Yeni Üyelik
6.
Bölüm

5| Yalanin Soluğunda Ölen Gerçekler

@saniyesolak

Sellam✨

Bölüme geçmeden önce oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın olur mu?

Keyifli okumalar✨

Bölüm şarkısı:

Sena Şener - Porselen Kalbim

Model - Ağlamam Zaman Aldı

🎲🃏

Flashback, dört yıl önce;

Doğanın kulaklarıma dolan huzur verici sesi, kuş cıvıltıları ve çiftlik evinin hemen yan tarafındaki, etrafı çitlerle çevrili arazide özgürce koşan atların sesi eşliğinde küçük balkonumda oturmuş kitap okuyordum. Şehrin dışında, ormanın içinde yer alan bu çiftlik evi, şehrin gürültüsünden boğulduğumuz zamanlarda babam ve benim için harika bir kaçış yeri oluyordu. Bu haftasonu da o haftasonlarından biriydi. Yakında okulum açılacaktı ve uzun bir süre kaçmak için zaman bulamayacaktık, yoğunluktan önce elimize geçen her fırsatı değerlendiriyorduk babamla. Kendimi o kadar iyi hissediyordum ki burada...

Kitabın son sayfasını da bitirdiğimde kapağını kapatıp masanın üzerine koydum, beklediğimin aksine mutlu sonla bitmişti. Mutlu sonları severdim, mutsuz sonlar benlik değildi.

Yarım saattir oturduğum pofuduk koltuğumdan kalktığımda esneme ihtiyacı ile dolup kollarımı havaya kaldırarak gerindim. Dört atımız vardı ve arazinin ortasında koşarak birbirleri ile oynuyorlarlardı. Neşeleri dudaklarımı kıvırmama neden oldu, at binmek en sevdiğim aktivitelerden biri olabilirdi.

Atları izlerken kapının çaldığını duyduğumda gözlerimi atlardan çektim. Baklon demirlerinden uzaklaşıp bitirdiğim kitabın hemen yanında duran telefonuma uzanıp saate baktım. Babam gideli yalnızca yarım saat olmuştu, merkeze kadar net iki saatlik bir yolu vardı ve alışverişi tamamlayıp geri dönmesiyle birlikte nereden baksan beş altı saat daha dönmemesi gerekiyordu. Muhtemelen bir şeyini unutup geri dönmüş olmalıydı. Baklondan odama geçip odamdan koşar adımlarla çıktım ve aşağı inip kapıya koştum.

Kapıyı açtığımda görmeyi beklediğim babamın yerine çok farklı birini buldum. Genç bir çocuk... Kapının pervazına yaşlanmış baygın bakan kehribar rengi gözleriyle bana bakıyordu. Korkmam gerekirdi biliyorum, evde yalnızdım ve babam geri dönmemişse daha gelmesine çok vardı. Belki karnının bir tarafına yasladığı elinin altından sızan kanı görmeseydim korkabilirdim de... Beyaz tişörtünün o kısmı tamamen kan olmuştu neredeyse... Baygın bakmasının nedeni de buydu, ayakta bile duramayacak haldeydi... İşte tam olarak bu yüzden korkmadım. Ne onu içeri alırken, ne de karnındaki kurşunun sıyırıp geçtiği yarayı sararken, korkmadım. Ambulansı aramama kesinlikle izin vermemiş, ararsam gideceğini söylemişti. Merkezden iki saat uzaktayken, giderse dağın başında ölüp kalacağını biliyordum. Bu yüzden vicdanımın sesini dinleyip ambulansı aramadım ve yarasını sarmak için onu eve alırken aynı zamanda da hayatımın merkezine aldığımdan tamamen habersizdim...

Kehribar gözlü o yabancının, önce kalbime, sonra ruhuma, sonra da bedenime sahip olacağından tamamen habersizdim...

Kehribar gözlü o yabancının... Benim en güzel anılarımın mimarı, en kötü anlarımın usta sanatçısı olacağından tamamen habersizdim...

On dört yaşında küçük bir çocuktum ve hayatımın hem en güzel ödülünü hem en kötü kâbusunu o gün hayatıma almıştım. Beni ben yapan adamı, beni benden alan adamı...

🎲🃏

Günümüz;

Bir terazinin iki farklı kefesinde iki farklı duygu...

İliklerine kadar sevmek...

İliklerine kadar nefret etmek...

İliklerime kadar seviyordum onu.

İliklerime kadar nefret ediyordum ondan...

Canım acıyordu bu iki duygunun ortasında kalmaktan, kefeler eşit duruyor, hiçbir taraf ağır basamıyordu. Olan kırılan kalbime oluyor, mantığım devre dışı kalırken bu iki duygunun arasındaki savaşta ateş hattında kalan kalbim oluyordu. Yanan bir mum gibi yavaş yavaş eriyordum, herkes ışığıma aldanıyor, tükendiğimi göremiyordu.

Sanırım bugün, içinde sıkışıp kaldığımız şu an, bunu görebildikleri ilk andı. Attığım tokadın sesi sanki lobide yankılanmıştı, oysaki burası öğrenci doluydu, yankı yapmazdı hiçbir şey... O yankı benim kulaklarımdaydı, benim zihnimde, sızlayan avuç içimde... Belkide şiddetle ağrıyan sol göğsümde...

Çetin'in sağa dönen yüzünde parmak izlerim falan yoktu, darbemin şiddetli olmadığını biliyordum. Bahse girerim benim avucum onun yanağından daha çok acımıştı. Zaten amacım fiziksel bir hasar vermek değildi, bu darbenin etkisi ruhunaydı. Bize dönen tüm bakışların altında, aramızdaki her şeyi tam olarak bitirişimin resmiydi.

Dolu dolu olan gözlerimin altında sadece bir buğudan ibaretken bile sinirini görebiliyor, hissedebiliyordum. Hayatımın hiçbir noktasında cesaretsiz biri olmamıştım, boyumdan büyük cesaretim vardı benim. Ama şimdi ilk kez o cesaretin, attığım tokatla birlikte parmak uçlarımdan akıp gittiğini hissediyordum.

Korkuyu hissediyordum... İçimde yükselip nabzıma karışan o korku, algılarıma nüfuz ediyordu. Ama yalnız değildi. Orada bir yerlerde öfkenin yakıcı varlığını da hissediyordum. Cesaretim uçup gitmişti belki ama öfkem benimleydi, zihnim bin parçaya bölünmüştü ve bin parçasında farklı bir görüntü vardı. Onun kadınlarla olan resimleri... Selin'le olan resmi... Farkındalığın acı tadı damağıma yayıldığında kararlılığımı bileyledim. Beni aldatmıştı... Defalarca kez... İnanmayı reddettiğim o gerçeğe artık sırt çeviremiyordum. Ona güvenmeyi seçmiştim ben o buradan gitmeden önce. Sonuç... Yine canı yanan bendim... Pembe duvarları kirli bir isle boyanan bendim. Paramparça olan bendim. Yine ve yine...

Kırpıştırdığım gözlerimden iki damla yaş aktığında hırsla sildim onları. Seyircilerimiz her yerdeydi... Her şeyi bırakmış tamamen bize odaklanmış bir vaziyette bizi izliyorlardı. Selin onların aralarında bir yerde bizi izliyordu, bitişimizi... Yeşim... Bizi izliyordu... Bitişimizi... Ve Çetin'i isteyen onlarcası...

Bunu onların önünde yapıyor olmam onları cesaretlendirecekti biliyordum. Hatta hiç vakit kaybetmeyecek, bu geceden başlayacaklardı onun yatağını doldurmak için sıraya girmeye...

Kalbim bu düşüncenin altında daha fazla kırıldı... Kırıklarının sesini işittim, göğsüme batan parçaları hissettim.

