Yeni Üyelik
13.
Bölüm

12| Geçmi̇şi̇n Geçmeyen Emareleri̇

@saniyesolak

Sellam✨

Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın lütfen❤️

Keyifli okumalar diliyorum❤️

💎🎭

İZEL İZEM HANCI’DAN

Baba... Ne demekti baba? Bir kelime, iki hece, dört harf... Sadece bundan mı ibaretti? Yoksa çok daha fazlası mıydı? Benim için çok daha fazlasıydı... Acıydı... Göz yaşıydı... Umut etmek ve umudunu kaybetmekti... Yok olmak, kimseye güvenmemekti... Sevmemek ve sevilmemekti... Yokluktu... Kaybediş ve kayboluştu... Ve daha bunlar gibi pek çok şey...

Kız çocukları babalarına âşık olarak büyümez miydi? İlk aşkları hep babaları olmaz mıydı? Kız çocukları yere düştüklerinde ilk koşan kişi babaları olmaz mıydı? Dizleri kanadığı zaman, yarayı temizlerken canı yanmasın diye üflemezler miydi babalar?

Benim babam bunları yapmamıştı. Aksine, ben babamdan nefret ederek büyümüştüm, ilk düşmanım babam olmuştu, ilk ve tek katilim de öyle. Ben yere düştüğümde babam koşmamıştı hiç, babam düştüğümü görmemişti bile, beni düşüren bizzat kendisiydi çünkü. Dizlerim kanadığı zaman yarayı sarmak bir kenara dursun, o yaraların büyümesine, tüm vücudumu sarmasına neden olan kişiydi benim babam. Ağladığım zaman göz yaşlarımı silmez, ağladığım için şiddetiyle eğitip, ağlamamamı söylerdi bana.

Bir baba en fazla ne kadar kötü olabilirdi?

Benim babam en kötüsüydü...

"Merhaba çocuğum."

Başını kaldırıp alttan bana bakarken kollarını arkasında bağlamıştı. Benimkiyle aynı olan gözlerinde tek bir duygu kırıntısı dahi yoktu. Hayır, ifadelerini, duygularını sakladığı için değil... Duyguları olmadığı için... Kalbi taşlaştığı için... Küçükken onun bir kalbi olduğuna inanırdım, bir gün beni sevebileceğine. Hiddet dolu bakışlarının bir gün yumuşayıp şefkate bürüneceğine, benimle sadece beni azarlamak için konuştuğu her seferinde kulaklarımı sağır edip kalbime korkunun zehirli tohumlarını eken yüksek sesinin bir gün bana masallar anlatıp beni sevdiğini fısıldayacağına, zayıf bedenimi hırpalayan kollarının bir gün beni sarıp saçlarımı okşayacağına... Kendimi inandırmıştım çok küçük yaşlarımda. Aptalın önde gideniydim. Daha en başında her şey ortadaydı halbuki. Onun gözlerine bakarken zihnimin geçmişe doğru sürüklendiğini hissettim.

Küçük kalbinin kıvrımlarında heyecanı taşırken küçük dudakları iki yana kıvrılmıştı küçük kızın. Elindeki resme, en değerli hazineymiş gibi bakıyordu. Küçük kahverengi gözleri ışıl ışıl parlıyordu. Henüz dört yaşındaydı küçük kız ama okuma yazmayı biliyordu. Son olarak resmine minik bir ayrıntı eklemek istedi. Babası onun yazısını bir türlü beğenmiyor, bu durum da küçük kızı çok üzüyordu. Üstelik doğru düzgün bakmıyordu bile yazdıklarına. Bakmadan olmamış deyip geçiştiriyordu. Olduğunu göstermek istedi. Yazabildiğini... Güzelce yazabildiğini... Bu yüzden resmi son kez koydu önünde diz çöktüğü engin sehpaya ve eline en sevdiği renkteki kalemi aldı. Kocaman harflerle dikkatli bir şekilde yazdı kalbinden geçen sevgi sözcüklerini.

En güzel yazısıyla...

Seni çok seviyorum babacığım, babalar günün kutlu olsun...

Annesine de resim yapıp üzerine böyle bir yazı yazmıştı anneler gününde. Ne kadar mutlu olduğunu çok iyi hatırlıyordu. Annesini mutlu etmek çok kolaydı ki zaten. İzel gülümsese annesi mutlu oluyordu. Ama babası... İşte onu nasıl mutlu edeceğini bir türlü bulamıyordu. Bir kez bile güldüğünü görmemişti kendisine. Hep Damla'ya gülüyor, Damla'nın saçlarını okşuyordu. O gerçek kızı bile değildi oysaki. Onu değil, kendisini sevmeliydi.

Yazma işi bittiğinde dudaklarındaki gülümseme de büyüdü. Küçücük dudaklarına dünyalar kadar bir gülümseme sığdırmıştı. Çok güzel olmuştu resmi. Annesine çizdiğinden bile güzel olmuştu. Hızla diz çöktüğü yerden doğrulup, odasından koşarak çıktı. Evin içinde kıkırtılarının yankıları duyuluyordu. Koşarak annesinin odasına girdi. Annesi her zamanki köşesine oturmuş kitabını okuyordu. Normalde birlikte okurlardı, annesi ile kitap okumaya bayılıyordu. Kekelediği, okuyamayıp takıldığı yerlerde hiç kızmıyor, sabırla doğrusunu öğretiyordu. O zamanlarda küçük kalbini sıcacık bir his dolduruyordu.

Bugün resim çizdiği için annesiyle okuyamamıştı ama sorun değildi. Bugün onun için çok daha önemli bir gündü. Hayır babasını annesinden daha çok sevdiğinden değil, birazcık olsun babası onu sevsin diyeydi.

İçeriye girdiği ilk anda annesi onu fark edip başını kaldırdı okuduğu kitabından. Karşısında küçük kızını görünce dudaklarına, çölün ortasında tatlı su kaynağı bulmuşçasına büyük bir gülümseme yerleşti. Gülümsemesiyle birlikte gerilen dudaklarının ucundaki, dün gecenin izi olan yara sızlamış, yanağındaki fondöten ile kapattığı morluk ağrımıştı. Umurunda olmadı. Elinden geldiği kadar yaşadıklarını kızından saklamaya çalışıyordu, ama onu kocasının gazabından kurtarmaya yetmiyordu gücü. Kocası tüm öfkesini kendisinden çıkarsa, her gün her gece onun şiddetiyle yansa canı bu kadar acımazdı ama kızına inen her bir darbede ruhu milyonlarca parçaya bölünüyordu.

Kitabını kenarı bıraktı. Koyu kahverengi saçları omuzlarından göğüslerine doğru dökülüyordu. Elinin tersiyle onları sırtına doğru itip dizlerini oturduğu yerden aşağı sarkıttı ve gülümseyen yüzüyle "Bitirdin mi?" diye sordu. Küçük kızı hevesle başını salladı. O kadar heyecanlı ve istekli duruyordu ki, söyleyemedi ona, hevesini kıramadı. Baban bu sürprizini hiç sevmez diyemedi. Sevmeyeceğini, dahası kızacağını çok iyi biliyordu. Tanrı'dan tek dileği işin şiddetle bitmemesiydi. Öyle bir durumda ne yapardı hiç bilmiyordu. Dün geceden kaynaklı belinde korkunç bir ağrı vardı zaten. İkinci bir şiddeti kızı için ruhu kaldırırdı ama bedeni kaldırır mıydı? İşte bundan o kadar da emin olamıyordu. Kendini kasıp belindeki ağrıyı görmezden gelip ayağa kalktı. Dudaklarındaki gülümseme hâlâ yerini koruyordu. Belindeki o ağrı da öyle... Derin bir nefes almak istedi ama beline saplanan acı buna engel olup nefesini yarıda kesti. Yutkunup gülümsemesini büyüttü. Kızının minik adımları gittikçe kendisine yaklaşıyordu. Gözlerine akın eden göz yaşlarını büyük bir ustalıkla geriye itip kızının yanına gelmesini bekledi. Bir adım atmaya, eğilip kızıyla aynı boya gelmeye bile takati yoktu.

Kızı gelip resmi annesine uzattığında tüm şefkati ile gülümsemeye devam edip resmi aldı. Kızından gelen her şey gözüne öyle güzel geliyordu ki... Bu resim de gözüne ilahi bir güzellikte gelmişti. Kızının babasına bu kadar âşık olması... Kalbinin acıyla kasıldığını hissetti. Celladına aşıktı kızı...

"Güzel olmuş mu anne?"

Heyecanlı sesiyle bakışlarını resimden çekti ve kızına baktı. O kadar masumdu ki...

"Çok güzel olmuş bebeğim." diye mırıldandı. Küçük kızının gözlerindeki heyecan daha da büyümüştü. "Babam da beğenir değil mi?" diye sordu tüm masumiyetiyle. Genç kadın oturup hüngür hüngür ağlamak istiyordu. Şimdi bu kıza nasıl olur da beğenmez diyebilirdi ki?

"Beğenir tabi..."

Küçük kızının kıkırtıları kulaklarına dolduğunda yaşadığı şu hayattan bir kez daha nefret etti. Kızına hak ettiği gibi bir hayat veremediği, onu koruyamadığı için kendinden de nefret ediyordu. Hiçbir suçunun olmadığının elbette farkındaydı ne bu hayat ne de Kahraman Hancı'nın karısı olmak kendi seçimi değildi. Ama eziliyordu... Annelik duygusunun altında eziliyordu. Kızının gözlerindeki o heyecanın altında eziliyordu. Kahraman Hancı'nın altında eziliyordu. Sevgisizliğin altında eziliyordu. İçinde yaşadıkları şu evi asla bir yuva olarak göremiyordu. O ev kızının ve kendisinin cehennemiydi, Kahraman Hancı da o cehennemin içindeki şeytandı.

Alt kattan sesler gelmeye başladığında kadın kocasının geldiğini anladı. Aynı şekilde kızı da fark etti babasının geldiğini. Gözlerindeki parlama daha da büyürken iri kahverengi gözlerini ardına kadar açtı ve "Babam geldi!" diye bir nida koyuverdi. Küçük kızın heyecanının aksine genç kadının kalbi korkuyla doluydu.

Kızı resmi elinden çekip alırken, kadın bir an kızını kolundan tutup gitmesine engel olmak istedi. Ama yapabildiği tek şey, koşarak gidişini izlemekti. Kalbindeki sıkışma daha da artarken ağrıyan vücudunu umursamadan kızının peşinden gitti. Olası bir şiddette araya girmeli ve kızını korumalıydı.

