Yeni Üyelik
15.
Bölüm

14| 14| Seçti̇kleri̇mi̇z Ve Seçemedi̇kleri̇mi̇z, Suçladiklarimiz Ve Suçlayamadiklarimiz

@saniyesolak

Keyifli okumalar diliyorum❤️

Bölüme geçmeden önce oyumuzu alabilir miyim lütfen🥲

💎🎭

İZEL İZEM HANCI’DAN

Zaman, birbirinin üzerine devrilip birbirlerini yok eden domino taşları gibiydi. Altta kalan her taş bir sonrakinin altında ezilip ölmeye sonsuz bir döngüyle mahkûmdu. Akrep ve yelkovanın yarışı bitmedikçe devrilen taşlar, altlarında cesetler bırakmaya devam edecekti. Bazen, düşüncelerim saçmalamaya yatkın olduğu zamanlarda, düşüncelerimin arasına sızan bir düşünce vardı. Bu sonsuz döngüde zaman hiç yoruluyor muydu? Bazı zamanlar yorulduğunu düşünüyordum, özellikle de akmak bilmediği zamanlarda.

Şu an da o anlardan biriydi. Gece evden çıkalı neredeyse yarım saat olmuştu ama bana bir asır gibi gelmişti. Aramalarıma cevap vermemiş, mesajlarımı görmemişti bile. Aynı şekilde Hazal'a da ulaşamamıştım. Neler olduğu konusunda hiçbir fikrim yoktu? Gece yetişebilmiş miydi? Hazal ne durumdaydı? Koca bir bilinmezliğin dalgasına kapılmış sürükleniyordum. Merak ise kalbime sıkılan bir kurşundu sanki. Bir kez daha aradım Gece'yi, son yarım saattir olduğu gibi telefon ne kadar çalarsa çalsın açılmadı. Yanaklarımın içini havayla doldurup telefonu masanın üzerine deyim yerindeyse attım. Ayağımın birini dizimden kırıp oturduğum sandalyeye dayadım ve kollarımı bacağıma sarıp yanağımı da dizime yasladım. Merakın kalbime sıktığı o kurşun, kalbimi karış karış geziyor, her yeri delik deşik ediyordu. Bakışlarım Savaş'ı buldu. Artık her ne çiziyorsa bakmaya çalışmıştım ama göstermemişti bana. Israr ettiğim anda da yanımdan kalkıp yatağa geçmişti.

Sırtı yatak başlığına yaslıyken bacağının birini yere sarkıtmış, diğerini kendine doğru çekmiş ve elindeki defteri de dizine yaslayıp çizimine devam ediyordu. O kadar odaklanmış görünüyordu ki... Dışarıdan bakan birisi tüm algılarının o resimde olduğunu düşünebilirdi. Ama olmadığını biliyordum. Onun da aklı benim olduğu gibi Hazal'daydı. Çatılı kaşlarının arasında beliren soru işaretlerinin keskin izlerini görebiliyordum. Merak sadece benim kalbime değil onun da kalbine sıkılan bir kurşundu ve belki de onda bende bıraktığından daha fazla hasar bırakmıştı.

Okyanus mavilerini kâğıttan kaldırıp bana çevirdiğinde gözlerimi çekmedim ondan. Çarpışan gözlerimizden yükselen dalgalar, bir şehri suyuna katıp yok edecek kadar kuvvetliydi.

"Hâlâ bir haber yok mu?"

Sorusunu başımı iki yana sallayarak yanıtladığımda, artık daha fazla sabrı kalmamış gibi kararan bakışları eşliğinde elindeki defteri ters çevirerek yatağa koydu ve ayağa kalktı. Ne çizdiğini hâlâ görememiştim. Sanırsın çizdiği şeyde ölümü durdurmanın yolu vardı. Kendi düşünceme gözlerimi devirdim ve ben de onun gibi ayağa kalktım. Birkaç büyük adımla bana doğru yaklaştı ve "Yanlış yaptık!" diye mırıldandı. Sesinin kıyılarında pek çok duygunun ayak izlerine rastlamak mümkündü. Bakışlarıma sorgulayıcı bir ton yapışırken o devam etti. "Ben gitmeliydim."

Başımı iki yana sallarken "Savaş bu mümkün değildi." dedim. Kararan bakışları her an bir delilik yapmaya hazır gibi duruyordu. Onu sakinleştirmezsem hepimizin başı yanabilirdi. "Buradan dışarıya adımını attığın an babamın kollarına düşerdin ve o zaman Hazal gerçekten tehlikede olurdu."

"Şu an ne durumda olduğunu biliyor muyuz? Belki de o herif yetişemedi? Belki de Aksel amacına ulaştı." Aldığı derin bir nefesle kaslı göğsü şişerken "Anlamıyorsun, şu an burada neler olduğunu bilmeden oturmak o kadar zor ki... Gitmeliyim İzel. Yakalanmadan çıkabilirim inan bana."

Tam kapıya doğru yöneliyordu ki kolunu tutup onu durdurdum ve önüne geçtim.

"Saçmalıyorsun Savaş! Evin her yeri kamera ile dolu, Her köşede babamın korumaları var. Sana burnunu çıkarsan yakalanırız diyorum sen gelmişsin dışarı çıkacağım diyorsun."

Anlık bir es ile birlikte burun kemerimi sıkıp "Bak seni anlıyorum, bilmeme farkında mısın ama bende burada hiçbir şey bilmeden haber gelmesini bekliyorum. Onu benden önce tanıyor olman endişenin benimkinden fazla olduğu anlamına gelmiyor. Gece'yi tanımıyorsun, o bu şehrin altını üstüne getirir yine de engel olur o herife." dedim yatıştırıcı bir ses tonuyla.

"Gece'yi tanımıyorum. Yani ona güvenmek için hiçbir nedenim yok."

Bir an söylediğiyle yüzüne bakakaldım. Tanımadığı birine güvenmiyordu... Beni de tam olarak tanımıyordu. Lanet olsun beni hiç tanımıyordu ki... Bunun anlamı bana da güvenmediği miydi yani?

