Yeni Üyelik
12.
Bölüm

11| "Merhaba Çocuğum..."

@saniyesolak

Sellam, normalde bölüm içine yetişkin içerik uyarısı koyacaktım ama zaten kitabın on sekiz yaşından büyükler için uygun olduğunu belirtmek için yanına koyduğum ibare yüzünden küçük bir takım sorunlar oluştu. İbareleri koyduğum kitaplarım yayından kaldırıldı. Uygulamada zaten hitap edilen yaş aralığını belirtme zorunluluğu varken ve ben 18-25 yaş arasını seçmişken neden on sekiz ibaresi koymam sorun oldu anlayamadım. Uygulama kendi belirlediği bu filtrenin yeterli geldiğini düşünüyor belki ama yeterli gelmiyor.

Umarım buna yazarları mağdur etmeden en kısa sürede bir çözüm bulurlar.

Her neyse, bu nedenle ibare koymayacağım ama bölümde küçük bir açık sahnenin olduğunu bilin.

Ve eğer bu sahneler bu uygulama için bir sorun teşkil ediyorsa Inkspired üzerinden de yayınlıyorum kitabı ve kullanıcı adım yine saniyesolak. Buradan tamamen kaldırıp oradan devam ederim ve okumak isteyenleri de oraya beklerim❤️

Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın❤️

Keyifli okumalar diliyorum❤️

💎🎭

İZEL İZEM HANCI’DAN

Büyük bir sessizlik içinde gelmiştik okula Savaş'la birlikte. Bu kez otoparkta beklenmedik bir sürpriz ile karşılaşmadığımız için olaysız bir şekilde dağılmıştık. Ah elbette ona teşekkür etmiştim. O benim şoförlüğümü yapmaya gönüllü olduğu için ettiğimi sansa da aslında çok farklıydı nedeni. Beni düşündüğü, önemsediği ve korumaya çalıştığı için etmiştim. Üç derse girmiştim ve yoğunluk Savaş'ı düşüncelerimden uzaklaştırmıştı. Bu iyiydi. Dersin ortasında Savaş'ı düşünmek... Felâketler doğurabilirdi.

Şimdi kafeteryadaydım. Az önce büyük bir hamburger ve orta boy kola gömmüştüm. Sabahtan beri yediğim ilk yemek buydu. Şimdi ise kokusu buram buram burnuma esen bir kahve vardı önümde. Telefona eğilmiş Damla'nın attığı videoları izlerken birden karşımdaki sandalyenin çekildiğini duydum. Başım hızla karşıma oturan kişiye kaydığında tanıdık kızıl saçlarla sertleşen bakışlarım yumuşadı.

Hazal'dı.

"Selam!" dedi sevecen bir tavırla. Onu en son gördüğümde tamamen dağılmış durumdaydı ve şimdi oldukça toparlanmış görünüyordu. Ela gözlerinde hayat yeniden doğmuş gibiydi. Tek kaşımı kaldırıp ima dolu bir bakış attım ona. Ne? Ona bir sürü mesaj atmıştım, hatta daha da ileri gidip onun için endişelenmiştim başına bir şey geldi diye.

"Selam?"

Bakışlarımdaki ve sesimdeki imayı anında kaptı ve bakışlarına mahcubiyetin sisi yayıldı.

"Bakma bana öyle, mesajlarını daha yeni gördüm, gerçekten çok özür dilerim. Ve ayrıca teşekkür ederim her şey için."

Kollarımı masaya yaslayıp hafifçe ona doğru eğildim ve mahcubiyetle kızaran yanaklarına bakıp ifademi bozmadan sorgulayıcı bir ses tonuyla konuştum.

"Nasıl göremezsin ki? Telefonu eline hiç mi almadın yani? Bir de bana nezaketten yoksun derler."

Pekâlâ bu konuyu o kadar da çok kafaya taktığım falan yoktu. Başına bir şey gelmemişti, sağ salim karşımdaydı, önemli olan buydu ama bu düşüncem eğlenmeme engel değildi. Utançtan domates gibi kızarmıştı şu an.

"Bak!" dedi telaşla. Kendini açıklama isteğini görebiliyordum. Yanlış anlaşılmaktan korkuyordu.

"Evimin adresini Aksel biliyordu. Korktum, bu yüzden ev değiştirdim. Tüm hafta sonunu uygun bir ev aramakla geçirdim. Dün tamamen yerleştim bu yüzden okula gelmedim. Ve bunlar yetmezmiş gibi telefonumu düşürüp kırdım. Haliyle mesajlarını almadım. Bu sabah aldım servisten telefonu ve mesajlarını da bu sabah gördüm. Gerçekten çok mahcubum sana karşı."

Dudaklarımdan hafif bir gülüş döküldü sözlerinden hemen sonra. Elimi önemli değil dercesine sallayıp "Salla gitsin." dedim. "Önemli olan senin başına bir şey gelmemiş olması." Evini değiştirmesini garip karşılamamıştı, hatta iyi yapmıştı bence.

Yüzü büyük bir gülümseme ile aydınlandı, masanın üzerinden elime uzanıp dostane bir tavırla ellerini ellerimin üzerine koyup "İzel sana ne kadar teşekkür edersem edeyim yetmez. Resmen hayatımı kurtardın. Sahi nasıl yaptın? Benim asla umudum yoktu." dedi. Konuşurken heyecanla gözlerini kocaman açıyor kaşlarını kaldırıyordu. Çok masum bir kızdı, ona ilk kez bakan biri bile bunu anlayabilirdi. Bir an bu kadar masum olsam yeter diye düşündüm. Hazal kadar masum olsam yeterdi bana.

"Meslek sırları söylenmez!"

Kıvrılmış bir şekilde duran dudaklarımdan sadece bu döküldü. Ah başka ne söyleyebilirdim ki? Bizim bir hırsız çetemiz var. Çetenin başında da bir hacker var ondan rica ettim o da yaptı mı? Hazal'a bunları söylediğimi düşündüm de bir an... Muhtemelen işi şakaya vurduğumu düşünürdü.

Hazal ellerini ellerimden çekti ve sırtını sandalyeye yasladı dudaklarındaki gülümseme hâlâ yerli yerindeydi. Tam dudaklarını aralamıştı ki, bakışları omzumun üstünden arkama kaydı ve dudaklarındaki gülümseme söndü. Bakışlarına dehşetin ateşi düşerken aralanan dudaklarından "İzel, arkanda..." sözcükleri döküldü.

Döküldü dökülmesine de aynı saniyede dökülen tek şey Hazal'ın kelimeleri değildi. Başımdan aşağıya buz gibi bir şey döküldü. Birkaç tane buz parçasının da başıma çarptığını hissettim. Saçlarımdan ve yüzümden akan sıvının birkaç damlası, beklenmedik olan bu hareket karşısında, refleksini unutan göz kapaklarım yüzünden gözlerimin içine girdi. Yanan gözlerimi sıkıca yumarken neye uğradığımı şaşırmıştım. Anlamaya fırsat kalmadan bu kez de başımda bir şeylerin baskısını hissettim. Baskı kuran şey başımdan kayarak yere düştü ve aynı anda kahkaha sesleri de kulaklarıma doldu.

Yeniden bir şeyler döküleceğini hissettiğim için hızla ayağa kalkıp ileri doğru birkaç adım atmaya çalıştım ama önümdeki masaya çarpıp sendeledim. Yanan gözlerimi açmaya çalışıyordum ama açamıyordum. Kahkaha sesleri her an daha da çoğalıyordu. Bir kez daha saçlarımın arasından bir şey aktı. Bunun bir önceki sıvıdan daha katı olduğunu fark ettim. Altımdaki tayta kadar ıslandığımı hissediyordum.

Kahkaha sesleri her yerden geliyordu.

Ellerimi saçlarıma götürdüm ama parmaklarıma bulaşan yoğun bir sıvı dokunamam engel oldu. Adım atmaya çalışıyordum ama sürekli bir yerlere çarpıyordum. Kahkaha sesleri çok fazlaydı.

Ellerimin tersiyle gözlerimi ovuşturduğumda nihayet yanma azalmıştı. Gözlerimi sonunda açabildiğimde görüş alanıma ilk giren şey Hazal oldu. Korku dolu gözlerle bana bakarken onu hapseden kollardan kurtulmaya çalışıyordu. Aksel, bir kolunu beline dolamış bir eliyle ağzını kapatmış kızı sımsıkı tutuyordu. Yüzünde iğrenç bir sırıtmayla bana bakarken burnunu Hazal'ın yanağına yasladı ve gözlerini bir an olsun benden ayırmadan, burnunu Hazal'ın yanağına sürtüp kokladı. Hazal'ın gözlerinin dolduğunu gördüm. Çırpınışları artmıştı ama onu tutan kollardan da kurtulamıyordu.

Piç kurusu kızı rahatsız etmeye devam ediyordu...

Başım yavaşça etrafı taradı. Bir insan çemberinin içindeydim, herkes bana gülüyordu, herkes çok eğleniyor gibiydi. Midemin kaynama başladığını hissettim ama nedeni üzerime dökülen şeylerin kokusu muydu yoksa bu insanlar mıydı bilmiyorum. Bunlara insan denir miydi onu da bilmiyordum.

Etrafımda hafifçe döndüğümde onunla göz göze geldim. Kendini psikopat ilan etmiş acınası kızla. Yasemin Koçer ile... Elinde büyük boy bardakta milkshake vardı. Dudaklarında çok eğlendiğini belli eden bir gülümseme ile bana bakıyordu. Mini eteği, fileli çorabı, dantelli braleti ve doğal dalgalarla şekillendirilmiş saçları, yoğun makyajıyla, ben yenilmem der gibi bakıyordu bana. Bir adım atıp ona doğru yaklaştım ve ellerimi alnım ile saçlarımın birleştiği noktaya bastırıp saçlarımı geriye doğru taradım. Diplerde kalan sıvılar bu hareketimle süzülürken, saçlarımın ağırlığından hâlâ saçlarımda hatırı sayılır kalıntı olduğunu biliyordum.

