Yeni Üyelik
11.
Bölüm

10| Bi̇ti̇şler Ve İti̇raflar

@saniyesolak

Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın çiçeklerim ❤️

Keyifli okumalar diliyorum✨

💎🎭

YAZARDAN:

Aşk...


Ne zehirli bir duyguydu. Genç adam arabayı kullanırken yola odaklanmaya çalışıyordu ama yan tarafındaki kıza bakmadan da duramıyordu. Bakmak, baktığında onda gördüğü kıskançlık duygusu canını yakıyordu. Belli etmemeye çalıştığının farkındaydı ama bu konuda başarısızdı. Uzun tırnaklarını avuç içlerine öyle bir gömmüştü ki, tırnaklarının avuç içlerine oturduğuna ve tırnak izlerinin kanlandığına yemin edebilirdi. Gözleri kanlanmıştı. Ağlamak, bir şeyleri kırıp dökmek istediğini biliyordu ama yapamıyordu. Kendisinden çekindiğinin farkındaydı. Tıpkı yalnız kaldığı ilk anda geçireceği sinir krizinin de farkında olduğu gibi.


"İyi misin?" diye sordu kızı sıkıştırmak için. Evet onu sıkıştırmak istiyordu. Artık bu duruma katlanamıyordu. Çok aşıktı. Öyle çok aşıktı ki bu kız için ölebilir, öldürebilirdi. Ama aşkının bir karşılığı yoktu. şık olduğu kızın kalbinde kuzeni yatıyordu. Savaş... Gönüllerin prensi Savaş... Ailenin altın çocuğu Savaş... Çoğu zaman onu yok etme düşüncesiyle yüz yüze geliyordu. Onu yeryüzünden silmek, hafızalardan kazımak istiyordu çoğu zaman. Bir yere kadar... Savaş'ın hiçbir suçunun olmadığının farkındalığı yüzüne çarpıyordu sonra. Savaş Yasemin'den nefret ediyordu. Sırf âşık olduğu kadın platonik seviyor diye de kuzenini öldüremezdi. Henüz o kadar benliğini kaybetmemişti.


"Çok iyiyim. Neden iyi olmayayım ki?"


Yan gözle, kendine bakarak konuşan kızın konuşurken güldüğünü gördü. Alaya vurmak için taktığı maskesiydi bu. Şu an gülmek değil, hıçkıra hıçkıra ağlamak istediğini de biliyordu. Sesi ele veriyordu genç kızı. Gelen ağlama isteğini bastırmaya çalışırken titreyen sesi...


Sessiz kalmayı tercih etti genç adam. Ne diyecekti ki? şık olduğun adam, gözünün önünde ezik olarak saydığın bir kızla öpüştü. İyi olduğundan emin misin mi? Ah bu tamamen deli saçmalığıydı ama bu fikir aklının kuytu köşelerinden tırmanarak zirveye çıkmaya başlamıştı. Geçerken geçtiği her bir noktayı acı verici bir şekilde yakıyor, o acı bu düşünceyi dile getirmeye zorluyordu genç adamı. Gözleri bir kez daha genç kıza kaydığında, genç kızın başını koltuğa yaslayıp cama doğru döndüğünü gördü. Ve camdan yansıyan görüntüsünde, yanağından kayan bir damla gözyaşını.


Kalbi bir zımpara ile zımparalanıyordu sanki. Gözlerini kapattı, birkaç derin nefes alışverişiyle kalbindeki yangının acısını söndürmeye çalıştı ama nafile. Alışırım dediği duruma alışamıyordu. Yasemin'in kendisini seveceğine hep bir inancı vardı. Bir zamanlar... O inanç, şiddetli depremlerin yoğun sarsıntılarına maruz kalıyordu ve durulduğunda geride tek bir gerçek bırakıyordu.


Yasemin seni asla sevmeyecek!


Yüzleştiği bu gerçek ise o depremi yeniden ve yeniden başlatıyor, umutlarını yerle bir ediyor ve gidiyordu. Gerçekler tamamen bundan ibaretken o tüm gerçeklere sırtını dönüyor, yıkılan umudunu yeniden inşa ediyor.ve günün sonunda yeniden Yasemin'in yanında buluyordu kendini.


Ama ne vardı biliyor musunuz? Aşkta umudunuzu yeniden inşa edecek malzeme çok azdı ve hep aynı malzemelerle inşa ettiğiniz o umut çürür, en ufak bir rüzgârda tuzla buz olurdu. Genç adam umudunun tuzla buz olduğunu hissetti. Bir daha inşa etmek için uğraşmalı mıydı? İşte bundan şu an emin değildi. Bu kez o umudu yeniden inşa etmek için o kadar da hevesli değildi.


Aklından geçen tüm bu düşüncelerin karmaşasının aksine suskunluğunu korudu. Eve geldiklerinde ve arabayı durdurduğunda Yasemin arabadan fırlarcasına indi. Güney onun bu haline şaşırmadı. Başını iki yana sallayarak acele etmeden indi arabadan. Aksel'in arabası hemen arkalarında durmuş ve Aksel'de arabadan inmişti. Bu herifin peşlerinden neden geldiğini de anlayamıyordu. Kuyrukları gibi her yere peşlerinden geliyordu. Ters ters baktı Aksel'e. Aksel umursamaz bir şekilde başını 'Ne var?' dercesine salladığında gözlerini sabır dilenircesine havaya dikip onu umursamadan Yasemin'in ardından eve girdi.


Yasemin koltuğun ucuna oturmuş, dirseklerini dizlerine dayamış yüzünü avuçlarının arasına yaslamış, gergin bir şekilde bir bacağını sallıyordu. Onun bu hali genç adamın adımlarını duraksattı. Salonun girişinde durup bir süre öylece izledi genç kızı. Kalbindeki yangın zaman geçtikçe sönmek yerine daha çok harlanıyordu. Her zaman olduğu gibi arkasını dönüp gidebilmeyi, odasına çıkıp uyumayı ve sabah olduğunda hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam edebilmeyi diledi. Yaşananlar hiç yaşanmamış gibi...


Yapamadı... Çürüyen umudu buna izin vermedi.


"Yapma Yasemin! Benim önümde bari yapma!"


Ses tonundaki yakarış kalbindeki yangının isiyle kaplıydı. Gözleri o alevleri gözbebeklerinde yaşatıyordu.


Yasemin ellerini yüzünden çekip Güney'e baktı. Biraz önce gördüğü manzara gözlerinin önünden gitmiyorken ve hissettiği acıyı, kıskançlığı içinde tutmaya çalışıp bastırıyorken, bir de Güney ile uğraşmak istemiyordu.


"Ne saçmalıyorsun Güney?" diye sordu yorgun bir sesle. Yorgun hissediyordu. Ruhsal olarak çökmüş gibiydi ve bir yanı hâlâ Savaş'ın o kız ile öpüşmüş olduğu gerçeğine inanmak istemiyordu. Ama olmuştu. O ikisi öpüşmüştü. Bu gerçek bir kez daha gözyaşlarının gözlerine akın etmesine neden olduğunda oturduğu yerden kalktı ve "Ya da boş ver! Ben yorgunum yatmaya gidiyorum." dedi. Bu kez gelen yaşları geri gönderebileceğini sanmıyordu. Parmakları karıncalanıyordu. Bir şeyleri kırmak istiyordu. Ah bu terim hafif kalır, her şeyi yerle bir etmek istiyordu. Özellikle de İzel denen o kızı.