"Beni de tanımıyorsun." dedim kısık bakan bakışlarımla yüzünü tararken. "Yani bana da güvenmiyorsun öyle mi? Peki tutmuyorum seni. Hadi git, iki saniye bile sürmeden babamın adamları tarafından sürüklenerek babamın ayaklarının dibine atıldığında sana yardım edemeyeceğimi bil ama olur mu? Çünkü beni bekleyen çok daha kötü şeyler olacak."

Önünden çekilip çalışma masasına doğru yürüdüm. Söylediklerimdeki haklılık payı ruhumun kapanmak bilmeyen tüm yaralarını tekrar ve tekrar kanatıyordu. Yere düşen kabuklardan zemine dökülen, geçmişimin kanıydı.

Beni bekleyen daha kötü şeyler olacak...

Beni bekleyen şeyler hep çok kötüydü...

Söylesene baba... Kendi öz kızından nefret etmek nasıl hissettiriyor? Senin de kalbine bir ağırlık oturuyor ve her geçen anda daha çok eziyor mu kalbini? Hiç düşünüyor musun bize bir şans verseydin nasıl bir baba kız ilişkimiz olurdu diye? Ya da nasıl bir aile olurduk annemi ve beni biraz bile sevseydin?

"Çok abartmıyor musun? Yani sonuçta o baban? Sana bir şey yapmayacaktır."

Farkında bile değildi ama söylediği her kelimenin pençeleri vardı sanki ve kalbimi avuçlarının arasına almış acımasızca sıkıyordu. Benim babam bana öyle çok şey yapıyordu ki anlatsam Savaş bunların hiçbirine inanmazdı. Normal bir insan için anlaşılabilecek şeyler değildi çünkü, bu yüzden ona kızamazdım.

Hiçbir şey söylemedim ona da dönmedim. Gidecek miydi? Gidebilirdi. Onu tutmayacaktım. İşin sonunun benim için de onun için de de kadar karanlık olduğunu bilsem de tutmayacaktım.

Bir süre ikimiz de tek kelime etmedik. Yelkovan akrebi kaç tur kovaladı, kaç saniye kaç dakikanın üzerine devrildi bilmiyorum ama yine zamanın yorulduğunu hissettiğim bir andaydım. Savaş gitmiyordu, ben arkamı dönüp ona bakmıyordum. Öylece ayakta dikilip sessizliğin gürültüsünü dinliyorduk.

Ortama düşüp, odanın duvarlarına çarpıp, sessizliği kâğıt gibi yırtan şey telefonuma gelen bir bildirim sesiydi. Masanın dibinde olduğum için aydınlana telefon ekranını net bir şekilde görebilmiştim. Gece'den mesaj gelmişti. Hızla telefona uzanıp, şifresini girdim ve gelen bildirime tıkladım.

GECE-Telefonumu sikmenize gerek var mıydı gerçekten? Kız iyi. Ben üzerime düşeni yaptım, sıra sende.

Baştaki sorusunu görmezden gelip "Kız iyi." dediği kısma odaklandım yalnızca. Benim için önemli olan buydu bu yüzden kabalığını görmezden gelebilirdim.

"Mesaj Gece'den, Hazal iyiymiş."

İğnelerle bezeli sesimle sarf ettiğim kelimelerin iğnelerini Savaş'a batırmaktı amacım. Ama kelimelerden çok bakışların etkisine inandığımdan Savaş'a dönmek için hareket ettiğimde, Savaş ile çarpıştım. Ne zaman bu kadar dibime girmişti bilmiyorum ama onu bu kadar yakınımda beklemiyordum. Boy farkından dolayı gözlerimin hizasına gelen kısım belirgin âdem elmasıyla süslenen kalın ama zarif boynuydu. Boynunu sarıp tişörtünün altına uzanan zinciri de ilk kez o an fark etmiştim. Elimi uzatıp zincirin ucunda takılı olan kolye ucuna bakmak istesem de kendimi tuttum. Onun dolgun dudaklarından dökülen sıcak nefesler saç diplerimi okşuyordu ve kokusu... Bana ilk baharı hatırlatıyordu. O yağmurdan sonra açığa çıkan toprak kokusunu. Kokusunu bu kadar yakından, kaynağından, almak düşüncelerimin ve hislerimin seyrini değiştiriyordu. Tanrım... Bu iyi değildi... Bu hiç iyi değildi... Kalbimin atışlarını bile değiştiriyordu. Bu korkunçtu...

Hâlâ bir parçası benimle olan mantığımın elini sıkıca kavradım ve geriye doğru bir adım atıp ondan uzaklaşmaya çalıştım. Ama masaya çarpan kalçamla yeterli alanı sağlayamadım kendime. Bakışlarım gözlerine doğru tırmandığında onun bakışlarıyla bir kez daha çarpıştı ve bu kez o dalga yalnızca beni sürükledi onun okyanuslarının derinliklerine doğru. Tenimi bir ürperti sardı, yutkunmak zorunda kaldım. Açtığım o azıcık mesafeyi küçük bir adımla kapattığında masaya iyice yaslanmak zorunda kaldım. Bakışları gözlerimin kıyılarından yavaşça çekilip yüzümü turladı ve en sonunda yine gözlerimde durdu.

"Sana güvenmek benim için bir seçim değildi İzel." Başını iki yana sallarken gözlerinin baktığı gözlerimde gördükleri çok daha farklıydı. Göz ucuyla elinin hareketlendiğini görsem de bakışlarımı çekemedim gözlerimden. Çok değil sadece birkaç saniye sonra elinin tersini yanağımda hissettim, tüy gibi bir dokunuşla yanağımı okşadı yavaşça. "Beni etkiledin. Öyle çok etkiledin ki, düşüncelerimin her bir kulvarında senin izin vardı, bu çizimlerime de aktı. Ne zaman bir şeyler çizmek için kâğıdı önüme alıp kalemi kâğıda değdirsem parmaklarımın hareketleri senin kıvrımlarını aktardı kâğıda."