"Tüh!" dedi oyunbaz bir sesle. "Daha bunu boşaltacaktım ama ben!"

Mızmızlanan ince ses tonu yavaş yavaş vücudumu saran öfkenin yolunu açtı ve ben saniyeler içinde öfkenin ateşiyle yanmaya başladım. Öyle çok yandım ki o an aklımdan geçen tek şey Yasemin'in gırtlağına çöküp son nefesini benim ellerimde vermesini sağlamaktı.

"Yasemin!"

Boğa gibi burnumdan soluyup Yasemin Koçer'e bakarken duyulan bu ses, herkesin kahkahasını kesmesine yetmişti. Çemberi oluşturan kalabalık, Yasemin'in arkasından yavaşça ayrıldı ve onu gördüm.

Savaş'ı...

Okyanusları fırtınalarının arasında dehşeti sürükleyip kıyısına çekmişti. Bedenimi baştan aşağı süzüp hasar kontrolü yapıyordu. Savaş Kalkavan gelmişti ama bu kez geç kalmıştı. Bir savaşın ateş emri verilmiş ve ilk kurşunu atılmıştı. Bu noktadan sonra geri dönebilmek imkânsızdı.

"Ah!" dedi Yasemin sinir bozucu bir sesle. Bu saatten sonra Yasemin nefes alsa bana sinir bozucu gelecekti.

"Bakın kim gelmiş!" Koparmak istediğim başını Savaş'a çevirdi. Kısa bir an ona baktı ve yeniden bana döndü bakışları.

"Beyaz atlı prens, zavallı köylü kızını kurtarmaya gelmiş."

Başı yavaşça sol omzuna doğru yatmış ve üzgünmüş gibi bir maske takmış, alay ederek bakıyordu bana. Sonra başını doğrulttu ve dudaklarında sinsi bir gülüş oluşurken "Ama beyaz atlı prensin unuttuğu bir şey varmış." dedi ı harfini uzatarak.

"Bu hikâyede kötü kalpli cadı hep kazanırmış."

Ve Yasemin elindeki milkshake bardağının kapağını açıp bardağın içindeki sıvıyı da üzerime fırlattı. Arada sadece birkaç adımlık mesafe vardı ve o kısa mesafeden dolayı, bütün milkshake suratıma gelmişti. İşte bu hareket beni tutan o son ipi de koparan hareketti. Elimi yüzüme götürüp yüzümdeki içeceği tek hamlede, az da olsa sildim ve hiç beklemeden Yasemin'e doğru atıldım. Dışarıdan nasıl görünüyordum bilmiyorum ama şu an öfkeden alev alev yanıyordum. Ben yanarken Yasemin'i de ateşimle yakmaya kararlıydım.

O birkaç adımlık mesafe, benim iki büyük adımınla kapanmıştı. Tam Yasemin'e yetiştim derken bir engele takıldım. Savaş bir anda Yasemin'in önüne geçti ve beni belimden tutup kaldırdığı gibi diğer tarafa çevirdi.

Pes etmedim.

Savaş'ın omzunun üstünden Yasemin'in alayla sırıtan ifadesine bakarken Savaş'ı itmeye çalıştım ama o çelik bir kapı gibiydi, asla çekemedim önümden. Göğsüne setçe vurup "Bırak beni!" diye hırladım neredeyse. Yanından geçmeye çalıştım ama kolunu belime dolayıp geçişime engel oldu. Geçmeye çalıştığım her saniye Savaş tarafından geriye doğru püskürtüldüm.

"Evet Savaş, Bırak onu gelsin ve dünya kaç bucak göstereyim ona."

Yasemin'in eğlenen sesiyle öfkenin yoğunluğu katbekat arttı. Savaş önümde bir duvar gibi dikilirken Yasemin'e erişememek daha da öfkelenmeme neden oluyordu. Öyle çok öfkeliydim ki gözlerim dolmuştu. Bu kafeteryayı yıkabilirdim şu an.

Sinirimi biraz olsun çıkarmak adına çığlık attım.

"Savaş... Çekil önümden."

Çığlıkla karışık dökülen sözcükler Savaş'ı hiç etkilemedi. O kollarımdan tutup beni zapt etmeye çalışıyor, "Sakin ol!" ninnileriyle öfkemi uyutmaya çalışıyordu ama öfkem, ninniyle yatışmayacak kadar büyümüş, büyümüş ve benliğimi aşmıştı. İzel Hancı'yı aşmış, İzem Hancı'ya dokunmuştu.

"Savaş çekil önümden!" diye bağırdım. Ama çekilmedi. Bir anlık boşluğumda yanaklarımı avuçlarının arasına aldı ve üzerimdeki pisliği umursamadan alnını alnıma yasladı. Baş parmakları elmacık kemiklerimi okşarken, başka yol olmadığını anladım ve onu kandırdım. Dokunuşlarının beni sakinleştirdiğini sanmasına izin verdim. Ellerimi kollarına koyduğumda, sadece benim duyabileceğim bir sesle konuştu.

"Sakin ol! Amacı seni kışkırtmak. Okuldan atılırsın ve bursun yanar İzel! Biliyorum o bursa ihtiyacın yok ama okulun sahibi Yasemin'in babası. Baban bile okuldan atılmana engel olamaz. Ben de engel olamam. Onu bana bırak ve git, asansörle bodrum kata in. Spor salonunun sonunda duşlar var, ben sana temiz kıyafet getireceğim."

Hep olduğu gibi beni hafife alan sözcüklerle beni yatıştırmaya çalışıyordu. İçimde uyanan diğer kadından haberi bile olmadan, bu sözlerin bana yeteceğini düşünüyordu.

Ağır yanılıyordu.

Onu onayladığımı göstermek adına yavaşça başımı sallarken Savaş çoktan onu dinleyeceğime inanmış görünüyordu. Rol yapmak benim işimdi. Öyle iyi rol yapıyordum ki, o rol, rol olmaktan çıkıyor kendim bile gerçek olduğuna inanıyordum. Yutkundum. Üzerimdeki iğrenç kokunun aksine, onun temiz kokusunu çektim içime. Yağmur sonrasında ortaya çıkan toprak kokusu... Kollarına tutunan ellerim yanaklarına çıktı ve tıpkı onun bana yaptığı gibi yanaklarını avuçladım.

"Üzgünüm Savaş!" diye fısıldadım ben de tıpkı onun gibi sadece onun duyabileceği bir sesle. Ve dizimi kırıp sertçe erkekliğine geçirdim. Yanaklarımdaki avuçlarının baskısı azalırken bir an dudaklarından yüzüme dökülen nefesinin sekteye uğradığını hissettim. Nefesini tuttu ya da nefes alamıyordu tam olarak emin değildim. Yüzü buruşmuştu.

Umurumda olmadı. Onu itip önümden çekilmesini sağladım. Biraz öncenin aksine kolayca kenara çekildi ve avuç içlerini bir masaya yaslayıp kendine gelmeye çalıştı.

"Üzgünüm Savaş, söz veriyorum en kısa zamanda bu hasarı en güzel şekilde telafi edeceğim."

Şu an umurumda olan tek şey Yasemin Koçer'i parçalamaktı. O yüzden bakışlarımı hemen Savaş'tan çekip Yasemin'e baktım ama bu kez de önümde Aksel'i buldum. Onun önüme bu şekilde korkusuzca dikilebilmesi bir an komik geldi. Hafifçe kıkırdadım.

"En son benden yediğin dayağın izleri hâlâ yüzündeyken, şimdi karşıma dikilmiş olman takdire şayan doğrusu."

Gözlerimle yüzündeki morlukları işaret ettiğimde bu ima onu bozmadı. Aksine, dudakları tehlikeli bir kıvrımla şekil aldı. Bu okulda herkes tehlikeli bir şekilde gülüyordu. Peki asıl tehlike kimdi?

"Hazırlıksız yakaladığın o ana sen dayak mı diyorsun küçük kız? Güldürme beni... Toz ol almayayım ayağımın altına."

Kısık çıkan sesine bakışlarından topladığı tehlikenin tohumlarını ekmişti. Peki bu beni ne kadar etkilerdi? Hiç... Ona doğru bir adım atıp aramızdaki mesafeyi en aza indirdim. Etraftakiler pür dikkat bize bakıyorlardı, hiç kimseden çıt çıkmıyordu. Etraftakilerin ne yaptığı da umurumda değildi. Hedefim Yasemin'di ve ben ona ulaşmaya çalışırken önüme çıkan herkesi harcamaktan çekinmezdim, çekinmeyecektim. Onun gri gözlerinden gözlerimi ayırmadan konuştum.

"Alsana hadi beni ayağının altına!"

Ona karşı meydan okumam onu daha da eğlendiriyormuş gibi sırıtışı genişledi. Bir elini uzatıp işaret parmağıyla yanağımda kalan bir miktar milkshakei sıyırdı, bir iki saniye parmağına bulaşan kalıntıya bakıp parmağını dudaklarına götürdü ve milkshakei emdi.

"Senin gibi küçük kızlar... Bu kadar iddialı konuşmamalı yavrum."