Adımları salonun çıkışına yöneldi. Güney'in yanından geçerken yüzüne bile bakmadan geçmeyi düşünüyordu ama Güney kızın kolundan tutup durdurarak bu düşünceyi bertaraf etti. İçindeki yangın sönüyordu. Sönüyordu sönmesine ama daha tehlikeli bir hale geliyordu. Kapkara yanmış olan kalbinden yükselen dumanlar öfkenin habercisiydi.


"Deli gibi kıskanıyorsun değil mi? Şu an bu binayı yıkmak istiyorsun. İçinde öyle bir öfke ve acı var ki, içten içe seni yiyip bitiriyor ama içinden de atamıyorsun. Çok seviyorsun çünkü. Değil mi?”


Farkında olmadan tuttuğu kola fazla baskı uyguluyordu. Yasemin yüzünü, hissettiği acıyla buruşturup "Güney saçmalamayı kes ve bırak kolumu." diye bağırdı. Genç adam duymadı. Öfkenin o katran karası dumanı tüm benliğini sarmış onu kör sağır yapmıştı. Ama dudakları serbestti. O dumanı içinden atacak olan dudakları...


"Nereden mi biliyorum bunları Yasemin?"


Sesi her kelimede daha yüksek çıkarken boştaki eliyle kızın diğer kolunu da tutup hemen yanındaki duvara sertçe yasladı kızın bedenini. Yasemin Güney'in bu halleri karşısında şok olmuş durumdaydı. Güney Kalkavan, aşkıyla yanıp tutuşan, gözlerinin içine bakıp, saçının teline kıyamayan adam şu an ciddi anlamda canını yakıyordu.


"Güney!" diyerek hayretle soludu kelimeleri ama Güney duymuyor, görmüyordu. İpleri koparmış, kırmızı bir odanın içine koyulmuş bedenine kızgın şişler batırılmış bir boğa gibiydi. Kırmızıya öfkeli sanılıyordu ama bedenine batırılmış kızgın şişelerin canını ne kadar yaktığını kimse hesaba katamıyordu.


Güney Yasemin'i iyice duvara yapıştırırken "Biliyorum çünkü aynen böyle hissediyorum." diye bağırdı. İçinde biriken her şeyi kusuyordu şimdi. Tüm kıskançlıklarını, acılarını, yaralarını...


Genç kızın bedenini duvardan ayırıp bir kez daha, daha sertçe itti duvara.


"Senin bana yıllardır hissettirdiğin şeyler bunlar çünkü."


Yasemin kollarını Güney'in ellerinden kurtarmaya çalıştı ama başarısızdı. Saçlarını şefkatle okşayan ellerin, bedenini şefkatle saran kolların gücünü o anlarda fark edememişti ama şimdi net bir şekilde anlayabiliyordu. Karşısındaki adamı tanıyamıyordu.


"Aksel!" diye bağırdı genç kız kurtulamayacağını anladığında. Ancak hemen ardından Güney'den duyduğu cümle ile bunun da işe yaramayacağını anladı.


"Eğer karışırsan kendini öldü bil Aksel!"


Sesi öyle yüksekti ki adamın, genç kızın kulakları çınlıyordu.


"Neden?" diye sordu Güney. Ses tonu şimdi kısıktı. Hatta fısıldar gibi. Sesi yorgun, gözleri doluydu. Ağlamak üzere gibi...


"Neden aşkıma karşılık vermek bu kadar zor?"


Yüzünü buruşturdu, tutuşu şimdi gevşemişti bir nebze de olsa. Ama Yasemin kurtulmak için bir hamlede bulunmadı. Şu an doğru zaman olmadığının farkındaydı. Güney patlamaya hazır bir bomba gibiydi ve her an patlayabilirdi. En son isteyeceği şeydi kendine patlaması. Bu yüzden hamle yapmadan bekledi. Öfkesini kusmasını bekledi.


"Neden ben değil de Savaş?"


Duyduğu isim kızın kalbini harekete geçirdi. Adını duymak bile heyecanlandırıyordu. Çünkü diye girmek istedi söze. Çünkü sen çantada kekliksin benim için. Çünkü sen sıkıcısın. Tribal aşık modundasın...


Diyemedi. Bunları söylemek Güney'in öfkesini daha da harlardı. Bu ise en son istediği şeydi.


Güney kızın susup öylece bakmasına daha da delirdi ve gevşettiği parmaklarını yeniden sıkıp kızı bir kez daha yasladı duvara sertçe.


"Susma bir cevap ver bana!"


Sesi yeniden ses tellerinin sınırlarını zorlayacak kadar yükselmişti. Kızarmış gözleri ve gergin yüz hatlarıyla çıldırmış gibi görünüyordu.


"Güney!" dedi genç kız temkinli bir sesle. Gözlerine korkuyu yerleştirdi. Korktuğundan değil, Güney gözlerinde korkuyu görürse geri adım atar diyeydi. "Önce sakinleş, bu konuyu sen sakinleştiğinde konuşalım lütfen." dedi. Güney'de herhangi bir değişim olmadığında sesini titreterek konuşmasına devam etti.


"Lütfen sevgilim, beni korkutuyorsun. Beni üzüyorsun..."


Ve bu cümle Güney'in iplerini koparan cümle oldu. Gözleri döndü ve bir elini kızın kolundan çekti. Yasemin tam bunun işe yaradığını düşünüp rahatlayacaktı ki, yanıldığını anlaması sadece bir saniyesini aldı.


Güney'in uzun, ince, kemikli parmakları genç kızın ince boynuna dolandı ve çenesini sıktı. Yasemin bu hareketin getirdiği şok ile afallarken Güney yüzünü iyice kızın yüzüne yaklaştırıp tıslarcasına konuştu.


"Yalan söylüyorsun Yasemin! Evet üzgünsün ama nedeni ben değilim, Savaş... Evet korkuyorsun ama benden değil... O burslu kız ile Savaş'ın arasındaki şeyden. Senin kalbinde hiçbir zaman yerim olmadı benim, duygularının hiçbiri bana değildi. Hiçbiri... Nefretin bile. Ona bile layık görülmedim senin gözünde."


Öyle derin soluyordu ki Güney, o kızgın boğanın her yeri kan revan içinde kalmışta ölmeden önce son nefesini veriyordu sanki. Acı çeke çeke ruhu bedeninden ayrılıyordu sanki. Sahi ruhu bedeninden ayrılsa bu kadar acı verir miydi? Damarları belirginleşmiş ve kıpkırmızı olmuştu mavi gözleri. Kendini o kadar kasıyordu ki, alnında bir damar çıkmış her an patlayabilirmiş gibi duruyordu. Beyaz teni öfkeden kıpkırmızı kesilmişti.


"Güney gerçekten saçmalıyorsun." dedi kız hızla. Çenesi onu sıkan ellerin baskısıyla acıyordu. Duvara öyle çok bastırıyordu ki Güney kafasını, başı birazdan ezilecekmiş gibi hissediyordu. Durumun ciddiyetini yeni yeni kavrıyordu.


"Ama bitti." diye soludu genç adam dudakları kızın kulağına yapışıkken. Sıktığı dişleri yüzünden kelimeler dişlerinin arasından buldukları boşluklardan çıkıyorlar, çıkarken olduğundan daha korkutucu bir havaya bürünüyorlardı.