Başıyla yavaşça arkasında kalan yatağı işaret ettiğinde, gözlerim o an bakışlarından koptu ve yatağa kaydı. Merak... Öyle yoğundu ki, bir an olsun gözlerimi yatağın üzerindeki defterden çekmeden Savaş'ı ittim. Bana zorluk çıkarmadan kenarı çekilse de yatağa yöneldiğimi gördüğünde bileğimi tutup beni durdurdu. Başımı çevirip ona baktığımda "Henüz bitirmedim." diye mırıldandı. Bu ne kadar umurumdaydı ki? Bileğimi elinden kurtardım ve yatağa yönelip hızla üzerindeki defteri aldım.

Çizimi kendime çevirdiğimde gördüğüm şey kaşlarımı kaldırmama neden oldu. Bu... Sanki bir çizime değil de bir aynaya bakıyormuş gibiydim. Tek farkı çizimin kara kalem olmasıydı.

Saç tellerimden dudağımın hemen altındaki minicik, belli belirsiz olan bene kadar her şeyi ile mükemmeldi. Rast gele değil de sanki onun modelliğini yapıp karşısında durmuşum gibi çizmişti. Bir an ne söylemem gerektiğini bilemedim ve dudaklarım kendiliğinden çözüldü.

"Çok güzel..."

Arkamdaki varlığını hissetmemek imkânsızdı. Nefesi başımın tepesine akıyor, sanki elleri varmış gibi saçlarımı okşuyordu.

"Henüz bitmedi."

Gözlerimi resimden bir an olsun çekmiyordum ve eksik bir tarafının olduğunu da düşünmüyordum.

"Her şeyi tam ya işte."

Kısık sesli gülüşü kulağıma doldu. Ellerini önce belimin iki yanında hissettim. Gerildim... Sonra elleri yavaşça kaydı ve karnımın üzerinde birleşti. Aynı anda karnıma doğru biraz baskı uygulayıp beni kendine çekmiş, bedenlerimiz neredeyse birbirine yapışmıştı.

"Eklemek istediğim küçük bir ayrıntı var. Bu yüzden dudaklarını renksiz bıraktım ama kâğıt bunu yapmam için müsait değil. Parçalanır. Ayrıca henüz imzamı atmadım. İmzamı atmadığım hiçbir resme tamamlandı demem."

Söylediklerine odaklanmak, şu anki yakınlığını göz önünde bulundurursak o kadar zordu ki. Ama sözlerini algıladığımda asıl yıkım o zaman başlıyordu. Ne söylemek istediğini anlayamasam da zihnim anlamama fırsat vermeden o boşluğu öyle bir dolduruyordu ki, biraz daha zorlasam şu an zirveye ulaşmış olurdum. Farkında olmadan ona iyice yaslandım ve "Eklemek istediğin ayrıntı ne?" diye sordum. Sesim mırıltıdan farksızdı. Kedi gibi mayıştığımı hissediyordum.

Kollarını daha da sıkarak çenesini başımın tepesine yerleştirdi ve "Şu an söylersem bütün büyü bozulurmuş gibi hissediyorum. Bu yüzden bunu resmi mahvetmeyecek bir anda, yaparken görmeni istiyorum." diye mırıldandı o da benim gibi. Tanrım, biraz önceki kızgınlığım nereye gitmişti benim? Şu an kollarının arasında resmen erimiş durumdaydım.

"İllaki merak içinde bırakacaksın değil mi alçak puşt?"

Kulaklarıma ziyafet çeken bir kahkaha attığında kısık gözlerimi resimden ayırıp alttan alttan ona baktım. Tersten baktığım için yüzü bir garip görünse de okyanusları öyle netti ki... Ve gülüşü... Öyle güzeldi ki... Kalbimin hızlanan hareketi beni hep hazırlıksız yakalıyordu ve nedenini anlayamıyordum. Belki de anlamamak işime geliyordu.

"Gülme!" dedim sesimi sert bir tonda çıkarmaya çalışarak ama kollarının arasında erimiş bir haldeyken bu o kadar zordu ki.

"Az önce bana alçak puşt dedin?"

Ve daha çok güldü. Gülüşler bulaşıcıdır, onunla birlikte bende güldüm. Başımı iki yana sallarken gözlerim resme indi. "Ben asla resim çizemiyorum." diye mırıldandım. Gülüşüm sönmüştü artık.

Kollarını daha da sıktı. Rahatsız etmiyordu bu sıkılığı, aksine garip bir şekilde iyi hissediyordum. Sanki... Sanki huzurun kollarında gibi...

"Şu an seni kıskandım bak."

Sözlerim onu daha çok güldürdü. Ne çok gülmüştü şu iki dakikada öyle. Alttan dirseğimi ona geçirdiğimde hiç etkilenmedi, kollarının sıkılığı hiç gevşemedi.

"Sana öğretebilirim."

Başımı göğsüne sürterek yana doğru yatırdım ve onu daha rahat bir açıyla görebildiğim anda durup bir süre beni izleyen okyanuslarını izledim.

"Zor bir öğrenciyimdir ama?"

Tek kaşımı kaldırarak sorduğum bu soruya karşılık alt dudağını dişlerinin arasına doğru yuvarladı ve o da benim gibi tek kaşını kaldırdı. Isırdığı dudağını serbest bıraktığında, diliyle nemlenmiş alt dudağı o an gözlerinden daha cazip geldi ve bakışlarım dudaklarına kaydı. Dudaklarımın sızladığını hissettim. Dudaklarının tadının damağıma yayılmasını istiyordum...

O konuşmaya başladığında, sözlerine odaklanabilmek için gözlerimi zor da olsa çekmiştim dudaklarından. Ama aklımda dolanan şeyler kesinlikle dudakları ile ilgiliydi. Çekim alanına girmiştim bir kere.

"Sadece zor bir öğrenci değilsin İzel, sen aynı zamanda zor bir kadınsın."

"Bak sen?" dedim yavaşça doğrulup kollarının arasında dönmek için hareket ettiğimde kollarını gevşetmişti. Kollarının bıraktığı boşluğun üşüdüğünü hissettim. Psikolojim neyin kafasını yaşayıp da bana bunları yaşatıyordu hiçbir fikrim yoktu. Tamamen ona döndüğümde derin bir nefesi içime doldurdum ve yavaşça yüzüne doğru üfledim. Gözleri kısılırken okyanusları koyulaşmıştı.

"Şikâyetin varsa siktirip gidebilirsin Savaş Kalkavan."