O hâlâ alayına devam ederken içimde volkan gibi patlayan, cayır cayır yanan öfkeden nasibini aldı ve Aksel'in hiç beklemediği bir anda, avuç içimle Aksel'in burnunun ucuna sertçe vurdum. Alttan yukarıya doğru gelen darbe Aksel'i afallattı ve başı arkaya doğru savruldu. Onun kendisini toparlamasına tek bir saniye bile izin vermeden elimi boynundan geçirip ensesindeki saçları tuttuğum gibi kafasını hızla hemen yanımda bulunan masaya çarptım. Tok bir ses kafeteryada yankılanırken şanslıydı, sadece alnı vurmuştu ama öyle sert vurmuştu ki masanın üzerindeki üç tepsiden ikisi yere düşmüştü. Hırsımı alamayıp bir kez daha ensesinden asıldığım saçlarıyla kafasını kaldırıp, az öncekinden daha sert olmasına gayret ettiğim bir şekilde kafasını masaya geçirdim. İlkinde Aksel'den herhangi bir ses duyulmasa da ikinci darbede acı dolu bir inleme sundu bana. Avcumla başına baskı uygulayıp masada sabit kalmasını sağladıktan sonra yavaşça ona doğru eğildim. Başından aldığı darbe onu baya etkilemiş olsa gerek, onu bu şekilde sabit tutarken zorlanmadım.

"Bence önce sizin gibi puştlar, benim gibi küçük bir kızı hafife almamayı öğrenmelisiniz. Bu iki oldu. İkinci kez herkesin içinde benden dayak yiyorsun. Bunun üçüncüsü olursa kendine ölümlerden ölüm beğen."

Bir kez daha kafasını masaya geçirdiğimde masadan bir çatlama sesi geldi. Aksel'in saçlarını bırakıp kenara ittiğimde cansız bir manken gibi devrilmişti yana. Bakışlarım Yeniden Yasemin'e döndü. Şimdi eğlenmiyordu. Korkuyor muydu? Bilmiyorum korkuyorsa bile bunu belli etmiyordu. En az benim kadar ifadelerini gizlemekte usta olduğunu anladım. Önümde devrilmiş Aksel'in üzerine basıp diğer tarafına geçtiğimde şimdi Yasemin ile aramda iki adım ya vardı ya yoktu.

"Gerçekten pes etmek nedir bilmiyorsun değil mi?" diye sordum. Ses tonumdan herhangi bir ifade çıkarması mümkün değildi.

"Pes etmek mi? Ben pes etmem, can yakarım... Yeri gelir gerekirse can alırım."

Bir anda eli havaya kalktığında ondan hızlı davranıp elini havada yakaladım. Gözlerim gözlerindeki odağından kaydı ve eline baktım. Sivri bir bıçak ile göz gözeydim şimdi. Tutmasam bana saplanacak olan bir bıçakla... Kahvelerim bıçaktan Yasemin'e kaydı, tek kaşım havalandı. Yasemin başarısız olmanın verdiği sinirle bileğini elimden kurtarmaya çalıştı ama tutuşumu, onun canını yakacak kadar sıkılaştırıp bileğini bırakmadım. İfadelerini saklamakta usta da olsa canı yanınca yüzünü buruşturmaktan geri duramamıştı.

"Ne sanıyorsun Yasemin? Bir kızın gözlerini canice oydun, deli raporun var, okulun sahibinin kızısın, herkes senden korkuyor diye senden çekineceğimi mi?"

Bileğini sıktığım için parmakları gevşemiş ve bıçak elinden kaymıştı. Yere düşmeden boştaki elimle bıçağı havada yakaladığımda bu hareketimle Yasemin'i şaşırtmayı başarmıştım. Ben daha Yasemin Koçer'i çok şaşırtacaktım. Bıçağı havaya kaldırıp ikimizin yüzünün ortasına getirdim ve bakışlarım bıçağa kaydı. Bıçağın yüzeyindeki işlemeleri incelerken, "Söylesene!" diye girdim söze. Gözlerim gözlerine kaydığında korkunun karanlıkta kalan siluetini kaçırmadım. Tüm bunlar, ona karşı gelişlerim, en büyük kozu olan Aksel'i ikinci kez haklamam... Onun bana olan bakışlarını değiştirmişti. Evet hâlâ gözünde ezik bir bursluydum ama yavaş yavaş korkması gereken ezik bir burslu olduğumu anlıyordu.

"Sen bir kızın gözlerini oyacak kadar ileri gitmişsin, peki sence ben ne kadar ileri giderim?"

Bıçağı onun yüzüne yaklaştırıp keskin yüzeyini onun yanağına yasladım. Kesmeden, bıçağın keskinliğini hissetmesi adına bıçağı sol yanağında gezdirirken korkusunun karanlıktan çıktığını gördüm.

"Ne o?" diye sordum. "Yüzüne iz bırakacağım diye mi korktun?"

Başını geriye doğru yatırarak bıçaktan uzaklaşmaya çalıştı ama o uzaklaştıkça bıçağı yanağına daha da yasladım. Eğer biraz daha zorlarsa bıçak yüzünü kesecekti. Bunu anladığında hareket etmeyi kesti. Başımı yavaşça sol omzuma yatırdım. Herkes pür dikkat bizi izliyordu.

"Korkma! Bugün yüzünü parçalayacak olan şey bu bıçak olmayacak."

Bıçağı yüzünden çektiğimde gözlerine çöken rahatlamayı gördüm.

Aynen öyle! Rahatla Yasemin!

Bıçağı yere atıp yüzümü yüzüne yaklaştırdım. Dudaklarım onların tehlikeli gülüşlerini sollayacak bir gülüşe gebe kalırken "O zevk tırnaklarıma ait çünkü." diye mırıldandım. O bunu duydu, korku gözlerine hızla yayılırken bana doğru atak yapmaya çalıştı ama ona fırsat vermeden suratına sert bir tokat attım. Başı geriye doğru savruldu ama bileğini tuttuğum için yere düşmedi. Boşta duran elini saçlarıma doğru attı ama o elini de tuttuğumda, amacına ulaşamadı. Kollarından çekip suratını suratıma yaklaştırıp burnunu hedef aldım ve kafamı kafasına geçirdim. Etraftan şaşkınlık dolu nidalar yükselirken, Yasemin'in çığlığı o nidalara karıştı. Bileklerini bırakıp hızla saçlarından yakaladığım gibi aşağıya çektiğimde geriye doğru iki büklüm olmuştu. Suratında çektiği acının emareleri, burnunda ise aldığı darbenin akıttığı kan vardı. Bu bana yetmedi. Onun üzerime döktüğü şeyler üzerimde kurumuştu. Saçlarımın kazık gibi olduğunu hissedebiliyordum. Hırsım ve öfkem öyle yoğundu ki, içinde yanıyordum. Ben yanarken tek başıma yanacağımı düşünmesi onun aptallığıydı. Beni hafife almak onun aptallığıydı.

Parmaklarımdaki saçına daha çok asıldım ve "En büyük hatan ne biliyor musun Yasemin?" diye mırıldandım. Tırnaklarının bileğime battığını hissettiğimde bu beni zerre kadar etkilemedi.

"Karşındakini tanımadan kendini kötü cadı ilan edip, bu hikâyenin kazananını kendin sanman."

"Bırak beni!" diye bağırdı, daha çok asıldım saçlarına, yüzü daha çok buruştu, acı dolu inlemeleri daha yüksek sesli bir hal aldı.

"Bir daha..." dedim sıkılı dişlerimin arasından sertçe. "Bir daha bunun gibi bir saçmalıkla karşılaşırsam Yasemin, her şeyim üzerine yemin ederim tepkim bundan çok daha sert olur. Gerçek benle tanışmak zorunda kalırsın, bu da hayatının hatası olur. Seni o çok güvendiğin baban bile kurtaramaz benim elimden."

Ve saçlarına biraz daha asıldığımda planda hiç olmayan bir şey oldu ve onun direnişiyle, havada olan elim bir an boşluğa düştü. Aynı şekilde Yasemin'in bedeni de bir anda yere düştü. Elimde ise Yasemin'in saçının yarısı vardı.

Yasemin'in saçları elimde kalmıştı...

Şaşkınca elimdeki saç yığınına bakarken kaşlarım havalanmıştı. Saçlarının kaynak olduğunu hiç fark etmemiştim, haliyle fazla zorlayınca elimde kalmışlardı. Gözüm elimden Yasemin'in yüzüne kaydı. İnanamıyormuş gibi gözlerini dahi kırpmadan elime, artık kafasında olmayan saçlarına bakıyordu. Yere yaslı olan eli havalandı ve saçının kopan kısmına gitti. Oradaki eksiği elleriyle yokladığı zaman beyni ancak algılayabildi ve derin, içten, kulakları sağır edecek kadar yüksek sesli bir çığlık attı. Kulaklarımı tırmalayan sesiyle yüzümü buruşturup elimdeki saçları suratına attım.

"Tam olarak layık olduğun yerde, olman gereken şekildesin yasemin Koçer. Eğer bir daha bana bulaşmayı aklından geçirirsen bu olanlar, yapacaklarımın fragmanı bile değil. Senden korkması gereken kişi ben değilim, benden korkması gereken kişi sensin."

İki kız gelip Yasemin'i kaldırdıklarında Yasemin, suratına attığım saçlarını avuçlamış içli içli onlara bakarak ağlıyordu. Sakince gidişini izledim. Şimdi o çemberin içinde yalnızdım. Kendi etrafımda yavaşça dönüp, pür dikkat beni izleyenlere aynı dikkatle baktım tek tek. Savaş'ı gördüm. Bir köşede durmuş öylece beni izliyordu. Yüzünden ne düşündüğünü anlayabilmem mümkün değildi. Duygularını ve ifadelerini gizlemeyi iyi beceriyordu ama bir şey onu ele veriyordu, gözlerindeki parıltı sönmüştü. Bu düşüncelerinin olumlu olmadığını gösteriyordu. Bakışlarımı çektim ondan, Altuğ hemen Savaş'ın yanında duruyordu. Dudağında alaylı bir gülüş, gözlerinde haylaz bir parıltıyla bana bakıyordu. Ona baktığımı fark ettiği anda göz kırptı ve dudağındaki o gülüş samimi bir hale büründü. Gözlerim yoluna devam ettiğinde Hazal ile kesişti. Korku doluydu gözleri. Daha önce de böyle bir durumun ortasında kalmıştı, o anların hepsine şahit olmuştu ama o an bile bu kadar şaşırmamıştı.