"Artık senin kuklan olmayacağım."


Burnu genç kızın yanağına sürtünürken genzine dolan kokunun işini kolaylaştırdığı söylenemezdi. Ama öfkeliydi ve öfkesi şu an mantığıyla hareket etmesini sağlıyordu. En azından Yasemin'e karşı. İçinde öyle bir yangın başlatmıştı ki bu kadın, sönmesi imkansızdı bunu biliyordu. Sönmesini beklemiyordu zaten, tüm benliğini sarmadan kontrol altına almalıydı. Kontrol altına almak için de bu kadından uzak durmalı... Yoksa yanan sadece kendisi olacaktı.


"Hayır!" diye geçirdi içinden, "Buna izin vermeyeceğim, artık değil."


Dudaklarını kızın yanağına bastırıp yavaşça öptü. Alnı şimdi kızın şakağına yaslanmıştı. Önce kolundaki el gevşedi Yasemin'in sonra ise çenesi serbest kaldı. Algılama yetisini kaybetmiş olan Yasemin şu an Güney'i çözemiyordu. Ne demek istiyordu şimdi bu adam?


"Güney..." dedi bir kez daha fısıldarcasına. Kavisli kaşları çatılmıştı. "Sevgilim neden böyle konuşuyorsun?" diye sordu. Sesinden olanlara, Güney'in sözlerine bir anlam veremediği anlaşılıyordu.


"Sevgilim deme!" diye bir kez daha tısladı Güney. Canının daha önce bu kadar acıdığını hiç hatırlamıyordu. Her yerde, aile içinde ya da çevrede Savaş'ın altında ezilirken bile şu an hissettiği kadar rahatsız değildi. Göğsünü deşip kalbini yerinden söküp atası vardı.


Aşk...


Ne zehirli bir duyguydu...


İnsana ölmeyi diletiyordu...


"Eskiden senden duyduğum bu kelime beni heyecanlandırırdı. O kadar heyecanlandırırdı ki, sevişirken bile o kadar heyecanlı hissetmezdim Yasemin. Ama artık sadece midemi bulandırıyor. Herkes beni çok yanlış anladı, sen bile... Bedeninle sevişmek istediğimi sandılar, sandın... Halbuki ben ruhunla sevişmek istemiştim."


Başını iki yana salladı. Ciğerinden kopan derin nefesler kızın boynuna dökülüyordu. Birkaç saniye sustu. İçinde kopan o fırtınayı içinden atmak istiyordu ama o fırtına öyle büyüktü ki, içinden attığında geriye Güney Kalkavan'dan eser kalmazdı. Yutkundu... Biraz önceki delirmiş halinin aksine daha sakin olduğunu düşündüğü bir sesle konuşmaya devam etti.


"Sense ruhunu hep kaçırdın benden, sakladın... O kadar çok sakladın ki artık bir ruhunun varlığına bile inanmıyorum. Hep bir gün beni seveceğin umuduna tutundum ama bugün tutunacağım o umut toz olup rüzgâra karışıp uçtu gitti. Artık bitti Yasemin."


Alnını ayırdı genç kızın şakağından, kolunda gevşekçe duran elini çekti ve uzaklaştı. İki kolu da amaçsızca iki yanında sallanırken son kez baktı her zerresini ayrı sevdiği yüzüne.


Yasemin yüzünde şaşkınlığın emareleriyle öylece bakıyordu karşısında bir enkaz gibi duran adama. O kadar şaşkındı ki konuşmayı unutmuştu. Güney'in sözleri... Bunlar bu adamdan duymaya alışık olmadığı cümlelerdi.


Güney kendisini terk ediyordu...


"Yapamazsın!"


Sonunda konuşmayı hatırladığında dudaklarından çıkan ilk cümle bu oldu.


Yapamazdı... Güney kendisini terk edemezdi... Yasemin Koçer terk edilemezdi...


Omuz silkti Güney, dudaklarında acı dolu bir gülümseme ve sol gözünden akan bir damla yaşla "Yaptım bile!" dedi. Sesi de gülümsemesi kadar acıya boyanmıştı.


Genç kız başını iki yana salladı kabul etmediğini gösterircesine.


"Sen bensiz yaşayamazsın Güney!"


Sesinde bir telaş vardı. Güney'i kaybetmenin telaşı değil, terk edilmenin telaşı vardı. Tabi bir de Güney'in ona verdiği gücü kaybetmenin telaşı... Kalkavan erkeklerinde bir şey vardı... Otoriteyi mükemmel bir şekilde sağlamayı iyi beceriyorlardı. Kendi babasının okulunda kendisinden daha çok söz sahibi olabilecek kadar iyi beceriyorlardı hem de. Savaş'ı elde edemediği için Güney'e yönelmemiş miydi zaten? Şimdi kaybedemezdi... Hayır bu olamazdı...


Güney genç kızı baştan aşağı süzdü. Sözleri büyüyü bozmuş, gözlerindeki perde kalkmıştı sanki. Aslında o perde hiç var olmamıştı. Kendi kendine görmezden gelmeyi seçmişti. Bunu itiraf etmek zor olsa da etmek zorunda kaldı. Bu kadının yanında kör taklidi yapmak o kadar kolaydı ki...


Şimdi onu süzerken gördüğü tek şey saç uçlarından ayak parmaklarına kadar kibre bulandığıydı.


Sen bensiz yaşayamazsın Güney!


Yaşayamazdı gerçekten de... Ama Yasemin'e bunu söylemedi... Onun kibrini daha da beslemeyecekti.


"Asıl şimdi yaşamaya başlayacağım. Seninleyken yaşadığımı mı sanıyordun sen?"


Ve bu sözler Güney'in son sözleri oldu. Hızla arkasını dönüp geldiği yolu geri döndü ve kapıyı sertçe çarpıp çıkıp gitti o evden.


Yasemin çarpan kapıyla hafifçe irkildi. Güney gitmişti... Gerçekten gitmişti... Derin bir nefes alıp aklını toparlamaya çalıştı. Toparlamak imkânsızdı. Sakinleşmek için gözlerini kapatıyor, o ikisinin öpüşmesini görüyordu. Savaş'ın o kıza tutkuyla karşılık vermesini... Gözlerini açıyordu Güney'in gidişiyle yüzleşiyordu. Hangisi daha ağırdı karar veremiyordu.


Bir süre olduğu yerde öylece kaldı ve düşüncelerine daldı. Daldı ve boğuldu...


İzel ve Savaş öpüşüyordu...


Kıskançlığın zehri aşırı dozla damardan veriliyordu...


İçindeki öfkeyi atamıyor Güney'den saklamaya çalışıyordu...


Ruhu çürüyordu...


Güney gidiyordu...


Yapayalnız kalıyordu...


Nefesi hızlanmaya başladı. Aldığı nefes ciğerlerine ulaşamıyormuş gibi ciğerleri sıkıştı. Daha çok nefes almaya çalıştı. Nefes ciğerlerine ulaştığında milyonlarca cam parçası halinde ciğerlerini parçaladı.


İzel ve Savaş öpüşmüştü...


Tutkuyla...


Delirmenin eşiğindeydi...


Güney gitmişti...


O eşikten içeriye ilk adımını attı...


