Hayır bugün gidip dolgularımı eritsem, yarın onun da eriteceğini bilmesem saygı duyardım dolgularına ama işte... Söylediğim gibi vizyonsuzlara alerjim var benim.

Bir şeyler söylemek istediğinden emindim. Ama söylemedi. Sadece kızgın kızgın baktı ve arkasını dönüp koşar adımlarla uzaklaştı benden. Ah demek ki keyfimi yerine getirmek için bir küçük vizyonsuz ile uğraşmam yeterliymiş. En azından bir miktar da olsa...

Durmuş film izler gibi beni izleyen kalabalığa dönüp, tek kaşımı kaldırıp baktığımda hepsi çil yavrusu gibi dağıldı. Derin bir nefes alıp duruşumu dikleştirdim ve dümdüz bir şekilde omuzlarımdan dökülen saçlarımı arkama doğru attım. Yanımdan geçen bir çocuğu durdurduğumda çocuk gergince yüzüme baktı. Utanmasa korkudan titreyecek gibi bir hali vardı. Elimdeki artık boşalmış olan plastik bardağı ona doğru uzatıp masumca gülümseyerek başımı sola doğru yatırıp "Bunu çöpe atar mısın lütfen?" diye sordum. Başka bir şey söylememe gerek yoktu. Çocuk bardağı aldı ve yanımdan toz oldu.

Hani bazı anlar vardır... Bir his doğar içinize... İsim veremediğiniz ama varlığını içinizde hissettiğiniz bir his... O an, ilk adımı atmak için hamle yaptığım sırada o hissin istilasına uğradım. Öyle güçlüydü ki beni yönlendirmesine izin vermekten başka bir şansım yoktu. Başımı döndürüp geriye, o hissin beni çektiği yere baktım ve onu gördüm. Zaman dondu sanki, herkes kayboldu... Resimlerden gördüğüm o beden... Yüzünü ezbere bildiğim... Oradaydı. Okulun kapısından içeri giriyordu. Saçları tıpkı benimki gibi sarıydı ama benimki kadar uzun değildi. Burun üstünden elmacık kemiklerine doğru dağılan çilleri buradan bile seçebiliyordum. Benim estetiklerimin aksine o tamamen doğaldı. Doğal olsaydım da çift yumurta ikizi olduğumuzdan, pek benzemiyorduk zaten ama şu an bambaşka, yabancı iki insan gibiydik. Benim pembelerimin aksine o koyu renklere bürünmüştü. Koyu mavi bir kot pantolon ve siyah vücuduna yapışan bir bluz... Elinde tuttuğu siyah bir ceket, siyah sırt çantası ve siyah spor ayakkabılar...

Ayda...

Benim ikiz kız kardeşim...

Yüzünü sadece fotoğraflardan bildiğim, benim varlığımdan bihaber olan ikiz kız kardeşim...

Aynı rahimde büyüdüğüm, aynı kanı taşıdığım ama şu an bana bu okuldaki herkesten daha yabancı olan ikiz kız kardeşim...

Buradaydı...

🃏🎲

Bölümü nasıl buldunuz?

Bir sonraki bölümde görüşünceye dek kendimize iyi bakın sağlıcakla kalın💖

Seviliyorsunuz💖

Loading...
0%