Meydan okurcasına ona bakarken onun gözleri meydan okumama karşılık verdi ve kollarını bir anda sıkılaştırıp beni bedenine yapıştırdı. Göğüslerim onun göğsünde ezilmişti.

"Zor bir kadın olduğunu söyledim, şikâyetim var demedim İzel İzem Hancı."

Başımı iki yana sallarken ismimin tam halini söylemesini beklemediğim için anlık bir şaşkınlıkla sarsıldım. Sinir, damarlarıma enjekte edilen yakıcı bir zehirdi sanki ve kanıma karışıp beni kıvrandırıyordu.

"Bana öyle seslenme!"

Kontrol edemediğim sesim fazlasıyla sert çıkmıştı. Kollarından çıkmak için hareketlendiğimde kollarının tutuşu daha da sıkılaştı ve beni bırakmadı. Bakışlarımın sertleştiğini hissederken "Bırak!" diye tısladım.

Kolu belime tamamen dolanırken hareket alanımı oldukça kısıtlamıştı. Durup onun yüzüne ters ters bakarken "Çok çabuk sinirleniyorsun," diye fısıldadı. Nefesinin yüzüme akan kıvrımlarında sakinleştirici vardı sanki. "Sakin ol!"

Alt dudağımı ağzımın içine doğru yuvarlarken "Beni sinirlendirecek şeyler söylüyorsun!" diye mırıldandım. O ismi onun dudaklarından duymak istemiyordum. Sanki o, o ismi söylediğinde hakkımdaki iğrenç gerçeği öğrenip benden nefret edecekmiş gibi hissediyordum.

Alnını alnıma yasladı ve gözlerimin en içine bakarken "Tamam, o isim yok." dedi sakin bir kabullenişle. Başımı sallayarak onu onayladım. "O isim yok." O ismin altına gizlediğim gerçekler de yok...

"Eee, sana öğretmemi ister misin çizim yapmayı? Eğer söylediğin gibi çizemiyorsan, çizimle ilgili derslerden geçebileceğini hiç sanmıyorum."

Konuyu değiştirdiğinde, alt dudağımı ıslattım dilimle ve yutkundum. Savaş'ın bana çizim yapmayı öğretmesi... Bir an bu düşünce beni heyecanlandırdı. Neden olmasındı?

"Olur."

Omuz silkerek verdiğim cevabın ardından aklıma takına bir soru kaşlarımın hafifçe çatılmasına neden oldu.

"Mimarlıkta çizimin önemi ne kadar büyük ki? Yani tamam büyük de dersi geçemeyeceğim kadar olmamalı, sonuçta bizim işimiz genel olarak cetvel ile değil mi?"

Cıkladı ve "Okuldaki hocaların arıza olduğunu anlaman için en azından vizeleri bitirmek gerekiyor. Senden istedikleri performans Pablo Picasso falan olacak. Aksi halde dersten kalırsın. Çoğu öğrenci bu durumdan muzdarip. Beş yıldır bu dersi vermeye çalışan öğrenciler tanıyorum." dedi büyük bir ciddiyetle. Kaşlarım şaşkınlıkla havalanmıştı. "Bir şeyi merak ediyorum," diye girdi söze. "Çizim yeteneğin yoksa neden bu bölümü seçtin?"

Bu kez dişlerimin arasında ezilen üst dudağımdı. Kendi bağımsızlığım, özgürlüğüm için dersem beni anlar mıydı?

"Bir şirket düşün." diyerek girdim söze. "Mimarlık şirketi. Holding demek daha doğru olur. On yedi farklı ülkede elliden fazla şubesi var. Annemin babası tarafından doğrudan üzerime yapıldı. Şu an o şirketten akan milyar dolarlar var ama tek bir kuruşuna bile dokunamıyorum. Hem o para için hem de holdingin başına geçebilmem için mezun olmam şart koşuldu."

Durgunlaşan bakışları eşliğinde "Yani istemediğin bir bölümü okuyorsun?" dedi. Tespitten çok sorar gibiydi. Başımı iki yana sallayarak cevabımı verip kelimelerin gücüne sığındım.

"Ben öyle demezdim. Bakış açısıyla da alakalı aslında. Mezun olduğum an bana gelecek olan o parayı, kariyeri düşününce istememek elde değil Savaş."

"Her şey para mı yani?"

Sorusuyla ona tamamen saçmalıyormuş gibi baktım. Aslında saçmalamıyordu ama ona bunu tamamen nasıl anlatabilirdim bilmiyorum. O para bana geçtiği zaman babama hiçbir şekilde ihtiyacım kalmayacaktı. Annemin bakım masraflarını tamamen ben karşılayacaktım. Hem onun hem benim kurtuluşum olacaktı. Bunları Savaş'a anlatmam mümkün değildi bu yüzden derin bir nefes aldım ve olayın başka mantıklı bir yönünü ele alarak avcumun içinde yoğurmaya başladım.

"Öyle bakarsan öyle olur. Ama benim gibi bakarsan öyle olmaz. Ben doğmadan önce, annem bana hamileyken çizildi bu kader bana ve büyürken de bana aşılanan şey buydu. Mimar olmak... Yani istemediğim bir bölümde değilim. Sadece çizim yapamıyorum o kadar."

Zamanında çizim dersi almayı çok istemiştim ama çizim yapmaya karşı bir ön yargım da oluşmuştu. Ne zaman bir şeyler çizmeye çalışsam, dört yaşında o karanlık odada ağlayan İzem'in yardım çığlıkları kulaklarımı çınlatıyordu bu yüzden vaz geçiyordum. Gece bu konunun üzerine gitmem için beni cesaretlendirmeye çalıştığı anda da babamın engeline takılıyorduk. Babam o şirketin başına geçmemi asla istemiyordu. Kesin bir emir ile o şirketin yakınından bile geçemiyordu ve beni de geçirtmek istemiyordu. Ona kalsa okulu şimdiye çoktan bırakmıştım ama onun da elini kolunu bağlayan durumlar vardı. Tüm mal varlığını kaybetmeye neden olacak iki koca vasiyet vardı mesela.