Hâlâ çemberin ortasındaydım ve bekliyordum biri veya birileri çıkıp üzerime saldıracak diye. Herkes öylece bakmaya devam ediyordu, dağılmıyorlardı da...

"Eee o taptığının kraliçenizin intikamını almaya çalışmayacak mısınız?"

Hiçbirinden çıt çıkmıyordu. Ellerimi iki yana açıp bir kez daha döndüm etrafımda.

"Hadi gelin üzerime..."

Boş duvara konuşuyordum sanki. Neden hâlâ bekliyorlardı? Ya aralarından biri çıkıp bana saldırmalıydı, ya da dağılmalıydılar. Hiç kimse hiçbir şey yapmıyordu. Ellerimi indirdiğimde bacaklarıma çarptı kollarım. Üzerimden burnuma gelen iğrenç bir koku vardı, midemi bulandıran.

"Hadi!" diye bağırdım. İçimdeki öfkeyi atabildiğim söylenemezdi. Birileri üzerime atlamalı ve ben sinirimi o şekilde çıkarmalıydım. Mükemmel dövüşebildiğimden falan değil, kas gücüm yoktu benim. Ama zaten yeterince hızlı ve çevikseniz kas gücüne de ihtiyaç duymuyordunuz. Koluma birinin dokunduğunu hissettiğimde hızla kolumu çekip saldırmaya hazırlanıyordum ki dokunanın Hazal olduğunu gördüm. Savaş da hemen arkasındaydı.

"Hadi gidelim ve seni temizleyelim."

Hazal bunları sessizce söylerken Savaş hiç konuşmuyordu. Mavileri doğrudan gözlerimdeydi, parıltıları hâlâ kayıptı. Onun da canını yakmıştım değil mi? Oldukça fazla hem de... O anı, onun yüzündeki acıya gebe ifadeyi ve soluğunun kesilmesini hatırladığımda gözlerine daha fazla bakamadım. Pekâlâ ona bir özür borçluydum. Ona çok büyük bir özür borçluydum...

Yeniden Hazal'a baktım ve başımı usulca salladım.

"Siz gidin ben temiz kıyafet bulup geleceğim."

Savaş'ın kalın ve erkeksi sesiyle bir kez daha ona baktım. Ona zarar vermiştim ve o hâlâ bana yardım etmeye çalışıyordu. Aklından geçenleri anlayamasam da en azından hâlâ arkadaştık.

Dur bir dakika...

Arkadaş mıydık?

Arkadaşlar öpüşmezdi. Evet başlattığım öpücüğün bir nedeni vardı ama onun bana verdiği tutkuyla karışık karşılık ve ikinci kez yaşanan öpüşme, o nedenin sınırlarını tuzla buz etmişti. Ve Savaş bu sabah benden hoşlandığını söylemişti. Her ne kadar bunu bana bir neden vermek için mi yoksa gerçekten öyle olduğu için mi söylediğini bilmesem de...

Söylemişti...

İçimde uyanan İzem Hancı'nın o ağır varlığını hissediyordum. Benliğimi tamamen sarmak için sabırsızlanıyordu. Yarın olduğunda saracaktı da... Ama bugün tek yapması gereken, köşesinde oturup beklemekti. Öyle de yapıyordu, hiç olmadığı kadar usluydu şu an...

Düşüncelerime göz devirdiğini hissettim.

"Aptal olduğunu biliyordum ama bu kadarı bana da sürpriz oldu." diye fısıldadı. "O çok yakışıklı. Takılmak için harika bir parça. Bu fırsatı kaçırma ama aptalca düşüncelere de girme İzel. Senin hayatında duygusal duygulara yer yok. Unutma, o kim olduğunu bilmiyor. Öğrenseydi senden nefret ederdi. Senden nefret edecek bir adamın etkisine sakın kapılayım deme."

Haklıydı...

Bu yüzden Savaş'a bir cevap vermeden arkamı döndüm ve çıkışa ilerledim. Acilen kendimi toparlamalı ve ayarlarıma dönmeliydim.

Asansörün önüne geldiğimizde Hazal hâlâ yanımdaydı. Asansörün düğmesine basıp çağırdım ve duvara yaslanıp beklemeye başladım.

"İyi misin?"

Hazal tam önümde duruyordu. Yerde olan bakışlarımı onun açık mavi gözlerine çıkardım. Gözlerinde sabahki neşeden eser yoktu. Hüzünlü ve biraz da endişeli bakıyordu. Başımı iki yana sallayarak cevapladım onu.

"Bu okulu yıkmak isteyecek kadar bir öfke var içimde."

Yanıma geçip o da benim gibi duvara yaslandı.

"Yasemin Koçer'in saçlarını ciddi anlamda yolduğuna inanamıyorum."

Bakışlarını yüzümde hissettim. Dudaklarından güler gibi bir ses çıkardı.

"Aksel Bayzer'i herkesin içinde ikinci kez benzettin."

Başım yavaşça ona döndü. O şimdi bana bakmıyor, ileri bakıyordu.

"Benim resmen hayatımı kurtardın."

Derin bir nefes aldı. Ben ise sessizce onun sözlerini tamamlamasını bekliyordum.

"Sen normal biri olamazsın. Sıradan bir burslu..." Minik bir es daha... "Değilsin değil mi?" Bu sorudan çok tespit gibiydi. Dudaklarından dökülen son soru cümlesiyle bakışları bana döndü. Ne demeliydim? Omuz silkip bakışlarımı çektim ondan ve "Bu sorunun cevabını yarın alacaksın." diye mırıldandım.

Yarın bu okula giriş yapan kişi İzel Hancı olmayacaktı...

Sessiz kaldı, bu sessizliğini kabullenişe yordum. Durduğum her saniye üzerimdeki koku ağırlaşıyordu sanki. Ah, birinin kafasından aşağıya bir şeyler boşaltmak da ne demekti? Çocuk muyduk biz? Bıkkın bir nefesi dışarıya saldım dudaklarımdan. Korkup, gözlerinde büyüttükleri kızın hamlesine de bakın. Çocuk gibi başımdan aşağı birkaç sıvı döküyor, bu sanki çok büyük bir olaymış gibi gösteriyordu. Tamam ben engellemesem muhtemelen bir yerlerim deşilmiş olacaktı. Bu durum ise aklımı daha farklı bir yönden kurcalıyordu. Herkesin içinde bıçakla saldırması beklenmedik bir şeydi. Daha önce akıl hastanesinde yatmış birisi için fazla cesurca bir hareketti. Oraya tekrar dönmemek için bu tarz girişimlerde bulunmaz diye bekliyordum ben oysaki.

Asansörün geldiğini haber veren ses kulaklarıma dolduğunda yaslandığım yerden doğrulup asansörün önüne geçtim. Kapılar yavaşça iki yana kayarken "Bekle!" diyen bir ses ile adımlarım duraksadı ve başımı çevirip sesin geldiği yöne baktım. Bir kız hızlı adımlarla bana doğru geliyordu. Uzun siyah saçları tepeden toplanmış, kâkülleri alnına dökülüyordu.

Tam yanımda durduğunda bakışları hızlıca etrafı taradı. Endişeli gözleri ne arıyordu bilmiyorum ama etrafa baktıktan sonra gözlerine hafif bir rahatlama çöktü.

"Spor salonundaki duşlara gitme sakın."

Sesi de gözleri de uyarı doluydu. Kaşlarımın çatıldığını hissederken, kızın sözlerine anlam vermeye çalıştım. Ne demek istiyordu? Gözleri bir kez daha etrafı tararken, "Yasemin Koçer'in tek planının üzerine bir şeyler dökmek olduğunu mu sanıyorsun?" diye mırıldandı. "Yanılıyorsun! Asıl plan seni aşağıda bekliyor."

Hazal'ın kapısını açık tuttuğu asansöre baktım bir an. Hazal da merakla kıza bakıyordu ama o benim aksime kıza anlam verebiliyordu. Asansörden bir adım uzaklaşıp kıza bir adım yaklaştım.

"Ne demek istiyorsun?"

"Yasemin o kadar basit düşünen birisi değildir." Başını iki yana salladı. "Daha büyük oynamayı sever, amacı üzerini kirletip seni aşağıdaki duşlara göndermekti. Bu sadece planının başıydı. Orada seni ne bekliyor bilmiyorum ama bir anda çıplak resimlerin her yere yayılabilir, duş alırken bunu canlı yayınla herkese izletebilir, ya da seni kaynar suyla haşlayabilir... İşte bunlar tam olarak Yasemin Koçer'in tarzı ve sanıyorum ki hiç birisi başına gelsin istemezsin."

Kızın sözleri kaşlarımın daha da çatılmasına neden oldu. İfadelerim sorgulayıcı bir tavırla dövüldü kızgın bir demir misali. Demirden damlayan kızgın damlalar gözlerime damladı. Karşımdaki kızı sorguluyordum.

"Sen kimsin, tüm bunları nereden biliyorsun?"

"Yaren ben," duraksadı. Bir şey söylemek için dudaklarını araladı sonra geri kapattı. Gözleri kısaca arkama kaydı, Hazal'a baktı. Kahverengi gözleri birkaç kez Hazal ile benim aramda gidip geldi. En sonunda konuşmaya karar vermiş olmalı ki sesi duyuldu.

"Dün sizi duydum. Otoparkta... Savaş ile konuşurken..."

Söylediği üç cümle... Bende bomba etkisi yaratmıştı. Dudaklarım aralandı önce, ne söylemem gerektiğini bilemedim. Bizi otoparkta konuşurken duymuştu, biz ne konuşmuştuk? Arabanın içinde konuştuklarımızı duyması imkansızdı, arabanın dışında... Aklımda fısıltı gibi yankılanan kendi sesimle gözlerim refleksle açıldı.