Sıraya girecekler ve geri çevrilmeyeceklerdi... Benimleyken bile çevirmemişti ki Çetin onları. Şimdi, herkesin içinde onun gururunu en sert şekilde ayaklarının altına alan kadındım ben. Bu saatten sonra hiç çevirmez, gözlerimin içine baka baka, canımı yaka yaka yapardı her ne yapacaksa...

Bana kıyamayan o adamdan çok uzak, beni bizzat parçalayan bir canavarı uyandırmıştım ben...

Babamın güvenli kollarını istiyordum... Beni her şeyden ve herkesten koruyacak olan limanımı...

Çetin başını çevirip yüzüme baktığında, kehribar rengi gözlerindeki parçalanan mutluluğunu gördüm, çatılı kaşlarının ortasındaki çizgiye dolan soru işaretlerini. Hiçbir şey anlamıyormuş gibi bakıyordu şimdi yüzüme, sorgular gibi... Yüzünde sinirin emaresini göremiyordum ama göz ucuyla gördüğüm, elinde tuttuğu hediye paketinin parmaklarının arasında eziliyor olması ne kadar sinirlendiğini gösteriyordu.

İki damla daha yaş aktı... Daha çok yaş akacaktı gözlerimden ama burada değil. Bu iki damla bu insanlara ve Çetin'e gösterdiğim son zayıflığım olacaktı. Geriye kalanları babamın kollarına saklayacaktım. Yüzüm omzuna gömülü olacaktı ve gözyaşlarım omzunu ıslatırken o saçlarımı okşayıp beni teselli edecekti. Belki sonra dondurma da yerdik...

"Aymar..." dedi Çetin yüzünü bana çevirir çevirmez. Fısıldar gibi çıkan sesi sanki kulaklarımda yankı yapmıştı. Zaman yavaşlamış gibi hissediyordum, kulaklarıma dolan her ses boğuk ve ekolu geliyordu bana. Anksiyete krizi kapımı çalmak üzereydi, gelişini hissedebiliyordum. Nefes... Boğazıma sıkmaya başlayan bir el, yavaş yavaş nefesimi kesmeye başlıyordu sanki.

Buradan çıkmam gerekiyordu, tüm bu gözlerden, en çok da bir çift kehribarlardan uzaklaşmam gerekiyordu.

O gün o kapıyı çaldığında, suratına kapatmalı ve dağın başında ölüme terk etmeliydim belki de. Merhametim ve vicdanım yüzünden, hayatım boyunca hiçbir zaman unutamayacayım bir dolu anı işlenmişti zihnime, taşıyacağım bir dolu yük binmişti sırtıma... Bencillik... Bazen öyle iyi bir şeydi ki. Bazen bencil olmak gerekirdi. Ve bazen, attığınız adımların size nasıl döneceğini hesaplayamadığınız anlarda o adımı atmamak... Güven alanınızdan çıkmamak... Bazen korkak olmak gerekirdi, cesaret sizi yalnızca dibi olmayan bir uçuruma sürüklerdi...

Şimdi attığım bu adım cesaret örneği miydi yoksa korkaklık mı? Bilmiyordum. Sadece yapmam gerekenin bu olduğunu biliyordum.

Belki de son kez baktım o gözlerin içine, o bakışların bir daha bana aşkla bakacağını sanmıyordum, şimdi bile kulaktan kulağa konuşulduğundan emindim.

Adını duyanın korktuğu Çetin Aral Bakırcı, okulda herkesin gözü önünde bir kızdan tokat yedi...

Çetin'in otoritesine ne büyük bir darbeydi bu...

Ve şimdi de bir kız tarafından yine herkesin önünde terk ediliyor...

"Bitti!" dedim zar zor bulduğum sesimle... Diğer sesleri bastırarak patladı kulağımda kendi sesim ama sadece bir fısıltıdan ibaret olduğuna adım kadar emindim.

Boğazımı sıkan o elin parmakları daha da sıkılaştı sanki. Ağzım bir dolu toz yutmuşum gibi kupkuru oldu. Gitmeliydim... Dışarı çıkmalı, uzaklaşmalı, kaçmalıydım. Konuşacak halim yoktu, anlatacak ve dinleyecek...

Derin bir nefesi içime çekmeye çalışırken gözlerimi Çetin'in gözlerinden çektim ve yanında geçip gittim. Durdurmadı, öylece izin verdi geçmeme... Bir tarafım da buna yandı. Vermemesini diliyordu o tarafım. Çetin'siz nasıl yaşanır bilmiyordu ki... Devasa bir boşluğa düşecektik ve o bunu öngörüyor, engel olmak için içimde kendini parçalıyordu. Yine de o tarafımı dinlemedim. Bunca aydır dinlemiştim. Elime geçen neydi? Kalbimin kırıklarından başka şu an elimde ne vardı? Koca bir hiç...

Öğrenciler attığım her adımda kenarı çekilip yolumu açıyorlardı. Nasıl görünüyordum onlara? Yaprak gibi titrediğimi görebiliyorlar mıydı mesela? Ya da dönen başımı, bulanan midemi fark edebiliyorlar mıydı? Şu an gözlerindeki konumum neydi, ne kadar zayıftım onlar için?

Çok zayıftım... Asla görünmek istemeyeceğim kadar çok... Tahtımı sallayabilecekleri kadar...

Bugün bir molaya ihtiyacım vardı, yarın olduğunda hepsine kim olduğumu yeniden hatırlatabilirdim ama şu an buna gücüm yoktu. Çetin'in delici bakışları sırtımı adeta biçerken güçlü durmaya gücüm yoktu.

Adımlarım, önümden çekilmeyen bir bedenin varlığıyla duraksadı. Kim olduğunu iyi biliyordum. Dolan gözlerimi kırpıştırdım, neyse ki bu kez göz yaşlarım, kirpiklerimin arasında dağılıp yok oldular ve yanaklarıma inemediler. Selin'in, zafer dolu bir gülümsemeyle aydınlanan suratı yüzümün hizasındaydı. Lacivert eşofmanının içinde kendinden emin bir şekilde dikiliyordu önümde. Ben kazandım der gibi bakıyordu gözlerimin içine.

Duruşumu dikleştirdim. Selin için hep biraz enerjim ve gücüm vardı, onun diline düşmemek, onun altında ezilmemek aksine onu ezmek için...

Ona doğru bir adım daha attığımda tam manasıyla karşı karşıyaydık. Dudağımın sağ köşesi küçümseyici bir tavırla yukarı doğru kıvrıldı.

"Kazandığını sanıyorsun değil mi?" diye sorarken hissettiğim yıkımın tek bir parçasını bile yansıtmıyordum ona. Ne sesimle ne yüz ifadelerimle...

Sorumla beraber gülümsemesi daha da büyüdü.

"Sanmıyorum Aymar Doğan. Ben kazandım."

Sesinden özgüven akıyordu, sevgilisi olan bir adamla yatmayı marifet sanacak kadar aptal, bununla övünecek kadar zavallıydı. Ama bir noktaya kadar Selin'i ya da diğer kadınları suçlayabilirdim. O noktadan sonra bütün suç Çetin'e aitti çünkü. Sadakati bilmeyen, önemini kavrayamayan oydu. Ayrıca benim gibi birini, çıtayı en alta indirip Selin gibi biriyle aldatacak kadar vizyonsuz olan da...

Arkamda birinin varlığını hissettim. Başımı çevirip baktığımda endişeli gözlerle bana bakan Betül ve Shila'nın orada olduğunu görmek içimi bir nebze olsun rahatlattı. Ortasında mahsur kaldığım ateş hattında bana uzanan iki dost eli... Nasıl rahatlatmazdı ki.

Yeniden Selin'e döndüğümde artık o kadar da yoğun değildi içimdeki o fırtına. En azından Selin'in karşısından dimdik ve güçlü ayrılacaktım. Sonra yalnız kalıp acısını çıkarana kadar ağlamak istiyordum. Yarın olduğunda savaşmam gereken çok daha fazla şey olacaktı, bugün bu enkazı içimden atmak zorundaydım ve bunun en iyi yolu göz yaşlarıydı.