Savaş anladım der gibi başını salladı ve göz kırpıp "Resim çizme olayını hallederiz o kolay." dedi kendine güvenen bir sesle. Kolay değildi ama ona bunu söylemeyecektim. O kız çocuğunun çığlıklarını susturmak hiç kolay değil Savaş.

Konudan sapmak için hâlâ elimde duran defteri başımızın hizasına kaldırdım ve "İmza mı atıyorsun ne yapıyorsan yap, bu resim artık bende kalacak." dedim dudaklarıma bir gülümseme kondururken. Samimiyetten çok uzak kalmıştı gülümsemem, gülümsemiş olmak için gülümsemiştim.

Kollarını üzerimden çekti ve bana sırtını dönüp yatağın üzerinde duran kalemi aldı. Ona doğru uzattığın defteri elimden aldı, parmakları şiirsel bir hareketle kâğıdın üzerinde gezdikten sonra defteri yeniden bana uzattığında bakışlarım doğrudan resmin sağ alt köşesine zarifçe işlenmiş imzasına kaydı. Tanıdık bir imzaydı. Kaşlarım çatılırken koyu kahvelerimi onun okyanuslarına çıkardım ve "O heykeller," diye mırıldandım. "Okulun kapısındaki heykelleri sen mi yaptın?"

Bir an dili sağ yanağına baskı uygulayıp pürüzsüz yanağında hafif bir şişkinlik oluştururken bakışlarındaki kararsızlığı anında yakalamıştım. Zaten onun bakışlarında geçen o anlık ifadeleri o an yakalayamazsanız bir daha yakalamanız mümkün olmuyordu. İfadelere tutunmadığınız taktirde okyanuslarında boğulmaktan başka bir şansınız kalmıyordu. Derin bir nefesin etkisiyle kaslı göğsü şişti, hemen ardından da asla anlayamadığım bir şekilde kulağıma aşırı hoş gelen sesini duydum.

"Benim değiller."

Kararsızlığın damarına kaynadığı sesiyle birlikte bakışlarım onun yüzünden çekilip elimdeki çizime kaydı. Görsel hafızam oldukça iyiydi ve ben o iki imzanın da aynı imza olduğuna yemin edebilirdim. Yeniden Savaş'a baktım.

"İmzalar aynı?"

Kollarını göğsünde bağladı ve "Evet aynı çünkü o heykelleri annem yaptı. İmza onun imzası. Semiha Kalkavan. Küçükken hep onun çizimlerini taklit etmeye çalışırdım. Her çiziminde imzası olduğu için imzasını da taklit ediyormuşum meğer. Sonra da o imza olmadan çizimler hep gözüme eksik gelmeye başladı ve o imza benim de imzam oldu." diye açıkladı durumu. Annesinin adını söylediğinde gözlerindeki parlamayı görmeliydiniz. O parlamayı bağrında taşıyan hüznü de öyle... Bir gökyüzü düşünün, karanlık ve yıldızlarla dolu. İşte o gökyüzünün karanlık örtüsü gözlerindeki hüzündü, yıldızlar da o hüznü parçalamaya çalışan parıltıydı. Bir an onunla çok benzediğimizi düşündüm. Onun bakışlarındaki ifadeleri belki de bu yüzden yakalayabilmiştim. Her aynaya baktığımda gözlerimde gördüğüm için. Peki güneş ne zaman doğacak ve o karanlığı parçalayacaktı?

"Annen ressam mı?"

Sesimdeki ilgiyi önleyemedim. Bakışlarımın da ona ilgiyle baktığını biliyordum. Sorumu başını iki yana sallayarak yanıtladı. Tek kaşım hafifçe yukarıya kalkarken "O zaman ne?" diye sordum. Bir an duraksadı ve yine gözlerine yansıyan o anlık kararsızlık ile bakıştım.

"Aslına bakarsan bu konu hakkında konuşmak istediğim pek söylenemez."

Ona ısrar edebilirdim. Ağzından bir şeyler koparabilir, konuşmasını sağlayabilirdim. Ama yapmadım. Konu aileydi, konu aileden de öte anneydi. Benim için bu kadar hassas olan bir konuda başkasına baskı yapmazdım. Susmak istiyorsa saygı duymaktan başka hiçbir şey yapamazdım. Bu yüzden anlayışla başımı salladım ve "Peki." diyerek kabullendim. Bakışlarımız birbirlerine dolanmıştı. Tam olarak şu an ne düşünüyordu acaba? Dilime sahip çıkamadım ve bunu ona sordum.

"Ne düşünüyorsun?"

Tek kaşını kaldırırken "Ne hakkında?" diye sordu. Bence neyi kastettiğimi anlamıştı ama anlamamazlığa vuruyordu. Yanağımın iç kısmını dişledim ve gözlerimi gözlerinden ayırıp çalışma masama doğru ilerledim. Elimdeki resmi masaya koydum ve bakışlarım karşımdaki duvardayken "Genel olarak... Mesela tam şu an aklından ne geçiyor?" diye mırıldandım. Yüzünü göremesem de bakışlarından sırtıma vuran meltemi hissediyordum. Sessizlik... Bir süre daha bizi avucunda oyuncak ettiğinde yavaşça ona dönüp kalçamı masama yasladım. Hala bıraktığım yerde bıraktığım şekilde duruyordu. Ona dönüp gözlerine baktığım an adımları hareket kazandı ve bana doğru birkaç adım attı. Tam önümde durduğunda aramızda biraz öncekine nazaran biraz da olsa mesafe vardı. Dolgun dudaklarını yaladığında bakışlarım dudaklarını buldu. Bence bunu bilerek yapıyordu. Anlamıştı etkilediğini ve bunu kullanmaktan geri durmuyordu.

"Bana hâlâ kızgın mısın?" diye sordu. Düşüncesi mi buydu yoksa konuyu mu dağıtmaya çalışıyordu anlamakta zorlanıyordum.

Tek kaşımı kaldırdım ve meydan okumayla gözlerine baktım. Eğer etkilendiğimi anladığı için dibime girip her seferinde dudaklarını yalıyorsa ona yanıldığını göstermek boynumun borcuydu. Yanılmasa bile...

"Sen söyle, kızgın olmalı mıyım?"

Beni küçük görmeye devam ettiği sürece ona kızgın kalacaktım. Bunu biliyordu bu yüzden cevabı da biliyordu.

