Yeni Üyelik
8.
Bölüm

7| Tehdi̇t Sarmali

@saniyesolak

Sellam✨

 

Nasılsınız?

 

Bölüme geçmeden önce oy vermeyi unutmayın olur mu? Ve bol bol yorum yapın... Bunlar benim motivasyon kaynağım💖

 

Keyifli okumalar✨

 

🃏🎲

 

AYMAR DOĞAN'DAN:

 

Bir tehlikenin içine doğru çekildiğinizi fark ettiğinizde ne yapardınız?

 

Ben gözlemlerdim. O tehlikeyi gözlemler, o tehlikeden alabileceğim her şeyi alır, kendi içinde sınıflandırarak ayırırdım bir kenara. Bir matematik problemi çözmek gibi... Verilenler ve istenenler...

 

Sorunu çözmeye başladığımdaysa, gözlemlerimin bana verdiği her açığın içine çarpım durumunda bir sıfır eklerdim. O sıfır bendim, çarpmayı üstelenen kişi de Çetin... Problemin sonuna geldiğimizde geriye kalan tek şey sıfır olurdu, çünkü çarpım durumundaki sıfır herkesi ve her şeyi yutardı.

 

(Biraz da matematik shkHzkxk)

 

Niks...

 

Bizi bir tehlikenin içine çeken kişinin mahlası buydu. Arkasına saklandığı harfler...

 

"Öğrendiğim kadarıyla dün bu şey burada yokmuş..." Doğu'nun sesi, teli fazla gerilmiş bir gitar gibi gergin çıkıyordu. Şey diye bahsettiği şey, Çetin ve benim yan yana çizilen resimlerimizdi. Başlarımız omuzlarımıza kadar yan yana resmedilmişti ve çizen her kimse bu işte bir hayli becerikli olduğu kesindi. Betül attığı anda fark edemediğimiz ayrıntıları şimdi çıplak gözle net bir şekilde görebiliyorduk. Boğazlarımıza derin birer kesik atılmış ve sanki açılan yaralardan kan sızıyormuş gibi aşağı doğru yol çizen kırmızı boya, resimlerin hemen altındaki yazıyla birleşmişti.

 

Niks'ten selamlarla...

 

Bizi sanki bir tehdit sarmalının içinde sıkıştırmaya başladığını vurguluyordu. Sanki o sarmal bizi yutabilirmiş gibi... Bende Aymar Doğan'sam, bir şekilde o sarmalı tersine çevirmeyi bilirdim. Tabi derdinin ne olduğunu öğrendikten hemen sonra. Ve kim olduğunu...

 

"Evet yoktu..." diyerek Doğu'nun sözlerini onaylayan Betül'dü. "Dün öğle arasında Shila ile buraya sigara içmek için gelmiştik ve bu duvar boştu." Doğu'nun gergin sesinin aksine onun sesi kafa karışıklığıyla doluydu. "Neler oluyor Aymar?"

 

Yüzüme düşen bakışlarını hissetsem de gözlerimi duvarı kaplayan grafiti çalışmasından çekmedim ve Betül'e "Bilmiyorum..." demekle yetindim. Henüz...

 

"Biri sizi açık açık tehdit ediyor gibi görünüyor ama siz şaşırmış gibi görünmüyorsunuz... Bu daha önce oldu mu?"

 

Shila'nın sorusunaysa hiçbir şey söyleyemedim. Ne diyebilirdim ki? Aldatıldığıma dair gelen resimleri onlardan gizlemiştim. Güvenmemekle ilgili değildi bu, gururumla ilgiliydi. Her ne kadar artık o fotoğrafların gerçek olmadığını bilsem ve yaralanan gururum yeniden iyileşse de bu bir gerçeği değiştirmiyordu.

 

Kalmayı seçmiştim...

 

Her şeye rağmen kalmayı...

 

Böyle söyleyince, kulağa asıl güç gerektiren buymuş gibi geliyordu ama hayır: Bu en büyük zayıflıktı. Aldatıldığını bile bile birine kerelerce şans vermek, ondan kopamamak ve kendi yoluna gidememek en büyük zayıflıklardan biriydi.

 

İşte kendimden verdiğim bu koca taviz, gururumda da egomda da kapanmayacak kadar derin yaralar açmıştı.

 

Şimdi tutup kimseye bunu anlatamazdım. Seçimlerim bana aitti evet ama sonuçları sarsılmaz tahtımı sarsardı. Ve ben buna izin veremezdim.

 

"Pekâlâ..." dedi Shila suskunluğuma karşı. Ses tonundan, suskunluğumdan bunun bir ilk olmadığını anladığını anlayabiliyordum. "Peki ne istediğini biliyor musunuz?"

 

Verilenler ve istenenler...

 

En büyük verilerimiz Niks mahlası ve bir dolu tehdit mesajıydı. Ayrıca oyun oynamayı seviyor olmalıydı ve bulmacaları... Resimlere gizlediği harfler bunu gösteriyordu.

 

İstenenlerse... Şimdilik yalnızca Çetin ve benim ayrılmamızı istediği kanısı vardı elimde. Ama tek isteğinin bu olduğunu sanmıyordum. İçimden bir ses, bunun sadece başlangıç olduğunu söylüyordu. Kimse iki kişi ayrılsın diye bu kadar zahmete girmezdi öyle değil mi?

 

Shila, Betül ve Doğu... Üçünün de bakışları şimdi yüzümüze dönmüşken, Çetin de ben de sessizliğimizi korumaya devam ettik. Hemen yanımda duran varlığından taşan hiddeti en saf haliyle hissedebiliyordum. Çok öfkeliydi. Arka arkaya dizilen bir dolu bilinmezin içinde sıkışıp kalmaktan nefret ediyordu ve o bilinmezleri parçalama isteğini yüzüne bakmasam da görebiliyordum. Bu kişi her kimse, ortaya çıktığında Çetin Aral Bakırcı'nın gazabından korkmalıydı.

 

"Şey... Ç-Çetin abi..." diyen yabancı bir ses araya girene kadar, Shila'nın o sorusundan bu yana, sessizliğe ne kadar süre harcadık bilmiyorum. Çetin ile aynı anda başlarımız sesin geldiği yöne döndü. Alt sınıflardan, boynuna asılı karttan nöbetçi öğrenci olduğunu anladığım bir çocuk, ellerini önünde birleştirmiş bir hâlde, ürkekçe Çetin'e bakıyordu.

 

"Ne var?" diye karşılık verdi Çetin, buz gibi sesi beni bile üşütecek cinstendi.

 

Çocuk gözlerini kaçırdı bu soğukluk karşısında. "M-müdire hanım sizi odasına bekliyor..."

 

Elbette, tüm bu olanların üzerine bir de Leyla Kılıç ile uğraşmazsak olmazdı.

 

Bakışlar eşliğinde okul binasının en üst katına çıkarken kendimi gergin hissediyordum ama gerginliğimin okul müdürümüz ile bir ilgisi yoktu. Tamamen içine düştüğümüz bilinmezliklerle ilgiliydi. Kim neden Çetin ve benim ayrılmamı isterdi ki? Bu kimin ne işine yarardı?

 

Elim Çetin'in elinin içinde kaybolurken güç almak için parmaklarımı sıkıp elini daha sıkı tuttum. Dün ona tokat atmışken bugün el ele olmamız daha fazla gözün bize dönmesine neden oluyordu. Ama ikimizin de bu bakışları umursadığı söylenemezdi. Yerime başka biri olsaydı muhtemelen çoktan ölmüş olurdu ama ben Çetin'den limitsiz krediliydim. Ona herkesin içinde tokat atmış olmam bile bunu değiştiremiyordu. Benim ondaki yerim gururunun bile önündeydi. Dün bunun değişeceğinden çok eminken, şimdi elim elindeydi ve varlığı bana öyle bir güven veriyordu ki, beni asla bırakmayacağını, ya da ondaki yerimi hiçbir şeyin değiştirmeye gücünün yetmeyeceğini hissedebiliyordum.

 

Tıpkı onun bende olduğu gibi...

 

Bu düşüncelerin ışığı zihnimi körelttiği için okul müdürümüzün odasının kapısının önüne ne zaman geldik bilmiyorum ama Çetin yanımdan sıyrılıp önüme geçtiğinde, düşüncelerimden âna sıyrılmayı başardım. Başımı kaldırıp yüzüne baktığımda ilgili gözlerinin yüzümü süzdüğünü görmek kalbimin atışını hızlandırdı. Bulunduğumuz katta sınıf yoktu, bu yüzden önümüzdeki kapıyı açmadığımız sürece burada yalnızdık. Fark etmezdi, yeter ki yanlız kaldığımız bir an olsun, hangisi olduğu hiç fark etmezdi; onun mentol kokusu ciğerlerime dolsun, güven veren sıcaklığı beni sarmalasın ve zaman orada dursun. Şikayetim olmaz, ömrümün sonunda kadar o anda kalırdım.

 

"İyi misin?" diye sordu yüzünü yüzüme yaklaştırıp. Kehribarlarının bana bakarken aldığı o sıcacık tonun içinde kaybolabilirdim. Başımı sallayarak onayladım onu. Ardından ellerimizi başlarımızın hizasında kaldırıp, birbirine sıkıca kenetlenmiş ellerimizi ona gösterdim. "Kötü olma ihtimalim var mı sence?" Başka bir şey söylememe gerek yoktu, o anlıyordu.

 

Dudakları, içimi eriten bir gülümsemeyle kıvrılırken boştaki elini yanağıma yaslayıp başparmağı ile usulca yanağımı okşadı. O gülümseyince yanağında beliren derin çukura bayılıyordum. Yüzünün sertliğini bir nebze de olsa kırıyordu o gamze. "Güzel..." diye mırıldandı, ardından eğilip burnumun ucuna masum bir öpücük kondurdu. Sonra başıyla müdürün kapısını işaret etti.

 

İçeri girdiğimizde Leyla Kılıç'ı her zamanki sakinliğinin aksine, burnundan solur bir halde bulduk. Tam karşısına oturduğumuzda derin bir nefes aldı ve masasına kilitlenen bakışlarını bize kaldırdı. Her zaman düzgünce toplanan koyu kahverengi saçları bugün omuzlarından aşağı dökülüyordu. Üzerinde görmeye alışık olduğum takım elbisesinin yerini, siyah altlı üstlü bir eşofman takımı almıştı.