Ben Kahraman Hancı'nın kızıyım demiştim...

Kendi sesim, kulaklarıma yabancı geldi bir an. Bakışlarım donuklaşırken kıza bir adım daha yaklaştım. Kızın gerildiğini hissederken umurumda olmadı. Çatılı kaşlarım eşliğinde emin olmak için sordum.

"Ne kadarını duydun?"

Kızın gözlerine yayılan korkuyu net bir şekilde gördüm. Benden korkuyordu. O korku benim cevabım oldu. Biliyordu... Yine de duymak istediğim için ısrarla baktım kızın gözlerine. Hazal bir şeylerin ters gittiğini anlamış gibi asansörü tutmayı bırakıp yanımıza geldiğinde ısrarlı bakışlarım uyarıyla doldu. O ise uyarıyı aldı ve sesli bir şekilde dile getirmedi bunu. Bir adım geri çekilip kapattığım o mesafeyi yeniden açtım ve kısaca Hazal'a bakıp yeniden Yaren denen kıza döndüm. Kız yeniden konuştu.

"Bade benim yakın arkadaşımdı, Yasemin'in ona yaptığı şey kabul edilemez. Sen... Ondan korkmuyorsun ve ben sana inanıyorum, onu alt edebilirsin. Ben Bade'ye yapılanlar yanına kalmasın istiyorum. Gözlerindeki sorguyu gördüğüm için sana bunları anlatıyorum. Sana gelip de planı anlattığımı öğrense muhtemelen bu benim sonum olur, ama söylemezsem de Bade'nın kemikleri sızlar. O bunu istemezdi. Bu yüzden oraya inme. Tam olarak bilmesem de dediğim gibi kötü şeyler olacak."

Dizdiği tüm o destandan tek bir ayrıntı aklımın kıvrımlarında asılı kaldı.

Bade'nin kemikleri sızlar...

Bu ne demekti?

"Bade..."

"İntihar etti."

Sorumu bile tamamlayamadan sesimi kesip, bu konuya tahammülü yokmuş gibi çabucak cevap verdi. Bir an karşımdaki kıza bakakaldım. Bu durum onun canını fazlasıyla sıkıyormuş, dahası yakıyormuş gibi gözleri kızarmaya başlamıştı bile. Bakışlarını kaçırdı bakışlarımdan. Ne söylenebilirdi ki şimdi? "Bilmiyordum." diyebildim yalnızca. Gözleri hırsla boyandı. "Çoğu kişi bilmiyor, Savaş bile." Ses tonu yükselmişti. Derin bir nefes aldı, yutkunuş sesini işittim. "Üzgünüm!" diye fısıldadı. Sesi o kadar yorgun geldi ki kulağıma. Kaybetmenin ne olduğunu iyi biliyordum. Hiçbir şey söyleyemedim, dilimde prangalar vardı dikenleriyle dilime saplanmış sanki.

"Lütfen!" dedi yalvarırcasına. "Ben bu adaletsizliği artık kaldıramıyorum. Hiçbir ceza almadı ve hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya, kötülük yapmaya devam ediyor. Benim elimden hiçbir şey gelmiyor, çığlık atsam fısıltısı bile Yasemin Koçer'e ulaşmaz. Ama sen..."

Devamını söyleyemedi ama ne diyeceğini tahmin etmek benim için zor değildi. Zaten takıldığım nokta da o değildi. Hiçbir ceza almadı mı demişti o?

"Akıl hastanesine yatmadı mı?"

Sorumla birlikte başını iki yana salladı. Gözlerine yayılan hüzün şimdi daha koyuydu.

"Yattı olarak gösterildi ama yatmadı. Herkes onu hastanede sanırken o Dünya'yı gezmek ve tatil yapmakla meşguldü."

Şaşırmıştım. Kaşlarımın havalandığını hissettim. Demek bu yüzden bugün o bıçağı bana savururken o kadar rahattı. Yattı diye gösterildiği o yerin kapısından bile geçmemişti belki de. O rahatlığı onun götüne sokmayı da bilirdim elbette. Başımı sallamakla yetindim, hiçbir şey söylemedim kıza. Hazal yanımdayken ne diyebilirdim ki?

Yaren bana doğru bir adım attı ve kollarını etrafıma sarıp bana sarıldı. Bu hareketini garipsedim başta ama nefesini kulağımda hissedip, fısıltısını duyunca, hareketi anlam kazandı.

"Sırrın benimle güvende. Sana güvenebilirim değil mi? Bu yaptıkları yanına kalmayacak yani?"

Sırrım onunla güvendeydi bugün ve yarın olduğunda ortada sır diye bir şey kalmayacaktı.

Dikkat çekmemek adına onun sarılışına karşılık verip onun yaptığı gibi kulağına doğru eğildim ve "Güvenebilirsin!" dedim. Aramızda geçen son konuşma bu oldu. Benim sözlerimden sonra birbirimizden uzaklaştık ve Yaren bize arkasını dönüp geldiği yolda geri döndü. Gözlerim onu takip ederken karşısından gelen başka bir sima sindi harelerime. Savaş bize doğru geliyordu. Yaren başını eğip Savaş'a selam verdi ve Savaş da karşılık verdi. Savaş'ı gördüğüm an, bir ayrıntının gölgesinde üşüdüğümü hissettim.

Çoğu kişi bilmiyor, Savaş bile...

Bade ölmüştü ve Savaş bunu bilmiyordu. Yasemin'in ona yaptığı şeyden dolayı yeterince suçluluk duyuyorken bir de öldüğünü öğrenirse... Bunun Savaş'a etkisi ne olurdu? İçimden bir ses yıkıma yakın bir şey olacağını söylediğinde, o ayrıntının gölgesi zifiri karanlığa dönüştü ve ben karanlıkta boğuluyormuş gibi hissettim.

Bana doğru dik ve kendinden emin attığı adımlar, sarsılmaz duruşu ve her ne kadar şu an parlamasa da hep parlayan mavi gözleri... Yıkım Savaş Kalkavan'a yakışmazdı. Bu adam hep böyle kalmalıydı. Okyanuslarında o parlama hep yerini korumalı, dolgun dudaklarındaki gülümseme dudaklarını hep germeli, dik duruşu ve sarsılmaz görüntüsüyle kendinden hiç taviz vermemeliydi. Bade'yi tanımıyordum. Onun ölümü beni bağlamazdı. Bu yüzden bu konu hakkında Savaş'a tek kelime bile etmeyecektim. Sessizce, kendi nedenlerimi öne çıkararak Yasemin'e, yaptıklarının bedelini ödetecektim ama Savaş bu nedenlerin arasında Bade'nin olduğunu bilmeyecekti.

Savaş yanımıza geldiğinde mavilerini gözlerime dikti. Evet hâlâ o parlaklıkları yoktu, sönük bakıyorlardı.

"Neden burada bekliyorsunuz? Aşağıya inelim." Diye mırıldandı. Sonra bakışlarını çekti benden ve asansörü bir kez daha çağırmak için düğmeye uzanıyordu ki seslenip onu durdurdum. Omzunun üzerinden bana sorarcasına bir bakış attığında "Aşağı inmeyeceğim. Aslına bakarsan eve gitsem çok daha iyi olacak." Dedim. Kavisli kalın kaşları çatılırken bedenini bana doğru çevirdi ve "Sorun ne?" diye sordu. Hazal bir köşede durmuş sessizce olanları izliyordu. Bu tarz olaylarda genelde sessiz kalıp izleyici olmayı tercih edenlerden olduğunu anladım. Tıpkı Damla gibi...

"O giden kız," dedim Yaren'in gittiği yönü işaret ederek gözlerimle. "Onun söylediğine göre asıl plan beni aşağıda bekliyormuş. Bir aksiyon ile daha uğraşmak istemiyorum o yüzden günü burada bitireceğim. Bana bir taksi çağırabilir misin? Henüz bir taksi numarası bulamadım da."

Savaş bir an baştan aşağı bedenimi süzdü. İfadelerini yine gizliyor, bomboş bir duvar gibi bakıyordu. Karanlık bir duvar... Sonra başını iki yana salladı ve boştaki elini ensesine götürüp ensesini ovdu. Bükülen kolu nedeniyle genişleyen pazıları, üzerindeki deri ceketi zorluyordu. Onun üstsüz gören biri olarak söylüyorum ki kasları iç çektirecek cinstendi. Yüzünde bir hareketlenme gözlerimin radarın yakalandığında, kahvelerim kolundan yüzüne kaydı. Dilinin dudaklarını ıslattığını gördüğümde, biraz önce yaşadığım aksiyonun arasında unuttuğum düşüncelerin yeniden akınına uğradım. Tanrım, artık şunu kesmeliydim. Onu her dikkatli incelediğimde aklım başka yerlere kayacaksa, onu incelememeliydim. Ama lanet olsun ki bunun için onu incelememe gerek kalmıyor, aklım bana ihanet ederek onu kıvrımlarında dolaştırmaya devam ediyordu. Neyse ki Savaş konuştuğunda sözlerine odaklanıp aklımı çelen düşünceleri uzaklaştırabildim. Aptal ergen kızlar gibi davranıyordum resmen.

"Alınma ama... taksiciler seni bu halde taksiye almazlar."

Sözlerini desteklemek ister gibi, bir poşeti tutmakla meşgul olan elinin işaret parmağıyla üzerimi işaret etti. Diğer eli hâlâ ensesindeydi.

Bakışlarım üzerimde gezindi... Alınmadım Savaş'ın sözlerine, haklıydı. İğrenç görünüyor ve iğrenç kokuyordum. Omuzlarım düştü, beni bu halde Gece bile arabasına almazdı. İşin doğrusu ben olsam ben de beni bu şekilde arabama almazdım...