Başı hafifçe sağa doğru yattı. Gözlerindeki yoğunlaşmaya anbean şahit oldum. Bir adım daha attığında aradaki o azıcık olan mesafe de tuzla buz oldu. Nefesi yüzüme akarken "Ne düşünüyorum biliyor musun?" diye sordu. İçimde yükselen volkanlar vardı, yakın olduğu her an patlayıp her zerremi yakmaya yemin etmiş. Yine de bunu ona belli etmedim. Sanki hiç etkilenmiyormuşum gibi tek kaşımı kaldırıp çenemi hafifçe dikleştirdim ve "Ne?" diye sordum.

Gözleri dudaklarıma düştüğünde içime yayılan heyecan midemden kasıklarıma doğru aktı. Koyulaşan gözleri, niyetini açık açık okuyordu bana. Bir eli usulca yanağıma kaydı ve avucunu yanağıma yasladı. Baş parmağı yavaşça çeneme doğru kayarken heyecan damarlarımdan taştı. Yutkundum. Kasıklarımdaki sızı giderek artıyor, beni kıvrandıracak hale geliyordu. Baş parmağı çenemden yukarı kayıp dudaklarımın üzerine geldiğinde, birbirine yaslı olan dudaklarım hafifçe aralandı. Bir kez daha yutkunmak zorunda kaldım. Yüzü yüzüme yaklaşmış, sıcak nefesi dudaklarıma akmaya başlamıştı. Bacaklarımı birbirine bastırdım, tüylerim diken diken olmuştu. Baş parmağını yavaşça kenara doğru çekerken, dudaklarım o parmağın baskısı altında yoğuruluyordu. Gözlerinin yoğunluğu bir an olsun çekilmiyordu dudaklarımdan. Dudaklarımdaki karıncalanmayı parmak uçlarında hissediyor muydu?

"Sen?" diye fısıldadı parmağı dudaklarımı okşamaya devam ederken. Nefesimi tutup devam etmesini bekledim. "Beni öptün," Yüzü biraz daha yaklaştı yüzüme. "Bu dudakları bana tattırdın. İstediğimde seni öpersem buna laf söylemeye hakkın yok İzel."

Ona bu konuda laf mı söylemiştim?

Beni bu kadar küçümsüyorken gelip de beni öpemezsin.

Ah evet ona aynen böyle söylemiştim.

Bakışları hâlâ dudaklarımdayken alt dudağımı hafifçe yaladığımda dilimin ıslaklığı dudağımda duran parmağına da bulaştı. Ağırlaşan nefesini, daha da kararan gözlerini görmenin hazzı bambaşkaydı. Dudağım hafifçe kıvrıldı ve kaşlarımı kaldırıp bir kez cıkladım.

"Ben beni öpmene laf söylemedim. Beni bu kadar küçümsüyorken gelip de öpemezsin dedim. Söylediğimin de arkasındayım Savaş. Beni küçümseyen biriyle işim olmaz."

Belime dolanan kol ile bir an dengemi kaybedeceğimi sandım. Tamamen kıskacı altındaydım ama inanır mısınız bundan zerre şikâyetim yoktu. Nefesi nefesime karışırken eli yanağımdan ayrıldı ve saniyeler içinde o da belime dolandı. Vücudum bir kez daha onun vücuduna yaslandı, dudakları dudaklarıma o kadar yakındı ki, sıcaklığını hissedebiliyordum. O yakınlıkta duruyor, öpmek için herhangi bir girişimde bulunmuyordu. Ellerinin sahiplenici baskısı belimden aşağı doğru kaymaya başladığında ifademi düz tutmaya çalışsam da bu o kadar zordu ki. Özellikle büyük avuçları kalçalarıma yaslandığı anda. Yutkundum. Dudaklarımdan sızan nefes titrekti. Yüzü yüzüme biraz daha yaklaştı. Beklediğim sonun gerçekleşeceğini, dudaklarının dudaklarımı esir alacağını düşündüm. Heyecan artık damarlarımdan taşan somut bir varlıktı. Kasıklarım kasılmaktan acıyacak kıvama gelmişti. Ama dudakları dudaklarımı teğet geçip yanağıma sürttüğünde hayal kırıklığına uğramadım desem yalan olur.

Avuçları kalçalarıma tamamen yerleştiğinde kendimi bir anda havada buldum ve saniyeler içinde arkamdaki masaya Savaş tarafından oturtuldum. Dudaklarım dişlerimin arasında ezilirken gözlerimin karardığını hissettim. Boynumda hissettiğim sıcak ve ıslak dudaklar, dudaklarımın aralanmasına neden oldu. Sonra sesi duyuldu. Konuşurken dudaklarından çıkan nefesinin sıcak esintisini öptüğü yerde hissettim.

"Seni küçümsemiyorum İzel. Aksine gözümde öyle güçlüsün ki... Ama endişemi de anla, sana bir şey olmasını istemiyorum. Bu yüzden uyarıp duruyorum seni. Karşındakini hafife alma diye."

Kurduğu her bir cümle de bacaklarımın arasına iyice yerleşmişti. Alt dudağımı ıslattım. Şu an öyle bir haldeydim ki konuşmaya takatim yoktu. Tek istediğim dokunulmaktı. Kendimi yavaşça geriye doğru yatırdım ve Savaş ile yüz yüze geldim. Elleri belimi tuttuğu için rahatça bulunduğum pozisyonda durabiliyordum. Elimin birini uzattım ve pürüzsüz yanağına koydum. Diğer elimi de ensesine yerleştirdiğimde yüzü yüzüme bir kez daha yaklaşmıştı.

"Çok tehlikeli sulardayız."