Tıpkı onun gibi kollarımı göğsümde bağlayıp baştan aşağı süzdüm onu. Herkes kazanabilirdi bu hayatta ama Selin... Bana karşı hiç şansı yoktu. Hem de hiç... Olmasına da izin verecek değildim, tek bir açık kapı bile bırakmayacaktım ona.

Kaşlarımı havaya kaldırarak bir kez cıkladım. "Kazanamadın. Sen ne zaman kazanabilirsin biliyor musun Selin?" Başımla arkamda kalan Çetin'i işaret ettim dönüp bakmadan. Bakacak kadar cesaretli değildim o anda. "Pembeden tiksinircesine nefret eden o adam, elinde pembe bir hediye kutusuyla kapına geldiğinde... Ama o zaman yine bana karşı kazanmış olmayacaksın Selin. Çünkü sen; ardımda bıraktığım artıklarımın sana vereceği şeylerle yetinirken, ben hep senden birkaç yüz adım önde olacağım, sense hep bana yetişmek için çabalıyor olacaksın."

Ve yanından geçtim, geçerken omzuna çarpan omzum yüzünden bedeni sarsılmıştı. Bilerek yapmamıştım ama yanlışlıkla yaptığım şeyler bile benim lehimeydi.

Kalabalıktan ayrılıp okul bahçesine adım attığımda yüzüme çarpan temiz havayı, havasız kalan ciğerlerimle de paylaştım. Boğazımı tıkayan bir şey soluklarımın yoluna engel tıkıyordu. Etrafta artık duvar yoktu ama sanki görünmeyen duvarların içinde sıkışıp kalmış gibi hissediyordum kendimi. Herkesi geride bırakmak, felaketimin beklediğimden daha hızlı bana çarpmasına neden oluyordu. Eve kadar sabretmeliydim, eve kadar beklemeliydi göz yaşlarım.

Durduğum yerde başımı gökyüzüne kaldırdım ve derin nefeslerle kendimi rahatlatmaya çalıştım. Ne tenime değen güneş, ne saçlarımı uçuşturan hafif meltem... Hiçbirini hissetmiyordum sanki. Sanki kara kışın ortasında çırılçıplak kalakalmıştım. Daha şimdiden canım yanıyordu, daha şimdiden onun varlığını arıyordum. Birini hayatınızın merkezine koymak, hayatınız boyunca yaptığınız en büyük hataydı. Hayatınızın merkezi yalnızca kendinize ait olmalıydı. Bencillik mi? Bencillikse bencillik... Şimdi canım bu denli yanarken elime ne geçiyordu ki? Çetin'i koyduğum o yerden geriye kalan o boşluk beni zifiri bir kâbusa sürüklerken kimin ruhu duyuyordu?

Tam o an... Zihnimde bu soru şekillenmişken bedenime önce bir çift, ardından bir çift kol daha dolandı. O kolların Shila ve Betül'e ait olduğunu elbette biliyordum. Sanki sessiz yakarışımı duymuşlar ve ben o karanlık kâbusun içine düşmeden beni tutmuşlar gibi hissettirmişti bu hareket. Tutamadım kendimi, iki damla yaş daha sürgün edildi yanağıma ve dudaklarımın arasından kaçan bir hıçkırık ile omuzlarım sarsıldı. Nefesimi tutup devamı gelmeden engellemeye çalıştım ve kızların bana sessizce sarılmalarına izin verdim. Harflerin işe yaramayacağı bir an varsa o da bu andı ve Shila da Betül de bunun farkındaydı. Bu yüzden yanımdaki varlıklarını sarılarak yeterince hissettirmeye çalıştılar. O an ne söyleseler boşunaydı, ne söyleseler faydasızdı ama sarılmaları... Kesinlikle yeterliydi.

"Aymar..." diyen şaşkınlıkla ve endişeyle dolu bir ses aramıza girene kadar -birkaç dakika- o şekilde kaldık. Ekin'in sesini duyduğumuzda kızlar kollarını benden çektiler ama yanımdan ayrılmadılar. Okulun arka tarafından bulunduğum noktaya doğru aceleci adımlarla yürüyen Ekin, hemen önüme geldiğinde durup yüzüme baktı. Biraz önce akıttığım iki damlanın yakıcı izlerini hâlâ yanağımda hissediyordum.

O gitmemiş miydi? Derslere girmemişti, neden geri dönmüştü ki?

Ekin elini uzatıp yanaklarımı avuçlarının arasına almaya yeltendi ama havayı yarıp bize ulaşan gür bir ses onu durdurdu.

"Ekin Erdemit..." diye gürledi o ses... Benim yıkımıma ait olan o ses... Nefeslerin yine boğazıma dizildiğini hissettim. Yutkunmaya çalışmam bir sonuç vermedi, boğazımı tıkayan o yumru hiç gitmedi. "Uzaklaş, yedi ceddini siktirtme bana..." diye devam etti Çetin. Ses tonundaki tehditleri algılamak için yüzünü görmeme gerek yoktu. Ses tonu karanlığı vaad ediyordu.

Ekin karşı gelmedi, havada asılı kalan ellerini indirirken bir adım gerileyip benden uzaklaştı. Çekincelerini anlıyordum, onu suçlayamazdım da. Çetin ile zaten yeterince karşı karşıyaydı, onu daha fazla kışkırtmak hiç hayrına olmazdı. Kimse Çetin Aral Bakırcı'nın damarına basmayı göze alamazdı.

Ben almakla kalmamış, o damarı resmen parçalamıştım.

Kalbim, duygularımın pençesinde çırpınırken cesaretimi toplayıp omzumun üzerinden arkama baktım. Parmaklarının arasında ezilen pembe hediye paketiyle, merdivenin başında dikiliyordu. Varlığı bütün alanı dolduruyor, doğrudan Ekin'e bakan gözleri alev alev yanıyordu sanki...

Ona baktığımı fark ettiğinde kehribarlarının odağı bana çevrildi. Anında orada başlayan yangın söndü, yerini bir dolu soru işareti ve bir şey daha aldı. Daha önce Çetin'de hiç görmediğim bir şey... Kırgınlık... Öfkeden çok daha yoğun olan bir kırgınlık vardı gözlerinde.

Bakışlarının ağırlığı ruhumu sancılı bir acının içine çekmeye başladığında daha fazla bakamadım ona. Bakışlarımı hızla kaçırıp Ekin'in yanından geçtim. Şans benden yanaydı... Bir taksi kapının önünde durmuş, muhtemelen içeriden çıkacak olan müşterisini bekliyordu. Adımlarım hızlandığı sırada Shila ve Betül de beni takip ettiler. Taksinin yanına geldiğimde kapıyı açıp onlara döndüm. Akıttığım iki damladan daha fazlası göz pınarlarıma doğru akın ediyordu. Boğazımdaki, sesimi titretecek o yumruyu geçirmek adına yutkunup endişeli ve neler olduğunu anlamaya çalışırcasına meraklı bakan gözlerine baktım sırayla.

"Aymar..." dedi Betül, hissettiği tüm endişeyi sesine yansıtırcasına ama elimi kaldırıp durdurdum onu. "Sonra konuşalım olur mu? Şimdi hiç sırası değil... Biraz yalnız kalmaya ihtiyacım var."

Kabul etmek istemediğini gözlerinden okuyabiliyordum, yanımda olmak istediğini... İkisinin de... Ama şu an ihtiyaç duyduğum tek kişi babamdı.

Başını sallayıp onayladığında Shila da onu taklit etti ve bir adım gerileyip benden uzaklaştılar. Sonunda kendi alanıma gireceğimi bilmenin rahatlığıyla derin bir nefes alıp taksiye bindim. Bedenim taksinin içindeydi ama ruhum o lobide, Çetin'le karşı karşıya durduğum o anın içinde tıkılı kalmış gibiydi... Kehribarlara yapışan o kırgınlığın lanetiyle boğuşuyor gibi... Yıkılan duvarların arasında toz toprağın içinde kalmış gibi... Can damarı kesilmiş ve son nefesini farkında bile acılar içinde olmadan vermiş gibi...