Küçük kız, koşarak merdivenleri indi. Salona girdiğinde babasını karşısında görünce adımları duraksadı. Dev gibi duruyordu karşısında, yüzünde çelik gibi sert bir ifade vardı. Kalbi korkuyla teklese de heyecanı daha ağır basıyordu. Babası ne tepki verecekti acaba?

Yavaş adımlarla babasına doğru yaklaşırken üzerindeki beyaz, pembe çiçekli elbisesinin eteğini sıktı boş olan eliyle. Diğer elinde resim vardı ve resme bir zarar gelmesin diye büyük bir dikkatle taşıyordu resmini. Babasının yüzüne bakamadı. Korkusunu gün yüzüne çıkarıyordu yüzündeki ifade. Hayır korkmasına gerek yoktu, babası resmini çok sevecek ve mutlu olacaktı.

"Hoş geldin baba."

Sesi o kadar kısık çıkmıştı ki. Adam duymamıştı bile onun ne dediğini. Babasının önünde durduğunu, gözlerinin yansımasına düşen büyük siyah ayakkabılardan anladı. Başını kaldırıp babasının yüzüne baktığında, zaten dev gibi olan adam, daha da devleşmişti gözünde.

"Ayak altında neden dolanıyorsun sen?"

Duyduğu gür ses, zaten titreyen bedenini daha da titretti ama vazgeçmedi küçük kız. Bugün bu resmi babasına gösterecek ve onun taktirini kazanacaktı. Bu gece onun odasına gelip onun üzerini örtecekti babası, Damla'nın değil. Bu gece kendi saçlarını okşayıp kendi alnını öpecekti Damla'nın değil...

"Senin için bir şey yaptım."

Korkudan tir tir titrese de sesine bunu yansıtmıyordu. Daha küçücük yaşında bunu öğrenmişti. Babası, korktuğu zamanlarda daha çok kızıyordu. Bugün onun kızmasını değil taktirini istiyordu. Alacaktı da...

"Bugün babalar günü..." elindeki resmi adama uzatıp "Babalar günün kutlu olsun babacığım." dedi. Biraz öncekine nazaran sesi daha yüksek çıkmıştı. İçindeki heyecan ve heves ona cesaret veriyordu. O cesaret ile babasının yüzüne baktı tekrar. Tek bir kas bile oynamıyordu o yüzde. Oysaki küçük kız babasını gülümsetebileceğini düşünmüştü. Cesareti köşesinden çatlamaya başlasa da vazgeçmedi küçük kız. Babasının gözlerinin kısıldığını gördü.

"Demek babalar günümü kutluyorsun öyle mi?"

Adamın sorduğu soruyu yanlış anladı küçük kız. Heyecanlandığı için sorduğunu düşündü ve korkuyla titreyen dudaklarındaki titreme dururken kocaman gülümsemesiyle baktı babasına. İşte olmuştu, başarmıştı, babasını mutlu etmeyi başarmıştı. Hevesle salladı başını küçük kız ve aynı anda yanağında büyük bir tokat patladı. Küçücük yanağına büyük gelen o tokat bütün bedenini savurdu ve yere kapaklandı küçük kız. Yanağı o kadar çok acıyordu ki... Gözleri dolmuştu. Bir damla göz yaşı yanağından kaydığında devamı da arkasından gelmişti.

"Sen kimsin küçük velet?"

Duyduğu soruyu algılamaya yetmiyordu yaşı. İzem Hancı'ydı işte o. Babasının kızı... Gözleri resmine kaydı, yere düşerken minik ellerinden kaymıştı o resim. Neyse ki kırışmamıştı. Hâlâ sağlam duruyordu. Yerinden kalkıp onu babasına tekrar uzatmak istedi. Çok uğraşmıştı babası beğensin istedi. Babası ona vurmasın sarılsın istedi. Minicik bedeninin babasının kollarına ihtiyacı vardı. Onun sevgisine... Ama kalkamadı. Yanağı çok acıyordu, düşerken başını öyle sert vurmuştu ki kalkamıyordu yerinden. Gözleri resimdeydi. İçinden dua ediyordu o resme bir şey olmasın diye.

Sonra kadrajına babasının büyük eli girdi. Gözlerinden sicim gibi akıyordu göz yaşları, ağlıyordu hıçkıra hıçkıra. Babası ağlamasına daha çok kızardı ama kendini de tutamıyordu ki.

Babası resmini mi beğenmemişti?

Resmi yerden aldığını gördü babasının sonra gür sesini bir kez daha duydu, "Ağlamayı kes ve ayağa kalk!"

Küçük kız o gür sesle birlikte korkula titrerken babası daha da kızmasın diye minik ellerini yere yaslayıp doğrulmaya çalıştı. Ama canı o kadar çok yanmıştı ki kalkamadı. Adam kızı kolundan tuttuğu gibi kaldırdığında küçük kız sıkılan koluyla birlikte aniden kaldırılmanın getirdiği telaşla minik bir çığlık attı. Ne onun göz yaşları ne de korkuyla titremesi adamı zerre kadar etkilemiyordu. Adam kıza dokunmaya tahammül edemiyormuş gibi ellerini hızla kızdan çektiğinde küçük kız ayakta duramadı ve bir kez daha yere düştü. Bu adamın daha da sinirlenmesine neden olurken ellerindeki resmi büyük bir hırsla yırtıp küçük kızın yüzüne fırlattı. İşte bu hareket küçük kızı yaralayan en büyük etkendi. Kalbinin paramparça olduğunu hissederken ağlaması daha da şiddetlendi. Öyle ki ne yanağının ne başının ne de kolunun acısı kalmamıştı. Saatlerce uğraştığı, babası beğensin diye büyük bir dikkatle çalıştığı, babasını mutlu etmek için yaptığı resmi, yine babası tarafından paramparça edilmişti.

"Zırlamayı kes!" diye bir kez daha bağırdı adam küçük kıza. Küçük kız daha çok ağladı. Dört yaşında bir çocuk, ne kadar tutabilirdi ki ağlamasını? Adam bunu anlayamadı, küçük kız susamadı...

Eftelya Hancı, merdivenlerin başına ancak gelebilmişti ki, kızının çığlıklara karışan ağlamasını işitti. O an kalbine saplanan ağrı, boğazını düğümleyen acı, bedenindeki tüm o korkunç acıları unutturacak kadar şiddetliydi. Geç kalmıştı, kendi acılarını bahane edip kızına geç kalmıştı. Bir an nefesinin kesildiğini hissederken adımlarını hızlandırdı ve koşarak indi o merdivenleri. Kızı yerdeydi, hevesle çizdiği o resim etrafa saçılmıştı ve Kahraman Hancı, kızına doğru eğiliyordu. Hızla gitti kızının yanına ve o el kızına dokunmadan o eli tutmayı başarabildi.

"Yapma... Yalvarırım ona dokunma!" dedi yalvaran bir sesle. Ağlayamıyordu. Ağlaması yasaktı. İçinde biriken acıları atamıyor, o acılar içini çürütüyordu. Şu an hâlâ nefes alıyorsa bunun en büyük nedeniydi kızı. Kızı... Ona bir şey olmasındansa ölmeyi yeğlerdi. Kendine bir şey olması umurunda bile değildi, yeter ki kızı iyi olsun. Kadın kocasının gözlerine baktı aynı yalvaran ifadeyle.

"Ne yapacaksan bana yap ama sana yalvarıyorum ona dokunma."

Bir anda boğazından tutuldu genç kadın ve sırtı duvara çarptı. Tüm kaburga kemikleri kırılmış gibi acırken korkusu onu titretecek cinstendi. Tüm bedenini kasıp titremesine engel oldu. Adamın yüzü yüzüne yaklaşmıştı. Bakışlarındaki nefret öyle tazeydi ki, bu kadar nefret genç kadına ağır geliyordu. O, bu nefreti hak edecek tek bir şey bile yapmamıştı.

"Ne yapacaksam sana yapayım öyle mi?"

Dişlerinin arasından tıslayan adam karşısında sessiz kaldı genç kadın. Gözlerini kırpmaya korkuyordu gözpınarlarına dolan yaşlar gözlerinden taşar diye. Kocasının boynundaki eli, oradaydı ama sıkmıyordu. Bu genç kadını daha da korkutuyordu. Ne yapacağını bilememek daha çok korkutuyordu... Adamın baş parmağının soluk borusunda gezindiğini hissettiğinde yutkundu kadın.

"Burayı parçalamak istiyorum! Sence bunu da yapmalı mıyım?"

Adam kafasını kadının boynuna yaklaştırıp kulağına doğru fısıldadı bu cümleyi. Kadın işittikleriyle yeniden yutkundu. Öyle çaresizdi ki bu adam karşısında, susup yaptıklarına boyun eğmekten başka yapabileceği hiçbir şeyi yoktu. Elinden gelen tek şey; maruz kaldıklarını kızının görmemesiydi.

"Lütfen İzel'in önünde yapma. Onun gözünde çok yüksek bir yerdesin bunu parçalama. İzin ver onu odasına götüreyim sonra bana ne istersen onu yap."

Sözlerinden sonra boğazındaki baskı bir anda arttı ve nefesini kesti. Elleri bir anda adamın bileklerine sarılırken çırpınmaya başladı. İzel'in çığlıkları her yerdeydi. "Anne!" diyerek feryat figan ağlıyordu.

"İyi hatırlattın." dedi adam başı İzel'e dönerken. İzel babasının bakışıyla korkup ellerini yüzüne kapattı. "Alex!" diye bağırdı Kahraman Hancı.

Eftelya Hancı'nın gözleri duyduğu isimle korkuyla büyürken, "Hayır!" demeye çalıştı ama boğazındaki parmaklar bir an olsun baskısını azaltmadığı için sesi çıkmadı. Çırpınışları, onu tutan adamın gücü karşısında çok etkisizdi. Bir devi andıran, uzun boylu, iri yarı bir adam içeriye girdiğinde Eftelya Hancı artık kendini tutamayıp ağlamaya başlamıştı. Olacakları biliyordu... Olmasından korktuğu şey oluyordu. Gözleriyle yerde yatan kızı gösterdi Kahraman Hancı içeriye giren Alex adındaki korumaya.

"Yapman gerekeni biliyorsun!"

Adam başıyla sallayıp İzel'i kollarından tuttuğu gibi ayağa kaldırdı ve kucağına alıp yürümeye başladı. İzel çırpınıyor, ağlıyor, bırakması için yalvarıyordu. "Anne." diyerek annesinden yardım istiyordu. "Anne, beni bırakma!" Annesinin de çaresizce babasından kurtulmaya çalıştığını görebiliyordu. Annesi de çaresizdi, yardım edemiyordu. Minik yumrukları ile onu tutan adama vuruyordu ama hiçbir faydası olmuyordu.