 

Ellerini usulca masanın üzerinde birleştirdi ve sırayla Çetin ile bana baktı. "Biri; okuldan üç yıl önce mezun olması gereken, diğeri; geleceği en parlak iki öğrencim." Dudaklarından umutsuz, yorgun bir nefes döküldü. "Çocuğum siz sorun çıkarmadan duramıyor musunuz?"

 

Yıllardır bu odayı ziyaret etmeye ve Leyla Kılıç'ın nutuklarını dinlemeye o kadar alışıktık ki... Ucu sivri tırnaklarımı hafifçe koltuğun kolçağına sürterken masum bir tavırla bir omzumu indirip kaldırdım. "Biz sorun çıkarmıyoruz ki. Sorunlar bizi buluyor." Bizi bu kez neden çağırdığına dair en ufak bir fikrim yoktu. Arka duvardaki resimle bir ilgisi olmamasını umuyordum sadece. Sabah sabah yeterince canım sıkılmıştı zaten, bir de derse geç kalmamın nedeni bu olursa gerçekten sinirlenirdim.

 

Leyla hoca, makyajsız hasta gibi görünen yuvarlak gözlerini kısıp şüpheyle baktı bana. "Dün, arkadaşın Selin'in üzerine içecek boca etmen de seni bulan sorunlardan biri miydi yani?" Tırnakları masanın vernikli yüzeyinde ritim tutmaya başlarken "Ya da..." diye ekledi. "Alt sınıfları köle gibi kullanmak? Öğrencilerden birini sana içecek alması için okul dışına yollamışsın. Daha ilk günden iki vukuat..."

 

Ah... Tabii ki...

 

Oturuşumu düzeltip bir bacağımı diğerinin üzerine attıktan sonra, "Öncelikle..." diye girdim söze. Bakışlarım cevap bekleyen bir ifadeyle dolu yüzündeydi. "Arkadaşlık sıfatı ve Selin'in benimle aynı cümle içinde kullanılmasını, kendime edilmiş bir hakaret sayarım." Düşüncesi bile mide bulandırıcıydı. Özellikle dün geceden sonra, birkaç gün gözüme görünmemesi, kendi sağlığı için en iyisiydi. Yüzüm, iğrenti ifadesiyle buruşurken hafifçe irkildim. Sonra ifadem düzeldi ve daha ihtiyatlı bir hâl aldı yüzüm. "Ayrıca içeceği fırlatmamın nedeni, pembe giyip benimle pişti olma cüretini göstermesiydi."

 

Omuzları çöktü okul müdürümüzün. "Pembe giyen herkese içecek fırlatamazsın Aymar." derken sesi beni hiç tasvip etmiyormuş gibi çıkıyordu. Neyse ki onun beni tasvip edip etmemesini umursamıyordum. Bir avucumu dizime yaslayıp diğer elimi de dizimdeki elimin üzerine koydum ve sevimlice gülümsedim. "Herkese bunu yapmıyorum ki... Diğerleri istedikleri kadar giyebilir, pembe benimdir diye gezecek değilim etrafta. Ama Selin giyemez... Saçlarında, ancak seksen beşinci boyamada benimkiyle aynı tonu tutturup, dudaklarını ve burnunu benim doktoruma yaptırıp, bunlarla da yetinmeyip çantamdan çaldığı lens kutumla gidip mavi lenslerimin aynısını aldığı andan beri... Selin Demirel bu okulda pembe giyemez."

 

Nefes almadan yaptığım kısa konuşmam karşısında müdürümüz afalladı. Çetin ise, rahat bir tavırla oturduğu koltuğun kolçağa yasladığı kolunun baş parmağıyla, alt duduğında ritim tutarken beni izliyordu.

 

Dizimdeki elimin üzerine koyduğum elimi kaldırıp, işaret ve baş parmağım ile gırtlağımı aşağı yukarı hareketlerle ovaladım ve boğazımı temizleyip, "Narin ses tellerimi yordurdunuz bana..." diye hayıflandım.

 

Leyla hoca derin bir nefes alıp tam cevap vermek için ağzını açmıştı ki, elimi boğazımdan çekip bir dakika işareti yaparak onu durdurdum. Daha bitirmemiştim. Bir kez daha boğazımı temizledikten ve saçımın bir tarafını omzumun arkasına atıp, biraz önceki pozisyonumu yeniden aldıktan sonra tekrar konuşmaya başladım.

 

"Yeşim'e gelirsek..." Onun yaptığı o zavallı hareketler bir kez daha geldi gözümün önüne. Bir kadın kendini bu denli alçaltmamalıydı. "Daha yumuşak nasıl sorabilirim bilmiyorum hocacığım ama..." kısa bir es ile yüzüne özür dilercesine baktım. "Birisi sizin kocanıza çıplak resimlerini gönderip kocanızı ayartmaya çalışsa, siz ne tepki verirdiniz?"

 

Leyla hocanın yüzü, sözlerimle kızarırken boğazını temizleyip bakışlarını kaçırdı. Dudaklarım bilmiş bir gülümsemeyle kıvrıldı bunun üzerine. Bazıları beni aptal olarak görüyor olabilirdi, görmekte de özgürdüler. Keza aptallık ettiğimi kendim de kabul ediyordum. Bazı seçimlerimizin sonuçları, düşündüğümüzden çok daha ağır olabiliyordu. Benim payıma düşem sonuç ise, ömrümün sonuna kadar kıskançlığın damarlarımı yaktığı her an, gördüğüm o resimlere rağmen susmayı ve kalmayı seçişimin vizyonsuzluğu altında ezilmekti. Hoş, o kadınlardan biri bile karşıma çıksaydı onu paramparça ederdim o ayrı konu... Selin'in şansı, o resmin bana geldiği anın yaz tatiline denk gelmesi ve onun tatil için yurtdışına kaçmış olmasıydı. Geri döndüğündeyse suçun aslında onda değil Çetin'de ve o kadar resme rağmen kalmayı seçen bende olduğu gerçeği ile çoktan yüzleşmiştim. İlişkisi olup sorumluluk alması gereken Selin değildi, Çetin'di.

 

Ve şimdi, Çetin'in o sorumluluğu ne kadar iyi üstlendiğini görebiliyordum. Beni aldatmamış, bunu aklından bile geçirmemişti. Bu da altında ezildiğim bir diğer sonuçtu. Kendimi ona karşı suçlu hissetmek... Aynını Çetin yapmış olsa... Ben affetmezdim. O ise konuyu kapatmış gibi görünüyordu, gerçekten kapatmış olmasını umuyordum. Çünkü tüm bunlarla bir kez daha yüzleşecek gücüm yoktu. Ondan bir kez daha kopmaya çalışacak gücüm yoktu...

 

Aramızdaki sessizlik uzamadan önce önünü kesmek için "Yani..." diye mırıldandım. "Onu parçalamadığıma şükretsin Yeşim. Ki parçalayabilirdim de..." Dudaklarımdaki kıvrımın varlığını korurken elimi bir kez daha dizimden çekip Leyla hocanın masasının üzerine gelişigüzel koydum ve tırnaklarımla masada ritim tutmaya başladım. Toz pembe, sedefli, badem şeklindeki tırnaklarım, pencereden yansıyan gün ışığıyla mükemmel görünüyordu. "Ama tırnaklarımı yeni yaptırdım, ziyan olsunlar istemedim."

 

Kaşlarını kaldıran Leyla hoca, sandalyesinde geriye doğru yaslanıp başını omzuna doğru yatırdı. "Zaten bu okulda bir, saç baş biriyle kavga etmediğin kaldı kızım..." Sonra durdu, kalkan kaşları çatılırken ifadesi alaycı bir hâl aldı. "Ama dur... İşin o kısmıyla erkek arkadaşın ilgileniyordu değil mi?" Şimdi bana değil Çetin'e bakıyordu.

 

Dudaklarımdan keyifli bir kıkırtı kaçtı bu sözlerle. "Evet..." derken benim de gözlerim Çetin'e kaymıştı. Alttan alttan gülümseyerek izliyordu bu kez beni. O kadar iyi görünüyordu ki... Derin bir iç çekmek zorunda hissettim kendimi. Bazen ona bakmak, kalbimi ağrıtıyordu... "Beni yanlış anlamayın..." diyerek döndüm yeniden Leyla hocaya. "Şiddete kesinlikle karşıyım. Ama... bazen sınırları fazla zorlayan birileri çıkabiliyor. Böyle durumlarda da Çetin devreye giriyor otomatik olarak." Tek kaşım havalanırken bakışlarım, zaten ortada olan bir gerçeğe değineceğimi belli eden bir ifadeyle doldu. "Ama zaten Çetin hâlâ bu yüzden bu okulda, öyle değil mi? Benim için... Ona ihtiyacım olursa diye..."

 

Leyla Kılıç sözlerimi onaylamazcasına başını iki yana sallayıp "Siz ikiniz bir çeşit çete olup çıktınız başıma..." diye hayıflandı. Bu durumdan memnun olmadığını anlamak için dahi olmaya falan gerek yoktu. Omuz silktim umursamaz bir tavırla. "Çete çok avam bir kelime oldu." Dudaklarımdan sıkılmış bir nefes dökülürken "Her neyse..." diye ekledim. "Yıllık nutuk kotanızı daha sene başında doldurunuz hocam. Başka bir şey yoksa, dersi daha fazla kaçırmak istemiyorum."

 

"Her ikimiz de biliyoruz ki Aymar, derslerinize giren hiçbir öğretmen, sınıfa sen adımını atmadan derse başlamaz. Çünkü başlasa bile o sınıfta ders işleyemez..." İşte şimdi sesi memnun çıkıyordu. Ayrıştırılan o öğrencileri birilerinin kontrol altında tutması onun işine geliyor, omuzlarındaki yükü yüzde seksen oranında alıyordu tabii. Okuldan öğrenci atamamak kötü sonuçlar doğurabiliyor, öğrencilere daha fazla özgürlük sağlıyor, hiyerarşiyi kesinkes parçalıyordu. Saygı sınırı diye bir şey kalmıyordu en başta. Ve bu okuldaki herkes bu uygulamanın sebebinin, okulun sahibinin kızı olan ve bir zamanlar bu okulda okuyup iki yıl önce mezun olan Yasemin Koçer olduğunu biliyordu. O kızdan iğreniyordum, kelimenin tam anlamıyla hemde. Sinsi bakışları, öğrencilerin üzerine daima salmaya bayıldığı o korku...