Fısıltım üzerine dudağının sağ köşesi tehlikeli bir kıvrımla gerildi ve "Boğulmak çok güzel olacak." diye aynı benim gibi fısıldadı dudaklarımın üzerine doğru. Ve sonra dudakları dudaklarıma kapandı. Hislerim arapsaçı gibi birbirine girdiğinde ortaya çıkan tek duygu tutkuydu. Aynı açlıkla karşılık verdim ona. Kasıklarımdaki sızı artık dayanılamayacak bir noktaya geldiğinde bacaklarımı Savaş'ın beline doladım ve onu kendime bastırdım. Dili dudaklarımın arasından içeri sızdığında ensesindeki elimin tırnaklarını ensesine sapladım. Erkeksi iniltisi dudaklarımın arasına döküldü. Başımı sola doğru yatırıp ona daha çok yer açarken üzerime doğru eğildi. Belimde duran elleri tişörtümün eteklerinden içeriye sızmış, çıplak tenimi okşuyordu. Yanağını kavrayan elimi de ensesine götürdüğümde, boynunu süsleyen zincir avcuma sürtündü. Dudakları dudaklarımdaki hakimiyetine tüm şiddetiyle devam ederken, kapanan gözlerimi aralayıp Savaş'a baktım. O da kapalı olan gözlerini, sanki hissetmiş gibi benimle birlikte açtı. Tutkuyla yanan simsiyah gözlerini görmek içimde yükselen alevi daha da harlarken, bir anda kasıklarını kasıklarıma öyle sert sürttü ki... Bir anlığına hayatın akışının yavaşladığını, Dünya'nın durduğunu hissettim. Başımı döndürmüştü yaptığı bu hareket. Dudaklarımdan kopan inleme onun inlemelerine karışıp odanın içinde vücut buldu. Parmaklarının çıplak belimdeki hareketleri beni daha da yakıyordu. Hissettiğim yoğunlukla birlikte tırnaklarım ensesinde iz bırakacak kadar derinlere saplandı, arka arkaya yutkundum. Başını ani bir hareketle sağına yatırdığında, benim başım da otomatik olarak soluma yatmıştı. Dili dilimle olan dansına devam ederken, sürekli parmaklarıma takılan kolyesinin altına soktum parmaklarımı. Kolyesi bile fazlalık olarak görünüyordu gözüme, doğrudan tenine dokunmak istiyordum.

Belimi okşayan parmakları sırtıma dolanmaya başladığında artık kasıklarımı kasıklarına sürtmeye başlamıştım. Kadınlığım öyle çok sızlıyordu ki, bu şey artık istek olmaktan çıkmış, ihtiyaca dönüşmüştü. Savaş parmaklarını tenime gömdüğünde ve dili bir kez daha dilimin üzerinden kayıp ağzımın içini karış karış gezdiğinde dudaklarımdan yüksek bir inleme daha döküldü. Dudağı yavaşça dudağımdan çekildi. Islak dudaklarının izlediği yol yanağımdan boynuma doğru kaydığında başımı yana yatırıp ona yer açtım. Islak dudaklarının geçtiği noktada bıraktığı ıslaklık tenimi yakıyordu adeta. Alt dudağımı sertçe ısırdım ve gözlerim hissettiğim hazla birlikte yeniden kapandı.

Dişleriyle tenimi ezmesi ve ezdiği yerin tedavisini diliyle ısırdığı noktayı ıslatarak vermesi... Tanrım! Kesinlikle ne yapacağını çok iyi biliyordu. Boynumdaki işkencesi yavaşça aşağılara doğru indiğinde biraz daha geriye yatıp ona kolaylık sağladım. Üzerimdeki askılının açıkta bıraktığı göğüslerimin üst kısmı da dişlerinden ve dilinden nasibini aldı. Göğüs uçlarımın sızlamaya başladığını hissediyordum. Parmakları belimi bir aşağı bir yukarı okşarken bazen sütyenimin kopçasının üzerinde dolanıyor, çok oyalanmadan geri aşağı indiriyordu.

Hisler... Birbirlerine öyle bir dolanmışlardı ki. Artık kaynamışlardı kırıklarından ve ayırmak mümkün değildi.

Dudakları orda da çok uzun süre kalmadı. Dokunduğu her noktada farklı bir yangın başlatan dudakları bu kez boynumun diğer tarafına doğru tırmandığında, başımı ona uygun olarak diğer tarafa doğru eğip ona yer açtım. Ölüm ile yaşam arasında bir yerlerde gibiydim. Güzel bir yerdeydim. Bu kez dişleri işin içine girmiyor, yukarı tırmanırken yalnızca diliyle darbelerini indiriyordu. Mağlup olmam için yeterliydi o darbeler.

"Savaş!" diyerek inledim bu kez. Dudaklarımdan dökülen nefesler asla yeterli gelmiyor, aksine hep daha fazlasını arzuluyordu ciğerlerim. Savaş nefesimi kesiyordu...

Dudaklarım bir kez daha onun dudaklarına dokunma isteğiyle sızladığında Savaş sanki bunu hissetmiş gibi anında yeniden dudaklarıma kapandı. Bu kez çok daha aceleci ve sertti. Her hareketinde dişleri dişlerime sürtüyor, dili sertçe ağzımın içini turluyordu. Gözlerimi açıp ona bakmak istedim. Okyanuslarının açık olduğunu hissediyordum. Ama öyle bir yoğunluğun demiyle yıkanmıştım ki göz kapaklarım birbirine daha da sıkı bir şekilde kenetleniyordu. Savaş'ın hızına yetişmeye çalışıyordum. Yetişiyordum da... Ensesine saplı olan tırnaklarımın baskısını azaltıp tırnaklarımı hafifçe ensesine sürttüğümde hırladı. Resmen hırladı... Gözü dönmüş gibi öpüşmeyi daha da hararetlendirirken halimden gram şikayetimin olduğu söylenemezdi. Aksine bulunduğumuz yerde daha fazla kalmamalı. Yatağa geçmeliydik. Daha da ileri gitmeliydik. En ileri gidip tenlerimizi birbirine karıştırmalıydık.

Onun beni doldurduğu düşüncesi, aklımın her bir kıvrımına yayılıp alarm gibi zihnimin her bir kulvarında çınladığında, kadınlığım sanki hiç sızlamıyormuş gibi daha fazla sızladı. Acının karıştığı kadınlığımı bir kez daha Savaş'ın kasıklarına bastırdığım sırada Savaş dudaklarımdan birkaç santim uzaklaşıp, nefes nefese bir halde konuştu. O uzaklaştığı an açılan gözlerim, gözleri ile çarpıştığında hazırlıksız yakalandım. Büyüleyici görünüyordu.