Bir çığlık koptu ciğerinden. Elleri saçlarının arasına yerleşti ve yolarcasına çekiştirdi saçlarını. Başı hızla etrafını tarıyordu ama sanki oda onun etrafında dönüyordu. Gözlerinde dehşetin kızıl çizgileri vardı, aralık dudaklarından içeriye giren hava, hırıltı olarak çıkıyordu dışarıya. Aklından saniyede yüz tane düşünce geçiyordu ve o hangisine odaklanacağını şaşırmış bir şekilde olduğu yerde sallanıp duruyordu.


Sonra gözlerinin önünde bir resim belirdi. O kızın resmi... Neydi adı?


İzel Hancı...


Bir hafta... Okula başlayalı bir hafta olmuştu ve sebep olduğu şeyler... Başını salladı iki yana Yasemin.


"Hayır!" dedi genizden gelen yakıcı bir sesle. "Bir haftada hayatımı bu kadar etkilemiş olamazsın!"


Etkilemişti...


"Hayır her şeyimi elimden alamazsın seni aptal kız."


Delirmiş gibi başını iki yana salladı. Dişlerini o kadar çok sıkıyordu ki diş etleri ağrımıştı. Hissetmiyordu... Hissettiği tek şey intikam alma duygusuydu. İntikam istiyordu... Alacaktı da...


Bu düşünce onu biraz olsun sakinleştirdi. Ne yapacağını iyi biliyordu. Birkaç hızlı adımda koltuğa bıraktığı çantasına ulaştı ve içinden telefonunu çıkardı. Boğazını temizledi ve girdiği rehberden aradığı numarayı saniyeler içinde buldu. Düşünmeden aradı numarayı bir kez çaldığında kapattı, sonra bir daha aradı ve bir kez çalınca yeniden kapattı. Bunu bir kez daha tekrarladıktan sonra elinde telefonla beklemeye başladı. İçinden saydı... Otuza kadar... Ve otuzuncu saniyeye girdiğinde elindeki telefon çalmaya başladı. Beklemeden açtı telefonu ve kulağına dayayıp ilk olarak karşı tarafın konuşmasını bekledi.


"Söyle!"


"Yardımına ihtiyacım var..."




💎




Nefes al... Nefes ver... Nefes al... Nefes ver... Nefes al... Nefes ver... Nefes alama ve verecek bir nefesin olmasın. Ruhun bedenini terk edip ebediyete karışsın. İnsan hayatı tamamen bundan ibaretti. Bir an vardık ve diğer an yoktuk...


Şu an nefes alamadığın bir noktadaydım. Ciğerlerimde bir miktar hava vardı, onunla idare ediyordum. Açık olan gözlerimin önünde baloncuklar uçarken ciğerlerimin taze oksijen için çırpınmaya başladığını hissediyordum.


Hayır ölmüyordum.


Su dolu bir varilin dibinde oturmuş, nefes tutma egzersizi yapıyordum.


Kolumdaki saati gözlerimin önüne getirip ekranına dokundum. Mavi bir ışık suyun içinde dalga dalga yayılırken değerler gözlerimin önüne serildi. Kalp atışlarım yavaştan hızlanmaya, nabzım ise kalbimin aksine yavaşlamaya başlamıştı. Ve suya daldığımdan bu yana dokuzuncu dakikayı geride bırakmıştım. Kolumu yeniden kendime çekip karnıma sardım ve başımı varilin metal yüzeyine yasladım. Kendi rekorum yirmi dakika yirmi üç saniye, bilinen Dünya rekoru yirmi dört dakika otuz yedi saniye bilinmeyense yirmi yedi dakika kırk sekiz saniyeydi. Damla kırmıştı... Utanmasa kalan ömrünü suyun altına geçirecekti.


Gözlerimi kapattım ve geçen seferin aksine ılık suyun tadını çıkarmaya çalıştım. Gece, bazen varilleri buzlarla doldururdu. Onun içinde durmak çok daha zor olsa da artık alışmıştık. Yine de ılık suyu tercih ederdim. Her geçen saniye ciğerlerim biraz daha sıkışıyordu ama henüz zorlandığım bir noktada değildim. Burnumdan ve ağzımdan dolan sular, ciğerlerime sızmadığı sürece daha dayanabilirdim bu duruma.


Birkaç saniye daha başım varilin sert yüzeyinde yaslı gözlerim kapalı bir şekilde kaldım. Zaman suyun altında duruyordu sanki, o birkaç saniye olduğundan çok daha uzun geliyordu insana. Zaman'ın ağırlığını her zerrende hissediyordun. Yavaşça araladım gözlerimi ve önümde uzayıp giden suya baktım. Saçlarım suyun içinde dalgalanıyordu. Bakışlarımı yavaşça yukarıya doğru kaldırdım ve suyun içinde dalga dalga dağılan ışığın kaynağına baktım. Gördüğüm şey, görmeyi beklediğim şey değildi...


Bir çift mavi göz... Okyanusa benzeyen...


Hayaldi... Birkaç saniye öylece bakakaldım o mavilere. Suyun içindeki ışığın kaynağı şimdi o mavilerdi sanki. Kalbim ritim değiştirdi.


Göğsümde bir sıkışma baş gösterdi. Yutkundum, beraberinde bir miktar suyu da yuttum. Gözlerimi sımsıkı yumdum görüntünün gitmesi adına. Onun çok güzel gözleri vardı ve o gözleri gördüğümde değişen hislerim ve kalbimin ritmi hiç hoşuma giden bir ayrıntı değildi.


Birkaç saniye sımsıkı yumulu olan gözlerimi yeniden yavaşça, temkinli bir hareketle açtığımda bu kez çok daha başka bir görüntüyle karşı karşıya kaldım.


Savaş ve ben... Arabanın içindeydik... Öpüşüyorduk...


Aklımın bana oynadığı bu oyun dikkatimi dağıttı, bir anlık dağınıklık bana hata yaptırdı ve soluk borumdan aşağıya yaka yaka inen suyu hissettim. Yangın ciğerlerimi yakmaya başlarken derin bir öksürme ihtiyacıyla kıvranıyordum. Öksürmemek adına bir elimle ağzımı ve burnumu kapatırken hızla varilin içinde doğruldum ve yüzeye doğru yüzdüm. Boyumu en fazla bir buçuk metre falan geçiyordu ama o an o mesafe bana o kadar uzun geldi ki... Ciğerlerim acıyla kasılıyordu. Suyun içinde olduğum halde gözlerimin dolduğunu hissedebiliyordum.


Sonunda başım suyun yüzeyine çıktığında derin bir nefes almaya çalıştım ama aynı anda öksürük krizleri de başladı. Her öksürüşümde ciğerimden bir parçayı da atıyordum sanki. Ellerimle varilin iki yanından tutarken öksürüklerim hâlâ aynı şiddetiyle benimleydi. Boğazımın tahriş olması bir yana ciğerlerim kanıyordu sanki. Sular saçlarımdan akarken ve yüzüm sırılsıklamken bile yanan gözlerimden dökülen yaşları ayırt edebiliyordum. Tanrım, canım acıyordu.


Omuzumda bir el hissettim. Uzaklardan gelen boğuk bir ses vardı ama anlaşılmıyordu ne söylediği. Bir yandan nefes almaya çalışırken diğer yandan da öksürüyordum ve alnım da ellerimin ortasında, içinde durduğum varilin kenarına yaslanmıştı.


"İzel?"