 

Bade adındaki o kıza yaptıkları...

 

Psikopatın tekiydi ve en sonunda ondan kurtulduğumuz için okulca rahat bir nefes almıştık. Hak ettiğini bulmuş ve bir akıl hastanesine tıkılmıştı.

 

Okul müdürümüz yaslandığı yerden doğrulup masasına kollarını yasladı ve bize doğru eğildi. "Sizi buraya dün olan olaylar için çağırmadım Aymar. Onlar o kadar alışıldık ki benim için, artık sorundan bile sayamıyorum. Sizi buraya okulun arka duvarı için çağırdım." Gözlerini benden çekip kısa bir an Çetin ile benim aramda gezdirdi. "Ve sizden bu konuda bir açıklama bekliyorum..."

 

"Sebep?"

 

Çetin, içeri girdiğimizden beri ilk kez konuşmuştu. Ve tam olarak aklımdaki soruyu sormuştu. Bizden mi açıklama bekliyordu?

 

Sebep?

 

"Asıl açıklamayı hak eden biz değil miyiz Leyla hocam?" diye devam etti Çetin. "O duvarda biz, açık açık tehdit ediliyoruz. Okuldaki güvenlik görevlileri o resim çizilirken çay partisi mi yapıyordu?"

 

Leyla hocanın dudaklarından bir kahkaha kaçtı. Başını eğip alnını ovalarken kendini sakinleştirmeye çalışır gibi bir hali vardı. Yeniden derin bir nefes aldı. Biz bu konudan ne kadar memnun değilsek, o da o kadar memnun değildi. Uzanıp masanın köşesinde açık bir şekilde duran bilgisayarını aldı ve ekranı bize çevirip enter tuşuna basarken, "Sabah güvenlikler tarafından arandığımda, gece bekleyen arkadaşlarını kulübede baygın halde bulduklarını söylediler." dedi alaylı bir sesle. "Yemek yedikten kısa bir süre sonra bayıldıklarını iddia ediyorlar ve kayıtlar da bu iddiaları doğruluyor. Ne tesadüf öyle değil mi?"

 

Neden ses tonunda beni rahatsız eden bir ima seziyordum? Bakışlarından da öyle... Tüm bu cümlelerle nereye varmaya çalışıyordu bu kadın?

 

Aklımdaki soru işaretleriyle birlikte, ilgisiz bakışlarımı Leyla hocadan alıp ekrana çevirdim. İlk bakışta gördüğüm okulun arka sokağını anında tanımıştım. Görüntü okulun güvenlik kamerası ile kayda alınmıştı. Başta hiçbir hareket yoktu o kayıtta sokaktan geçen birkaç araba dışında. Tam bu saçmalığın ne olduğunu sormak için dudaklarımı aralamıştım ki, görüntüye giren arabayla kelimeler dilime dolandı. Oldukça tanıdık bir arabaydı. Sokağı aydınlatan sokak lambalarının beyaz ışığı altında toz pembe simleri parıl parıl parlayan o araba benim Mini Cooper'ımdı. Plakasındaki YMR harfleri de arabanın bana ait olduğunu açık açık ortaya döküyordu. Kaşlarım çatılırken ilgisiz bakışlarım, arabamı görmemle ekrana adeta kilitlendi. Öyle ki ekrana doğru eğilirken buldum kendimi.

 

Önce yolcu kapısı açıldı; içinden uzun boylu, siyahlara bürünmüş, başına da siyah bir kar maskesi takmış bir adam indi. Adam benim arabamın arka tarafına doğru dolanırken sürücü tarafındaki hareketlilikle bakışlarımın ilgisi adamdan o tarafa kaydı. İşlerin ilginçleştiği an o andı. Başında pembe bir kar maskesi, üzerinde de pembe beyaz tonlarında kıyafetlerle bir kız inmişti. Sarı saçları başının tepe kısmında iki kulak şeklinde toplanmış ve toplanan o tutamlar, maskedeki iki delikten dışarı çıkarılmıştı.

 

Dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken gözlerimi ekrandan çekemiyordum. Önce adam okulun duvarını aşıp okul bahçesine atladı, ardından kıza yardım etti ve birlikte arabanın arka tarafından aldıkları çantanın içinden çıkardıkları sprey boyalarla duvarı boyamaya başladılar.

 

Parçaları birleştirmek zor değildi. Niks o çizimi biz yapmışız izlenimi vermişti.

 

Aman Tanrım!

 

Daha da önemlisi... Arabamı çalmışlardı.

 

"Tehdit edilen de tehdit unsurunu oluşturan da sizken, gerçekten açıklama mı hak ediyorsunuz Çetin?"

 

Aldığım nefesler sıklaşırken Leyla hocanın sözlerini algılarımdan içeri alamıyordum. Benim prensesimi çalmışlardı... Benim arabamı... Farkındalıkla birlikte kendimi birden ayakta buldum. Benim kalkmamla Çetin de kalktı ama ona bakamadım. Çantamın içinden telefonumu çıkarmaya çalışırken müdürümüzün "Aymar..." diye seslenmelerini de umursamadım.

 

Tam kapıdan çıkmak üzereydim ki "Bu bardağı taşıran son damlaydı Aymar Doğan..." diye sertçe bağıran ses beni durdurdu. Karşılaştığı o kadar olaya rağmen onun sesinin bir kez bile yükseldiğini duymamıştım. Hayır umurumda olan şey sesini yükseltmiş olması değildi. Umurumda olan şey, o sesin bana karşı yükselmiş olmasıydı. Omzumun üzerinden ona baktığımda ayağa kalkmış olduğunu görmek kaşlarımı kaldırmama neden oldu. "Anlamadım?" diye sordum şaşkınlık ve öfke arasında sıkışıp kalmış bir sesle. Çetin hemen yanımda, beni takip ediyordu ve ben durduğum için o da durmak zorunda kalmıştı. İçime yüklenen gerilimin onu da gerdiğini hissediyordum. Ruhum, ruhumu hissediyordu...

 

"Kurallar zaten esnekken, siz ikiniz daha da esnetmeye çalışıp sınırları hep daha fazla zorluyorsunuz." diye devam etti müdürümüz sözlerine. Yüzü sinirden kızarmıştı, göz bebekleri titriyordu. "Eğer siz sınır tanımıyorsanız, ben o sınırları fark etmenizi de pek tabii sağlarım. Derslere girmenize gerek yok artık, okula gelmenize de öyle... Zira şu andan itibaren okul ile ilişiğiniz kesilmiştir."

 

Duyduklarımı anlamakta zorluk çekiyordum, başıma ince bir ağrı girmeye başlıyordu sanki. Gözlerimi kapatıp önüme döndüm ve derin bir nefes aldım. Sakinleşmeliydim... Hayır duyduklarım gerçek değildi sadece aklımın bana bir oyunuydu. Hayır okuldan atılmıyordum. Hayır... Vazgeçilemeyecek kadar parlak bir öğrenciydim, notlarım mükemmel ötesiydi. O notları alabilmek için gecemi gündüzüme katmış, başarılarım için kendimden tavizler vermiştim. Hiçbiri şişirilmiş değildi, hepsini kendi emeklerimle almıştım.

 

Benim başarımı, saçma sapan bir neden yüzünden öylece yabana mı atacaktı yani Leyla Kılıç?

 

Üstelik hiç haberimin dahi olmadığı bir olay yüzünden. Bu zamana kadar, ne yapmış olursa olsun, kimsenin atılmamış olduğu bu okuldan, beni atacak ve bana böyle bir damgayı yedirecekti yani öyle mi?

 

Buna izin verir miyim sanıyordu?

 

Çetin'in yanımda hareketlendiğini hissettiğimde düşüncelerimden sıyrılıp kolunu tutarak onu durdurdum. Müdüre bakarken sertleşen ifadesi, bana döndüğünde yumuşadı. Yine de hâlâ burnundan soluyordu. Baş parmağımla, tuttuğum kolunun yumuşak tenini okşarken gözlerimi açıp kapatarak onu sakinleştirmeye çalıştım. Çetin için okuldan atılmış olmak sorun değildi, üç yıl önce zaten mezun olmuş sayılırdı. Ama benim için büyük bir sorundu.

 

Her şey bir yana...

 

Ayda artık buradaydı. İlk kez onunla aramdaki duvarlar sıfıra inmişti, şimdi ilk kez aynı odanın içindeydik. Gerçekten beni bu odanın dışına sürebilecek bir kuvvet olduğunu mu sanıyorlardı? Yoktu! Yıllar sonra ilk kez ikizimle yan yana olma fırsatı bulmuşken, hiçbir kuvvet o fırsatı elimden alamazdı. Buna izin vermez, almaya çalışanı buna pişman ederdim.

 

Ayrıca ben olmadan Ayda'yı bu okulda mahvederlerdi... Bu okul için bu kadar fazla narin ve sessizken onu canlı canlı parçalarlardı burada...

 

Çetin, derin bir nefes alsa da pes edip bir adım geri çekildi ve benim önümü açtı. Bu kez tüm vücudumla Leyla Hoca'ya döndüm.

 

"Bu okulda, sabıka kaydı bir hayli kabarık o kadar öğrenci arasında, okuldan beni mi atacaksınız gerçekten?" Elimle, hâlâ ekranı bize dönük olan bilgisayarı işaret ettim. "Hem de o saçma sapan görüntülere dayanarak öyle mi?" Dudaklarım sıkıca birbirine bastırılırken kollarımı göğsümde birleştirip bir süre sevgili müdürümüzün yüzüne baktım. Daha sakinleşmiş görünüyordu ama ifadelerinin altındaki kızgınlığı hâlâ seçebiliyordum.

 

Duruşum dikleşirken çenemi kaldırıp "Yetmez..." diye mırıldandım. Gerilim içimdeki egoyu beslemeye başlamıştı bile. İfadelerim, jest ve mimiklerim alayın ince bir katmanıyla kaplandı. "Sizin beni bu okuldan atmaya gücünüz yetmez Leyla hocam." Alt dudağımı büküp üzülüyormuş gibi yaparken kaşlarımı da indirdim. "Ama benim, sizi göndermeye yeter... Ve siz bunu zaten biliyorsunuz."