İzel çığlıklar eşliğinde salondan çıktığında Kahraman Hancı, karısını iterek yere bıraktı. Yere düşen kadın sessiz sessiz ağlıyordu. Ne yapacaktı şimdi? Keşke... Keşke kızının hevesini kırsaydı, o resmi yapmasına izin vermeseydi.

"Orası çok karanlık... İzel çok küçük... Korkar..."

Ağlamalarının arasından pürüzlü sesiyle kurduğu bu üç cümleyi o kadar kısık sesle kurmuştu ki... Adamın duymadığına yemin edebilirdi.

"Korkmamayı öğrenecek! Korkak birisi hiç işime yaramaz."

Aldığı sert yanıt kadının gözlerini kapatmasına neden oldu. Gözyaşlarının ıslaklığını yanağının her yerinde hissediyordu.

"O senin kızın, nasıl bu kadar acımasız olabiliyorsun ona karşı?"

Bu soruyu ilk kez sormaya cesaret edebiliyordu. Çünkü İzel'i ilk kez oraya götürüyordu bu adam. Devamının geleceğini biliyordu. Olacakları biliyor, önleyemiyordu.

"Şunu söylemeyi kes, o benim kızım falan değil."

Anılar kanlı pençelerini size bir kez geçirdiği zaman, kurtulma şansınız kalmıyordu. Pençelerin uçları zehirle doluydu ve o darbede zehir kanınıza karışıp sizi zehirlemeye başlıyordu. Ölmüyordunuz... Ama yaşıyor da sayılmazdınız. Arafta, kapana kısılan bir fare gibi kapana kısılırdınız. Ölümünüz garantiydi ama ölene kadar avcınızın eğlencesi olmaya mahkûmdunuz. Tıpkı bir kukla gibi...

Derin bir nefes alıp kanıma bulaşan o zehri görmezden geldim. Anılar acıtırdı... Benim anılarım ise cayır cayır yakıyordu. Yüzümün ifadesizliğinin aksine içimde anıların başlattığı bir yangın vardı ve ben o yangının ortasında çırılçıplak kalmıştım. Onunla gözlerimiz bir an olsun ayrılmıyordu birbirinden. Bir üstünlük savaşının ortasındaydık ama kazanan zaten belliydi. Boşuna direniyordum. Ona karşı ne zaman kazanabilmiştim ki şimdi kazanmayı ümit ediyordum?

Kaçırdım gözlerimi içimdeki yangın kalbime sıçradığında. O gün, o anı parçası benim ilk cezalandırıldığım gündü ama son değildi. O güne kadar küçücük yaşımda hayatımın cehennemden ibaret olduğunu sanırdım. O gün, asıl cehennemi tattığım gündü. O cehennem katmanlardan oluşuyordu ve ben o gün, henüz sadece dört yaşındayken ilk katmanı ile tanışmıştım.

O gözler bana o cehennemde yandığım günleri hatırlatıyordu. O yangın, içimdeki yangından katbekat daha büyük, katbekat daha sıcaktı. Minicik bir anı parçasında bile beni yakacak kadar sinmişti üzerime. Onun gözlerinin hâlâ yüzümün kulvarlarında dolandığını hissedebiliyordum. Gözlerinin bir ağırlığı vardı ve ben o ağırlık altında eziliyordum. Daha fazla katlanamadım bu duruma. Onunla konuşmak, ona cevap vermek istemiyordum. Onun gözlerine bakmak, onun bakışları altında ezilip yok olmak... O an için kullanabileceğim en mantıklı bahaneme sığındım ve "Üzerimi giyineyim ben." dedim. Bir şey söylemesini beklemeden arkamı dönüp odama doğru yöneliyordum ki sesini duydum.

"On dakika içinde salonda ol! Konuşacak çok şeyimiz var."

Adım seslerini duyduğumda olduğu yerden ayrıldığını fark ederek ben de hızla odama girip kapımı kapattım. Lanet olsun ne konuşacaktık? Gece bir şeyler anlatmış mıydı? Gerilimin damarlarımı yararak ilerleyip kalbimi aşındırdığını hissederken alnımı kapıya yaslayıp bir süre o şekilde kaldım. Ondan da üzerimde bıraktığı bu etkiden de onun soyadının ardına sığınacak olmaktan da nefret ediyordum.

"Sen... İyi misin?"

Kulaklarıma çalınan tanıdık ses benim için beklenmedikti, irkildim. Yavaşça arkamı döndüğümde bir anlığına unuttuğum varlığı gözlerimin önüne serildi. Okyanusları sorgularcasına bakıyordu bana. Yatağımın hemen yanında dikilen koca bedeni, odama o kadar yabancıydı ki. Onu buraya sokan ben olmasam, gördüğümün bir serap olduğunu düşünebilirdim. Hayır değildi ama olmasını isterdim. O burada olmamalıydı. Biraz önce aşağıda yaşananlar yaşanmamalıydı...

Düşünceler... Beynimin içinde bir fırtına vardı. Her bir şimşek darbesinde, beynimin duvarları sarsılıyordu sanki. Çatlayan duvarlardan anılar sızıyor, düşüncelerim anıların içinde boğuluyordu. Doğrudan onun gözlerine bakıyordum. Normalde okyanus boğardı insanı öyle değil mi? Şu an onun gözlerine bakarken nefes alabiliyordum ben. Neden?

Bir şeyleri düşünmekten, düşünüp cevap bulamamaktan, düşünüp kurtulamamaktan öyle çok yorulmuştum ki. Güzel gözlerinin üstünü süsleyen biçimli kaşlarının çatılışına şahit oldum. Gözleri sorgulayıcı bir tavırla yüzüme bakıyordu şimdi. Neler olduğunu anlamaya çalışıyordu.

"İzel?"

Onun tok sesinin yumuşak tonundan dökülen adımla derin bir nefes aldım. Kendime gelmeliydim. Resmen bir krizin bataklığında dibe doğru çekiliyordum ve anılar üzerime baskı uygulayıp batışımı hızlandırıyordu. Geçmişi düşünmeyi bırakmalı, anıları geldikleri yere geri gömmeliydim. Sonra gidip Savaş'ın yakalandığı her bir kamera kaydını, babam görmeden silmeliydim. Evet aynen böyle yapmalıydım. Daha bu sabah, Gece bana bu konuda yardımcı olmayacağını net bir şekilde belirtmişti. Bu işte yalnızsam, dikkatli hareket etmeliydim. Şu an dağılmak gibi bir lükse sahip değildim. Ona hiçbir şeyi belli etmemek için, ifadelerimi maskemin altına gömdüm ve omuz silktim.

"Neden iyi olmayayım ki? Yani alt tarafı babam aşağı katta ve sen buradasın... Senin burada olduğunu öğrenirse ikimiz de bittik demektir ve benim o öğrenmeden önce gidip kamera kayıtlarına el atmam gerek. Ve senin, bu odadan burnunu bile dışarı çıkarmaman gerek çünkü evin her tarafı kameralarla dolu..."

Tek nefeste bir çırpıda sıraladığım cümleler, Savaş'ın zaten çatık olan kaşlarının daha da çatılmasına neden oldu.

"Anlamadım?"

Ses tonundan gerçekten de bir şey anlamadığını anlamak mümkündü. Gözlerimi devirdim. Aşağıya inmek için yalnızca on dakikam vardı, geç kalamazdım.

"Şu an daha detaylı açıklama için vaktim yok." diye mırıldandım yatağıma doğru ilerlerken. "Geldiğim zaman konuşuruz. Dediğim gibi beni bu odada bekle ve burnunu bile dışarı çıkarayım deme Savaş. İkimizi de tehlikeye atarsın eğer babam seni burada görecek, varlığını sezecek olursa."

Yatağın yanına geldiğimde tam kıyafetlerimi almak için harekete geçmiştim ki, biraz önce çalan kapı yüzünden yatağın üzerine attığım sutyenin yokluğu dikkatimi çekti. Yatağın üzerine attığımdan emindim.

"Bunu mu arıyorsun?"

Savaş'ın sesiyle başımı Savaş'a çevirdiğimde havaya kaldırıp sallandırdığı sutyenimle göz göze gelmek, beklediğim bir şey değildi. Ah! Tanrı aşkına...Ona baygın gözlerle bakarken "Nezaketsiz olmamdan yakınan sen... Şu yaptığın hareketin ne kadar kaba bir hareket olduğunun umarım farkındasındır." diye mırıldandım. Elindeki sutyeni kapmak için elimi havaya kaldırdığımda, kolunu çekip almama engel oldu ve "Yatağının üzerinde duruyordu, rengini sevdim." diye mırıldandı o da benim gibi. Sözlerine karşın gözlerimi devirmek zorunda kaldım.

"Elindeki şeyin rengi siyah Savaş."

"Ne olmuş yani?" diye cevapladı beni. Geniş omuzlarını silkmişti. "Siyah olması, sevmeme engel değil ki. Özellikle senin üzerinde hayal edince."

Söyledikleri... Ne düşünmem gerektiğini bilmiyordum. O kadar yorgundum ki. Ayrıca ona hâlâ kızgındım sözlerinden dolayı. Ve Savaş Kalkavan, onu tanıdıkça ilk tanıdığım halinden gittikçe daha da uzaklaşan bir adama dönüyordu. O adamın bu kadar arsızlaşabileceği aklıma gelmezdi mesela. Ama şimdi karşımdaydı. Elinde sutyenimi tutarken, onu benim üzerimde hayal ettiğini söylüyor, muzip bakışlar ve çapkın bir gülüşle beni izliyordu. Neredeydi o ilk tanıdığım naif adam?

Başımı öne eğip iyice karışan saçlarımın arasına parmaklarımı daldırıp daha da karıştırdım saçlarımı ve saç köklerimi sertçe kaşıdım. Başımı kaldırdığımda yüzümde, Savaş'ın hiç görmediği kadar ciddi bir ifade vardı

"Şunu yapma Savaş!" dedim. Ses tonuma dikilen sertlik yerinden sökülürken sesimi de kökleriyle birlikte götürüyordu. "Buraya gelip hiçbir şey olmamış gibi davranamazsın. O cümleyi hiç kurmamış gibi benimle bu şekilde konuşamazsın. Beni bu kadar küçümsüyorken gelip de beni öpemezsin." Hızımı alamadım ve cümlenin devamı düşüncelerimin bir anlık dalgınlığında firar edip döküldü dudaklarımdan. "Lanet olsun, benim aklımı bu kadar karıştırmaya ne hakkın var ki senin?"

Aramıza bomba misali düşen kelimelerin ardından, beklemeden yataktaki kıyafetlerimi alıp, hâlâ Savaş'ın elinde duran sutyenimi umursamadan giyinme odama yöneldim. Çok mu beğenmişti? Onun olabilirdi...