Gece'nin sesini sonunda algıladığımda öksürüklerimin şiddeti azalmıştı. Derin derin nefes alırken kontrolü kaybedip afalladığım için şaşkındım da aynı zamanda.


"Hey! İyi misin? Sorun ne? Ne oldu?"


Gecenin arka arkaya sıraladığı soruları duymazdan gelip kollarımdan güç aldım ve kendimi yukarı itip varilin kenarına oturdum. Bacaklarımı da suyun içinden çıkarıp varilin içinden tamamen çıktım. Varilin büyük bir çoğunluğu zeminde gömülü olduğu için varilden çıkmak için birinin yardımına ihtiyaç yoktu. Yerde duran havluyu alıp bedenime sardım ve çıkışa doğru yürümeye başladım. Ama Gece gitmeme izin verecek gibi görünmüyordu.


"İzel bekle!"


Sesiyle eş zamanlı olarak kolumdan da tutuldum. İçinde olduğumuz depo soğuktu ve baştan aşağı sırılsıklamdım. Ilık suyun içinden çıktığımı da göz önünde bulundurursak, haliyle donuyordum. Çenemi kasarak titremesine engel olup "Bırak lütfen Gece! Kendimi pek iyi hissetmiyorum." diye mırıldandım. Islak saçlarım yüzümün her yerine yapışmıştı. Boğazımda hâlâ iğrenç bir acı vardı, ciğerlerimde de aynı şekilde.


Gece, şüpheyle yüzümü süzdü yosun tutmuş denizleriyle. Gözlerimi gözlerine diktim. Beni rahat bırakması gerektiğini anlamalıydı.


"Sorun ne? Olması gerekenden çok daha erken çıktın sudan..."


Eğik olan başımı dikleştirip başımı hafifçe sol omzuma doğru yatırdım ve sulanan gözüm yüzünden akan burnumu çekip "Belki de dün o dağın başında, soğukta beklerken hasta olmuşumdur Gece? Malum senin yüzünden o otobüsten atılmıştım ya hani..." dedim. Sesimde sertliğin gizli tohumları vardı.


Gece'nin burnundan bıkkın bir nefes döküldü.


"Sen inat etmesen hiç bunlarla uğraşmak zorunda kalmayacağız İzel!"


Kızgın ve bir o kadar da suçlayıcı çıkan sesi bana kendimi suçlu hissettirmeye programlanmış gibiydi. Kolumu hâlâ tutuyordu. Kaşlarım çatılırken kolumu elinden sertçe çektim ve "Huyum kurusun inat etmeden yaşayamıyorum ben." diye bağırırcasına konuştum.


"İzel!" diyerek araya girecek oldu ama her zamanki klişeyi yaşadık ve "Yeter!" diyerek kestim sözünü. "Daha fazla bir şey duymak istemiyorum. Sadece gitmek istiyorum."


"Bugün baban gelecek!"


Tam gitmek için arkamı dönüyordum ki, söylediği sözler, tüm bedenim bir elektik akımına kapılmış gibi bir etki yarattı bende. Ondan çektiğim gözlerimi yeniden ona çevirdim. Devam etti.


"Saat üç gibi uçağı inecek dört gibi burada olur, geç kalma. Ayrıca... Sakın Savaş Kalkavan ile gidip gelmeyi falan da düşünme. Kameralara yakalanırsanız umurumda olmaz, görüntüleri değiştirmem, başının çaresine bakmak zorunda kalırsın. Ya da babana hesap vermek zorunda kalırsın."


Kaşlarım çatıldı. "Cuma günü gelmeyecek miydi?" diye sordum.


"Pazar günü göreve çıkacağız. Baban geldiğinde görevin ayrıntılarını öğreneceğimiz için ne kadar erken o kadar iyi kafasında şu an. Plan yapmak ve hazırlık derken kısıtlı sürede hata yapma oranımızın artacağını düşünüyor. Haliyle sıfır hata istiyor. Bu görevden kaldıracağı para oldukça fazla. Tam miktarını bilmiyorum ama şimdiye kadarki en büyük rakam olduğunu düşünüyorum."


Görev... Hayatımı baştan sona boka batıran o lanet olası kelime. Minik bir hırsızlık çetesiydik ve hırsızlığa çıktığımız anlara görev diyordum. Görev ki ne görev... Bu durum olmaktan nefret ediyordum. Hayatımdan nefret ediyordum ve kendimden... İğreniyordum.


Hiçbir şey söylemeden onu arkamda bırakıp depodan çıktım. Depo evin bodrum katıydı ve burası tamamen bizim eğitim ve antrenmanlarımız için dizayn edilmişti. Buraya tek iniş yolu asansörden geçiyordu ve asansörle bu kata inmeniz için şifre gerekliydi. Olası bir yakalanma ya da arama haline karşı, uygun görülen şey buydu. Eğer şifreyi üç kez üst üste yanlış girerseniz havalandırma deliğinden birinden hidrojen diğerinden oksijen olmak üzere iki farklı noktadan iki farklı gaz salınıyor ve dakikalar içerisinde ev havaya uçuyordu. Çünkü Gece'nin asıl pis işlerini döndürdüğü bilgisayarların tamamı da burada bir odadaydı. Geriye tek bir iz bırakmadan her şeyi yok edecek şekilde düzenlenmişti.


Asansöre geçtim ve şifreyi girdim. Henüz kendime gelebildiğim söylenemezdi. Savaş'ı öpmüştüm evet ama bu aklımı kurcalayan bir ayrıntı olmamalıydı. Önemsiz, bir daha tekrarlanması mümkün olmayacak bir şeydi. Güzeldi ama tek seferlikti. Sırtımı asansörün metal duvarına yasladım ve derince ofladım. Saçlarımdan akan sular çıplak kollarıma yapışıyor, hayata tutunmaya çalışıyorlar ama tutunamayıp asansörün zemininde can veriyorlardı. Asansör durana kadar saçlarımdan düşen damlaların hareketlerini izledim, asansör durduğunda çıktım asansörden ve çıplak ayaklarım çıplak zeminde ıslak izler bırakırken odama geçtim. Kapıyı kapatıp sırtımı kapıya yasladım ve kuruyan dudaklarımı dilimle ıslattım. Dilime bulaşıp damağıma yayılan tat beni dehşete düşürdü.


Savaş'ın tadı dudaklarımdaydı, dudaklarıma mühürlenmişti sanki. Onun tadını hissetmek dudaklarını da hissetmeme neden oldu. Tadı nasıl dudaklarımdaysa dudaklarının yumuşak ağırlığı da dudaklarımdaydı sanki.


Bu da neydi böyle?


Ne olduğunu bilmiyordum ama normal olmadığını biliyordum. Öptüğüm ilk kişi Savaş değildi ama şu an hissettiklerim ilkti. Normalde etkilese bile etkisi saniyeler içinde kaybolur ertesi gün ise sanki hiç yaşanmamış gibi olurdu. Yine öyle olmalıydı.


Bedenimin ve düşüncelerimin ihanetiyle sarsılıyordum, yıkılmama an meselesiydi. İnsanın düşünceleri kendine ihanet eder miydi? Benimki şu an bana ediyordu. İkiye bölünmüştü; biri diğerinin saçmalığından yakınıyor, diğeri ona kulaklarını tıkamış yeniden...


Yeniden Savaş ile öpüştüğünü hayal ediyordu...