Savaş tüm ifadesizliğine rağmen "Zaten taksiciye gerek de yok, seni ben bırakırım." dedi ve başıyla asansörü işaret etti. Ne yani bana kızgın değil miydi de beni bırakmayı teklif ediyordu?

Ah aptal, teklif ediyor işte neyi sorguluyorsun ki?

Bu İzem'in sesiydi. İçimdeydi... Sırasını bekliyordu... Ve genelde olduğu gibi yine haklıydı. Sahi ben neyi sorguluyordum ki? Başımı sallayıp usulca kabullendim. Savaş asansörü çağırdı. Asansör gelene kadar Hazal ile vedalaştık. Aklının çok fazla karıştığını görebiliyordum ama bunları bana sormak yerine sessiz kalmayı tercih ediyordu. Bunun için ona minnettar olabilirdim. Bunaltıcı, cevap veremeyeceğim sorularla karşı karşıya kalmak şu an için en son istediğim şeydi.

Asansör geldiğinde Savaş otopark katına bastı direk. Ne asansörde ne otoparka inip arabasına geçene kadar tek kelime bile konuşmadık. Hatta arabayı çalıştırıp otoparktan çıkarken bile sessizliğin kuşatması altındaydık. Kaçamak bakışlarla arada ona bakıyor, ne düşündüğünü anlamaya çalışıyordum, ama o asla renk vermiyordu. Gözlerim alnına dökülmüş saçlarının altında kalan beyaz kalıntılara kaydı. Alnını alnıma yasladığı sırada bulaşmış olmalıydı. Bakışlarım daha aşağılara indiğinde, tişörtünün benim üstümden hallice olduğunu gördüm. Bunlarda ben Yasemin'in üzerine atlamayayım diye beni tutup çevirdiği sırada bulaşmıştı. Çantamın fermuarını açtım ve içinden ıslak mendil paketini çıkarıp ona uzattım.

"Alnına milkshake bulaşmış."

Sesimle birlikte bakışları önce bana sonra dikiz aynasına kaydı ve elini direksiyondan çekip, alnına dökülen saçlarını çekti ve alnına baktı. Yine hiçbir şey söylemeden elimdeki mendil paketinin ağzını açtı ve içinden bir tanesini çıkarıp alnını silmeye başladı. Derin bir nefes alıp, "Tişörtün de kirlenmiş." diye mırıldandım. Arabanın içi o kadar sessizdi ki beni duyduğunu biliyordum. Yine bir şey söylemedi, tişörtüne de dokunmadı. Tüh! Halbuki tişörtünü çıkarır diye beklemiştim.

Paketin içinden bir mendil de ben çıkardım ve yüzümde kuruyan milkshake kalıntılarını silmeye başladım. Arada göz ucuyla Savaş'a bakıyordum ama o asla bana bakmıyor, tamamen yola odaklanmış bir şekilde arabayı kullanıyordu. Yüzümle işim bittiğinde ve yüzümü tamamen temizlediğimde, sessizlikten fazlasıyla sıkılmış durumdaydım. Sıkıntımı belli edercesine ofladım ve başımı koltuğa yaslayıp ona baktım. Kaçamak olmayan bir bakışla, gözlerimi dikerek...

"Çok mu kızgınsın bana?"

Temkinli bir ses tonuyla, göz ucuyla ona bakıp tepkisini kontrol ederek sormuştum bu soruyu. Gözleri anlık olarak bana kaydı ve yeniden yola odaklanıp arabanın hızını arttırdı. Konuşmadı... Pekâlâ bu çok iyi bir cevap olmuştu, kızgındı... Ne yapmalıydım? Ah böyle bir konuda bocaladığıma inanamıyordum.

"Özür dilerim Savaş..." diyebildim en sonunda. Ona borçlu olduğum bu özür, dikenleriyle dilime tutunup dilimi yara yara ilerlemiş gibi hissettim. Alışmamışlığın kanının tadı damağıma yayıldı. Ben insanlardan özür dilemeye alışık değildim, teşekkür etmeye de öyle...

Bu adam bana çok fazla nezaket cümlesi kurduruyordu. Bu adam bana kendimi açıklama yapmak zorundaymışım gibi hissettiriyordu. Dahası bunu garipsemiyordum da. Bana neler oluyordu hiçbir fikrim yoktu ama içerideki İzem Hancı saçını başını yolmaya başlamıştı bile. Ama bir işe yaradığı yoktu. Bir şeyler oluyordu ve olan o şeylerin önüne artık İzem Hancı bile geçemezdi...

"Savaş!" dedim bıkkın bir sesle. Boş bir duvara konuşuyormuş gibi hissettiriyordu bana. O duvarı kırıp ardındaki adama ulaşmak istiyordum.

"Merak ettiğin buysa... Evet sana kızgınım. Ama şu an bu konu hakkında konuşmak istemiyorum."

Kaçamak olan bakışlarımı sesiyle birlikte tamamen ona diktim ve "Ama ben konuşmak istiyorum." dedim, sesim istemsizce yüksek çıkmıştı.

"Sence bunu ne kadar umursuyorum İzel?"

Aldığım cevapla kaşlarım havalandı önce, sonra meydan okumanın getirisiyle kısıldı bakışlarım.

"Karşında bir kadın var bence biraz daha nazik olmalısın Kalkavan?"

Bakışları bana döndü onun da. Arabayı kullanmaya devam ediyor ama yola bakmıyordu.

"Karşımdakinin kadının nezaket anlayışı bu kadarına yetiyor maalesef!"

Sözleri... Gafil avlandım ve ona bakakaldım öylece. Nezaketten yoksun olmak... İlk kez bundan bu kadar rahatsız olduğumu hissettim. Yirmi yıl boyunca bu benim için bir ilkti. Bana göre nezaket, hak edene verilirdi saygı gibi. Birine ilk olarak nezaket ile yaklaştığınız zaman, insanlar sizin hakkınızda iyi düşünmezdi. Nazik olmak demek, iyi biri olmak demekti. İyi biri olursanız sevilmezdiniz, yalnızca kullanılırdınız. Güven gibi nezaketin de bir bağı vardı bana göre. Bu zamanla oluşurdu, oluşması için önce karşınızdaki kişiyi tanımanız, ona iyilikle yaklaştığınız zaman vereceği tepkiyi iyi kestirmeniz gerekirdi kullanılan olmamak için. İnsanlarla arana ne kadar mesafe koyarsan o kadar güvende olurdun. Sahteliklerden uzak, herkesin ne mal olduğunu görerek ilerlerdin senin için serilen o yolda.

Yirmi yıl boyunca ben halimden memnundum. Kimliğimi saklayarak yaşıyor, kimseyi hayatıma almadan, kimseye açıklama yapmadan, sahte davranmadan ve sahte davranışlardan uzak kalarak yaşıyordum hayatımı ve hemen yanımda oturan bu adam, ilk kez bana bu konuda rahatsız hissettirmişti.

Derin bir nefes aldım. Gözlerimin önüne çekilen bir perde vardı da Savaş bu perdeyi sözleriyle yakıp gözlerimi açmıştı sanki. Bakışlarımı ondan çektim ve önümde uzanan yola diktim. Dilimin ucuna gelen milyon tane kelime vardı ama hangi birini söylesem bilemiyordum.

Bocaladığım o anda sırasını bekleyen İzem Hancı tahammül sınırlarını parçalayıp tahtından kalktı. Zihnimde ayak seslerini işittim. Sabrı kalmamıştı. İyi biri olmak istemezken bile içimdeki kötüyü derin bir uykuya yatırıp İzel Hancı'yı yaratmıştım ben.

İzem Hancı köşesinde oturmuş, sırtını duvara yaslamış, yüzünü dizlerine gömüp ağlamak üzere olan o küçük yaralı kız çocuğunun yanında diz çöktü. Acımasızlığın yuvası olan parmaklarının tek şefkat beslediği kişiydi o küçük kız. Şefkatle okşadı saçlarını. O küçük kız da sırasını beklemişti bir zamanlar, babamın pençelerinden kurtulup özgür olmak için. Hiçbir zaman gelmemişti sırası... Şimdi onun sırasını da İzem Hancı devralıyordu.

"Söz veriyorum küçüğüm..." diye fısıldadı okşarken. Küçük kız tepki vermiyordu. O artık hiçbir söze inanmıyordu. "Sendeki her bir yaranın acısını misliyle çıkartacağım herkesten!"

Gözlerim kapandı, içimden ona kadar saydım, gözlerimi geri açtığımda artık zihnimi kontrol eden kişi asıl olan bendim. Yan gözle yanımda oturan adama baktım. Araba merkeze gittikçe yaklaşıyordu.

"Biliyor musun Savaş?"

Sesimin kısık çıkmasının nedeni güçsüzlük değildi. Bazı anlar vardı, kıçınızı dahi yırtsanız veremeyeceğiniz etkiyi kısık bir ses tonuna gizleyebiliyordunuz.

"Hiç kimseye vermediğim tavizi sana verdim. Neden?"

Savaş'ın bakışları bana dönerken gözlerinden, söylediklerimden hiçbir şey anlamadığı anlaşılıyordu. Sessiz kalıp devam etmemi bekledi.

Alt dudağımı ağzımın içine doğru yuvarlayıp, dilimi dudağımda gezdirdim, Dudağımın sağ tarafa doğru gerildiğini hissettim. Çenem dikleşirken dikiz aynasından baktım Savaş'a.

"Aptal olduğum için..."

Kaşları havalandı, gözlerindeki karışıklığı net bir şekilde görebiliyordum. Ah! Savaş Kalkavan, beni bu kadar hafife almasaydın seninle çok eğlenebilirdik. Başımı iki yana salladım ve "Arabayı durdur!" diye mırıldandım. Biraz önceki dudağımda peydahlanan kıvrım gitmiş, ciddiyetin soğuk rüzgârları yüzümün her bir kasını esir almıştı.