Beş dakika içinde giyinip saçlarımı taramıştım. Hızlıca giyinme odasından çıkıp, Savaş'a bakmadan odamın kapısına yöneldim. Lanet olsun geç kalmıştım, bu babamın hiç hoşuna gitmeyecekti. Tam kapıyı açıp dışarıya bir adım atacaktım ki Gece önüme duvar misali dikildi ve beni odamın içine itip kendi de odaya girdi ve kapıyı kapattı. Yosun tutmuş denizleri önce benim üzerimde gezinse de en fazla iki saniye kaldı bende. Savaş'a baktı. Öfkeden alev alev yanıyordu gözleri. Ah pekâlâ, bir şekilde üste çıkıp Gece'nin tepkisinden sıyrılırım diye düşünüyordum ama o kadar basit olmayacaktı anlaşılan. Göz ucuyla Savaş'a baktım. Gece'yi görmek, mavi harelerine şaşkınlığın isini bulaştırmıştı. Tanımadığı bu adamın kim olduğunu çözmeye çalışırken, gardını almış, bize doğru birkaç adım gelmiş ve bakışlarına yapışan sertlikle doğrudan Gece'ye bakıyordu. Şimdilik buna takılmayacaktım. Odağım yeniden Gece'ye yönelirken "Gece babam aşağıda beni bekliyor, ne halt ediyorsun sen?" dedim. Ses tonuma yapışan sertlik bugün beni terk etmeyecek gibiydi. Gözlerini Savaş'tan bir an olsun çekmeden "Şu an telefonla konuşuyor. Fazladan bir beş dakikan daha var yani." dedi. Gözlerinde öyle bir ifade vardı ki, Gece'yi ilk kez böyle gördüğümü söyleyebilirdim. Çok... çok fazla öfkeliydi. Bakışlarım Savaş'a kaydı. Gece'nin bakışlarına tepkisini merak ettim. O bakışlar, ölümü vaat ediyordu sanki ve korkuyu aşılıyordu insana. Ama Savaş'ta bu yoktu. Çatılı kaşları ve kaskatı bir suratla aynı şekilde karşılık veriyordu Gece'ye.

Hayır Savaş, karşındaki adam o aptal kuzenine ve beyaz şeytana benzemez. Ona diklenmen hiç akıllıca bir hareket olmaz.

"Ben sana daha bu sabah ne söyledim İzel?"

Dudağımın iç kısmını ısırdım ve "Gece bunu şu an konuşmasak..." diye mırıldandım. Sesime bir miktar endişe yapışmıştı. Sabahki konuşmalarımızı çok net hatırlıyordum. Resmen Savaş'ın benim özel şoförüm olacağını söylemiştim. Gece, her an benim uydurduğum bu şeyi dile getirebilirdi. Tamam, Savaş beni okula bırakacağını söylemişti, yani söylediğim yalan bir nevi gerçek olmuştu ama konu bu değildi. Ben Gece'ye bunu söylediğimde ortada böyle bir durum yoktu ve şimdi bunu Savaş'ın önünde söylemesi tamamen rezillik olurdu benim için. Ah! Bunu düşünmek bile istemiyordum.

Alev alev yanan bakışları Savaş'tan bana döndüğünde bir an o bakışların karşısında titreyeceğimi sandım. İlk defa bu kadar korkutucuydu bakışları. Yara bere içinde kalmış kızgın bir boğa gibiydi. Ölmüyordu ve bedenine saplanmış kızgın şişlerin intikamını almak istiyordu. Başını hafif bir açıyla eğip öfkeden kızarmış gözlerini kıstı ve "Ne zaman konuşmak istersiniz İzel Hanım? Çünkü babanın adamları kayıtları kontrol etmeye başladı bile." Dedi yüksek bir sesle. Öfkenin sert tohumları sesine ekilmiş, kanıyla sulanmış, kökleri damarlarını gezip kalbine saplanmıştı.

Ve sözleri... Gece'nin korkutucu bakışları beni korkutmadı ama söyledikleri, karanlığın içinden bir el olup boğazıma parmaklarını doladı ve tüm gücüyle sıktı, nefes alamadım.

Sikerler...

Onlar bakmadan o görüntüleri silmem gerekiyordu benim ve geç kalmıştım. Bittiğimin resmi önüme, boğazımı sıkan parmakların tenime battığı yerden dökülen kanlarla çizilmişti. Dudaklarım aralandı, endişe damarlarımda benzin niyetine dolanıyor, korku o benzine düşen bir kıvılcım oluyor ve tüm bedenimi cayır cayır yakıyordu şimdi. Gece ve ben birbirimize öylece bakakalırken ve ikimiz de susmuşken, konudan çok bağımsız, tok ve erkeksi bir ses yükseldi odada.

"Ona bağırma!"

Savaş'ın uyarı dolu sesi kulaklarıma çalındığında, başımı ona çevirdim. Tıpkı bir dağ gibi arkamda durmuş, kaskatı bir yüzle Gece'ye bakıyordu. Gece'nin bakışları korkutucuydu evet ama Savaş... Bu adamın içinde hiç bilmediğim ikinci bir kişilik olduğuna yemin edebilirdim. Bana bakarken gülümsemeyle parlayan gözleri, şimdi Gece'ye bakarken avını yakalamak üzere olan bir aslanın vahşiliğine eş değerdi. Benim duygularım ne kadar karmaşıksa onunkilerde aynı şekilde karmaşıktı bunu görebiliyordum. Sorun şuydu ki, o duygular birbirine dolanıp arapsaçı haline gelmişti, nasıl çözüleceği konusunda hiçbir fikrim yoktu. Onun var mıydı acaba?

"Sen kimsin lan pezevenk de buna karışıyorsun?" diye soran sesini duydum Gece'nin. Sesi biraz öncekine nazaran daha yakından gelmişti. Bakışlarım hızla Gece'ye döndü. Birkaç adımda bana doğru yaklaşıp aradaki mesafeyi kapatmış, öfkesini gözleriyle kusarak bakıyordu Savaş'a. Savaş ise hiç etkilenmemiş gibi aynı ifadeyle, aynı kendinden emin, sert sesiyle cevap verdi Gece'ye.

"Önemli olan benim kim olduğum değil, senin onun ile konuşurken yükselen ses tonun. Ona dikkat et."

Tüm bu gerilimin arasında Savaş'ın sesinden akan koruma arzusunu net bir şekilde soluyabilmiştim. Ve yine tüm bu gerilimin arasında kalbimin derinlerinde bir yerin bu hisle sıcacık olduğunu hissettim. Tanrım, şu an bile onun beni etkileyebilmesi... İki erkeğin güç savaşı arasında kalmışken bile... Babam her an Savaş'ın burada, benim odamda olduğunu öğrenebilecekken bile... Savaş'ın beni küçümsemesine kızmışken bile...

"Hadi ya..." dedi Gece sesindeki sertlikten zerre bir şey kaybetmeden. "Dikkat etmezsem ne olacak?"

Önünde ben olmasan Savaş'ın üzerine atlayacak gibi duruyordu. Sıkılı dişleri yüzünden çene kemiği öyle belirginleşmişti ki... Muhtemelen çene kasları ağrıyordu. Tenis maçı izler gibi izliyordum onları. Savaş da bana doğru birkaç adım atıp yanıma yaklaştığında onların arasında yalnızca ben, benimle ikisinin arasında da on beş bilemedin yirmişer santim ya vardı ya yoktu.

"O gırtlağını yerinden sökerim senin."

Savaş'ın genzinden gelen boğuk sesi, son derece ciddi gelmişti kulağıma. Yüzü de sesi kadar ciddiydi. Sanki söylediğini yaparken tek bir an olsun şüphe duymazmış gibi bakıyordu. Kavga etseler kim kazanırdı? Savaş her ne kadar söylediğini yapacak potansiyelde dursa da Gece'nin kazanacağından neredeyse emindim. Savaş'ı küçümsediğim için değildi bu düşüncem. Onun yumruklarının sertliğini görmüştüm, Gece'ye dişli bir rakip olurdu ama Gece, bu işler için yetişmiş bir adamdı. Şüphesiz sonunda dayak yiyen taraf Savaş olurdu.

"Bana bak lan piç kurusu... Gelmişini geçmişini sikerim ruhun duymaz. Sabrımı sınama benim uslu uslu köşende otur bu işe karışma."

Ortalık git gide kızışıyordu, bense ortalarında durmuş hiçbir şey yapmadan öylece o ikisini izliyordum. Savaş'ın burnundan verdiği sert bir nefesle güldüğünü duydum. Tanrım, bırakmalıydı. Gece'nin altta kaldığı tek insan bendim. Benim dışımda hiçbir zaman pes eden taraf olmazdı o. İşleri kızıştırır ve ortalık kan gölüne dönene kadar da durulmazdı Gece.

Tam araya girecektim ki Savaş, bir adım daha bana yaklaşıp kişisel alanımı ihlal etti ve işaret parmağını Gece'ye doğru uzatıp kararmış okyanuslarıyla tam Gece'nin gözlerinin içine bakarken, "Ona bir kez daha sesin yükselsin, bak bakalım kimin gelmişi geçmişi sikiliyor da ruhu duymuyor." dedi biraz önceki fırtınaları bağrında taşıyan sert sesinin aksine sakin ama boğuk bir sesle. Ama yemin ederim bu cümleyi kurarken bağırsa, şu an hissettirdiği o tüyler ürpertici havayı veremezdi.

Ve benim kalbim. Savaş'ın beni koruyuşu karşısında iflah olmaz bir şekilde fütursuzca ritim değiştiriyor, ortamın geriliminin aksine, onun hareketi her hücremi ısıtıyordu. Kendime de asla anlam veremiyordum. Korunmaya ihtiyacım yoktu, tek başıma her şeyin üstesinden gelebilirdim ben. Bunu Savaş'a anlatmaya çalışıyor, anlamadığı için de ona kızıyordum. Ama şimdi beni koruyor oluşundan etkilenen yine bendim. Tam Gece'den karşı atak gelecekti ki, arada mal gibi dikilip, öylece onları izlerken ne kadar aptalca göründüğümün farkına vardım ve araya girme ihtiyacıyla doldum.

Ah! Zahmet olacaktı ama...

"İkiniz de kesin şunu, şu an hiç sırası değil."

Beni dinleyen yokmuş gibi birbirlerini gözleriyle döverlerken göz kontaklarını kesmenin daha mantıklı bir hareket olacağı kanısına vardım ve Gece'nin çenesini tutup başını kendime çevirip bana bakmasını sağladım. Zor da olsa başarabilmiştim yosunlu denizine ıslak topraklarımı karıştırmayı...