 

Leyla hocanın gözleri irileşirken yüzündeki öfke tamamen çekildi. Yerine yayılmaya başlayan telaşı görmek dudaklarımın daha fazla kıvrılmasına neden oldu.

 

"Şunu bir netleştirelim..." dedim ona doğru bir adım daha yaklaşıp. "Ben duvarlara resim çizmem, tercihen kâğıt ya da insan derisi kullanırım..." Sonra durup yüzümü buruşturdum. "Ayrıca beni bu kadar amatör görüyorsanız bunu da kendime yapılan bir hakaret sayarım, çünkü o lanet olası duvarı hangi lanet olası vizyonsuz boyadıysa, benim mükemmel burnumu yamuk çizmiş." Göğsüme yasladığım kollarımdan birini çözüp iki parmağımı şakağıma yasladım ve başımı iki yana salladım. "Doktorum görse kalp krizi geçirirdi."

 

Sonra ifadelerim ciddileşti. Elimdeki telefon parmaklarımın arasında sıkışırken "İkinci olarak... Arabamı çalmışlar..." dedim sıktığım dişlerimin arasından. "Yani burada durup çekeceğiniz nutukları dinlemeye ne vaktim, ne de sabrım var."

 

Son kez Leyla Kılıç'ın şaşkın yüzüne baktıktan sonra arkamı dönüp hışımla çıktım odasından ve telefonumu açıp acil aramalarda kayıtlı olan Nazım amcanın numarasını tuşladım. Geniş koridorların duvarları o an hiç geniş gelmiyordu bana, sanki üzerime üzerime geliyorlardı. Telefonu kulağıma yaslayıp bir elimin parmaklarını da boğazıma sarıp usulca boğazımı ovalarken bekledim.

 

Çaldı... Çaldı... Çaldı...

 

Telefon açılmadığı her saniye, görünmez duvarların arasında daha çok sıkışırken farkında olmadan nefesimi tutmuştum.

 

En sonunda "Aymar Kızım..." diye açılınca telefon, sanki o duvarlar cam bir panel gibi parçalanıp etrafa saçıldı. Dudaklarımdan rahatlamış, derin bir nefes kaçarken tam ona durumu haber vermek için ağzımı açmıştım ki, "Kusura bakma..." diyerek benden önce davrandı Nazım amca. "Şimdi araç servisi geldi, arabanı getirdi. Onlarla ilgileniyordum, ondan geç açtım telefonu."

 

Gözlerim şaşkınlıkla irileşirken boğazımdaki elim yana düşmüştü duyduklarımla. Bakışlarım hemen yanımda elleri cebinde, bir omzunu duvara yaslamış bir şekilde duran Çetin'in yüzüne kaydı. Dikkatli gözleri beni inceliyordu. "Arabamı mı getirdiler..." diye sordum ama sesim o an bana bile yabancı geldi. Yaşadığım şaşkınlığın bir tarifi yoktu. O şaşkınlığın beraberinde getirdiği rahatsız his ise tüylerimi ürpertmişti. Sözlerimle Çetin'in kaşları çatıldı.

 

"Evet kızım..." dedi Nazım amca. Sesinden gülümsediği anlaşılıyordu. "Prensesin sonunda geldi, hadi gözün aydın..."

 

Yutkundum, yutkunuş sesim kulaklarımda patladı. Hava mı çok boğuktu yoksa benim kulaklarım mı uğulduyordu?

 

Çetin boştaki kulağıma eğilip "Arabayı gönderdiğiniz servisin numarasını sana göndersin." diye fısıldayana kadar Nazım amcaya bir cevap vermediğimin farkına varamamıştım. Başımı sallayarak onayladım onu ve "Araba ne durumda Nazım amca?" diye sordum. Ellerini kollarını sallaya sallaya servisten benim arabamı habersiz nasıl alıp geri yerine koyabilirlerdi? Hadi almayı bir şekilde başardılar peki ya geri yerine koymak... Amaçları neydi bunların, ne yapmaya çalışıyorlardı?

 

"Gayet iyi durumda. Bakımı tamamen yapılmış, artık gönül rahatlığıyla binebilirsin."

 

Ya evet... Ne de güzel binerdim ben ona bu saatten sonra...

 

İşaret parmağımla alnımı hafifçe kaşırken "Nazım amca, bana arabayı gönderdiğin servisin numarasını atabilir misin?" diye sordum Çetin'in beklentiyle bakan gözlerine bakıp.

 

"Tabii atarım kızım da... Hayırdır bir sorun mu var?"

 

Sanki beni görebilecekmiş gibi başımı iki yana salladım ardından "Hayır Nazım amca, sadece... Rujlarımdan biri kayıp da arabada bulmuşlar mı diye soracağım." diye bir bahaneyi salladım gitti. Çetin bakıp araştırana kadar babama bir şey söylemeyi düşünmüyordum ve Nazım amcaya bir şeyler çıtlatırsam anında babamın haberi olurdu. Durduk yere onu telaşa sürüklemeyi istemiyordum.

 

Durduk yere mi gerçekten?

 

Kalbimden pompalanan kanın içine karışan o rahatsız his her geçen saniye daha da yoğunlaşsa da bu soruyu görmezden geldim. Şimdilik... Önce Çetin bir bakmalıydı. Olayların geneli o kadar karışıktı ki, babama bunu nasıl yumuşatarak anlatabilirim bilmiyordum. Çetin araştırırken bende bunun için zaman kazanabilir, her şeyi babama en kısa ve en mantıklı şekilde nakletmenin bir yolunu bulabilirdim.

 

"Anladım kızım..." dedi Nazım amca. "Gönderirim şimdi..."

 

Telefonu kapattığımda ne hissedeceğimi şaşırmış bir haldeydim. Öylece boşluğa dalmışken Çetin beni kendine doğru çekip kollarını etrafıma sardı ve bana sıkıca sarıldı. Yuvasını bulan bir serçe kuşu gibi göğsüne sokulurken, kollarımı ince beline sardım. Mentolün o ferah kokusu ciğerlerime dolduğunda, işte o an üzerime bir anda binen yüklerden arınmış gibi hissettim kendimi. O kadar iyi geliyordu ki o bana... İşte kalmamın nedeni tam olarak buydu... Bu hissi kaybetmemek... Onu kaybetmemek... Her şeye rağmen, onun sıcaklığıyla kutsandığımda hiçbir şey ve hiç kimse bana zarar veremezmiş gibi hissetmek, kendimi dünyanın en güzel ve en özel kadını gibi hissetmek... Sevilmeye değer hissetmek...

 

"Bu olayların canını sıkmasına izin verme." diye fısıldadı kulağıma doğru, bir eli başıma ulaşmış ve parmakuçlarından akan şefkatle saçlarımı okşuyordu. Derin bir iç çekip ona daha sıkı sarıldım ve "O arabaya bir daha binmem ben..." diye homurdandım. Güldü, gülüşüyle dudaklarından dökülen o ilahi ses, kalp atışlarımın hızlanmasına neden olmuştu. "Yenisini alırız."

 

Başımı kaldırıp baktım güzel yüzüne. Dudaklarındaki ihtiyatlı gülümseme, yanaklarındaki derin çukurları açığa çıkarmıştı. Yutkunurken kendimi tutamayıp ayaklarımın parmakuçlarında yükseldim ve gamzesinin üzerine derin bir öpücük kondurdum, dudaklarımdaki vişneli lip gloss yanağına bulaştı. Geri çekildiğimde eserime gururla bakarken "Yanağını silme..." deyip gözlerimi gözlerine çevirdim. "Ayrıca kendi arabamı kendim alabilirim. Babamla senin sandığınızdan çok daha fazla kazanıyorum ben."

 

Yüzümün çehresinden akan saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırıp "Biliyorum. Ve seninle gurur duyuyorum, babanın da duyduğundan eminim. Ancak..." derin bir nefes alıp söylemekle söylememek arasında kalmış gibi duraksadı bir an. Sonra omuzları çöktü ve gözleri dudaklarıma inerken saçlarımdaki elini çeneme getirip hafifçe tuttu çenemi. Başparmağını dudağımın bir kenarına sürttüğünde bulunduğumuz konuma hiç de uygun olmayan hisler ellerini uzatıp tenime dokunmaya başlamıştı. Nefeslerimin ağırlaştığını hissettim. Muhtemelen yanağını öptüğüm sırada dağılan glossumu düzeltiyordu ama işte... Tek bir dokunuşu bile aklımı başımdan almaya yetebiliyordu.

 

"İki araban olsun istiyorsan sen bilirsin tabi ama gördüğünde aşık olacağından emin olduğum bir araban var zaten."

 

Bir an kaşlarım çatıldı. Sonra ne demek istediğini anladığımda dudaklarım farkındalıkla aralandı. Hayır sevinmedim...

 

"Çetin Aral Bakırcı..." derken kaşlarım hafifçe çatılmıştı. "Bana yapmadığını söyle."

 

Çenemi hafifçe kaldırıp yüzünü yüzüme hizalarken "Aymar Doğan..." diye fısıldadı yüzüme doğru. "Sana aşığım."

Kalbim, bir kelebeğin güzel kanatları gibi titreşirken nefesim tekledi ve sıralayacağım her cümle zihnimin içinde karıştı. Dudaklarım aralanırken "Kaçak dövüşüyorsun Çetin Aral Bakırcı..." diye homurdandım. "Şu an beni yumuşatamazsın."

 

Eğilip dudaklarıma tüy hafifliğinde bir öpücük kondururken gülümsüyordu. "Seninle dövüşmek değil, sevişme taraftarıyım."

 

Okuldaydık... Müdürün kapısının hemen önünde... Bunlar çok uygunsuz konuşmalardı...

 

Zihnimi mantığın düzgün çalıştığı tarafında tutmaya çalışırken çenemi elinin baskısından kurtarıp kollarından sıyrıldım ve bir adım geri çekildim.

 

"Ben ciddiyim Çetin..." dedim başımı kaldırıp yüzüne bakarken. "Bana hediye almana bayılıyorum ama bu hediyelerin fiyatlarının bu denli uçuk olmasından hoşlanmıyorum. Arabadan bahsediyoruz... Kendim alabilirim, alamazsam bile bu babamın sorumluluğu. O, ben istersem alır zaten."

 

Bu durum bana servet avcısı damgası yapıştırıyordu. Çetin ile sadece zenginliği için birlikteymişim gibi...