🃏🎲

Eve geldiğimde babam neyse ki evdeydi. Onu görür görmez kendimi kollarına attığımda, içimde kilit altında tuttuğum her duygunun kilidi tek tek açıldı ve hıçkırıklara boğularak ağlamam kaçınılmaz oldu. Güvende hissettiğim tek limanımın kollarında kaç saat o şekilde ağladım bilmiyorum ama son hatırladığım şey saçlarımı okşayan parmaklardı. Sorularıyla beni sıkmadan, neden ağladığımı bile bilmeden o beni teselli ederken kollarında uyuyakalmıştım.

Bugünün ana başlığı benim gözyaşlarım değil Ayda ile tanışmam olmalıydı ama kalbim o kadar çok acıyordu ki... Acıdan konuşabileceğimi sanmıyordum...

Saçlarımdaki ellerin varlığıyla uyuduğum gibi yine o ellerin şefkatli ve güvenli dokunuşlarıyla uyandım. Babam hâlâ yanımdaydı ve hâlâ saçlarımı okşuyordu. Gözlerimi açtığımda yatağın yanında diz çökmüş bir halde buldum onu, gözleri hüzünle beni izliyordu.

Burnumu çekip bir süre öylece yüzüne baktım. Gözlerimde lenslerimle uyuyakaldığım için gözlerimin içi hafifçe acıyordu ve göz kapaklarım uzun süre açık kaldığında bu acının oranı artıyordu.

"Daha iyi misin?" diye fısıldadı babam saçlarımı okşamaya devam ederken. Yüzümü yastığa biraz daha gömüp başımı sallayarak cevap verdim.

Parmaklarının dokunuşu saçlarımdan yanaklarıma kaydı ve eve geldiğimden beri gözyaşlarımla yıkanan yanağımı severken "Neler olduğunu anlatmak ister misin?" diye sordu.

Neler olmuştu?

Çok kötü şeyler olmuştu... Bunca zamandır herkesten sakladığım, kendi içimde baş etmeye çalıştığım çok kötü şeyler...

Yeni bir ağlama seline kapılacağımı sandım bir an ama neyse ki öyle bir şey olmadı. Derin bir nefes aldım, uzun zaman sonra rahatça alabildiğin ilk nefes o nefesti sanırım. Babam durulmamı sağlamıştı. Yutkunup yattığım yerden doğruldum ve sırtımı yumuşak yatak başlığıma yaslayıp öyle baktım babama. Kalktığım için artık parmakları yanağıma ya da saçlarıma temas etmiyordu.

Üzerime örttüğü beyaz örtüyü omuzlarıma doğru çekip omuz silktim ve içimden attığım duyguların gerisinde kalan boş sesimle "Ayrıldık..." diye fısıldadım. Konuşsam bile sesimin çıkacağını düşünmüyordum zaten. Uzun süre ağlayıp bir de üzerine uyuyakalan birinin uyandıktan sonra sesini bulabildiği nerede görülmüştü?

Kaşlar havalandı ve gözleri anlık bir şaşkınlıkla dalgalandı. Dudakları aralandı ve geri kapandı. Sonra kaşları çatıldı. Kahverengi irisleri, şaşkınlığın esaretinden kurtulmuş kızgınlığın esiri olmuştu şimdi. Gözler hep duyguların esiriydi zaten...

Hiçbir şey söylemeden çöktüğü yerden kalkıp yatağın kenarına oturdu ve beni kollarının arasına alıp başımı bir kez daha göğsüne yasladı. Göz yaşlarım bitti sanıyordum ama belli ki pınarlarım kurumaya pek niyetli değildi, akan damlalar babamın beyaz gömleğini ıslatmaya başlamıştı bile.

"Hep böyle acıyacak mı baba?" diye fısıldadım güçsüz bir sesle. Tüm yelkenlerimin indiği ve gerçekliğimin ortaya çıktığı tek zamandaydım, her duygumu korkmadan özgürce yaşayabildiğim tek yerde...

Beni herkesten ve her şeyden korumak ister gibi daha sıkı sarıp başımın tepesine yumuşak bir öpücük kondurdu.

"Geçecek..." diyordu ama kalbim o kadar ağrıyordu ki sanki hiç geçmeyecek gibiydi. Sustum, sessizce akan göz yaşlarımın arasında ona daha çok sığındım. O geçecek diyorsa geçerdi...

"Kalbini çok mu kırdı?" diye sorarken sesindeki öfkeyi yakalamamam imkânsızdı. Bir şey diyemedim. Kalbim o kadar uzun zamandır çok kırıktı ki...

Sessizliğim üzerine saçlarımı okşamaya devam ederken, "Onunla konuşmamı ister misin?" diye sordu. Başımı iki yana salladım hızla. En son istediğim şey bu olurdu sanırım. Hiçbir koşulda babamla Çetin'in karşı karşıya gelmesini istemiyordum. Babam Çetin'in asıl işinin ne olduğunu bilmiyordu, babam Çetin'i aslında tanımıyordu.

Başımı göğsünden kaldırıp yüzüne baktım, kirpiklerim hâlâ ıslaktı.

"Yarın olduğunda çok daha iyi olacağım baba, sadece bugün biraz molaya ihtiyacım var."

Derin bir nefes alıp başını anlayışla salladı ve kollarını benden çekip ayaklandı. "Her şeyden önce yemek yemeye ihtiyacın var küçük hanım. Sofra hazır, seni bu yüzden uyandırdım. Elini yüzünü yıka, lenslerini de çıkarmayı unutma, gözlerin beni endişelendiriyor. Onlarla uyumana nasıl izin verdim anlamıyorum zaten." derken kapıya doğru yürümeye başlamıştı bile. Ellerimle yanaklarımı kurulayıp yatağımın hemen yanındaki komodinin üzerinde duran lens kutusunu aldım ve tırnaklarımın ucuyla zorlanmadan lenslerimi çıkardım. Gözlerim anında rahatlamıştı. Birkaç kez kırpıştırdıktan sonra yatağımdan kalkıp komodinin üzerindeki telefonu es geçtim ve banyoya yöneldim.

Aynada gördüğüm ben ile küçük çaplı bir şok yaşamıştım. Makyajla uyumaktan daha kötü bir şey varsa o da makyajla ağladıktan sonra uyuyakalmaktı, Tanrım korkunç görünüyordum. Cildimi hızlıca makyajdan arındırıp güzelce nemlendirdiğimde en azından biraz daha toparlanmış görünüyordum. Saçlarımı da hızlıca taradım ve sırtımdan aşağı salarak özgür bırakıp banyodan çıktım. Telefonuma yaklaşmadım bile. Okuldan geldiğim kıyafetlerim hâlâ üzerimdeydi. Onları beyaz, pembe kelebeklerle bezeli, askılı şortlu pijama takımımla değiştirip odamdan çıktım.

Yalınayak, merdivenden inerken yemek masasının bir kısmını gördüğümde dudaklarım kıvrıldı. Hava kararmıştı, uzun süredir uyuyor olmalıydım ki babam, bize güzel bir sofra hazırlamaya zaman bulmuştu.

Belki hiçbir konuda şanslı değildim ama babam konusunda çok şanslıydım ve bu şanssız olduğum her konuyu benim lehime çeviriyordu. Sevgiyi gerçekten tadan bir kız çocuğunun kendini savunma mekanizması her zaman daha güçlü oluyordu. Kalbi çok kırılmış olsa bile, diğerlerine nazaran kendimi daha kolay toparlayabiliyordu. Sevgi her şey demekti ve babam bana her şeyini veriyordu. İşte ben bu yüzden kendimi çok güçlü hissediyor, bugün yıkılmış olsam bile yarın sapasağlam ayağa kalkacağımı biliyordum.