"Gece, ne yapacağız şimdi?"

Burnundan verdiği sert bir nefesle birlikte "Dua et hiçbir zaman sana güvenmediğime." dedi. Öfkenin aleviyle yanan yüzü şimdi kendini beğenmiş bir tavra bürünmüştü. Kaşlarım çatıldı. Parmaklarım arasından çenesini kurtardı ve bir adım geri çekilip o kendini beğenmiş ifadeyle baktı bana.

"Kamera kayıtlarını teslim etmeden önce son kez kontrol edeyim demiştim ne olur ne olmaz diye. Şu işe bak ki meğer bir kıyameti önlemişim."

Gece'nin sözleriyle birlikte o karanlık sis yavaşça dağılırken üzerime çöken rahatlamayı anlatacak kelimelere henüz sahip değildim. Bir süre öylece Gece'ye bakakalırken Gece konuşmaya devam etti.

"Şimdilik bir risk yok." Bakışları Savaş'a kaydı. "Tabi yeni bir kameraya yakalanmazsa." Her ne kadar Savaş'a bakarak konuşsa da sözlerinin muhatabı bendim.

"Yakalanmayacak!" dedim hemen. Gece Savaş'a onu her an öldürebilecekmiş gibi bakıyordu ki Savaş'ın da Gece'den hiç farkı yoktu. Hissettiğim gerilimden dolayı kuruyan dudaklarımı ıslattım ve "Teşekkür ederim." diye mırıldandım.

Başını iki yana salladı Gece.

"Karşılıksız olduğunu sanıyorsan çok yanılıyorsun İzel Hanım. Hep götünü toplamak zorunda kalıyorum. Eh, bunların bir karşılığı olmalı öyle değil mi? Neyse, bunları sonra, daha müsait bir ortamda konuşuruz. Şimdi aşağıya in ve babana kapının önündeki, biri bu herifin diğeri tanrı bilir kimin olan o iki arabayı açıkla. Soracağı ilk şey bu olacak çünkü. Yeni aldım diyemezsin almadığının gayet farkında, öyle bir harcama görünmediğinden. Artık nasıl bir yalan bulursun bilmiyorum ama babanın aklında soru işareti kalmasın. Plakayı araştırtacaktı, zor da olsa engel oldum."

İnanması zordu ama Gece'nin her sözünde ona sarılıp yanaklarını sıka sıka sevmek istiyordum şu an. Ne kadar sinirlerimle halay çekse de eşek sıpası arada çok işe yarıyordu.

"Sana daha önce seni ne kadar çok sevdiğimi söylemiş miydim?"

Haylaz bir ifadeyle onun yüzüne bakıp kurduğum bu cümleyle gözlerini devirdi ve "Bana tapmalısın." dedi o kendini beğenmişliğinden bir an olsun sıyrılmadan. Sonra işaret parmağını bana doğru uzatıp, "Ayrıca aşağıda şahit olduğum..." duraksadı, yüzü buruştu. "Her neyse..." dedi başını iki yana sallayarak. "O anları yabana attığımı, görmezden geleceğimi sakın düşünme. Şu lanet olası günü geride bırakıp babanı atlatalım, hepsi tek tek konuşulacak." diye ikazda bulundu. Yüz hatlarına, o sıyrıldığı sertlik yeniden yerleşmişti.

Aşağıda yaşananlar... Bir an sıcak bastığını hissettim, yutkunma gereksinimi duydum. O kadar şeyin arasında buna takılmasını beklemiyordum. Ama Gece Hancı her zaman olduğu gibi beni yine şaşırtmıyor ve hiçbir ayrıntıyı atlamamaya özen gösteriyordu. Yüzüme sevimli olduğunu düşündüğüm bir gülümseme yerleştirdim ve masumca omuz silkip, "Konuşacak bir şey olduğunu düşünmüyorum." diye mırıldandım. Bir kez daha yutkunmuştum. Gece'nin gözleri tehlikeli diyebileceğim bir ifadeyle kısıldı.

"Gözlerimi yerinden sökmek istiyorum İzel!"

Kaşlarımı çatıp tam ona cevap verecektim ki, hemen arkamdan solukları enseme çarpan bir ses aramıza girdi yeniden. "Sana bu konuda yardımcı olup istersen gözlerini ben sökebilirim."

Az da olsa sakinleşen Gece, Savaş'ın sesini duymasıyla yeniden öfkeyi ifadelerine buyur edip bakışlarını benden çekti ve "Bir kez daha araya girersen gerçekten alacağım ayağımın altına seni." dedi. Savaş'ın alay dolu bir soluk bırakarak güldüğünü duydum. "Alsana..." dedi aynı alay dolu solukla. İkisi de refleksle birer adım daha yaklaşmışlardı ve o an yemin ederim aralarında ben olmasaydım birbirlerine girdikleri an olurdu. Başımı çevirip Savaş'a baktım kısaca. Tanrım, bakışların cinayet işlemesi mümkün olsaydı Savaş şu an Gece'yi milyonuncu kez en acımasız şekillerle öldürüyor olurdu. Onun gözlerini görene kadar Gece'nin sert bakışlarının olduğunu düşünürdüm ama hayır... Gece'nin şimdiye dek gördüğüm en sert bakışı bile Savaş'ın yanında yumuşak kalıyordu. Yeniden gerilen ortam benim de gerilmeme neden olurken bir kez daha araya girdim ve "Sakın bir delilik yapmayın." dedim otoriter tutmaya çalıştığım sesimle. Ortamın hakimiyetini elime almalı ve her an birbirlerine dalacak gibi duran bu iki adama engel olmalıydım. Bakışlarım bir Savaş'a bir Gece'ye kayıyordu. Gece'nin dili sağ yanağının iç tarafını turladığında yanağında bir şişkinlik oluştu ve burnunu sertçe çekti. Sakinleşmeye çalışıyordu. Onların arasındaki bakışma gittikçe uzarken "Gece babam telefonla konuşmayı bitirmiştir. Sen önden git, bende hemen geliyorum." dedim. Yüz kasları seğirirken bakışları bana kaydı ve "Bir dakika... Ben çıktıktan sonra bir dakikan var bu odadan çıkman için." dedi yüzüme doğru eğilip. "Eğer çıkmazsan gemileri yakar buraya babanla geri dönerim İzel."

Ah, az önce bu adama seni çok seviyorum demiştim değil mi ben? Geri alıyorum... Şu an bir kaşık suyla boğmak istiyordum. Bir an mükemmel olmaya çok yaklaşırken, diğer an Dünya'nın en boktan adamına dönüşebiliyordu. Dengesiz herif... Başka bir şey söylemeden arkasını dönüp odadan çıktı gitti.

Birkaç saniye içime ektiği sinirle onun arkasından baktım, sonra hâlâ arkamda, bana yakın bir şekilde duran Savaş'a döndüm. Bir adım daha yaklaşsak birbirimize, her hücremiz birbirine temas edecekti. Bu yakınlık beni yutkunmaya zorladı. Gözlerindeki o sertlik gitmiş yerine soru işaretleri almıştı. O soru işaretlerini diline doğru döküp konuşmak için dudaklarını araladığında, onun konuşmasına izin vermeden ben konuştum.

"Gitsem iyi olacak, sen burada bekle. Sana şaka gibi gelebilir ama durum çok ciddi Savaş. Burnunu bile dışarıya çıkarma. Yakalanacak olursan hepimiz yanarız. Çok uzun süreceğini zannetmiyorum zaten birazdan burada olurum."

Ve onun bir şey söylemesine izin vermeden odadan çıktım. Gerginlik tüm kaslarımın kasılmasına neden olurken, kaçışımın olmadığı bu duruma kendimi en iyi şekilde hazırlamak adına duruşumu dikleştirdim ve o ifadesizliğimi üzerime giyinip salona indim.

Babam kendinden emin bir şekilde, asla yabancılık çekmeden, o hep üzerinde olan otoriter tavrıyla salondaki tekli koltuğa kurulmuş, tüm evreni ben yarattım havasında oturuyordu o koltukta. Gece ve Damla hemen çaprazında üç kişilik koltukta oturuyorlar, babamdaki rahatlığın aksine onlar diken üstündeymiş gibi duruyorlardı. Yavaş adımlarım salonun ortasına doğru kaydığında amacım Gece ve Damla'nın yanına gidip oradaki boşluğa oturmaktı. Babamın önüne geldiğimde tam bir adım daha atacaktım ki, onun sert sesi havaya kalkan ayağımın havada asılı kalmasına neden oldu.

"Olduğun yerde kal!"

Ayağımı yere indirirken, sabır dilenircesine ciğerlerimi ağrıtacak kadar sert bir nefesi içime çektim. Emir vermelere bayılıyordu. Gözlerimi devirmemek için kendimi çok zor tuttum. Gözlerimi devirmem karşımdaki bu kontrol manyağı adamı daha çok öfkelendirmekten öteye gitmezdi. Yavaşça ona doğru döndüm ve karşısında tam da onun istediği şekilde, put gibi hazır ol konumunda durdum. Kolunun birini kolçağa doğru uzatmış, diğer kolunun dirseğini kolçağa yaslayıp işaret ve orta parmağını sol şakağına yaslamış bir şekilde, en rahat haliyle oturuyordu o koltukta. Gözlerinden hâlâ hiçbir şey okunmuyordu. Sadece sert baktığını görebiliyordum. Buz gibiydi bakışları, kutuplar gibi sert bir soğuğu vardı. Kısık gözleriyle bir süre beni süzdü. Onun gözlerine bakmak, anıların cehennemine odun olmak demekti ve yine onun gözleri, ruhunun özünü emiyor, senden geriye çürümüş bir ceset bırakıyordu.

Sessizlik sağır ediciydi, kulaklarım uğulduyordu. Kalbimin sesi kulaklarımda yankılanıyordu. Anılar zehirliydi ve zehir benim kanıma karışmış, geri dönülemez bir şekilde zehirlemişti beni. Onun gözleri üzerimde kalmaya devam ettikçe zehrin etkisi artıyor, içimi eritiyordu. Sonunda konuştuğunda bir tık daha rahatladığımı hissettim. Bakışlarından hiçbir şey anlayamadığınız birinin kelimelerine muhtaç kalıyordunuz.

"Babana bir hoş geldin demek yok mu çocuğum?"

Gözlerimiz birbirine kilitlenip bir köprü oluşturduğunda, köprüde bir iç savaş başladı. Kolonlar parçalandı, zemin yok oldu, bedenlerimiz alev aldı ve havaya karışan simsiyah dumanlardan yayılan yanık et kokusu, her yeri etkisi altına aldı. Ne vardı biliyor musunuz? Bu adamdan korkuyordum. Kim çocukluğunun, ergenliğinin, anılarının ve duygularının katilinden korkmazdı ki? Kim annesinin katilinden korkmazdı ki?