 

Sanki buna ihtiyacım vardı da...

 

Çetin derin bir nefes alıp ellerini yeniden ceplerine yerleştirdi ve omzunu duvara yasladı. "Sen bana verilen, hayallerimin bile ötesinde bir hediyesin. Hiçbir şey seninle yarışamaz ama işte kendi çapımda arayı kapatmaya çalışıyorum."

 

(İçimde böyle bir romantiğin yattığını bende bilmiyordum...)

 

Dudaklarım önlenemez bir gülümsemeyle kıvrılırken "Çetin Aral Bakırcı..." dedim bir kez daha. Kalbim zaten avuçlarındaydı, kalbimle birlikte göğüs kafesimi de mi istiyordu? Zira kalbim, göğüs kafesimi sökmek istercesine atıyordu sol tarafımda. "Seni asıl hak etmeyen benim farkındasın değil mi?" Özellikle son yaptıklarımdan sonra... Bunu kendimden ve Çetin'den başkasına itiraf edemezdim ama insan kendini de kandırmamalıydı neticede.

 

Kaşlarını kaldırıp bir kez cıkladı. "Saçma. Beni senden daha çok hak eden tek bir kadın bile yok!"

 

Bu sabah aramızda geçen konuşmaya atıfta bulunmuştum ve Çetin de benim ona verdiğim cevabın aynısını vermişti. Gülümsememin önünü kesmeye çalışırken kaşlarımı çatıp "Çıkarsa gırtlağını keserim." diye taklit ettim onu. Bu, onun ilahi kahkahasını duymamı sağladı. Bir elini cebinden çıkarıp bana doğru uzattı ve omuzlarımdan aşağı dökülen saç tutamlarından birini parmaklarının arasına aldı. Parmakları sarı saçlarımla oynarken, "Ses tonunu daha sert çıkarırsan olacak senden." dedi keyifli bir sesle.

 

Bunun üzerine bende güldüm. "Biliyorum biliyorum, benden çok iyi mafya karısı olur."

 

Yüzünü hafifçe buruşturup başını iki yana salladı. "Şansına küs ben mafya değilim..."

 

Ona doğru bir adım atıp göğsüne doğru sokuldum ve çenemi göğsüne yaslayıp ona alttan alttan baktım. Mentol kokusu hemen birkaç santim uzağımda olan boynundan ciğerlerime doğru akıyordu. Kehribar rengi gözleri güneş misali içimi ısıtıyor, gülüşü nabzımı hızlandırıyordu. "Ne olduğunla ilgilenmiyorum Çetin; yanımda olmanla, benim olmanla ilgileniyorum..."

 

Bir kolunu belime sarıp bedenimi bedenine yaslayarak bana sarıldı. "Burdayım, seninim..." Gözleri gözlerime dalarken yüzündeki gülüşün solduğunu fark ettim. Çabasız bir hareketle diğer elini de cebinden çıkarıp yanağıma yasladı ve usulca tenimi okşarken "Tüm bu olanları..." diye girdi söze. "Niks piçini... Kafana takma." Eğilip alnıma dudaklarını bastırdığında gözlerimi kapatıp anın tadını çıkarmaya zorladım kendimi. Çünkü Niks adını duyduğum an; pembe pantolonun üzerine leopar desenli gömlek ve üzerine de turuncu ceket giymiş birini görmüş gibi iğrenti ile irkildim. Arka duvardaki resmi ve neredeyse okuldan atılıyor oluşumuzu hatırlamaksa, bu kombini kırmızı ayakkabı ve kırmızı çantayla tamamlamak gibi bir şeydi. Kelimenin tam anlamıyla korkunç...

 

"Bu olayı çözeceğim. Ama bu süreçte yaşananların ya da yaşanacakların seni, bizi, etkilemesine izin verme. Ne demek istediğimi anlıyorsun değil mi?"

 

Anlıyordum. Bize zehir ettiğim dört ayı kastediyordu. Bakışlarım buğulanırken başımı sallayarak onayladım onu. Bunu bir daha asla yapmazdım. Cehennem gibi geçmişti o dört ay ve şimdi her şeyi geride bırakmıştık, yeniden birlikteydik yeniden bizdik... Yanlış bir şey yapıyorum hissi yoktu, pişmanlık yoktu, suçluluk yoktu. Sadece huzuru hissediyordum şimdi onun kollarındayken. Tıpkı dört ay öncesinde olduğu gibi, o resimlerin hiç gelmediği herhangi bir tarihte...

 

"Söz ver bana..." diye fısıldadı. "Bundan sonra benden hiçbir şey saklamayacaksın, bir şey olursa ilk beni arayacaksın."

 

Kollarımı beline daha sıkı sararken çenemi göğsünden çekip yanağımı yasladım göğsüne. "Söz veriyorum." Artık başka bir ihtimal yoktu zaten. "Güzel..." diye karşılık verdi.

 

Birkaç saniye daha kollarında kalıp o huzurun tadını çıkardıktan sonra usulca geri çekildim. "Derse gitmeliyiz."

 

Yüzünü buruşturdu bu sözümle. "Aymar bir kez daha o dersleri alırsam kusarım..." Sözlerindeki memnuniyetsizlik elle tutulur cinstendi. Güldüm. "Okulda kalmanı ben istemedim senden, kendi tercihindi." Öyleydi. Ve bu tercihi benim en büyük nimetimdi.

 

Burunumun ucuna işaret parmağının ucuyla hafifçe vurup "Başka türlü okul yönetmeliği canım istedikçe yanına gelmeme izin vermiyordu. Elbette başka yöntemlerim de vardı ama o çok değer verdiğin eğitimcileri zor durumda bırakmak istemedim." dedi ama benim takıldığım yer çok başkaydı. Eline vurup "Burnuma dokunmasana, bozacaksın onu." diye homurdandım. Bir kez daha o masaya yatıp, iyileşme süresindeki o acıları bir kez daha çekemezdim hiç.

 

Gülmekle yetindi sitemime, ardından eğilip burnumun ucuna minik bir öpücük kondurdu. "Gitmeden önce son bir şey daha..." Alnı alnıma yaslanmıştı şimdi. Aramızdaki havanın bir anda yoğunlaştığını hissettim. "Özledim..."

 

Omurgamdan aşağı bir ürperti inerken usulca yutkunup "Bende..." diye karşılık verdim. Omurgamdan inen o ürperti, tüylerimi diken diken etmişti. Bedenim, neye ihtiyacı olduğunu biliyor ve bu ihtiyacı arzuluyordu. Midemdeki kelebeklerin harekete geçtiğini hissedebiliyordum, yönleri yukarı değil aşağıydı sadece...

 

Çarpık bir sırıtış dudaklarını esir alırken bir kez daha "Güzel..." diye cevap verdi. Sonra alnını alnımdan ayırıp yüzüme, gözlerimin içine baktı. "O zaman bu akşam benimsin. Önce güzel bir yemek yeriz..." duraksadığı birkaç saniyede kehribarlarının yönü dudaklarıma doğru kaymıştı. İstemsizce dudaklarımı yalarken buldum kendimi, vişneli lip glossumun tadı damağıma yayıldı.

 

O bir adım geri çekilip göz kırparak "Sonra da birbirimizi..." diye cümlesini tamamladığında dudaklarım şaşkınlıkla aralanmış, bakışlarım gözlerinden sıyrılıp koridora kaymıştı. "Çetin..." diye homurdandım gülmekle somurtmak arasında bir yerde. "Okuldayız..."

 

Umursamaz bir ifadeyle omuz silkip "Okul fantezisine de tamamım." diye cevap verdi. Sonra bakışları daha imalı bir hâl alırken beni baştan aşağı süzüp, "Başrolünde senin olduğun her fanteziye tamamım ben." diye ekledi.

 

"Çetin..." diye hayretle soludum irileşen gözlerimle yüzüne bakarken. "Sus artık..."

 

Sırıtıp göz kırparken başı ile koridoru işaret etti. "Git hadi derse."

 

Arkamı dönüp harekete geçmeden önce "Sen ne yapacaksın?" diye sordum. Hiç ayrılmak istemiyordum yanından... Yüzündeki sırıtış yavaşça silinirken dudaklarından ellerini sıkıntıyla saçlarından geçirip "Önce annemi ziyaret edeceğim." dedi. Bir haftayı Kanada'da geçirdikten sonra gelir gelmez beni bulmuştu ben de ona belasını buldurmuştum. Dudaklarım anlayışa gebe bir gülümsemeyle gerildi, "Selamımı ilet, ayrıca bir ara birlikte de gidelim."

 

Çetin o selamı iletse bile Gülseren Teyze'nin anlayacağını ya da beni hatırlayacağını sanmıyordum. Hastaydı, ileri derecede şizofreni... Kendini bu dünyadan tamamen soyutlamıştı. Öyle ki Çetin'i bile hatırlamadığı zamanlar oluyordu. Yine de onun yanında olmayı seviyordum. Hatırlamadığı anlarda bile Çetin'e yumuşacık bakan gözlere bakmayı ve anne sevgisinin neye benzediğini görmeyi... Benimki beni hiç seviyordu da...

 

Çetin'in dudakları da benimkine benzer bir gülümsemeyle kıvrıldı. Tek fark onunki şefkatliydi. Başını bir kez sallayarak beni onaylayıp çenesiyle koridoru işaret ettiğinde bu kez arkamı dönüp sınıfa doğru yol aldım.

 

Dersler çoktan başladığı için okul sessizdi, koridorlar boştu. Sadece... Bizim sınıfın olduğu koridora geldiğimde, iki kızın uzaktan gelen gülüşme sesini duydum. Umursamadan yoluma devam edecektim ama "Çekilin önümden..." diyen bir ses duyduğumda, ayaklarım yere adeta mıhlandı.

 

İki koridorun birleştiği köşede durup sınıfımızın olduğu tarafı es geçerek diğer tarafa doğru baktığımda gördüklerin kanın beynime sıçramasına neden oldu.

 

Bizim sınıftan, Selin'in ekürileri olan Ela ve Derya, koridorun sonundaki duvarın köşesinde Ayda'yı sıkıştırmışlar, geçmesine izin vermiyorlardı.

 

"Şuna baksana ya..." dedi Ela gülüşlerinin arasında Derya'ya bakıp. "Ne tatlı şey öyle değil mi Derya'cığım?"