Yemek masasına ulaştığımda babam da elinde fırın eldiveni ile tuttuğu tepsiyle masaya geldi ve tepsiyi masanın üzerine bıraktı. Lazanya mis gibi kokuyordu. Dudaklarımdaki gülümseme büyüdü. Lazanya çok severdim.

Babam eldivenlerini çıkarırken "Julia şefin yeni bir vegan lazanya tarifi. İtalya'daki restoranda menüye yeni eklendi ve çokça rağbet görüyor diye duydum. Yakında tüm restoranlardaki menülere eklenecek ama ondan önce fikrini merak ediyorum. Bakalım gurme Aymar Doğan Hanım beğenecek mi bu tarifi?" dedi eğlenen bir ses tonuyla. Dudaklarımdan bir kıkırtı kaçmıştı.

Masaya oturup babamın servisi yapmasını bekledim. Kendine bir kadeh şarap koyarken benim kadehime koyduğu şarabı vişne suyu ile seyreltmişti. Klâsik babam işte...

Aslında hiç iştahım yoktu ama babamın huyunu bildiğim için yavaşça yemeğimi yemeye başladım, o benim aksime yemeden sadece beni izliyordu. Gözlerindeki merakın altında yatan nedeni biliyordum. O an kendimi hiç olmadığım kadar bencil hissettim ve bu bencillik bana kendimi kötü hissettirdi. Bugün onun için her zamankinden farklı bir gündü; konumuz ben değildim, olmamalıydım. Bugün ona Ayda'yı anlatmam gerekiyordu ama ben kendi duygularıma o kadar kapılmıştım ki babamın duygularını görememiştim.

Boğazımı temizleyip yutkundum ve kadehimden bir yudum alıp babama baktım.

"Özür dilerim... Bugün böyle olmamalıydı biliyorum ama..."

"Sorun yok kızım. İyi olmandan daha önemli bir şey yok. Evet bugünün nasıl geçtiğini, kardeşini merak ediyorum. Onun nasıl olduğunu... Ama kalbi kırık küçük bir kızım varsa önceliğim onun kalbini sarmak olur."

Dudaklarım hüzünle kıvrıldı. Pekâlâ bu kadar bencillik yeterdi. Sol bileğimin iç kısmında yine hafif bir ısı hissettiğimde bileğime baktım, oradaki üç minik ben… artık çok daha anlamlıydı. Bileğimi babama doğru uzatıp benlerimi ona gösterdim ve "Aynı yerde onun da üç küçük beni var biliyor musun!" dedim sorarcasına. Ama bu bir soru değil, heyecanlı çıkan sesimin bir ürünüydü. Babam elimi tutup parmağını bileğimdeki benlerde gezdirirken gözleri hüzünle dalgalandı. "Bilmiyordum..." derken gözleri bileğimdeki benlere kitlenmişti.

On sekiz yıllık bir kaybımız vardı ve telafisi imkânsızdı. Yine de bir şekilde yerini doldurmaya çalışacaktık. Bunun için elimden gelen her şeyi yapacaktım.

"Kesinlikle çok çekingen bir kişiliği var. Muhtemelen tüm gün konuştuğu tek kişi bendim, ha bir de Doğu... Doğu'nun yanına oturmasını sağladım daha güvende olur diye. Hemen arkamda oturuyor yani artık. Ona hemen yaklaşmam okuldakilerin dikkatini çeker ama bir noktadan sonra onunla aramda bir samimiyet kuracağım. O zaman onu buraya akşam yemeğine çağırabilirim, birlikte vakit geçirebilir anılar biriktirmeye başlayabiliriz. Ayrıca Beliz Aydın'ın istediğinin aksine yavaş yavaş alıştıra alıştıra ona gerçeği de söyleyeceğim. Bana kalsa hemen söylerdim ama doktorunun buna sıcak bakmadığını söyledin. Bir anda her şeyin yalan olduğunu öğrenmesi onu daha da kapatabilir ve bunu göze almayacağım."

Babam hiçbir şey söylemeden öylece yüzüme baktı, dudaklarında buruk bir gülümseme vardı. Bileğimi bırakıp kadehine yöneldi ve büyük bir yudum içti şarabından. Duygusal bir adamdı benim babam ve hayatı boyunca hiç yan yana gelememiş olsa da Ayda için kalbinde büyük bir yer vardı, ona ayrılmıştı. Şimdi o yeri somut bir şekilde doldurabileceğimiz gerçeği muhtemelen onu hazırlıksız yakalıyordu. Ve ben... Kalbimde ikizime yer açmak için fazlasıyla hazırdım.

"Endişelerim vardı..." dedi babam dolan gözlerini benden saklamaya çalışır gibi aceleyle silerken. "Ondan hoşlanmayacağından korkuyordum, heyecanın onunla tanıştıktan sonra söner diye..."

Hadi ama o kadar da cadı değilim baba...

Oturduğum sandalyeden kalkıp onun yanına gittim ve ona sarıldım. Yanağımı başına yaslarken "Korkunç bir moda zevki var, makyajın icadından haberinin olmadığına bile yemin edebilirim, ayrıca ders dinlemediğini gördüğümde edindiğim ilk izlenim düşük ders notları oldu, gereksiz çekingen ve ürkek... Ama aynı zamanda benim ikiz kardeşim ve ihtiyacı olan tek şey bolca özgüven ve bolca vizyon. Onlar da bende fazlasıyla var, yani onu kendime benzettiğim zaman mükemmel bir ikili olacağız ve başına bol bol bela açacağız."

Yapmayı planladığım şeyler daha şimdiden zihnimin içinde listelenmeye başlamıştı... Her şey mükemmel olacaktı.

🎲🃏

O andan sonra ikimizde bol gülmeli bir sohbet eşliğinde yemeğimizi bitirdik, en azından iştahım açılmıştı ve aşırı lezzetli olan lazanyanın keyfini layığıyla çıkarabilmiştim. Masayı birlikte kaldırmış ve minik bir köpük savaşı eşliğinde bulaşıkları halledip mutfağı toparlamıştık. Kafam kesinlikle dağılmıştı ve kendimi çok daha iyi hissediyordum. Modumu yakalamayı başarmıştım.

Şimdi salonumuzda oturmuş büyük ekran televizyonda bir komedi filmi izlerken kaselerimizdeki dondurmaları yiyorduk. Öfke ve gözyaşı seliyle geçen günü kahkaha ile kapatıyor olmayı başarabilmek mükemmeldi.

Ya da ben çok erken konuşuyordum...

Filmin ortalarındayken babamın telefonu çaldı. Başta bakmasa da arayan kişi kapanır kapanmaz yeniden aradığında bakmak zorunda kaldı. O konuşurken dikkatimi filme vermiştim ama endişeli bir şekilde "Ne?" dediğinde tüm dikkatim dağıldı ve dondurma kaşığımı kaseye bırakıp babama döndüm. Karşısındaki kişi her ne söylüyorsa hiç hoşuna gitmiyor olacak ki babamın endişesi her geçen anda daha çok artıyordu.

"Durumları nasıl?" diye sordu ayağa kalkarken.

Derin bir nefes aldım. Anlaşılan o kadar da gülerek kapatamayacaktım bugünü.

"Tamam... Tamam ben hemen geliyorum." dedi sonra ve telefonu kulağından çekip bana döndü. Kenarları hafifçe kırışmaya başlayan gözleri endişeyle doluydu.

"Buradaki restoranın mutfağında yangın çıkmış..." dediğinde endişesi bana da bulaştı. Dondurma kâsesini sehpaya bırakıp yaslandığım yerden doğruldum. "Nasıl olmuş, ciddi bir şey var mıymış?"