Ama kaybedecek hiçbir şeyim kalmamıştı. Bu adamın benden alabileceği hiçbir şey... İşte bu yüzden olsa gerek bu adamdan korksam da onun sinirlerinin üzerinde tepinmekten geri durmuyordum. Umursamazca omuz silktim onun gözlerinin hapsindeyken. Karşısındaki hazır ol duruşumu gevşetip gözlerimi kıstım ve başımı hafifçe sağ omzuma doğru yatırıp "Ben senin gelişini boş bulmamışken sen neden hoş geleceksin ki?" diye mırıldandım. Koyu kahve gözlerinin anbean koyulaşmasına şahit oldum. Bedenlerimizi saran ateş köprüye sıçramış, köprüyü yakmaya başlamıştı. Altımızdaki suyun yüzeyi bile alev alevdi şimdi.

Sırtını yasladığı koltuktan ayırıp kollarını da kolçaklardan çekti ve dirseklerini dizlerine yaslayıp "Her geçen gün, itaat etmeyi öğrenmen gerekirken sen daha da saygısız birine dönüşüyorsun çocuğum. Ama atladığın bir nokta var... Bu saygısızlığının bedeli ağır olur." dedi soğuk, soluğunda ölümü vaat eden bir sesle.

"Ona ne şüphe... Şimdiye kadar neyin bedeli hafif oldu ki bununki hafif olsun."

Karşısında susmamak, ona cevap vermek... Bunlar Kahraman Hancı'nın nefret ettiği şeylerdi. Ben zaten onun bu dünyadaki en nefret ettiği şeydim.

"İzem!" dedi gür bir sesle uyarı niteliğinde. "Kendine gel yoksa ben getirmesini bilirim."

Ah gözlerindeki ifadesizlik öfkeyle yanmaya başlamıştı. Ondan koparabildiğim sınırlı duygular öfke ve nefretti. Dudaklarımda acı bir gülümsemenin doğum sancısı başladı. Ölü bir bebeği doğuracaktı. Evet Kahraman Hancı beni kendime getirmeyi hep bilirdi. O an hisler öyle ağır geldi ki boğazım düğümlendi. Çektiğim acıyı gizleyemedim yüz hatlarım boş sokaklarında yankılandı o acı. Çenemin acıyla seğirdiğini hissederken konuşsam sesimin titreyeceğinin bildiğimden konuşmadım.

Karşımda bir başkası olsa... Bir yabancı ya da en azından Gece... Bu sözler beni imkânı yok yıldıramazdı. Ezilen değil, eze eze yok eden taraf olurdum. Ama karşımdaki babamdı. Onun karşısında kendimi bu kadar küçük ve ezilmiş, tamamen çırılçıplak, ruhumu bile görebileceği kadar çıplak hissederken ona ne kadar direnebilirdim ki. Hiçbir şeyden ve hiç kimseden korkmayan ben, bu adamdan ölesiye korkarken... Derin bir nefes alırken o sert ses tonuyla devam etti.

"Şu haline bak..." dedi tiksinircesine. Benden tiksindiği bildiğim bir gerçekti. Eskiden canımı çok yaksa da artık o kadarda acıtmıyordu. Alışmıştım sanırım. "İt gibi korkarken bile köpek gibi hırlamaya çalışıyorsun." Gözlerine bakmak şimdi çok zordu. O kadar zordu ki, gözlerime kızgın şişler sokuluyordu sanki. Yutkundum. Susmak... Dilinde dökülmeyi bekleyen tonlarca kelime varken susmak zorunda olmak... Haklı olduğun halde asla haklı çıkamayıp hep ezilmek... astırılmak... Cehennemin yeryüzündeki şekli bu olmalıydı. Susmasını istedim. Daha fazla bir şey söylemesin, odama gideyim ve yorganımın altına girip o gidene kadar oradan çıkmayayım.

"Karşında kim olduğunu unutuyorsun İzem Hancı. Ben senin dişini geçirebileceğin biri değilim, zaten sana olması gerekenden çok daha fazla müsamaha gösteriyorum benim sabrımı daha fazla sınama. Aksi halde annenin doktorunu arayıp ondan fişi çekmesini istemem benim için hiç de zor değil. Şimdi baştan alalım. Özür dileyerek başla."

Başımı dikleştirdim. Ona ondan iğrendiğimi belli edercesine baktım. İşte beni kilitleyebildiği konuyu yine önüme sunuyordu; annemi... Bu yaptığı çok bir hareketti, Kahraman Hancı için bile. Beni benimle tehdit etse sorun olmazdı ama annemle tehdit edince elim kolum tamamen bağlanıyor, anneme bir şey olacak diye ödüm kopuyordu. Kuruyan dudaklarımı ıslatırken dudağıma da dişlerimi geçirmiştim. Sesim düzgün çıksın diye boğazımı temizleyip ona istediğini verdim. İnatlaşmamın bir anlamı yoktu, annem faktörü varken onun eli hep daha güçlü, benim elim kolum hep bağlıydı.

"Özür dilerim baba! Ben senin kızınım, beni nasıl yetiştirdiysen o şekilde hareket etmeye çalışıyorum. Ve... Hoş geldin! Dört gözle senin gelmeni bekliyorduk biz de."

Pekâlâ, içimdeki asiyi görmezden gelip bastırmak benim için imkansıza yakın bir şeydi ve dudaklarımdan dökülenler o asi kızın dallarında filizlenen meyvelerdi. Dilimi ısırmak zorunda kaldım. Babamın ifadesizliği yavaşça karadan çekilmiş ve siniri iyice gün yüzüne çıkmıştı. Hızla ayağa kalktığında anlık bir korku kalbimi dolup taşırdı ve ben neredeyse geriye doğru adımlayacaktım. Kendimi kasarak olduğum yerde dikilmeyi başardım. Bana doğru birkaç adım yaklaştığında uzun boyu yüzünden başımı birazcık yukarı kaldırmak zorunda kalmıştım göz temasımı bir an olsun kesmemek için.

"Sana öyle şeyler yaparım ki sevgili çocuğum, öyle şeyler yaşatırım ki... Şimdiye kadar yaşadıklarına şükretmek zorunda bırakırım seni."

Yavaşça önümden çekilip sol tarafımdan arkama doğru yürüdüğünde kendimi kapana kısılmış bir fare keder çaresiz ve korkmuş hissediyordum. Ter damlalarının alnımda tomurcuklandığını hissedebiliyordum. Gerginlikle yutkundum, bugün o kadar çok yutkunmak zorunda kalmıştım ki boğazım acıyordu artık.

"Buraya senin terbiyesizliğini dinlemeye gelmedim ben. Şimdi..." diyerek girdi tekrardan söze. Asıl meseleye geçiş yapacağımızı anlamıştım. "Bana dışarıdaki iki arabayı açıkla? Hemen!" Sabırsız sesi bana düşünme payı bırakmıyordu ama düşünmeye de ihtiyacım yoktu. Beynim artık bir yalan makinesi gibiydi bu yüzden onun sesinin bittiği noktada benim sesim duyuldu salonun içinde. Gece ve Damla bir köşede durmuş sessizce bizi izliyorlardı. İkisinin de nefeslerini tuttuğuna yemin edebilirdim.

"Okulda bana takmış olan bir grup var. Dün sabah otobüsten atılmama neden oldular bu yüzden yoldan geçen birinin arabasını ödünç almak zorunda kaldım. Diğer arabayı ise, aynı durum bir daha tekrarlanmasın diye kiraladım."

Sözlerimin bittiği noktada derin bir sessizliğe gömüldük. Babamın kafasında sözlerimi tarttığını biliyordum. Kaç saniye ya da dakika o sessizliğin soğuk sularında mahsur kaldık bilmiyorum ama sonunda konuşan yine Kahraman Hancı oldu.

"Okuldaki o grup sana niye takmış durumda?"

Sesinde sorgulayıcı bir tonun yanında suçlayıcı bir ifade de vardı. Beni suçluyordu... Sanki onların bana takmış olmasının nedeni benmişim gibi.

"Ben hiçbir şey yapmadım!" diyerek kendimi savunmaya geçtim hemen. Bu elimde olan bir şey değildi. Ona göre her şeyin sorumlusu bendim zaten bir de bir grup geri zekalının günah keçisi olmayacaktım.

"Sana bir şey yapıp yapmadığını sormadım çocuğum. Benim sorduğum sorulara cevap ver fazlasına değil."

Şimdi tam önüme geçmiş ellerini benim omuzlarıma koymuş, omuzlarımı sıkıyordu. Hafif bir acı hissetsem de ona bunu belli etmemek için kendimi kastım ve gözlerine bakmaya devam ettim. Yanılmıyordum. Sesindeki suçlayıcılık gözlerinde de vardı. Kuruyan dudaklarımı ıslatıp "Burslu olduğum için..." diye mırıldandım. Omzumdaki parmakları sıkılaşınca istemsizce hafifçe eğildim. Yüzünü yüzüme yaklaştırdığında çenemi o kadar çok sıkıyordum ki diş etlerim ağrıyordu.

"Yani senin inadın yüzünden?"

Ve evet... yine beni suçlayacak bir nokta bulmuştu. Dişlerimi birbirinden ayırdım ve aralanan dudaklarımdan derin bir nefesi içeri buyur ederken gözlerine daha fazla bakamadım. Bakarsam ağlardım çünkü. Sonradan her ne kadar saklamamdan memnun olsa da daha en başında ona inat sakladığım için bana bu konuda kızgındı.

"Artık inat etmeyeceğim, senin istediğin olacak."

Sesim o kadar cılız çıkmıştı ki, tüm gücümün parmak uçlarımdan aktığını hissediyordum. Ona direnmeye çalışmak, sadece beni yoruyordu o bundan hiç etkilenmiyordu ama ben salak gibi inatla ona direnmeye çalışıyordum sürekli.

"Bu ne anlama geliyor?" diye sordu. Parmakları gevşese de elleri hâlâ omzumdaydı. Titrek bir nefes daha çekti ciğerlerim içine. Her geçen an karşısında daha da yok oluyordum sanki. Halbuki tam tersi olması gerekmez miydi? Karşımdaki varlığına alışıp duruşumu daha da sağlamlaştırmam gerekmez miydi? Ben gittikçe eziliyordum, korkum gün yüzüne çıkıyordu.

"Bugün çok tatsız şeyler oldu. O grubun ele başı bana bıçakla saldırdı. Bende o olaydan sonra kimliğimi açığa çıkarmaya karar verdim."