"Ne?" diye sordu Savaş. Başımı hızla ona çevirip "Arabayı durdur!" dedim kelimelerin üzerine basarak sertçe. Savaş'ın durumun ciddiyetini kavraması tam da o ana denk geldi. Dolgun dudakları aralandı önce şaşkınlıkla. "İzel!" dedi neredeyse fısıldarcasına.

"Ne?" diye sordum, merak ettiğimden değil de sırf sormuş olmak için. "Karşındaki kadının nezaket anlayışı bu kadarına yetiyorsa arabayı durdurmak senin açından daha iyi olur Savaş Kalkavan! Nezaketsiz birini arabanda istemezsin diye düşünüyorum yanılıyor muyum?"

"Ben öyle demek istemedim..."

"Ne demek istedin?"

Tek kaşımı kaldırıp sorduğum soru karşısında bir an bocaladığını gördüm. Aynen öyle Savaş Kalkavan, aynen öyle...

"Şu lanet olası arabayı durduracak mısın yoksa kendimi arabadan aşağı mı atayım?"

Sözlerimle başı hızla bana döndü. Biçimli kaşları çatılmış, iki kaşının ortasında derin bir yarık oluşmuştu. Yüzüme baktı birkaç saniye, ciddiyetimi tartmak istercesine. Gözlerimi devirip "Pekâlâ!" dedim ve arabanın kapısının kulpuna uzandım. Tam kapıyı açıp esen rüzgârı tenimde hissetmiştim ki Savaş ani bir hareketle kolumdan tutup beni kendine doğru çekti ve refleksle ona doğru çevirdiğim başım yüzünden burun buruna geldik. Kapı kapanmamış aksine ardına kadar açılmış, dışarıdaki rüzgâr içeriye dolmaya başlamıştı. O soğuk rüzgârın aksine Savaş'ın yüzüme akan nefesi sıcacıktı. Kalbimdeki o ritmin yine değiştiğini fark ettim. Demiştim ya bir şeyler oluyordu ve artık o şeyi İzem Hancı bile engelleyemezdi diye. Neticede içimde o kişiliği taşısam da o kişi de bendim. Çoklu kişilik bozukluğum falan yoktu yani. Sadece hislerimi ikiye bölmüştüm ben. Kötü tarafım İzem, iyi tarafım İzel olmuştu o kadar.

"Ne yapıyorsun İzel sen?" diye fısıldadı Savaş arabayı sert bir frenle durdururken. Şaşkınlık dehşetin koynunda uyuyordu şimdi. Böyle bir hareketi asla beklemiyordu. Ah, ben de senden öyle bir çıkışı beklemiyordum Kalkavan! Bu kez ondan etkilensem bile bu etkinin bana hükmetmesine izin vermedim. Düşüncelerim İzem Hancı'nın kontrolünde çok daha güvendeydi.

"Arabayı durdurmanı söylemiştim."

Gözleri gözlerimde gezinirken okyanusları dehşetin sert rüzgârlarıyla dalgalandı.

"Atlayacaktın." dedi o dehşeti sesine yansıtarak.

"Atlayacaktım!" dedim sakinliğimi kuşanarak.

Gözlerimiz birbirine tutundu. Ne o çekti benden ne ben çektim o mavilerden. Zaman gözlerimize karıştı, orada bir hayat kurdu. Sonra o gözlerini indirdi gözlerimden bakışları dudaklarıma kaydı. Zamanın gözlerimizde kurduğu hayatın kökleri çürümeye başladı, çürük kokusunda boğulduk. Başının bana yaklaştığını gördüm. Zaten kısa olan mesafe, gittikçe daha da kısalırken, dudakları dudaklarıma dokunmak üzereyken, nefesi dudaklarımı kavururken, tüm irademi toplayıp önüme iradeden bir duvar ördüm ve geri çekilip kolumu da elinden çektim. Açık olan kapıdan dışarı çıkıp arabanın önüne dolandım ve kaputa yaslandım. İğrenç bir haldeydim ve yaşadığım şeylere de bakın... Savaş beni bu halimle öpecekti... Yutkundum. Anlaşılan İzel de olsam İzem de olsam hormonlarıma söz geçirme konusunda pek başarılı değildim. Zira şu an arabaya geri dönüp Savaş'ı öpmek istiyordum. Hayır sadece öpmek değil... Daha fazlasını istiyordum...

Benim hemen ardımdan Savaş da çıktı arabadan. Yanıma gelip benim gibi o da yaslandı kaputa. Birkaç dakika sessizliği dinledik. Yoldan geçen tek tük arabaları saymazsak tamamen sessizdi bulunduğumuz ortam. Sessizliği bozup ilk konuşan o oldu.

"Senin için endişelendiğim için bana kızamazsın İzel, seni korumaya çalıştığım için..."

Doğrudan yola bakarken sözlerinin bana geçmesine izin vermedim. Bu konuda artık kesinlikle anlaşmamız gerekiyordu.

"Senin korumana ihtiyacım yok Savaş! Hiç kimsenin korumasına ihtiyacım yok." Başımı ona çevirip bir kez daha baktım okyanuslarına. Orada akan duyguları anlamaya çalışmakla uğraşmadım. Sadece baktım. "Yasemin'den mi korkuyorsun sen? Onun bana yapacaklarından? Peki benim ona yapacaklarım Savaş? Bunun boyutunu hiç düşündün mü? Ne sanıyorsun sen beni? Zayıf, korunmaya muhtaç, masum bir kız mı görüyorsun bana baktığında?" Yaslandığım yerden ayrılıp doğruldum ve karşısına geçtim. İleriden gelen bir arabanın sesi kulaklarımı dolduruyordu.

"Eğer öyleyse bakış açını değiştirmelisin Savaş. Çünkü benim içimde Yasemin gibi elli tane var. Biri canımı sıkarsa o canı misliyle yakmaktan çekinmem. Biri bana zarar veriyorsa o zararın katbekat fazlası o kişinin başına gelir. Ben durmam Savaş, acımam. Senin tanıdığını sandığın İzel Hancı'dan çok daha fazlasıyım ben. İzel İzem Hancı'yım. Sana yemin ederim Savaş, içimde nefret edeceğin ikinci bir kişiliğim var ve sen biraz önce o kişiliği uyandırdın. Bundan sonra kopacak kıyametin sebebi benim ama sorumlusu ben değilim."

Dudakları aralandı bir şey söylemek ister gibi ama söylemedi ve geri kapandı. Bende bir şey söylemesini beklemiyordum zaten. Araba sesi artık çok yakındı, bakışlarımı Savaştan çekip geldiğimiz yönden gelen arabaya baktım. Bir dakika kadar sonra yanımızdan geçecekti. Son kez Savaş'a baktım ve önünden çekilip arabasından ceketim ile çantamı aldım. Yolun ortasında durduğumda arabanın şoförü beni son anda fark edip arabasını durdurdu. Savaş'ın "İzel!" diye bağırıp benden tarafa doğru hareketlendiğini gördüm göz ucuyla ve elimi kaldırıp "Sakın! Beni hafife almamayı öğrenene dek bana yaklaşma bile Savaş!" diyerek onu durdurdum. Arabayla aramızda beş santim falan vardı. Şoförün korku dolu gözleri beni hâlâ ayakta görünce öfkeye teslim etti yerini ve başını arabanın camından çıkarıp "Canına mı susadın kardeşim sen?" diye bağırdı. Adamı duymazdan geldim ve arabanın önünden çekilip şoför kapısını açtım. Adam şaşkınca bana bakarken "İn aşağı!" dedim adama. Kırklı yaşlarının sonunda saçları ağarmaya başlamış olan göbekli bir adamdı. Başta sözlerimi algılamakta zorlansa da sonunda algıladığında "Ne diyorsun lan sen? Bela mı arıyorsun kendine?" diye yükseldi. Gözlerimi devirdim. Bugün bir kişiyle daha uğraşacak halde değildim.

"Ben bela aramam bela olurum." dedim adama ve adama doğru eğilip adamın ensesinden tuttuğum gibi arabanın dışına çektim. Adamın beklemediği bu hareket bana kolaylık sağladı ve adamı arabadan atabildim. Kıçı üzerine yere düşen adamı umursamadan, adamın üzerinden geçip arabaya bindim ve kapıyı kapatmadan önce son bir kez Savaş'a bakıp, kapıyı kapatıp, çalışır halde olan arabanın gazına basıp, yola tek başıma devam ettim.


💎


Eve geldiğimde saat iki olmuştu. Yaklaşık bir saat boyunca duşun altında kalmış ve kendimi tüm pisliklerden arındırmış, o iğrenç kokudan sıyrılmıştım. Şimdi üzerimde bornozum vardı ve boy aynasının karşısına çektiğim pufa oturmuş vücuduma krem sürüyordum. Kremleme işim bittiğinde kenarı ayırdığım kıyafetlerden iç çamaşırlarımı elime almıştım ki duyduğum zil sesiyle kaşlarım çatıldı. Kapı ısrarlı bir şekilde çalınıyordu. Elimdeki iç çamaşırlarını yatağın üzerine atıp çatılı kaşlarımla odamdan çıktım. Tanrı aşkına kimdi bu kapıyı alacaklı gibi çalan? Geçerli bir nedeni olsa iyi olurdu aksi taktirde kapıdaki kişiyi buna pişman ederdim.

Merdivenleri seri bir adımla indim ve kapıya geldim. Kapı üzerindeki o minik delikten baktığımda kimseyi görmeyince zaten çatılı olan kaşlarım daha da çatıldı. Zil hâlâ çalmaya devam ediyordu.

Sikerler ama böyle işi...

Hışımla açtığım kapıda karşımda Savaş Kalkavan'ı gördüm. Sinirle aralanan dudaklarım, karşımda onu görmemle kapandı ve çatılı olan kaşlarım havalandı. Onun burada ne işi vardı?