Babam ellerini saçlarının arasından sıkıntıyla geçirdi. "Nasıl olduğu henüz bilinmiyor, yangın hâlâ devam ediyormuş ama itfaiyeler kontrol altına almayı başarmışlar. Şeflerden birinin kolu birinci derecede yanmış ve üç kişi de dumandan zehirlenmiş, şimdi ambulans gelmiş, neyse ki hayati tehlikeleri yokmuş hiçbirinin. Benim hemen çıkmam lazım kızım."

Başımı sallayarak onayladım onu. Korkunç bir durumdu, gerçekten korkunç...

"Seninle gelmemi ister misin?" diye seslendim, merdivende kaybolan bedeninin arkasından, "Gerek yok..." diye cevap verdi.

Yalnızca birkaç dakika içinde üzerini değiştirmiş ve evden çıkmıştı. Şimdi yeniden yalnızlığımla baş başaydım. Arka planda oynamaya devam eden filme yeniden dikkatimi veremedim. Aklım yangına takılmıştı, babamı zor bir gece bekliyor olacaktı ama yapacak bir şey de yoktu. Bir şey olacaksa eğer onun önüne geçmenin hiçbir yolu yoktu. İş hayatında bu gibi kazalar, alınan her türlü önleme rağmen yine de olabiliyordu, bu nedenle dikkati elden bırakmamak ve gelebilecek hasarı en aza ingirgemek gerekiyordu. Tek dileğim hastaneye gidenlerin iyi olmasıydı.

Gözüm büyük duvar saatine kaydı. Saat ona geliyordu. Derin bir nefes alıp televizyonun kumandasına uzandım ve televizyonu kapattım. Biraz çizim yapar sonra da uyurdum. Babam muhtemelen bu gece sabaha kadar gelemezdi eve...

Dondurma kâselerini sehpadan alıp ayağa kalktım ve mutfağa gitmek için sağa döndüm ama loş ışığın altında gördüğüm bedenle ayaklarım oldukları yere çakıldılar.

Çetin salonun girişindeki kolona omzunu yaslamış bana bakıyordu.

Bir an nefes alabiliyorken diğer an alamadım... Bastırdığım her duygu, sönmüş bir volkan gibi alevlenmeye hazır bir halde bekliyordu, hislerimdeki o kaynamayı hissediyordum. Ardımda bırakmaya çalıştığım her duygu birbirleri ile yarışırcasına üste çıkmaya çalışıyorlardı.

Burada ne işi vardı? Ayrıca... Babamın evden çıkmasından hemen sonra burada olması... Zihnim doğru parçaları çabucak bulup, çabucak yerlerine oturttu. Gözümün önüne serilen resim, kesik bir nefesin dudaklarımdan kaçmasına neden oldu.

"Sen mi yaptırdın?" derken bu soru tamamen refleks gibi dökülmüştü dudaklarımdan.

Omzunu kolondan ayırdı ve sarı loş ışığın altında bana doğru yürümeye başlarken dikkatle beni izledi. "Cevabını zaten çözdün..." diye cevap verdi ifadesiz bir sesle sorduğum soruya.

Her duyguyu geride bırakıp içimde aniden taşan duygunun adı öfkeydi. Ellerim titremeye başladığında eğilip kâseleri yeniden sehpanın üzerine bıraktım sertçe.

"Se-sen... Neden?"

Ses tonum da en az kâseleri bırakışım kadar sertti. Bunu nasıl yapabilirdi? Tanrım...

Salonun ortasına doğru gelirken omuz silkti. Üzerini değiştirmemişti, hâlâ okula geldiğinde üzerinde olan siyah kumaş pantolonu ve siyah gömleği ile duruyordu. "Mesajlarıma bakmadın, aramalarıma dönmedin. Sen bu haldeyken babanı evden başka türlü çıkaramazdım ve sen, bu konuşmayı babanın önünde yapmayı istemezdin."

Sözleri, söylediği hiçbir şey öfkemi yatıştırmıyor aksine daha da harlıyordu, kaşlarım çatıldı, öfkem gözlerimden taşıyordu sanki. "Şaka mı bu? Aptal mısın sen?" Sesimin hiddetini hissettiğinden emindim. Telefonum hâlâ odamda duruyordu, eve girdiğimden beri bakma zahmetine girmemiştim ama kahretsin... Bu kadar ileri gidebileceğini düşünmemiştim. İçinin insanlarla dolu olduğunu bildiği bir yeri yakmak... Tanrım, gerçekten çıldırmış olmalıydı.

O bana doğru yaklaşırken hiç hareket etmeden olduğum yerde durup yüzüne baktım. İfadesiz görünüyordu, düşüncelerini gizliyor gibi... ama benden saklayamazdı, ruhunun içini biliyordum onun, içinde kopam fırtınaları görebiliyordum.

"Şeflerden birinin kolu yanmış," diye konuşmaya devam ettim, her cümlede sesim hiddetin etkisiyle biraz daha yükseldi. "Üç kişi dumandan zehirlenmiş! Orada birileri ölebilirdi, yangın daha da büyüyebilir, etraftaki yerlere sıçrayabilirdi... Bir felaket yaşanabilirdi..."

Tabi yaşananlara felaket demezsek eğer, çünkü bana göre yangın başlı başına bir felaketti.

Çetin bir adım daha attı ve başını sağ omzuna doğru eğip, öfkeyle yanan gözlerimin içine bakarken "Umurumda değil..." dedi. Sesi bunu net bir şekilde belli ediyordu, gerçekten umursamıyordu.

Söyleyecek çok şeyim vardı ama anlayacağını düşünmüyordum. Hep başına buyruk hareket ediyordu, doğru bildiği şeyden şaşmıyor, bunu yaparken de zarar vermekten geri durmuyordu. Tehlikeliydi ve tehlikesini belli etmekten zevk alıyordu.

Omuzlarım çöktü, dudaklarımı kapatıp burnumdan uzun bir soluk bıraktım ve başım iki yana sallanırken "Kime ne anlatıyorum ki..." diye mırıldandım yakınırcasına. Bir adım daha attı... Alanıma girmeye başlamıştı, artık aramızda çok daha az mesafe vardı. Hayır... Daha fazla yaklaşmasına izin veremezdim, iradem, söz konusu Çetin olduğunda bavulunu toplayıp beni terk ediyordu. Kalbimi daha fazla ona kurban veremezdim.

Kalbim acıyla kasıldı...

Kahretsin... Kahretsin, kahretsin, kahretsin!

Acıyla kasılmasının nedeni mantığımın bu savaşı kazanıyor oluşuydu, yaktığı ağıdın nedeni, onu Çetin'den uzaklaştırıyor oluşumdu.

Kalbim bana ihanet etmek istiyordu...

Ah kalbim... Kırılmayı ne çok seviyorsun sen öyle? Sanki daha fazla kırılacak bir noktan kalmış gibi...

Ona arkamı dönüp uzaklaşmak için ilk adımı attım ama kolumdan tutup durdurdu beni. Parmakları bileğimi kavradığında tenimin altından bir elektrik akımı aktı gitti sanki...

Yüzüne bakmadan kolumu çekmeye çalıştım ama kurtulamadım.

"Aymar..." diye fısıldadı Çetin ama sesi zihnimin içinde yankılanmış gibiydi. Dönmedim ona... Aramızdaki mesafeyi daha da kapattığını hissederken dönüp bakamazdım da zaten. Onun etki alanına girdiğim an kararlılık namına hiçbir şey kalmazdı bende, yelkenlerim inerdi hemen.