Başım önüme eğikken kurduğum bu cümlede, kelimeler dudaklarımdan dökülürken o kadar zorlanmıştım ki. Bir kez daha ona yenildiğim yetmezmiş gibi bu yenilgiyi kabulleniyordum. Onun kanatları altında olmak istemezken onun kanatları altına giriyor, onun soyadını kullanmak zorunda kalıyordum. Beni buna mecbur bırakan Yasemin Koçer... Yemin ederim o okulu sana zehredeceğim.

"Demek gücümün altına saklanmaya karar verdin?"

Sesi bir an keyifli gelmişti kulağıma. Beni ezmek nasıl da mutlu ediyordu onu. Başımı sallamakla yetindiğimde omzumdaki parmakları sıkılaştı ve "Bana cevap ver!" diye tısladı deyim yerindeyse.

"En başından beri olması gerektiği gibi, senin gücüne sığınıyorum."

"Güzel!" dediğinde artık sesi gerçekten keyiflenmiş geliyordu. Omzumdaki eli çekildiğinde o iri bedeni de önümden çekilmişti.

"Sana bıçakla saldıran o kişi kim?"

Beklemediğim sorusu karşısında kaşlarım kalktı şaşkınlıkla. Bu ayrıntı umurunda olmaz diye düşünüyordum oysaki ben. Şaşkınlığın dilimi tutmasına izin vermeden "Okulun sahibinin kızı, Yasemin Koçer." diye mırıldandım. Çatılı kaşları ve ifadesiz bakışları benden çekildi ve Gece'ye baktı. "Sadık Koçer'di değil mi o okulun sahibi?" diye sordu.

"Evet efendim."

Gece'nin sakin sesini duyduğumda olanlara anlam vermeye çalışıyordum. Babam o okulun sahibini nereden tanıyordu ki? Birkaç dakikayı daha sessizliğe kurban verdik. Göz ucuyla ona baktığımda yere baktığını ve çenesini kaşıdığını gördüm. Aklında bir şeyleri tartıyor, ölçüp biçiyordu muhtemelen. Bir anda gözlerini bana çevirince refleksle irkildim.

"Madem bundan sonra benim soyadımla anılacaksın, duruma bir el atmam gerekecek. Ve sende hareketlerine dikkat edeceksin. En ufak bir sorun istemiyorum. Soyadımı kirletecek minicik bir iz dahi istemiyorum İzem. Anladın mı beni?"

Sorun istemiyordu. Ben ise sorunun ta kendisi olmak için inadımı bir kenara bırakıyor, onun gücüne sığınıyordum. Yine de bu düşüncemi ustalıkla gizledim ve babamın duymak istediklerini dilime dolayıp, boğazımı temizleyip, "Anladım." diye mırıldandım. Belki sonra bana çok kızacaktı, belki yeni bir ceza ile karşı karşıya kalacaktım ama değecekti. İlk kez buna değecekti.

Babam büyük bir dikkatle yüzümü süzüp ciddiyetimi ölçtü. Ona olabilecek en uysal bakışımı baktım. Gözlerime serpiştirdiğim tedirginlik ve korkuyla birlikte içinde hiç şüphe kalmadığında "Şimdi çekil gözümün önünden. Daha fazla varlığına katlanamıyorum." dedi sert bir sesle. Bu bir sır değildi ama bunu direkt onun ağzından duymak içimdeki yaralı kız çocuğunu kırıyordu. Derin bir nefesi içime çekerken içimden mırıldandım. "Ben de sana bayılmıyorum zaten." Bunu yüzüne söylemeye cesaretim yoktu ama sesli veya sessiz, bu gerçeği bir şekilde duymaya ihtiyacım vardı. İçimdeki o kız çocuğunu, içimde yaşattığım sürece o kızın hep bir baba sevgisine açlığı olacaktı ve bu açlık onunla beraber beni de yaralayacaktı. Bu yüzden bu direnişi yapmam gerekiyordu. Ben sana hiç katlanamıyorum baba, senden nefret ediyorum.

Elini beni kovar gibi salladığında ve yüzünde beni daha fazla görmeye tahammülü yokmuş gibi bir ifade belirdiğinde burada işimin bittiğini anlamıştım. Beni yalnızca hesap sormak, azarlamak veya alacağım cezalar için huzuruna davet ederdi genelde. Plan... Planı Gece ile konuşacaklardı ve Gece bize anlatacaktı. O an gelene kadar bir daha babamın benimle hiçbir şekilde muhatap olmayacağını biliyordum. En azından yemek masasında falan birlikte olmamamız gerekmiyordu. Burada çok uzun sürekalacağını da zannetmiyordum. Yarın gitmiş olacaktı muhtemelen.

Daha fazla salonda beklemeyip merdivenlere yöneldim ve hızla arşınladığım merdivenlerin ardından hızla odama girip kapıyı kapattım. Gözlerimin yandığını hissediyordum ama hayır, bir damla dahi göz yaşı dökmeyecektim. Hak etmiyordu...

Gözlerimdeki yanma gittikçe artsa da odağıma giren adam göz yaşlarımın geri gitmesini sağladı. Savaş yatağımda oturmuş telefonla konuşuyordu. Odaya girdiğimde okyanuslarının odağı beni alırken birkaç kelime daha konuşup telefonu kapatmıştı. Kafam o kadar doluydu ki ne söylediğini bile duyamamıştım. Her ne kadar göz yaşlarım geri gitse de gözlerimdeki yanma devam ediyordu ve biraz daha devam ederse kendimi tutamayıp ağlayacaktım. Bu yüzden hızla odamdaki banyoya girdim ve kapıyı kapattım. Banyoya girmeden önce Savaş'ın ayaklandığını görsem de umursamamıştım. Ellerimi lavabonun mermerine yaslayıp aynaya düşen yansımama baktım. Gözlerimin beyazları kılcal damarlarla çepeçevre sarılmış ve bu yüzden kıpkırmızı olmuştu, beyaz bir sayfaya dökülen kan damlaları gibi.

Yutkunup musluğu açtım ve avuçlarımı akan suyun altına tutup soğuk suyu hissettim. Soğuk... Genel olarak soğuktan nefret ederdim ama bazen öyle anlarla karşı karşıya kalıyordum ki. İhtiyacım olan tek şey soğukmuş gibi geliyordu. Şakaklarımı yoklayan ağrı gibi. Şiddetli bir ağrı en geç yarım saat içinde başıma saplanacaktı. Avuçlarıma doldurduğum suyu sertçe yüzüme çarptığımda hafif olan ağrı anlık olarak yok oldu. Aynı şeyi birkaç kez tekrarladıktan sonra aynanın hemen yanında olan tek kapaklı dolabı açıp içinde her daim bulundurduğum ağrı kesiciden bir tane aldım ve bir avucumu hâlâ akmakta olan musluğa, dudaklarımı da avucumun kenarına yaslayıp birkaç yudum suyla birlikte ilacı yuttum.

Soğuk su mideme doğru ilerlerken birazda olsa rahatladığımı hissettim. Sonunda musluğu kapatıp hemen kenardan aldığım havluyla yüzümü kurularken kapının tıklatma sesiyle birlikte, sanki arkasındaki kişiyi görebilecekmişim gibi bakışlarım kapıya kaydı ve onun sesini duydum.

"Her şey yolunda mı?"

Hiçbir şey o kadar yolunda değildi ki... Omuzlarım çöktü. Havluyu kirli sepetine atıp son kez aynadan kendime bakarken kapı bir kez daha tıklatıldı ve yeniden onun tok ve erkeksi sesinden adımı duydum.

"İzel?"

Ses tonuna serpiştirilen endişe... Benim içindi. Benim için endişeleniyordu. Dışarıda, hemen kapının önünde bir adam vardı, sadece iki haftadır hayatımdaydı ve benim için endişeleniyor, derin bir koruma arzusuyla yanıyordu. Üstelik bunu nedensiz yapıyordu Neden? Bu hayatta hiçbir şey karşılıksız olmazdı ki... Savaş neden yapıyordu? Belki de... Bu benim yanılgımdı ve onun bunları yapmasının bir nedeni vardı. Hissettiğim karmaşa, beni delirtecek kadar yoğun bir şekilde yağdı üzerime. Ellerimi saçlarımdan geçirip aynaya sırtımı döndüm ve kalçamı lavaboya yasladım. Artık biraz ara vermek istiyordum, biraz nefes almak... Yanaklarım, içimi dolduran havayla şiştiğinde kapı bir kez daha, daha sert bir şekilde çalındı.

"İzel... Eğer biraz daha cevap vermezsen içeriye geleceğim."

Yükselen ses tonundan, söylediğini gerçekten yapacağı belli oluyordu. Ve sesinden yansıyan endişe... Nedeni ne olursa olsun o endişe gerçekti. Ellerimi saçlarımdan çektim ve dağılan saçlarımı hafifçe düzeltip kapıya yöneldim. Kapıyı açtığımda gördüğüm ilk şey onun endişe ile dalgalanan okyanuslarıydı. Bir süre o kapının eşiğinde baktık birbirimizin yüzüne, bu bilinçli değildi. Ben karmakarışıktım ve o ne yapacağını bilememenin durgunluğundaydı. Sonra bir şey yaptı... Asla beklemediğim bir şey... Bir adımla aramızdaki mesafeyi kapatıp bana sımsıkı sarıldı. Kolları omuzlarıma dolanıp beni kuşattığında ve alnım onun göğsüne yaslandığında şaşkınlıkla hiçbir tepki verememiştim. Ne yapıyordu böyle? Dudaklarım aralandığında "Savaş?" diye mırıldandım sorgulayıcı bir sesle. Sesimdeki soru işaretlerini gördüğüne emindim. Bir süre sessizliğin koynunda demlendik. Çenesini başımın üstüne koydu ve kollarını sıkılaştırdı.

"Buna ihtiyacın varmış gibi görünüyordun." Mırıldanışı bir an masal gibi geldi kulağıma ve kolları, masalın mutlu sonu gibiydi. Dudaklarım buruk bir tebessüme ev sahipliği yaparken "Teşekkür ederim." karşılık verdim. Buna gerçekten ihtiyacım varmış da benim haberim yokmuş meğer. Kollarım yanda sallanmayı bıraktı ve onun ince beline dolandı. Başımı çevirip alnımın yaslandığı göğsüne yanağımı yasladım ve yağmurdan sonra havayı saran toprak kokusunu içime çektim. Sabahtan beri kaskatı olan bedenimin gevşediğini hissediyordum.

"Bana hâlâ kızgın mısın?" diye sordu bu kez. Sessiz kalması şu an için tercihim olsa da ona cevap verdim.