Okyanusları önce gözlerimde asılı kaldı, sonra yavaşça yukarıya kaydı ve ıslak, dağınık saçlarıma baktı. Gözlerimi bir an olsun gözlerinden çekmiyor, gözlerinin hareketini takip ediyordum. Bakışları yavaşça aşağıya indi, bedenimi süzdü. Kısa bornozumun açıkta bıraktığı bacaklarımda fazlaca oyalanmıştı bakışları. Gözlerinin kıvrımlarına yayılan beğeni pırıltıları gururumu okşamadı desem yalan olurdu. Beni nasıl bulmayı bekliyordu bilmiyorum ama bu şekilde bulmayı beklemediği açıktı.

Mavileri yeniden gözlerime çıkar diye bekledim ama gözleri bedenimi süzmekle fazlasıyla meşgul olacak ki yönünü şaşırmıştı. Boğazımı temizlediğimde sanki transtan çıkmış gibi hafifçe irkildi ve sonunda mavileri kahvelerimdeydi.

Omzumu kapının pervazına yasladım ve "Burada ne işin var?" diye sordum. Ona en son ne söylediğimi iyi hatırlıyordum. Beni hafife almamayı öğrenene dek bana yaklaşma bile Savaş! Ona aynen böyle söylemiştim.

"Ben..." diye girdi söze ama devamı gelmedi. Dolgun dudaklarını diliyle ıslattığında gözlerim refleksle dudaklarına kaydı. Tenimin karıncalanmaya başladığını hissediyordum. Aynı şeyi o da hissediyor muydu? Renk vermedim ve "Evet sen?" dedim sorarcasına.

Gözlerini kapatıp başını öne indirdi ve bir eliyle burun kemerini sıktı. Bir şeyler mırıldanmıştı ama o kadar kısıktı ki sesi ne dediğini duyamamıştım. Başımı eğip yüzüne bakmaya çalıştım ama eli yüzünü kapamıştı, hiçbir şey göremedim.

Tam başımı dikleştirip ona gitmesi gerektiğini söyleyecektim ki elini yüzünden çekti ve hiç beklemediğim bir atakta bulundu.

"Sikmişim konuşmasını!" ondan duyduğum küfre şaşırma fırsatım bile olmadı. Bir anda aramızdaki mesafeyi kapattı ve kolunu belime dolayıp bedenimi bedenine yasladı. Her şey o kadar ani olmuştu ki, dudaklarımda dudaklarını hissettiğimde ancak idrak edebilmiştim. Kollarının ikisi de bedenime dolanmış ve beni hapsetmişlerdi onun bedenine. Havada asılı kalan ellerimi nereye koyacağımı bilememiştim. O, aralık yakaladığı dudaklarımı sırayla öpüyor, diliyle okşuyordu. Ben ise öylece kalakalmış ona bir tepki veremiyordum.

Karşılık vermediğimi anladığında geri çekildi ama kollarını çözmedi, bedenim hâlâ bedenine yaslı durumdaydı.

"Karşılık ver bana!" diye fısıldadı. Koyu mavi olan gözleri şimdi olduğundan çok daha koyu, sesi boğuktu. Tüylerimin ürperdiğini hissettim. Onun dilinin ıslaklığıyla yıkanan dudaklarım, onun nefesiyle kavruluyordu. Kalbim yine hızlanmıştı ve midemden kasıklarıma akan bir ılıklık, kadınlığıma bir sızı armağan ediyordu. Yutkundum... O an yapmam gereken şey Savaş'ı itmekti bunun farkındaydım ama... Savaş dudaklarıma yeniden kapandığında havada kalan ellerimden birini göğsüne yerleştirdim, diğerini ensesine dolayıp ensesindeki saçları avuçlarken gözlerimi kapatıp tüm açlığımla ona karşılık verdim. Geri geri ilerlemeye başladığımızda onun beni yürüttüğünü ancak idrak edebildim. Ellerinden birisi belimden ayrıldı ve iki saniye sonra kapanan kapının sesini duydum. Sırtım duvara yaslandığında Onun bedenime baskısı arttı. Kasıklarımda hissettiğim şişkinlik tüm vücudumun bir elektrik akımına kapılmasına neden olurken kendimi tutamayıp inledim. Dudaklarımın üzerinde olan dudaklarının iki yana kıvrıldığını hissettim. Tırnaklarım ensesine batarken amacım ondan da bir inleme koparabilmekti. Başardım da. Dudaklarından dökülen boğuk erkeksi bir inlemeye birlikte, başını sola doğru yatırıp dilini ağzımın içine doğru itti ve dilimi okşadı. Bir eli belimden kalçama doğru kayarken öpüşleri asla yavaşlamıyor, aksine daha da yoğun bir hâl alıyordu. Eli havludan kurtulup çıplak bacağıma ulaştığında bacağımı kavrayıp yukarıya doğru kaldırdı ve beline doladı.

Kahretsin! Altımda iç çamaşırı yoktu, havlu dışında tamamen çıplaktım. Savaş'ın eli bulunduğu noktadan yukarıya doğru kayarak ilerleyip kalçama geldiğinde fark etti bu durumu. Başladığından beri bir an olsun kesilmeyen öpüşleri o an sekteye uğradı. Kalçamdaki eli hareket etmeyi kesmişti. Parmakları, kadınlığıma çok çok yakındı, öyle ki elinin ısısını hissedebiliyordum. Gözlerimi araladım. Dudakları hâlâ dudaklarıma yaslıydı ama hareket etmeyi kesmişti. Gözleri kapalıydı. Alttan alttan ona bakarken yutkunduğunu gördüm. Yutkunuş sesi kulağımda çınladı. Ona baktığımı hissetmiş gibi gözlerini araladı. Burnundan akan sert ve derin nefesler burnum ile dudağımın arasındaki vadide kayıyordu. Dudaklarının arasındaki alt dudağımı bir kez daha emdi, diliyle okşadı ve dudaklarını dudaklarımdan uzaklaştırıp alnını alnıma yasladı.

"Durmam gerek bunu biliyorum, ama durmak istemiyorum İzel!" diye fısıldadı. Yutkundum. Derin bir nefes alma ihtiyacıyla doldum, aldığım nefes bir iç çekişe döndü. Kasıklarımdaki sızı tüm hücreme yayılıyordu. Durması gerektiğini biliyordum ama durmasını istemiyordum.

Tam yeniden dudaklarıma yöneliyordu ki çalan telefon sesiyle başımı çevirip sesin geldiği yöne baktım ve Savaş dudaklarımla değil yanağımla buluşmuş oldu. Bu durumdan şikayetçi değil gibi ıslak öpücüklerini boynuma doğru indirdiğinde aklıma gelen ayrıntıyla Savaş'ı hızla ittim. Savaş iki adım gerilerken şaşkınlıkla bana bakıyor ve ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Aynı saniye içinde bahçeden gelen bir dolu araba sesiyle birlikte gözlerim irileşti. Başımı eğip salondaki duvarda asılı olan saate baktım dördü üç geçiyordu.

Kahretsin! Babamın geleceği ayrıntısını tamamen unutmuştum. Çalan telefon sustu ve arka arkaya mesaj bildirimleri gelmeye başladı. Gece beni öldürecekti... Gece tek kelimeyle beni öldürecekti...

Savaş'ı kolundan tuttuğum gibi çekmeye başladığımda "Neler oluyor İzel?" diye sordu. Ona cevap vermeden kolundan çekmeye devam ettim. Üstelemeyip benimle geldi. Birlikte büyük bir hızla merdivenleri çıkıp benim odamın önüne geldiğimizde dış kapıdan anahtar sesi gelmişti. Ellerimin titremeye başladığını hissettim, babam Savaş'ı burada görecek olursa bu hem benim hem Damla'nın hem de Gece'nin sonu olurdu. Hızla odanın kapısını açıp Savaş'ı odanın içine ittim ve "Sakın buradan burnunu bile dışarı çıkarma!" deyip kapıyı yüzüne kapattım. Bakışlarından, olanlara anlam veremediğini net bir şekilde kapmıştım ama ona anlatacak vaktim yoktu. Kapıyı kapatmamla aşağı kattan hareketlenme seslerinin gelmesi bir olurken merdivenin başına geçtim ve içeriye giren özel korumalara baktım. Hepsi birbirinin aynı gibi olan korumalar, sanki robot gibi duruyorlardı. İçlerinden biri beni fark ettiğinde saygı duruşuna geçti ve başını aşağı eğdi. Onun hareketiyle birlikte diğerleri de beni fark edip ilki gibi durdular.

Sonra kapıdan içeriye o girdi. En büyük kâbusum, katilim, düşmanım ve aynı zamanda da babam... Siyah ve beyaz tellerle harmanlanmış ve gri bir renge bürünmüş gür saçları, Uzun ve iri bedeni, üzerine tam oturan simsiyah takım elbisesi ile ve sinek kaydı tıraşı ile her zamanki gibiydi. Her hücresinden buram buram güç ve otorite akıyordu. Koyu kahverengi gözleri önce evin içinde turladı birkaç saniye ve yavaşça bulunduğum yere çıktı. Ondan metrelerce yüksekte, ona tepeden bakıyordum, yine de onun bir bakışıyla mesafeler eriyor ve ezilen taraf ben oluyordum. Gözleri beni görmesi ile tehlikeli bir şekilde parlarken tek bir kırışıklığın bile olmadığı yüzündeki ifade tehlikeli bir hal aldı ve dudağında o ifadenin çocuğu doğdu; aynı tehlikeyle iki yana kıvrıldı dudakları. Kollarını arkasında birleştirdi

ve o kalın ve gür sesiyle konuştu.

"Merhaba çocuğum!"

🎭💎

Bölümü nasıl buldunuz?

Zaman ayırıp okuyan herkese sonsuz teşekkürler❤️


Loading...
0%