Onun dudaklarının yeniden kendi dudaklarına dokunduğunu, kıvrımlarını, dilinin ıslak tadını, dişlerinin dudaklarına bıraktığı tatlı sızıyı...


Hepsini tekrar istiyordu.


Tüm bunları yeniden düşünmek kasıklarıma ince bir sızının saplanmasına neden oldu. Bacaklarımı birbirine bastırıp sızıyı görmezden geldim ve boğazımı temizleyip yutkundum. Düşüncelerimi geri plana atıp yaslandığım yerden doğruldum.


Etkisi üzerimden gidene kadar Savaş'ı düşünmemeliydim.


Adımlarımı banyoya yöneltip üzerimdeki havluyu kirli sepetine attım. Islaklığından dolayı üzerime yapışan mayoyu da havlunun yanına yollayıp duşa kabinin içine girdim. Soğuk suyu açıp altına girdiğimde soğuk bir an beni titretse de bulanan düşüncelerimi duruluyor, içimde uyanan arzuyu söndürüyordu.


Duşu uzun tutabilirdim, aklımın kıvrımlarında Savaş ve dudakları dolaşmasaydı... Ve daha fazlası... Hızlıca yıkanıp çıktım banyodan. Saç kurutma makinası kullanmaktan nefret ederdim bu yüzden saçlarımın ıslaklığını havluyla tamamen alıp nemli kaldıklarında taradım ve hızlıca saç kremini sürüp serbest bıraktım. Henüz vaktim vardı. Bu yüzden hazırlığı uzun tutup, her zamankinden daha fazla özenebilirdim ama, babamın geleceği gerçeği aklıma geldiğinde bu isteğim balon misali sönüyordu.


Bu yüzden gözüme ilk çarpan şeyi, siyah ince askılı bir crop ve siyah bir tayt giydim. Siyah bir deri ceket, beyaz spor ayakkabılar ve beyaz bir çanta ile hazırdım. Makyaj olarak da uğraşmak istemedim. Bu yüzden siyah kalın bir eyeliner ve koyu kırmızı mat ruj sürüp hazırlığımı tamamladım.


Yatağımın yanındaki komodinin üzerinde duran, şarjda olan telefonumu elime aldığımda Damla'nın Instagram’dan attığı videoların bildiriminden başka bildirim yoktu. Saate baktım. Derse iki saatten fazla zaman vardı ve ben otobüsle değil taksiyle gidecektim. Ah pekâlâ henüz çok erkendi ama evde durmak pek iyi hissettirmiyordu. Babam daha gelmeden kasveti basmıştı evi. Telefonu çantamın içine atıp kimseye haber vermeden çıktım evden. Hâlâ bildiğim bir taksi durağı numarası olmadığından hem taksiye denk gelmek için hem de biraz olsun gerginliğimi atmak, kafamı boşaltmak için yürümeye başladım. Hava soğuk denebilecek kadar serindi ama üşütmüyordu da. Hafif bir rüzgâr esiyor, dipleri hâlâ nemli olan saçlarım yüzünden rüzgâr olduğundan bir tık daha soğuk geliyordu ama sorun değildi.


Evin olduğu ıssız sokaktan çıkıp ana caddeye geçtiğimde biraz önceki sessizliğin yerini şehrin gürültüsü almıştı. Yollardan vızır vızır arabalar geçiyor kaldırımlar tıklım tıklım insanlarla doluydu. O insanların arasına karışıp kaldırımda yürümeye başladığımda gözlerim ben farkında olmadan insanları incelemeye başlamıştı bile. Hepsine ayrı ayrı odaklanmak mümkün değildi, çok kalabalıktı. Bir an birine bakarken diğer an gözünün gördüğü kişi başka biri oluyordu. Kimisi çok telaşlı, bir yere yetişmeye çalışır gibi yürürken kimisi aylaklık edip uyuşuk adımlarla insanları yavaşlatıyorlardı.


Ellerimi deri ceketimin ceplerine sokup biraz daha yoldan tarafa doğru kayarak yavaş adımlarla yürüdüm. Arada başımı çevirip gelen arabaların arasında taksi var mı diye bakıyordum ama gelen taksileri durdurmak gibi bir girişimde de bulunmuyordum. Bilmiyorum, canım biraz yürümek istiyordu. Sadece yürümek, düşünmeden öylece saatlerce yürümek. Ama düşünmemek imkânsızdı. Nefes aldığın sürece beyin düşünme işlevini bırakmıyordu ne yazık ki.


Gece'ye bundan sonra okula beni Savaş'ın götürüp getireceğini söylemiştim. Külliyen yalandı. Dün akşam, beni bırakmayı teklif etmişti evet, ama kabul etmemiştim ve bizim aramızda bu konuya dair herhangi bir konuşma geçmemişti. Muhtemelen Gece'ye söylediğim şeyi duysa ve ben söylerken üzerime giyindiğim kendimden eminliği görse delirdiğimi düşünüp bana gülerdi.


Gülerdi... Dolgun dudakları alayın mürekkebine boyanır ve iki yana kıvrılır sonra inci gibi sıralı, geleceğimden daha parlak olan dişlerini gösterirdi. Belki de kalın erkeksi sesiyle kahkaha atardı. Bir an kahkahası kulağımda yankılanır gibi oldu. Mavileri eğlendiğini belli edercesine parlıyordu şimdi... Sonra kahkahası kesiliyordu yavaşça... Dudaklarındaki o hafif gülümseme ifadesi yerini korurken mavileri yüzüme dalıyordu. Dilinin dudaklarında gezinişini yakalıyordu kahvelerim ve yüzlerimiz gittikçe yaklaşıyordu birbirine. En sonunda kaçınılmaz olan şeyle dudaklarımda dudaklarının ağırlığını hissediyordum.


Omzuma sertçe çarpan bir beden beni bu düşüncelerden çekip çıkardı. Gözlerimi hızlıca kırpıp başımı hafifçe iki yana salladım ve içinde olduğum ana çekildiğimde yine omzuma birileri çarpmıştı ve çarpmaya devam ediyordu. Biraz önce aklımdan geçenler adımlarımı sekteye uğratmış, kaldırımın ortasında durmuştum. Yutkunup boğazımı temizledim ve aklımdan geçen düşünceleri bir kez daha yok sayıp adımlarımı ilerlettim. Birkaç adım atmıştım ki bu kez de çalan telefonum durdurdu adımlarımı. Bir kez daha insanlardan omuz yememek adına aceleyle çantamın fermuarını açtım ve telefonumu çıkardım. Telefonu elime alır almaz yürümeyi planlıyordum ama ekranda gördüğüm isim buna engel oldu.


Savaş Kalkavan arıyor...


Kısa çaplı yaşadığım şoku bir kez daha omzuma çarptıklarında üzerimden atmak durumunda kaldım ve telefonu cevaplamadan ileri adımlayıp bulduğum ilk ara sokağa daldım. Burası ana caddeye oranla çok daha sakindi. Birkaç esnaf dükkanının kepenklerini kaldırıyordu ve kaldırımlarda yürüyen tek tük insanlar vardı sadece.


Telefon susmuştu. Savaş beni neden arıyordu ki? Birkaç dakika olduğum yerde geri aramasını bekledim ama aramadı. Geri dönüp dönmemek konusunda çok kararsızdım. Aklımı kurcalayan şey bizzat Savaş'ken şimdi onun beni araması ya da benim onu arayacak olmam...