 

"Ah..." diye karşılık verdi Derya'da. "Çok, çok..." Sonra alaylı sesinden hiç de alaylı olmayan sözcükler döküldü. "Söylesene tatlı şey, daha gelir gelmez Doğu Menan'ın yanına oturmayı nasıl becerdin? O yanına Aymar Doğan'dan başkasını oturtmazdı."

 

Derya'nın Doğu'ya olan ilgisini bilmeyen yoktu, Betül ile bu yüzden birbirlerinden ölümüne nefret ediyorlardı.

 

Ayda sessizliğini koruyup bir kez daha geçmeye çalıştı ama Derya onu göğsünden sertçe duvara itip "Sana bir soru sordum..." diye tısladı yüzüne doğru. Ayda'nın dudaklarından hafif bir inilti dökülürken yüzünü buruşturmuştu. Müdahale etme isteği, tırnak diplerimden saç uçlarıma kadar beni sarıyordu ama Ayda'nın ne yapacağını merak ederek kendimi tuttum. Kendini savunma konusunda ne kadar iyiydi?

 

Ayda bir an sinirle baktı Derya'nın gözlerine ama hemen bakışlarını kaçırdı. Hayır hayır, tartışmanın ritminin en yüksek olduğu anda göz kaçırmak pasiflik belirtisiydi. Tam şu an gözlerini hiç kaçırmadan ne söyleyecekse söylemeliydi. Ama o tam aksine, gözlerini yerden kaldırmadan, "Önümde oturan kız..." dedi kısık bir sesle. Yutkundu. Parmakları avuç içlerine göçmüştü şimdi. İçinde bir yerlerde cesur bir kız olduğunu görebiliyordum ama o kızı bastırıyordu. Ve ben, o kızın özgür kalmasını sağlayacaktım. "Aymar'dı sanırım adı..." diye devam ettiğinde; kullandığı kelimelerin, ses tonunun ya da beni tanımıyor oluşunun içimde bir yerlere dokunduğu gerçeğini göz ardı ettim. Beni tanımaması çok normaldi, onunla daha dün tanışmıştık. Tanıyacaktı, kim olduğumu, onun hayatında nasıl bir konumum olduğunu bilecekti ve biz; o, babam ve ben bir aile olacaktık... Tıpkı hayallerimdeki gibi...

 

"O istedi oraya oturmamı..."

 

"Yalan söyleme!" diye karşılık verdi Derya. Sesi de hareketleri de daha hiddetli bir hâl almış, bir kolu Ayda'nın kolunu tutmuş ve tırnaklarıyla, tuttuğu kolun derisini zedeliyordu. "Aymar sürtüğü kendinden başka kimseyi görmez. Hele de senin gibi yeni gelen bir eziği..." Gözleriyle Ayda'yı baştan aşağı aşağılayıcı bir ifadeyle süzüp "Şu haline bir bak..." dedi dudaklarından alaylı bir kahkaha dökülürken. "Aymar seni muhatap alır mı sanıyorsun?"

 

Bu kadar yeterdi... Ayda'nın daha yürüyecek çok yolu vardı ve daha en başında, ayağına takılan çakıl taşları yüzünden o yoldan geri dönmesine izin veremezdim. Her adımı birlikte atacaktık ve ben, yolumuza çıkan o çakıl taşlarını tekmelemekten zevk alacaktım.

 

Onlardan tarafa doğru bir adım atarken, "Tüm anlatım bozukluklarının aynı anda yapıldığı bir cümle gibisin Derya." diye seslendim onlara doğru. "Öyle devrik, öyle manâsız, öyle saçma..."

 

Üç çift göz bana dönmüştü ama benim bakışlarım sadece Derya'daydı. Ve Ayda'nın kolunu tutan elinde... Anlamsızca yüzüme baktığında tek kaşımı kaldırıp baktım yüzüne. "Anlamadın değil mi? Anlamanı da beklemiyordum zaten... Senin beyninin makyaj ve erkeklerden başka bir konuya açık olmadığı bir sır değil."

 

Yanlarına ulaştığımda ilgisiz bakışlarım yüzünde gezindi ve başımı iki yana salladım. "Hoş, o konularda da bir becerin yok ama neyse..."

 

Kimseden çıt çıkmazken Ela gergin bir tavırla bir adım geriledi. Ne yapması gerektiğini biliyordu, o gruplarındaki en mantıklı kişiydi. En azından söz konusu ben olduğumda... O saf dışı kalınca tamamen Derya'ya döndüm. Açık kahverengi harelerine yayılan çekingenliği bastırarak gözlerini kaçırmadan bana bakıyor ve üstünlük kurmaya çalışıyordu ama yanlış ata oynuyordu. O,bu okulda bana üstünlük sağlayabilecek son kişi bile değildi.

 

Dudakları aralandı konuşmak için ama tek kaşımı kaldırıp çenemi dikleştirdiğimde ağzı aralandığı gibi geri kapandı. Çarpık bir gülümsemeyle gerindi yüz kaslarım. Başım sağ omzuma doğru yatarken "Şimdi o patini kızın üzerinden çek ve sınıfa git Derya. Aç bir kitap oku, belki beyin gelişimine bir faydası olur." Dudaklarımdan alaylı bir gülüş dökülürken başımı sağ tarafımdan sol tarafıma doğru yatırdım ve imalı bakışlarım eşliğinde "Hoş, o kafanın içinde kullanılabilecek bir şey var mı ondan da şüpheliyim ya neyse..."

 

Bir şeyler söylemek ister gibi dudaklarını aralasa da akıllıca olanı seçip çenesini kapalı tuttu ve burnundan solur bir hâlde son kez yüzüme baktıktan sonra, elini Ayda'nın kolundan çekip arkasını bize döndü. Derya önde, Ela tam arkasında hışımla koridordan ilerleyerek kayboluşlarını keyifle izlerken saçlarımı omuzlarımdan geriye itip arkalarından baktım ve "Hâd bildirmek suç olsaydı, ağırlaştırılmış müebbet ile yargılanmıştım çoktan..." diye mırıldandım kendi kendime.

 

"Sağlam laf sokuyormuşsun gerçekten..."

 

Ayda'nın sesiyle ilgim, artık boşalan koridordan ona kaydı. Sırtını duvara yaslamış çekingen bakışlarla beni izliyordu. Gözlerim koluna kaydı, Derya'nın tırnakları bir dizi hilal şeklinde oturmuştu koluna ve tutulan nokta kızarmıştı. Burnumdan sert bir nefes dökülürken yorumunu görmezden gelip "Kural bir, bu okulda seni bir köşeye sıkıştırırlarsa kedi yavrusuna değil dişi bir aslana dönüşmen gerekir." dedim. "Aksi taktirde, son yılını bir kâbusa çevirirler."

 

Ayda birkaç saniye yüzüme bakıp sırtını duvardan ayırdı ve bana doğru bir adım attı. Saçlarını topladığı için yüzü daha da ortaya çıkmıştı şimdi, yüzündeki birkaç sivilce izini, belli belirsiz kapatıcıyla kapatmaya çalışmıştı. Beyaz askılı bir tişört ve ekoseli, dizlerinden bir karış yukarıda bir etek giymiş, beyaz converseler ve siyah kot bir ceketle kombinini tamamlamaya çalışmıştı. Düne oranla daha iyi görünüyordu ama yine de okul için yetersizdi.

"Söylediğin iyi oldu, aklımda bulunsun." dedi benim bakışlarıma karşılık bir kez daha gözlerini kaçırırken.

 

"Kural iki," dedim bu kez. "Kuzu olsan bile, kurtların arasında olduğunu aklından hiç çıkarma ve kurt taklidi yap. O kadar iyi yap ki kendini bile kurt olduğuna inandır."

 

Ayda birkaç saniye yüzüme bakıp gülmeye başladı. Sonra gülüşünü eliyle saklayarak kendini tuttu ama dudaklarından kaçan o minik kahkahayı duymuştum. Gülüşünü, kahkahasını neden gizliyordu ki? Boğazını temizleyip saniyeler içinde yeniden ciddileştiğinde, hafifçe çattığım kaşlarımın altından bir cevap ararcasına baktım yüzüme. O, nasıl bir çocukluk geçirmişti? Kleptomandı, yani bir şeyler yolunda gitmemişti onun hayatında. Belki de ihmal edilmişti... Beliz Aydın'ın iyi bir anne olduğuna hiç inanmıyordum. İyi bir anne, sırf kocasının yaptığı bir hata yüzünden kendi çocuğuna sırt çevirmezdi öyle değil mi? Beni reddetmişti tamam ama en azından elindeki çocuğa iyi bakması, çok sevmesi gerekmez miydi?

 

"Çok fazla belgesel izliyorsun sanırım, verdiğin örnekler hep hayvanlar üzerine."

 

Bir an düşününce... Evet sanırım öyleydi... Bu beni de güldürdü ama Ayda'nın aksine gülüşümü saklama gereği görmedim.

 

"Belgeseller ile alâkalı değil bu... Ben dövme sanatçısıyım ve insanlar vücutlarında hayvan figürleri taşımaya bayılıyorlar. Aslan, kaplan, kurt ve yılan da bunların başını çekiyor."

 

Gözleri söylediklerimle irileşirken "Dövme sanatçısı mı?" diye sordu şaşkınlıkla. Neye şaşırdığını biliyordum, bu gibi tepkileri sıkça alıyordum. "Önyargılar..." diye mırıldandım kendi kendime. Ve konuyu dağıtmak ister gibi "Anyway..." deyip yeniden az önceki konuya döndüm. "Ben ciddiyim Ayda, az önce olanlar sadece bir başlangıçtı. Eğer ağırlığını ortaya koymazsan, daha fazla üzerine gelirler."

 

Yanıma doğru gelirken düşüncelerle kaplanmış bakışlarını yüzümden bir an olsun ayırmıyordu. "Bunu neden yapıyorsun?" diye sordu. Bakışlarına yapışan düşüncelerin merkezinde bu soru oturuyordu demek ki... Salağa yatabilir, neden bahsettiğini hiç bilmiyormuş gibi yapabilirdim ama gereksizdi. Omuz silktim. "Çünkü ben Aymar Doğan'ım. Neyi nasıl istiyorsam öyle yaparım."