"Evet."

"Ve senin aklını karıştırıyorum?"

Derin bir nefesi yeniden çektim içime ve gözlerimi kapattım. Sorduğu soruya soruyla cevap vermek benim sorusundan kaçma yöntemimdi.

"Senin aklın karışmıyor mu?"

Çenesi hâlâ başıma yaslı olduğu için başını iki yana salladığını hissedebilmiştim.

"Benim aklım karışık değil, her şey çok net."

Kaşlarım çatıldı. Gözlerimi aralayıp başımı göğsünden ayırdım ve ondan uzaklaşmaya çalıştım. Tamamen bırakmasa da bana alan tanımış, yüzünü görmeme izin vermişti. Okyanuslarına baktığımda bir an ne söyleyeceğimi bilemedim. Dudaklarım aralandı ve sonra geri kapandı. Kısık gözlerim onun yüzünü tararken "Nasıl?" diye sorabildim sonunda. Dolgun dudakları bükülürken omuz silkti.

"Ne hissettiğimi biliyorum. Bence sende biliyorsun ama kaçıyorsun."

Yanılıyordu. Ben hiçbir şey bilmiyordum. Aynı zamanda yanılmıyordu, kaçmak benim en iyi yaptığım şeydi. Başımı iki yana sallarken kollarından tamamen çıktım. Zorlamadan bıraktı beni. İşaret parmağımla alnımı kaşıdım ve konuyu değiştirmek için bambaşka bir noktaya değindim.

"Babam ancak yarına, adamlarıyla birlikte gitmiş olur. Senin bu gece burada kalman gerekecek."

Sözlerim kaşlarının hafifçe çatılmasına neden olurken yanından sıyrılıp banyodan çıktım ve odanın içine geçtim. Peşimden gelirken "Birkaç saate gider diye düşünmüştüm." diye mırıldandığını duydum. Odanın ortasında durup ona döndüm ve "Üzgünüm, Gece'den gece giymen için birkaç parça bir şeyler alırım." diye mırıldandım ben de onun gibi. Pekâlâ tam olarak şu nokta saçmalamaya başladığım nokta olabilirdi. Gözlerim onun gözlerine iliştiğinde biraz önceki sakinliğin yerinde yeller estiğini gördüm. O yel bir alevi de beraberinde getirmişti gözlerine.

"Gece, yani o adam... Kimdi?"

Sesinin kulvarlarında veba gibi dolaşan tereddüt bakışlarına bulaştı. O yangının içinden tereddüdün dumanı yükseliyordu. Ama merak o yangının kızıl-turuncu aleviydi. Ateş yanarken çok fazla duman çıkarmazdı. Duman ateşin sönmesini beklerdi hep... Daha pek çok duygu gizliydi gözlerinin yangınındaki ateşin kıvrımlarında ama en net olanı tereddüt ve merak olduğu için onları yakalayabilmiştim yalnızca.

"Neden soruyorsun ki?" diye sordum anlamamazlığa vurarak. Bir cevap istiyorsa bana daha çok duygu vermeliydi.

Omuz silkti umursamaz görünmeye çalışarak.

"Siz baya yakın görünüyordunuz... Yani sana hesap sorabiliyor ya da bağırabiliyordu ama sen karşısında sessiz kaldın. Merak ettim."

Açıklama yaparken gözüme masum bir çocuk gibi görünmesi normal miydi? Dudaklarım haylaz bir tebessümle iki yana kıvrılırken gözlerindeki ifadelerden birisini daha yakalamayı başarabilmiştim. Kıskançlık...

Dudaklarımı ıslattım ve "Abim sayılır." diye mırıldandım. İfadeleri daha da karmaşıklaştı. Ah demek sende her şey çok netti Savaş Bey!

Ona arkamı dönerken biraz daha rahatladığımı hissediyordum. Babamın yanında bedenimin ağırladığı o gerginlik uçup gitmişti. Çalışma masamın önünde iki tane sandalye olurdu hep, birine otururken diğerine bacaklarımı uzatmak beni çok daha rahat hissettirdiğinden. Birini çekip oturdum ve omzumun üzerinden Savaş'a baktım. Hâlâ bıraktığım yerde, bıraktığım şekilde duruyordu. Onu umursamadan önüme ders kitaplarımdan birini açtım. Bugün okuldan erken ayrılmak zorunda kaldığım için son derslere girememiştim ve konuyu toparlamam gerekiyordu. Tam kitapta kaldığım sayfaya gelmiştim ki yanımdaki sandalye çekildi ve Savaş hemen yanıma oturdu. Gözlerini yüzümde hissedebiliyordum.

"Sayılır derken? Bildiğim kadarıyla Kahraman Hancı'nın senden başka çocuğu yok."

Gözlerimi kitaptan ayırıp ona çevirdim. Okyanuslarındaki yangının sönmeye başladığını görmek beni şaşırttı. Savaş Kalkavan, duygularını gizlemiyordu şu an.

"Zaten yok, Gece ve Damla evlatlık. Damla'yı da zaten biliyorsun. İlk gün yanımda gördüğün kız ve Aksel'in evinde de görmüştün."

Anladığını belirtircesine başını salladığında artık okyanusları dingin dalgalarla dalgalanıyordu. Gözlerinde yeni soru işaretleri filizlense de yangının tereddüt dolu dumanı gözlerini kapladığı için sormadı bana hiçbirini. Bakışlarımı önümdeki kitaba çevirip kendimi kitapta yazan kelimelere verdiğimse Savaş yanımda sessizce oturuyordu. Okyanuslarından esen serin meltemi yüzümün kıyılarında hissetsem de görmezden gelmeyi başardım.

Sessizliğin lanetine kaç dakikayı kurban verdiğimiz bilmiyordum ama ben ders çalışırken Savaş da bulduğu boş bir kâğıda bir şeyler karalamakla uğraşmıştı. Bakışları sürekli yüzüme uğrasa da ona bakmamıştım hiç. Odamın kapısının hafifçe tıklatılması ile başımı ancak kitaptan kaldırmıştım. Kaşlarım çatılırken anlık bir gerilim vücuduma tırmandı ama kapıdakinin babam olması imkânsızdı.

Kapı bir kez daha tıklatıldığında gelen ses gerilimin geldiği gibi gitmesini sağladı ve rahat bir nefes aldım.

"İzel benim, açın şu kapıyı kollarım kopmak üzere."

Hızla masadan kalkıp kapıya yöneldim ve kapıyı açtığımda Damla'nın heyecanlı mavi gözleri ile karşı karşıya kaldım. Gözlerim ellerine indiğinde üzeri yiyecekle dolu bir tepsi görmeyi beklemiyordum. Yemeklerin güzel kokusu yavaşça burnuma dolduğunda ne kadar acıktığımı ancak o zaman anladım.

"Hey, öyle bakacağına şunu al artık." diye bir sitemde bulundu. O söyleyene kadar ona bakakaldığımın farkında değildim. Hareketlerime yön verip tepsiyi elinden aldığımda yanımdaki boşluktan içeri geçip kapıyı da ardından kapattı. Elimde tepsiyle adımlarım çalışma masasına yönelirken bakışlarım Damla'daydı. Canlı bakışları doğrudan Savaş'ı buldu ve "Selam!" dedi bir elini kaldırıp. Savaş'ın dudaklarında samimi bir gülümseme yer edindi ve o da Damla'ya aynı şekilde karşılık verdi. Elimdeki tepsiyi masaya bıraktığımda Damla'da yatağıma oturmuş ve muzır bakışlarla ikimize bakıyordu.

"Gece onun burada olduğunu söylediğinde ona inanmamıştım." Hafif kıkırtısıyla narin omuzları sallandı. Açık mavi gözleri benim yüzümde asılı kalmıştı. "Bu delilik. Bugün babanın geleceğini biliyordun. Nasıl oldu da Savaş Kalkavan ile gelebildin? Üstelik o odanda."

Sesinde ya da tavırlarında korku ya da tedirginlik yoktu. O bu gibi durumlarda daha çok tedirgin olmasıyla bilinirdi. Şu an Gece'nin de bizim yanımızda olduğunu bilmek onu rahatlatmışa benziyordu.

Kalçamı masaya yaslayıp kollarımı göğsümde birleştirdim. Göz ucuyla Savaş'a baktığımda göz göze gelmiştik onunla. Gözlerimi hızla ondan çekip yeniden Damla'ya çevirdim ve "Hiç sorma, nasıl olduğunu ben bile bilmiyorum." dedim.

"Hiç bu kadar dikkatsiz davranmazdın sen?"

Sorusu karşısında sessizlikten başka bir cevabım yoktu. Kavisli kaşlarının çatıldığını gördüm. Gözlerindeki heyecan kızgınlığın lavında eriyip yok oldu ve "Şu bıçakla saldırma olayı ne?" diye sordu.

"Sadece bıçakla saldırma olayı olsa yine iyi. Üzerime milkshake ve daha bir sürü şey döktü. Çocuğuz sanki amına koyayım. Kız zaten potansiyel psikopatmış." Bozulan sinirlerim beni gülmeye zorlarken dudaklarımı ıslatıp "O psikopatlığını ona yedireceğim ama ben." diye mırıldandım.

Damla'nın bakışları manidar bir anlam kazanırken "Asıl konuya geldik bak." dedi. Ne dediğini anlamaya çalışırken o bir süre gerilim yaratmak istiyormuş gibi baktı. Sonra derin bir nefes alıp "Kahraman baba sizin okula yatay geçiş yapmamı istiyor." dedi bir çırpıda.

Damla’nın sözlerine şaşırma fırsatı kalmadan, aynı zaman diliminde odanın içinden yükselen yabancı telefon melodisiyle ve Savaş'ın sesiyle dikkatim Savaş'a kaydı. Normal bir ses tonuyla "Efendim?" diyerek açtığı telefonla karşıdan nasıl bir cevap geldi bilmiyorum ama Savaş'ın harelerine saniyeler içinde yayılan endişenin en koyu halini net bir şekilde gördüm.

"Tamam sakin ol! Ağlamadan doğru düzgün anlatmanı istiyorum. Ne oldu?" Kaşlarım çatılırken bedenim artık tamamen Savaş'a dönmüştü. Damla da oturduğu yerden ayaklanmış olanları anlamaya çalışıyordu. Sahi, Neler oluyordu?

Savaş bir anda "Ne?" diyerek ayağa fırladığında, telefonun diğer tarafından bana kadar gelen, tanıdık bir ses ait bir kadın çığlığı, kalbimin korkuyla çarpmasına neden oldu.

Bu Hazal'dı...

🎭💎

Bölümü nasıl buldunuz?

Loading...
0%