"Bırak Çetin..." diye fısıldadım. Bırakmadı. Aksine kolunun belime dolanışını hissettim ve beni gövdesine yasladı. Dudakları kulaklarımın hizasındayken ılık nefesi tenimi yakıyordu. Hisler içimde sıkıştı, sıkıştı, sıkıştı... Patlaması an meselesiydi. "Bırakamam..." diye fısıldadı kulağıma. Ardından dudaklarının yumuşak baskısını kulağımın altında hissettim. Titredim. Sıkışan o hisler patladığında ruhumun duvarlarıma çarpan ilk duygu acı oldu. Öyle güçlü çarptı ki geri kalan duyguların ne olduğunu ayırt bile edemedim. Boğazım yine tıkandı, yine nefes alamadım. Burnumun direği yine sızladı, ağlamam çok yakındı. "Beni yargılama Işığım... Sana hiçbir zaman yalan söylemedim, tüm gerçeğimi sundum sana, ne olduğumu bildin hep, ne yaptığımı... Beni böyle kabullendin sen. Şimdi yaptığım şeyler için suçlama beni. Konuşmamız gerekiyordu ben sadece buna olanak sağladım."

Çenem titremeye başladığında belime sardığı kolunu çekmeye çalıştım ama daha sıkı sarılmasından başka bir işe yaramadı bu hareketim.

Kalbim göğsümün içinde acılar içinde kıvranıyordu. İstediğin buydu... Memnun musun halinden?

Göz yaşları gözlerime batmaya başladığında "Konuşacak bir şey yok Çetin..." dedim ama sesim öyle titrek ve boğuk çıkmıştı ki Çetin sert bir küfürle bileğimi bırakıp diğer kolunu da omuzlarımın etrafına sardı. Onun tarafından tamamen abluka altına alınmıştım şimdi... Kollarının arasında ilk defa hiç huzur yoktu, ilk defa acıtıyordu sarılışı. Bitişimizin etkisi miydi bu? Canım ilk kez bu kadar çok yanıyordu...

İşte bu yüzden bu yüzleşmeyi bu zamana kadar yapmamıştım hiç. Gücüm yoktu onunla yüzleşmeye. Onunla aramdaki şeyi tam manasıyla bitirmeye gücüm hiç yoktu. Bağımlılıktı benim için ve ben onu bırakırsam ölecekmiş gibi hissedeceğimin bilincindeydim. Ya da gerçekten öleceğimin... İnsanın her zaman nefesinin kesilmesi gerekmezdi ölmek için... Bazen nefes alırken de ölürdü insan... Ben ondan ayrıldığımda nefes alan bir ölü olacaktım. Ama onunlayken de durumum artık farklı değildi. Başkaları ile kirlenmiş bu aşkın içinde nefes alabilmem mümkün değildi artık. Özellikle ben ona yeniden güvenmeyi seçmişken, yalnızca birkaç saat sonra kendini bir başkasının kollarına atması...

İlk göz yaşım tam o an aktı... Durmadı... O damladan cesaret alan tüm damlalar sırayla kirpiklerimden kayıp intihar ederek yanaklarımdaki mezarlarına gömüldüler.

"Konuşacak çok şeyimiz var Aymar..." diye fısıldadı, ardından çenesini başıma yasladı. Ne zaman çırpınıp ellerinden kurtulmak için hamle yapsam tutuşunu daha da sıklaştırıyordu. Kokusu her yerdeydi... O tatlı mentol kokusu tenime bulanıyordu sanki. "Ve konuşmaya bugün bana attığın tokattan başlayacağız... Gözyaşlarının sebebinden... Çok ağlamışsın Aymar... O güzel gözlerin çok fazla yaş akıtmış. Anlat Işığım, nedenini anlat bana."

Nefes almaya çalıştım ama başaramadım, acım soluğumu kesiyordu. Göz yaşlarım dur durak bilmeden akmaya devam ederken dudaklarımın arasından bir hıçkırık kaçtığında Çetin bir küfür daha savurdu ve beni kollarının arasında çevirip yüzümü göğsüne yasladı. Elinde oyuncak bebek, cansız bir varlık gibiydim. Göz yaşlarım bu kez onun gömleğini ıslatmaya başlamış, babamın şefkatli ellerinin yerini Çetin'in elleri almıştı. Güçsüz ellerimi göğsüne yerleştirip itmeye, kollarının arasından sıyrılmaya çalıştım ama bırakmadı.

Bir kez daha "Aymar..." dediğinde "Yapma..." diye yalvardım kollarının arasında sarsılarak ağlarken. Arkası gelmedi sözcüklerimin... Söyleyeceğim o kadar çok şey vardı ki oysaki.

"Neyi yapmayayım Aymar?" diye sordu anlamamış gibi bir ses tonuyla. Gerçekten anlamıyor muydu yani? Gerçekten şu an çektiğim acının nedenini anlayamıyor muydu?

 

Sorusuyla, acımın yanına yerleşen ikinci duygu öfke oldu. Gözlerim yaşlarını akıtmaya devam ederken dişlerimi sıkıp hissettiğim o hırsla göğüsünden daha sert ittim. Darbem bir işe yaramazdı belki ama iterken "Beni daha fazla aptal yerine koyma!" diye bağırınca, boşluğuna geldi ve kollarından sıyrılıp uzaklaşabildim.

 

Afallamışlıkla yüzüme bakarken o öfkeye sıkı sıkı tutunup bir kez daha ittim onu. Bir adım geriledi. "Hiçbir şey olmamış, hiçbir şey yapmamışsın gibi davranma!"

 

Afallayan yüzüne bakarken bir kez daha ittim, bir adım daha geriledi. "Beş buçuk ay... Lanet olası beş buçuk aydır anla diye bekliyorum. Benim söylemeye cesaretim yok ama sen anla, anla ve yapma diye bekliyorum..."

 

Yeniden itmeyi istiyordum. Hayır... İtmekten daha fazlasını, onu parçalamayı istiyordum. Benim paramparça oluşum gibi o da paramparça olsun, parça sayımız eşitlensin istiyordum.

 

"Tam her şey bitti zannederken, yeniden sana güvenebileceğimi sanırken beni o güvenle boğma istedim. Ama sen tam olarak bunu yaptın..."

 

Kesik bir nefesi dudaklarımdan içeri çektim ama yetmiyordu. Ruhum bedenimin içinde sıkışıp kalmış gibiydi, o sıkıştıkça ciğerlerim de sıkışıyor, içine dolan nefesi kabul etmiyordu sanki. Soluduğum her şey acıdan ibaret gibiydi...

 

"Sen beni mahvettin Çetin... Mahvoldum ben gözlerinin önünde ve sen beni hiç görmedin..." derken sesim biraz önce onu iterken olduğunun aksine çok zayıf çıkmıştı.

 

"Aymar anlamıyorum..."

 

Yere inen bakışlarımı kaldırıp da kehribarlarına bakamadım. Hâlâ mı ya? Hâlâ mı? Gözlerim yeni yaşlarıyla yanaklarımı sularken ona bakmadan "Burada bekle..." dedim ve arkamı dönüp koşar adımlarla merdivene yöneldim.

 

İncelediği yerden kopsun bile diyemiyordum artık, kopacak bir şey kalmamıştı çünkü. Birkaç dakika sonra, bir devrin üzerini kapatacaktık ve ruhum o devrin altında can verecekti. Tabi hâlâ verecek bir canı kaldıysa...

 

Odama girdiğimde doğrudan yatağımın yanındaki komodine yönelip en alt çekmecede duran resimleri aldım. En üstte son gelen fotoğraf vardı bir altında da Selin ile olan resim. Selin'le olan resmi bir elime alıp diz çöktüğüm yerden kalktığımda Çetin'in odamın kapısından içeri girdiğini gördüm. Tabi ki söylediğimi yapmamış, yine kendi bildiğini okumuştu.

 

Merak, afallama, şaşkınlık, acı... Her şey vardı gözlerinde. Kehribarları elimde tuttuğum resimlere kaydı. Daha net görsün diye resimleri yüzüne doğru savurdum. Sanki ağır çekime alınmış gibiydi o an. İhanetleri kare kare etrafımızdan akarken onun gözleri resimleri takip ediyor bense hareket dahi etmeden onu izliyordum.