Telefona eğildiğim için yüzüme doğru dökülen saçlarımı geriye doğru parmaklarımla tararken merak beni kuşatmaya başlamıştı yavaşça. Daha önce ne kadar meraklı biri olduğumdan bahsetmiş miydim? Merak bende öyle yoğundu ki, öleceğimi bilsem o merak ettiğim şeyi öğrenirdim.


Sıkıntıyla ofladım ve kendi karakterime bir kez daha küfrederken telefonun şifresini girip Savaş'ı aradım. Sanki bunu bekliyormuş gibi ilk çalışta açıldı ve o, biraz önce kahkaha attığını hayal ettiğim, kalın erkeksi sesiyle adımı söyledi.


"Alo, İzel?"


Pekâlâ kızım... Kendine gel ve hiç de senlik olmayan şeyler yapma. Dik dur ve onu düşünüp etkilenmeyi de kes! Hatırla, içinde unuttuğun gücü hatırla. Her ne kadar kabul etmek istemesen de sen İzem Hancı'sın. Onun tanıdığı İzel Hancı'dan çok daha fazlası...


"Efendim Savaş!" diye yanıt verdim sakin ve ifadesiz bir sesle. Ah rol yapmakta iyi olduğum için kendimi şanslı saymalıydım. İçimde filizlenen heyecanı tek hisseden bendim şu an.


"Neredesin?" diye sordu. Sesindeki kararsızlığı anında yakaladım. Sorduğu sorunun garipliği kaşlarımı çatmama neden oldu. Bunu neden soruyordu ki şimdi? Çatılı kaşlarımla sorgulayıcı bir sesle cevap verdim.


"Okula gitmek için evden çıktım, taksi arıyorum."


"Güzel. Aramana gerek yok evinin önündeyim tam olarak nerede olduğunu tarif et seni almaya geliyorum."


Bir an duyduklarımı algılamak için sessiz kaldım. Kaşlarım hâlâ çatılıydı ve orada kırışıklığın belli belirsiz izi oluşmaya başlamış olmalıydı. Yanağıma sürtünen saçı kulağımın arkasına iterken gözlerim beyaz spor ayakkabılarıma takıldı. Birisi ayağıma basmıştı, ayakkabımın üzerinde tozlu bir ayak izi vardı. O ize odaklıyken yeniden konuştum.


"Anlamadım?"


Evet gerçekten de anlamamıştım. Savaş Kalkavan... Kibar ve nazik olan Kalkavan... Şu an bana emrivaki mi yapıyordu?


"Okula beraber gideriz diye düşündüm. O yüzden bana tam olarak nerede olduğunu söyle İzel."


Evet kesinlikle emrivaki yapıyordu...


Eh en azından hâlâ adımla sesleniyor; farklı, manasız ve gereksiz sıfatlara geçiş yapmıyordu.


Dudaklarımın kuruduğunu hissettim ama onları ıslatmadım. Sanki dilime yine onun tadı gelecekti, öyle hissediyordum. Ben ondan bu kadar kaçmayı düşünüyordum. Tadını hatırlamamak için dudaklarımı yalamayacak kadar. Ama o beni okula götürmekten bahsediyordu. O yolu ilk ve son olarak birlikte gittiğimizde nasıl sonuçlandığını bilirken şimdi onun söylediğini yapmak ne denli mantıklıydı ki?


O an, ikiye bölünüp savaşan düşüncelerimden Savaş'ı düşünmeye gayret eden taraf, gömdüğüm mezarından tozu dumana katarak çıktı.


Sen kafayı mı yedin? O dudaklarda bir cennet saklı senin dudaklarına az da olsa bulaşan. Ve sen o cenneti yeniden tatmak zorundasın. Kaynağından...


Görmezden gelemedim. İtiraf etmek zordu ama onu yeniden öpmek istiyordum. Sadece öpmek değil, daha fazlasını da istiyordum. Kutsal bakire falan değildim, takıldığım pek çok kişi olmuştu. Ama uzun zamandır biriyle kurduğum tek yakınlık o öpücük olduğu için hormonlarım coşmuştu ve aklımı karıştırıyorlardı.


"Pekâlâ, ana caddedeyim, yolun kenarında bekliyor olacağım beni zaten görürsün."


"Görürüm!"


Başka bir şey söylemeden telefonu kapattık. Bulunduğum ara sokaktan çıkıp yolun kenarına geçtim. Düşüncelerim şimdi çığ olup üzerimi doğru akın ediyordu. Hiç birisinin beni sarmasına izin vermedim. Çok değil birkaç dakika sonra simsiyah ayna gibi parlayan bir araba hemen önümde durdu. Kapalı cam yavaşça aşağıya doğru kaydı ve ben onun mavileri ile karşı karşıya kaldım. Sabahtan beri gözlerimin önünden asla gitmeyen mavileri şu an kanlı canlı karşımdaydı. Zorlu geçecek olan bir yolculuğun bilinciyle arabanın kapısını açıp içine yerleştim.


"Günaydın!" dedi, ister istemez baktım ona. İfademi düz tutmaya çalışıyordum ama onun gülümseyen mavilerine bakarken bu çok zordu, gülümserken buldum kendimi. Yapmacık bir gülümseme de değildi üstelik, bu gülümsemenin ışıltılı tozları kalbime dökülüyordu çünkü. Yutkundum... Savaş bu sırada arabayı hareket ettirmeye başlamıştı bile.


"Sana da günaydın."


Sesimdeki canlılık kısacık bir an şok olmama neden oldu ama bunu Savaş'a belli etmedim. Birkaç saniye daha onun profiline baktım ve çektim gözlerimi onun üzerinden. O zaten kısacık bir an bana bakmış sonrasında yola odaklanmıştı.


"Senin dersine daha iki saat yok mu neden bu kadar erken çıktın?"


Hesap sorar gibi değil de gerçekten merak ettiği için sorduğu soruda asıl dikkatimi çekmesi gereken şey soruyu nasıl sorduğu değil, ders saatimi nasıl bildiğiydi. Bugünkü derslerimiz ortak değildi... O an aklımın kuytu köşelerinde sırasını beklerken unutulmaya yüz tutmuş bir soruyu fark etti zihnim.


Evimin önünde beni beklediğini söylemişti... Ev adresimi nereden bulmuştu?


Kaşlarım yeniden çatılırken yönümü tamamen Savaş'tan tarafa döndüm ve sırtımı arabanın kapısına yaslayıp "Bir dakika?" dedim sorgulayıcı bir sesle.


"Ev adresimi nereden buldun sen ve ders saatlerimi nereden biliyorsun?"


Sorularımla birlikte göz ucuyla baktı yüzüme. O kısacık anda gözlerine çöreklenip tortularını bırakan suçluluk hissini gördüm. Aynı zamanda gurur da gördüm. Suçlu hissediyordu ama pişman da değildi yaptığından, aksine gururlanıyordu.


Bir elini direksiyondan çekti ve işaret parmağıyla alnını hafifçe kaşırken gülen bir ses tonuyla konuştu.


"İlk olarak, eve sağ salim gittiğinden emin olmam gerekiyordu, bu yüzden seni takip ettim dün okul çıkışı. İkinci soruna gelecek olursak... Öğrenci işlerinden aldım ders programını ve muhtemelen bundan sonra senin özel şoförün olacağım."


Bir çırpıda söyledikleri çatılı kaşlarımı daha da çattı.