 

"Pekâlâ..." diye karşılık verdi ve bir elini kaldırıp kulağının üst tarafındaki minik saç tutamlarını kulağının arkasına attı. Bu hareketi, bileğindeki üç minik beni yeniden görmemi sağlamıştı, kendi bileğimin ısındığını hissettim. Onunla ilgili kurduğum o kadar çok hayal vardı ki... Mesela birlikte at binmek, pijama partileri, baba ve kızları geceleri, tatiller... Eksik kaldığımız her şey... Ve biz her şeyden eksik kalmış iki kardeştik. Aynı karında hayata tutunan ama sonra koparılan iki kardeş...

 

O an aklıma bir fikir geldi. Bir yerden başlayacaksak, alışverişteb daha iyi bir başlangıç olamazdı sanırım. Birlikte sınıfa doğru ilerlerken "Bak ne diyeceğim..." dedim başımı ona çevirip. Aynı boyda oluşumuz, başımı çevirdiğim an gördüğüm ilk şeyin gözleri olmasını sağladı. Merakla bana bakiyordu o da. "Hafta sonu birlikte alışverişe gidelim mi?" Gözlerim baştan aşağı kıyafetlerinde gezindi. "Senin dolabının biraz Aymar Doğan dokunuşuna ihtiyacı var da."

 

"Ah..." dedi sözlerim üzerine şaşkınlıkla. Benden bu çıkışı beklemediği her hâlinden belliydi. İşaret parmağı ile alnını kaşırken kuruyan dudaklarını ıslatıp gerginlikle, "Çok isterdim ama... Gelemem." diye mırıldandı.

 

"Neden?" diye sorarken buldum kendimi. Fazla ısrar ters tepebilirdi ama merakım daha ağır basmıştı işte. Bir süre konuşmak ve konuşmamak arasındaki o ince çizgide bocalasa da en sonunda "Annemin izin vereceğini sanmıyorum çünkü." diye mırıldandı. Konunun kapanmasını ister gibi bir hâli vardı ama ben daha çok cevap alma isteği ile yüzüne bakmaya devam ettim. Alt tarafı bir alışverişti. Beliz Aydın kendi kızını bundan bile alıkoyacak kadar gaddar olamazdı öyle değil mi?

 

"Şey..." dedi Ayda bu kez, şimdi gerginlikle parmaklarıyla oynuyordu. "Bunun nedeni biraz... özel." derken gözlerini kaplayan suçluluk duygusunu gizlemek için bakışlarını benden kaçırdı. Ama ben anladım. Elbette... Kleptoman birini alışveriş merkezinden daha çok tetikleyen ne olabilirdi ki? Acaba kaç kez yakalanmış ve Beliz Aydın bu konular yüzünden zor durumda kalmıştı? Bu düşünce, dudaklarımın keyifle kıvrılmasına neden oldu. Ah, kesinlikle bu haftasonu o alışverişe çıkmalıydık...

 

"Bence sen yine de bir sor... Belki iyi günündedir ve izin verir."

 

Kesinlikle izin verecekti...

 

🃏🎲

 

YAZARDAN:

 

Genç adam, büyük binadan içeri adımı atarken artık kendini yirmi iki yaşında gibi değil, on iki yaşında gibi hissediyordu. Bu merkeze geldikleri ilk günde olduğu gibi... O gün ile bugün arasındaki tek fark; o zamanlar yanında bir çınarı vardı ama bugün yapayalnızdı.

 

...bir ara birlikte de gidelim.

 

Aymar'ın o an yanında olması için her şeyini verebilirdi. Bu yalnızlık hissini sevmiyordu, zorlukla alıştığı bu his, aradan geçen onca yıla rağmen hâlâ içinde bir yerleri rahatsız ediyordu.

 

"Hoşgeldiniz Çetin Bey..." diyerek onu kapıda karşılayan başhekimin yüzüne bir kez bile bakmadı. Tek istediği annesini görmek ve bu kasvetli yerden defolup giymekti.

 

"Annemi bahçede göremedim İlker Bey?" dedi asansörlerin olduğu yöne doğru ilerlerken. "Bir sorun mu var?" Bu saatlerde annesi hep bahçede olurdu, sabah güneşinin ışığıyla hava almayı çok seviyordu. Bir keresinde, aklının çok da karışık olmadığı zamanlarda, en azından oğlunun varlığını hatırlıyorken; sabah güneşinin, biricik sevgilisinin ona sunduğu gülümseme olduğunu söylemişti. Günışığı altında aklını yiyip bitiren canavarların olmadığını, zihninin sessiz olduğunu...

 

"Sizin haberiniz yok muydu efendim?" diye sordu başhekim bu kez. İşte bu Çetin'in adımlarını jilet gibi kesen bir cümleydi. İhtiyatlı bakışları başhekimin yüzüne kayarken ciddi ifadesi daha da ciddi bir hâl almıştı. "Neyden?"

 

"Efendim Gülseren Hanım geçtiğimiz haftada tam üç kez kriz geçirdi. Onu neyin tetik..."

 

Elini hışımla kaldırarak doktoru susturdu Çetin. "Bu bana şimdi mi haber veriliyor İlker Bey?" Sesi ölüm kadar soğuktu şimdi, bakışları sırat kadar keskin... Endişenin sinsi kıvrımları usulca içinde kıvranıp teninin altını kavurmaya başlamıştı bile. Annesi iyi miydi?

 

Yüzü hafifçe bozarmaya başlayan doktor eliyle alnını silip boğazını temizleyerek "Şifa Hanım'a haber verilmişti Çetin Bey. Şifa Hanım bu bilgiyi size bizzat kendisinin ileteceğini, hastanemizin bu konuda harekete geçmemesini söylemişti."

 

Burnundan sert bir soluk döküldü Çetin'in. Tehditkâr bakışlarını başhekimin gözlerine dikerken bir adımla aradaki mesafeyi kapatıp "Bir daha..." diye tısladı doktorun yüzüne karşı. "Annemle ilgili bir sorun olduğunda halamdan önce beni arayacaksınız." Şimdi hissettiği tek şey endişe değildi, parmak boğukları hissetmek istediği acı dalgası yüzünden sızlıyor, avuç içleri bir şeyleri kırıp dökme arzusuyla kaşınıyordu. "Aksi takdirde..." diye ekledi tehditvari bir sesle. "Elinizi veya dilinizi bir daha kullanamayabilirsiniz İlker Bey... Yerinizde olsam dikkat ederdim. İlker. Bey."

 

Adamın yüzü daha da morarırken onu arkasında bırakıp asansörlerin önünde durdu. Düğmelere tek tek basıp bütün kabinleri çağırdığı sırada "Şimdi devam et..." dedi onu takip eden başhekime. "Annemin neyi var?"

 

Başhekim derin bir nefes alıp anlaymaya kaldığı yerden devam etti. "Onu neyin tetiklediğini henüz bilmiyoruz ama tahminimce babanızın, yani eşinin ölüm yıldönümünün yaklaşması buna neden oluyor olabilir. Şeytanların çoğaldığını söylüyor, kafasındaki fısıltıların artık birer çığlığa dönüştüğünü... Şifa Hanım'ın bilgisi dahilinde ilaçların dozajını artırdık. Bu nedenle gününün çoğunu uyuyarak geçiriyor."

 

Öyle bir acı dalgası çarptı ki Çetin'i bir an kendini asansör kabininin bir köşesine çöküp ağlayacak gibi hissetti. Tüm vücudu kaskatı kesilirken yüzünde mimik oynamıyordu ama içini yakan yangın ruhunu eritiyordu. Onun güzeller güzeli annesi, bu muameleyi hak etmiyordu. O en iyisini hak ediyordu ama onu burada bırakmaktan başka çaresi de yoktu Çetin'in. Ölüm'ü şeytanlarından kurtuluş olarak görüyordu ve defalarca kez intihar etmeyi denemişti. Çetin onu defalarca kez Azrail'in kucağından almıştı, yıllar boyunca ölüme pek çok kez meydan okumayı başarmışlardı ama fazla şanslarının kalmadığını da biliyordu Çetin. Bir çocuk için, annesinin kanlar içindeki bedeniyle karşılaşmaktan daha kötüsü, o bedeni o hâle getirenin kendisi olduğunu bilmekti.

 

Henüz on dördünde, babasını kaybettiği gün mezarlıktan eve geldiğinde karşılaştığı manzara buydu. Annesinin kanlar içindeki bedeni, banyonun küvetinde suların içinde yüzüyordu. O anları hatırlamak, üzerine çarpan acı dalgasının katbekat daha ağırlaşmasına neden oldu. Ne zor şeydi bu hayatta hep en sevdiklerinle sınanmak...

 

Annesinin odasının önüne gelene kadar sessizliğini korudu Çetin. Kapının önüne geldiğindeyse, kapıyı açmadan önce başhekime dönüp "Annemin ilaç reçetesini, annemle ilgili tuttuğun raporlarla bana gönder. Başka bir hekime daha danışacağım." Sonra içeri girip kapıyı doktorun yüzüne kapattı. Pencerenin önündeki saksılarda sıra sıra dizilmiş rengarenk menekşeler, odaya kendi kokularını yaymış, ilaç kokusunu bastırıyorlardı.

 

Kehribar rengi gözleri doğrudan annesini buldu. Zayıf bedeniyle beyaz çarşafları içinde öylece uyuyordu. Göğsü zarif bir hareketle inip kalkmasa onun yaşadığını bile anlayamazdı Çetin. Usulca yatağa yaklaşıp yatağın yanında duran sandalyeye oturdu. Annesini rahatsız etmekten korkarcasına nazik hareketlerle ince, kemikli elini ellerinin arasına alıp, beyaz tenin üzerine derin bir öpücük kondurdu.

 

Eskisi gibi sağlıklı görünmüyordu cildi, mavi yeşil damarlar beyaz tenin altından kendilerini belli ediyorlardı.

 

"Oğlum..." diyen ince zayıf bir ses kulağına çalındığında başın hızla kaldırıp annesine baktı. Kendisininki gibi kehribar olan gözleri aralıktı. Kumral saçlarının ince telleri beyaz yastığa dağılmıştı. Sağlıklı görünmüyordu ama yine de çok güzeldi.

 

Dudakları küçük bir tebessüm ile kıvrıldı Gülseren Bakırcı'nın. "Geldin mi?" diye sordu oğlunun güzel yüzüne bakarken.