 

Tüm resimler yere düştüğünde sessizlik bizi kuşattı. Çetin çatılan kaşlarıyla etrafa saçılan resimleri inceliyor, eserlerini bakıyordu.

 

Fotoğrafların üzerine basa basa aramızdaki mesafeyi kapatıp elimdeki resmi göğsüne bastırdım.

 

"Attığım tokadın nedenleri... Aylardır akıttığım ama hiç görmediğin göz yaşlarımın nedenleri... Bitti Çetin! Bittik! Şimdi git ve bir daha beni arama, yanıma gelme, görme, duyma... Beni unut."

 

Göğsüne bastırdığım resmi tuttuğunda elimi çekip ondan uzaklaştım ve yanaklarımda asılı kalan yaşları sildim.

 

Bugün benim molamdı, yanıp küle döndüğüm gündü. Yarın küllerimden yeniden daha güçlü doğacaktım. Acıyacak mıydı? Acısın, önemli değil... Ben o acıyla gücümü bileylemeyi de bilirdim. Ben Aymar Doğan'dım. Her koşulda kazanacak bir yol bulurdum.

 

Adımlarım odamın penceresine doğru yöneldi, önümde uzanan geceye baktım. İçim mi daha karanlıktı şu an yoksa gece mi? Saçtığım tüm ışıklar teker teker sönmüş, sokaklarım birer birer kararmıştı. Pembelerim birer birer kaymıştı ellerimden. Siyahı sevmezdim ama şimdi hiç olmadığı kadar siyaha boyanmıştım.

 

Sessizlik uzadıkça uzadı ama ben ne dönüp baktım Çetin'e ne de yansımasını izledim. Öylece karanlığa bakıp gitmesini bekledim.

 

Ne kadar zaman geçti, sessizlikte zamanın kaçta kaçını boğduk bilmiyorum ama "Bana bunlara inanmadığını söyle..." diyerek o sessizliği bölen Çetin oldu.

 

İşte bu beklenmedikti...

 

Öğrendiğimi anladığında bana verdiği zararın boyutunu görür ve daha fazla acı çekmeyeyim diye gider sanıyordum. O kadar bile mi önemim yoktu yani onda...

 

Daha fazla acı... Bu nasıl mümkün olabiliyordu. Zaten canım çok acıyorken bu acının daha da üstüne nasıl çıkılabiliyordu.

 

Yeni bir ağlama seli beni önüne katıp sürüklemeye başladığında kollarımı bedenime sardım. Beni gerçekten sevdiğini sanıyordum oysaki, bu da mı yalandı yani?

 

"Aymar..." dedi Çetin yakarırcasına, göz ucuyla benden tarafa doğru geldiğini gördüğümde kaçmak için geç kalmıştım. Kolumdan tutulup çevrildim ve kahverengi gözlerim kehribarlarıyla çarpıştı, orası endişenin sarsıntılarıyla sallanıyordu. Yanaklarımı avuçlarının arasına alıp başparmaklarıyla yanaklarımı kuruladı. "Yapmadım Aymar... Sana bunu asla yapmam." diye fısıldadı endişeyle. Kollarımı daha sıkı sardım kendime, tırnaklarım çıplak kollarıma saplandı. Başımı iki yana salladım. Bunu niye yapıyordu? Niye beni hiç düşünmüyordu? Ne halde olduğumu görmüyor muydu?

 

"Güzelim benim..." diye soludu alnını alnıma yaslayıp. "Ben seni değil gerçekten aldatmak, düşüncelerimde bile bunu yapmadım. Resimlerin ne sikim olduğunu bilmiyorum ama yapmadım Aymar, bana inanmak zorundasın."

 

Ellerini yanaklarımdan çekip aceleyle benden uzaklaştı ve eğilip yerden birkaç fotoğrafı birden aldı. Gözleri endişeyle irileşmişti.

 

"Bak..." dedi. "Hiçbirinde yüzüm yok Aymar... Hiçbirinde..."

 

İki fotoğrafı bana doğru uzatıp rahat görebileyim diye gözlerimin hizasına kaldırdı. "Boyunlu kazak giymiş, Aymar ben boyunlu kazak giymem ki..."

 

Resimleri aceleyle yere atıp benden uzaklaştı ve iki resim daha alıp yeniden yanıma geldi.

 

"Bu yüzük... Senin aldığın çift yüzüğü... Sen bazen seninkini takıyorsun ama benim taktığımı hiç gördün mü Aymar? Aldığın ilk gün bana zorla taktırdıktan sonra hiç parmağımda gördün mü onu? Ya da başka herhangi bir yüzük? Ben yüzük de takmam çünkü."

 

İfadesizce onu izlerken gözlerim yaşlarını akıtmaya devam ediyordu. Sözleri kafamı karıştırmaya yönelikti ve biraz daha zorlarsa başaracaktı, ona inanmaya yer arayan kalbim kanaya kanaya, acıya acıya heyecanla hızlanmaya başlamıştı bile. Korkunç hissettiriyordu bana kendimi.

 

Yutkundum.

 

Bilmem kaçıncı kez yanaklarımı sildim.

 

"O dövmelerin hepsini ben senin için çizdim vücuduna tek tek ben işledim Çetin."

 

Yorgundu sesim... Yorgundu ruhun ve bedenim... Ben çok yorgundum.

 

"O dövmeler bu kadar ortadayken... Yapma... Biraz bile sevdiysen beni, biraz bile değerim varsa sende... Bana bunu daha fazla yapma."

 

Ama Çetin beni dinlemiyordu. Kaşları çatılı bir halde elinde tuttuğu dört resme bakıyordu. Dudakları aralandı, sonra geri kapandı. Benden ve bulunduğumuz andan kopmuş gibi kaşları daha da çatılırken, resimleri yatağın üzerine koyup aceleyle yerden başka resimler aldı ve bir sıraya göre resimleri dizmeye başladı.

Bir süre buna devam etti. Tanrı aşkına ne yapıyordu bu adam böyle? Böyle bir konunun ortasında hemde...

 

Sinirle kollarımı göğsümde bağlayıp sessizce onu izlemeye devam ettim. Alt alta iki sıra hâlinde dizdiği resimlerden sonra yerde yalnızca birkaç tane resim kalmıştı.

 

"Sikeyim..." dedi hırlarcasına ve ellerini sertçe saçlarından geçirdi. Gözlerini dizdiği resimlerden kaldırıp bana baktığında öyle büyük bir öfke gördüm ki orada, benim öfkem yanında küçücük kalıyordu.

 

Merak ettim... Resimleri o şekilde dizmesinin nedeni neydi? Bu öfkesi nedendi merak ettim. Bu merak adımlarımı ona taşıdı ve yatağın yanına kadar yürüyüp resimlere baktım. Kanayıp duran ve asla kapanmayan yaram olan resimlere...

 

Çetin kolumu tutup beni önüne çekti ve diğer elini de diğer koluma yerleştirdi.

 

"Resimlere dikkatli bak!" dedi sert bir sesle. "Sağ köşelerindeki tarihin olduğu kısma..."

 

Söylediğini yapmam için hiçbir neden yoktu, hatta bana bu kadar yakın durmasına bile izin vermemeliydim. Yapmam gereken şey kararlılığımı korumak ve onu kovmaktı ama biraz önce kendisi ile ilgili saydığı şeylerin mantıklılığı karşısında kalbim fazla gafil avlanmıştı.

 

Bu yüzden dediğini yaptım ve resimlerin sağ üst köşelerini inceledim. Başta anlamsız olan harfler, birleştiklerinde bir anlam oluşturdu... Harflerin tamamını birleştirdiğimde ortaya çıkan cümle şuydu:

 

Niks'ten selamlarla...

 

🎲🃏

 

Bölümü nasıl buldunuz?

 

Bir sonraki bölüme kadar kendinize iyi bakın sağlıcakla kalın❤️

Loading...
0%