"Pardon?"


Refleksle çıktı dudaklarımdan bu kelime?


"Ne dediğini kulağın duyuyor mu senin?"


Pekâlâ evet öpüşmüştük ama neydi canım bu samimiyet? Öpüşmek aramızda bir şeyler olduğu anlamına gelmediği gibi onu da bana karşı sorumlu yapmıyordu?


"Evet duyuyor." dedi sanki çok önemsiz bir şeyden bahseder gibi. Bunun üzerine dudaklarımdan alaylı bir 'hah' sesi döküldü.


"Savaş... Sen bazı şeyleri yanlış anladın sanırım."


Başını bana çevirip "Ne gibi?" diye sordu. Bunu sorarken kaşları anlık bir hareketle çatılmıştı. Boğazımı temizleyip "Öpüşmemiz hakkında!" dedim. Bunu söylerken gözlerim dolgun dudaklarına kaymıştı. Aklımın kuytularında, onlarla birlikte zevkle kirleneceğim kirli düşünceler dolanmaya başlıyordu yine. Gözlerime ateş sıçramış gibi gözlerimi çektim dudaklarından ve önüme dönüp yola odaklandım. Bu hareketim onda utandığımı çağrıştırabilirdi ama ben utanmaktan çok öte, hormonlarımı dizginlemeye çalışıyordum.


"Konunun öpüşmemizle bir ilgisi yoktu İzel. Tabi... Öpüşmemiz ilgilenilmesi gereken bir konu ama bu konuyla bir bağlantısı yok."


Sesinden muziplik akıyordu. Yan gözle ona baktığımda dudağının bir kenarının yukarı doğru kıvrıldığını ve ara ara göz ucuyla bana baktığını gördüm. Haylaz bir çocuk gibiydi şu an.


"Dilersen önce öpüşmemizle ilgilenebiliriz. Bu bana daha çok uyar."


Savaş Kalkavan şu an içimde hali hazırda yanan ama kontrol altında olan yangına elinde benzin bidonuyla gidip o yangını kontrolden çıkarıyordu haberi yoktu. Yangın kasıklarımdan tüm vücuduma doğru yavaşça yayılıyordu, nefesimin ağırlaştığını hissettim. Bir elim istemsizce enseme gidip ensemi sıkarken gözlerimi ondan çektim ve "Hayır sen diğer konudan devam et." diye mırıldandım. Olayı utangaçlığa vurmak benim açımdan ok daha iyiydi, Savaş'ın üzerine atlamak gibi bir düşüncemin olduğunu bilmesine, anlamasına gerek yoktu. Hayır hiç yoktu.


"Pekâlâ... Güney Yasemin'den ayrılmış. Tam nedenini bilmemekle birlikte bir tahminim var. Neyse bu önemli değil, önemli olan Yasemin'in bundan sonra asla küçük oynamayacağı. Şu an her iddiasına girerim öfkeden kuduruyordur. Seni bu yüzden ben götürüp getireceğim. Bu konuyu riske atamam."


"Savaş..." diyerek ona itiraz etmeye hazırlanıyordum ki o bana bakıp "İtiraz etmen kararımı değiştirmeyecek. Çok konuşmak istiyorsan buyur, ama sadece kendini yorduğunla kalırsın o yüzden bence hiç başlama."


Bir an ne hissedeceğimi şaşırdım. Gururum korunmaya ihtiyacım yok diye itirazlarını sıralıyordu bana ama... İçimde bir kız çocuğu vardı ki, ilgiye açtı... Korunmaya muhtaçtı... Bir an öylece Savaş'a bakakaldım.


Kim? Daha önce kim beni hiçbir nedeni olmadan korumaya çalışmıştı ki? Savaş işte bana bunu yapıyordu. İçimdeki tüm hassas noktalarımı buluyor ve o noktalara korkusuzca, çekinmeden dokunuyordu. Üstelik bunun farkında bile değildi.


"Bunu neden yapıyorsun Savaş?"


Gözlerim tek bir noktaya bakmıyor, tüm yüzünde dolanıyordu. Yine bakışlarını bana çevirdi kısacık ve sıcacık bir gülümsemeyle bana bakıp "Bir nedene mi ihtiyacımız var?" diye sordu.


Bir nedene ihtiyacımız var mıydı sahi? İnsan nedensiz bir şey yapar mıydı? Benim dünyamda yapmazdı... Ama Savaş ile benim dünyam tamamen farklıydı birbirinden. "Belki..." dedi içimdeki kız çocuğu. "Belki onun dünyasında yapıyorlar... Bir şeyi de sorgulama. Buna ihtiyacım var... Ona ihtiyacım var... İhtiyacımız var..."


Ona ihtiyacımız var... Hayatında hiç değer görmeyen kişiler, ne kadar bunun aksini iddia etseler de gerçek buydu. Bize değer verecek birilerinin varlığını hissetmek istiyorduk. Kararsızlığın kumaşına sarındım. Kararsızdım çünkü kendi dünyamda bana öğretilen şeyler hayatımın öyle merkezindeydi ki, aksini kabullenmek benim için çok zordu.


Ve evet bir nedene ihtiyacım vardı.


"Evet... Bir nedene ihtiyacımız var!"


Sözlerim Savaş'ı bozmadı. Yine bakışları yoldan kısacık ayrıldı ve kusursuz yüzü bana döndü.


"Senden hoşlanıyorum. Buna tutun o zaman."


Beklenmedikti...


Sözleri beklenmedikti...


Kalbimin hızlandığını hissettim. Öyle çok hızlandı ki, dövdüğü göğsümden bir delik açıp dışarı fırlayacak sandım bir an. Başım ona döndü. Şimdi bana bakmıyor doğrudan yola bakıyordu. Profilini görüyordum sadece ama yine de şu an ifadesinden bir şey çıkaramıyordum.


Sözlerinde ciddi miydi yoksa benim elime bir neden vermek için mi böyle söylüyordu?


Dudaklarım birkaç kez aralandı konuşmak için ama her seferinde yeniden kapandılar. Sormak istemedim. Nedeni ne olursa olsun onun dudaklarından dökülen o sözcüklerin, kalbimin ritmine etkisi ilk kez rahatsız etmemişti beni. Bu anı bozmak istemedim ve kendimi sessizliğin koynuna yatırdım.

🎭💎

Bölümü nasıl buldunuz?

Güney Kalkavan ile tanışmaya hazır mısınız? Yasemin Koçer etkisinde olmayan bir Güney Kalkavan ile... Bence onu seveceksiniz, şu an her ne kadar öyle hissetmeseniz de.

Ve Savaş... Hızlı çıktınız Savaş Beyy🤭

Kahraman Hancı geliyor... Ve size bir sır vereyim, Kahraman Hancı Kukla okurlarının açık ara farkla en nefret ettiği karakter. Sebebini ilerleyen bölümlerde çok daha net anlayacaksınız.

İlerleyen bölümlerde öyle olaylarımız var ki sizlerle buluşturmak için sabırsızım❤️

Lütfen oylarınızı eksik etmeyin ki tam olarak kaç kişiyiz bilelim❤️ (Hiç kişi olmaktan korkuyordu shkdjdjjx Ama muhtemelen öyleydi 🥲)

Neyse çok uzattım. Zaman ayırıp okuyan herkese sonsuz teşekkürler❤️

Loading...
0%