 

Çetin annesinin uyanık olmasının verdiği rahatlıkla eğilip dudaklarını alnına bastırdı ve saçlarını derin derin koklarken "Geldim anne..." diye fısıldadı. "Buradayım. Doktor uyuduğunu söylemişti?"

 

Geri çekilip annesinin yüzüne bakarken sorgulayıcıydı bakışları. Annesinin uyanık olmasını beklemiyordu. Gülseren Bakırcı usulca doğruldu yattığı yerden ve yastığını kaldırıp altındaki buruşmuş peçeteyi aldı. Titreyen parmakları peçeteyi usulca açıp içindeki bir dize hapı oğluna gösterirken suç işlemiş gibi bakışlarını kaçırıp duruyordu. "Bana bu ilaçları içirmeye başladıklarından beri dışarı çıkamadım. İlaçlar her şeyi daha kötü hale getirdi, bende o yüzden içmiyorum." En sonunda başını kaldırıp oğlunun gözlerinin içine baktığında orada derin bir acı görmek, kendi canını daha çok yaktı. Zihninin sessiz olduğu sayılı zamanlarda oğlunu hatırlayabiliyordu ve bu anlar ikisi için de öyle değerliydi ki... "Ama doktorlara söyleme olur mu? Bu şekilde dışarı çıkamasam bile pencereden ışığı, gökyüzünü, güneşi görebiliyorum."

 

Sesi öyle çaresiz geliyordu ki Çetin ruhu bedeninden sökülüyormuş gibi hissetti. Hatırlanıyor olmanın mutluluğunu bile yaşayamadığı bir andaydı. Gözlerinin pınarları karıncalanmaya başladığında boğazını temizleyip, kendini toparladı ve dudaklarına tatlı bir gülümseme kondurdu. Annesinin eline uzanırken "Söylemem, bu bizim sırrımız olur." dedi ve ilaçları alıp kendi cebine attı. Doktor bir söylediğinde çok haklıydı, babasının ölüm yıldönümü yakındı ve annesini etkileyen buydu. O tarihi ne Çetin Aral Bakırcı ne de Gülseren Bakırcı asla unutmuyordu.

 

Uzanıp annesinin zayıf yanağına bir elini yasladı ve usulca okşadı yanağını. "Dışarı çıkmak ister misin?"

 

Kadının dudaklarından çıkan nefes heyecanlı teklerken usulca başını sallamıştı. Çetin annesini ayağa kaldırıp dolabından aldığı bir hırkayı giymesine yardımcı oldu. Dağılmış saçlarını parmaklarıyla hafif hafif taradıktan sonra ensesinde toplayıp bir tokayla tutturdu ve koluna girip ona destek olarak odadan çıkardı. Onları gören başhekimin gözleri şaşkınlıkla irileşirken ikisi de o adamı görmezden gelmişti.

 

Bahçeye inen merdivenlerin son basamağını da indiklerinde derin bir nefes aldı Gülseren Bakırcı ve "İşte benim ilacım bu..." diye mırıldandı başını gökyüzüne kaldırıp. Çetin ise annesinin huzurlu yüzüne bakarken bile huzurla dolmuştu. Hastane ortamının onun için daha güvenli olacağını düşünürken yanılmış mıydı acaba? Bu ilk kalışı değildi elbette yıllar boyunca buraya pek çok kez girip çıkmıştı ama bu kez daha farklıydı. Daha fazla etkilenmiş görünüyordu.

 

Birlikte bahçede yürümeye başlarlarken Gülseren Bakırcı oğluna dönüp "Son hatırladığımdan daha uzun geldin gözüme. Sanki seni yıllardır görmemişim de her şeyini kaçırmışım gibi hissediyorum kendimi." diye mırıldandı hüzünle. Omuz hizasına ancak gelen annesine baktı Çetin, Aymar'dan bile kısaydı annesi. Avucunun içinde olan eli kaldırıp bir öpücük daha kondurdu ve "Her anımda yanımdaydın, hiçbir şeyimi kaçırmadın anne." diyerek onu telkin etti. Hatırlanmadığı anlarda bile, annesinin gözlerinde o anne şefkatini görmüştü Çetin, beyni unutuyor olabilirdi ama ruhu hiç unutmuyordu.

 

"Hatıralarım beni yanıltmıyorsa buraya birkaç kez yanında birini getirmiştin. Sarı saçları olan güzel bir kızdı."

 

Çetin'in kalbi bahsi geçen kişiyle sıcacık olurken bu sıcaklık dudaklarına da yansıdı ve ışıltılı bir gülümseme dudaklarını esir aldı. "Aymar..." diye hatırlattı annesine. Her hücresini canlandıran, ruhuna bahar açtıran isimdi bu.

 

"Ah..." dedi kadın bunun üzerine. "Aymar... Kendi gibi adı da güzelmiş."

 

"Öyle..."

 

Bir banka oturduklarında "Seviyor musun onu?" diye sordu Gülseren Bakırcı oğluna.

 

Aymar'ın yüzü gözlerinin önüne gelirken başını kaldırıp gökyüzüne baktı Çetin, kalbi yalnızca düşünürken bile dört nala koşuyordu. "Çok..." diye cevap verdi annesine.

 

Dingin bir ifadeyle oğlunu izleyen kadın, "Gözlerinden belli, adı geçince ışıldıyor güzel gözlerin." dedi usulca. "Peki o seni seviyor mu?"

 

Derin bir nefes aldı Çetin... Bu hayattaki en büyük başarısıydı belki de Aymar'ın sevgisini kazanmak... "Seviyor." dedi bir an bile şüphe etmeden. Yaşananlar, geride bıraktıkları bu dört ay, hiçbir şey bunu değiştiremezdi. Aralarındaki sevgi, aşk ve tutku sarsılmaz bir duvar gibiydi etraflarında.

 

"Belli..." dedi kadın bu kez. Parmaklarıyla oynamaya başlamıştı. "Sevmese, seninle birlikte sürekli benim gibi birini görmeye gelir miydi?"

 

Huzursuz bir ifadeyle kaşları çatıldı Çetin'in. "Neden öyle söyledin? Aymar seni çok sevdi."

 

Bu doğruydu. Ayrı kaldıkları bu dört ayda bile Aymar'ın annesini ziyarete gelmeyi ihmal etmediğinden haberdardı. Meraklı gözleri annesinin yüzüne bir cevap ister gibi bakıyordu ama annesinin gözleri karşılarındaki bir noktaya dikilmişti. O an ellerinin titremeye başladığını fark etti Çetin. Tüm bedeni gerilirken onu ürkütmemek için usulca eline uzanıp, kucağında birleşmiş olan titrek elleri tuttu. "Anne..." diye mırıldandı kadifemsi bir sesle.

 

Gülseren Hanım irkilerek gözlerini o noktadan çekip oğluna döndüğünde elleri daha çok titremeye başlamıştı. O an anladı Çetin, yeni bir kriz kapıdaydı. Bakışları hızla annesinin yüzünden hastane bahçesine kayıp bir doktor arayışına girmişti bile. Biraz ileride durmuş onları izleyen annesinin hemşiresini gördüğünde az da olsa rahatladı ve genç kadına yanlarına gelmesi için işaret verip yeniden annesine döndü. Titremeler daha da şiddetlenmişti. "Anne..." diye fısıldadı bir kez daha yatıştırıcı bir sesle. "Sorun yok, iyisin... İyi olacaksın."

 

Gülseren Hanım, titreyen ellerinin ve oğlundaki paniğin aksine büyük bir sakinlikle bakıyordu Çetin'in yüzüne. Tek bir cümle... Dağ gibi adamı küçük bir çocuk gibi hüngür hüngür ağlatmaya yetecek tek bir cümle...

 

"Sen kimsin? Arkadaşlarımla tanışmak ister misin? Belki hepimiz arkadaş olabiliriz."

 

Ve gözleri ile ileride kalan bir noktayı işaret etti. Gülseren Bakırcı'nın aksine, Çetin Aral Bakırcı o noktada hiçbir şey görmüyordu.

 

🃏🎲

 

Rehabilitasyon merkezinden çıkıp arabasına yerleştiğinde derin nefeslerle kendini sakinleştirmeye çalışıyordu Çetin. Korktuğu gibi bir kriz olmamıştı ama bir saniye önce annesinde bir yeri varken bir saniye sonra tamamen bir yabancıydı.

 

Elleriyle yüzünü sıvazlayıp kendini toparladıktan sonra arabayı çalıştırmak için uzandı ama çalan telefonu onu durdurmuştu. Annesinin yanına çıkarken arabada bıraktığı telefonunun varlığını unutmuştu ve ancak şimdi hatırlıyordu. Yolcu koltuğunda duran ceketinin cebimden telefonu çıkarıp ekrandaki ismi gördüğünde kaşlarını çattı. Ersin arıyordu. Telefonu yanıtlayıp kulağına yasladı ve "Söyle..." dedi ifadesiz bir sesle.

 

"Abi..." dedi Ersin tedirgin bir sesle. Bu ses tonunun, bir şeylerin yolunda gitmediğine işaret olduğunu bilecek kadar uzun zamandır tanıyordu Çetin Ersin'i.

 

"Bize verdiğin fotoğraflardaki kadınlar..." diye girdi söze Ersin ama devam edemedi konuşmaya. Çetin parmaklarını direksiyona yaslayıp siyah kaliteli derinin üzerinde ritip tutarken, "Evet Ersin, o kadınlar..." dedi sabrı tükenmiş bir sesle.

 

Ersin derince bir iç çekip devam ettiğinde, dudaklarından dökülen her kelime şiddetli depremlerle eşdeğerdi.

 

"Kadınların on ikisini bulmayı başardık ama buna ne kadar bulmak denirse... Öldürülmüşler abi. On iki kadının on ikisi de öldürülmüş. Geriye kalanları da araştırıyoruz ama ümit yok diyebiliriz..."

 

🃏🎲

 

Bölümü nasıl buldunuz?

 

Bölümü kontrol etmeye fırsat bulamadım, hatalarım çoktur muhtemelen kusuruma bakmayın💖

 

Normalde burada bitmeyecekti ama bu haliyle bile 8bin kelimeyi aştık... Ve devamı Ramazan ayı için pek uygun değildi🤭

 

Bir sonraki bölüme kadar kendinize iyi bakın, sağlıcakla kalın çiçeklerim 💖

Loading...
0%