"Eğer biraz daha seni bana katmazsam ölecekmiş gibi hissediyorum."

Yutkunduğunu duydum, bende yutkundum. Eğer biraz daha beni kendine katmazsa ölecekmiş gibi hissediyordum.

Tam yeniden dudaklarına uzanıyordum ki "Eee ama yuh!" diye bir nida odanın duvarlarına çarpıp kulaklarıma ulaştı. Aynı anda başımız kapıya döndüğünde Damla oradaydı. Mavi gözlerini açabildiği kadar açmış, suratında allak bullak bir ifadeyle, şaşkınca bize bakıyordu. Biz ona baktığımız an utançla gözlerini kaçırdı ve hızla arkasını dönüp kapıyı kapatırken "Tanrı aşkına, siz aklınızı mı kaçırdınız?" diye sordu. Savaş gözlerini yüzüme çevirdiği anda benim de bakışlarım Damla'dan Savaş'a döndü. Dudağında haylaz bir sırıtışla bana bakarken bir anda dudaklarıma sert bir öpücük kondurdu ve benden uzaklaştı. Anlık olan öpücüğünün etkisinin de anlık olmasını dilerdim ama değildi. Başım dönüyordu. Alt dudağımı dişlerimin arasına alırken masadan indim ama uzaklaşmadım. Adım atabileceğime inancım yoktu.

"Ayrılıp toparlandınız mı?" diye sordu Damla. Gözlerimi devirdim ve "Maalesef ki evet." diye cevap verdim ona.

Temkinli bir ifadeyle başını bize doğru çevirdi ve gerçekten ayrıldığımızı gördüğünde tamamen bize döndü. Kollarını göğsünde bağladı ve bir ayağının ucunu hızlı hızlı yere vururken kısılı gözlerini Savaş ve benim aramda döndürüp durdu. Kızmaya hazırlanan bir anne gibi görünüyordu.

"Maalesef mi? İzel baban aşağıda, ev onun korumaları ile dolu ya bir tanesi odaları karıştırıp yanlışlıkla buraya girseydi?"

İfadelerinin açtığı çukura kelimelerini gömdü. O kelimelerin köklerinin bizi iyice sarmasını ister gibi bakışlarını üzerimizde gezdirerek özenle suladı o kelimeleri. Ama atladığı bir nokta vardı. Umursamazlık benim toprağımı çölleştirmişti ve kurak toprağa ektiği o kelimeler kök salmadan çürüyüp giderdi.

"Ya içeri giren ben değil de Gece olsaydı?" bizi sıkıştırmak için sorduğu sorulara karşı omuz silkmekten başka bir şey yapamadım. Yan gözle Savaş'ın ensesini kaşıdığını görsem de tamamen umursamaz olduğunu da görebiliyordum. En az benim kadar umursamaz duruyordu. Alt dudağımı dişleyip yaladığımda, dudaklarıma sinen Savaş'ın tadı, beni Damla'yı odadan kovup Savaş ile kaldığımız yerden devam etmeyi istememe itiyordu.

Derin bir nefes alıp titrekçe verdim. Savaş Kalkavan kesinlikle bana iyi gelmiyordu. Harika hissettiriyordu ama aklımı bulandırdığı gerçeği de göz ardı edilemezdi.

"Görmediği bir şey olmazdı." diye mırıldandım. O kamera kayıtlarında Savaş ile aşağıdaki halimizi ful HD izlemişti. Tek kaşımı kaldırarak baktığım yüzündeki ifade, sözlerimden sonra şaşkınlığın şerbetini içti ve bir süre dudaklarını konuşmak için aralasa da kelimeler dilinde vücut bulamadan geri içine gömüldüler. Göğsünde bağlı olan kollarından birini çözdü ve işaret parmağı ile bizi işaret edip "Gece..." diyerek girdi söze. "Sizi o halde gördü ve siz hâlâ tek parça, hayattasınız öyle mi?"

Sonunda bacaklarımı hissettiğimde yaslandığım masadan doğrulup bir adım öne çıktım. Dudaklarımı büzüp "Henüz." dedim. "Bu konuyu babam gittikten sonra konuşacağımıza eminim."

Başını iki yana salladı ama yorum yapmadı. Ne söyleyebilirdi ki? Gece bu konuyu açtığında evde küçük çaplı bir savaş çıkacaktı çünkü beni bastırmaya çalışacak, bende buna izin vermeyecektim. İki baskın karakterdik ve ikimiz de altta kalmayı sevmiyorduk. Bir konuda haklıysak

"Her neyse." diye girdi tekrardan söze Damla kısa bir sessizliğin ardından. "Bu konuyu gerçekten de babanın gittiği ana bırakmak en doğrusu. Sana yemek getirmiştim. Kapıyı çaldım ama malum," dedi imayla kaşlarını kaldırarak ve devam etti. "Fazla meşguldünüz duymadınız, tepsiyi dışarı bırakmak zorunda kaldım." son cümlesinden sonra yaptığı şey yüzünü buruşturmak olmuştu ve beklemeden, bir şey söylememize izin vermeden dışarı çıktı. Saniyeler içinde elinde, üzerinde iki tabak spagetti olan bir tepsiyle içeri geri döndü. Yemeği görene kadar acıktığımın farkına varamamıştım.

"Yemeği daha yeni yemedik mi?"

Savaş'ın sorusu ile kısaca bakışlarım ona döndü ama cevabını ben değil Damla verdi.

"İzel gergin olduğu zaman ne kadar yerse yesin doymaz."

Pekâlâ böyle söyleyince kulağa hoş gelmediğinin farkındaydım ama yemek yemekle ilgili deli saçması takıntılarım vardı. Bunun altında geçmişimin yattığının elbette farkındaydım. Anoreksiya olmanın eşiğinden döndüğüm çok zaman olmuştu. Şimdi kendimi toparlamıştım ve yemek yemek benim için bir tutkuydu.

Damla'nın mavilerini yüzümde hissettiğimde bakışlarımı tamamen ona çevirdim. Gözlerime çalınan anıların kirli izlerini gördüğünde, konuyu değiştirmek adına olduğu yerde kaldı ve yüzünü bir kez daha buruşturup "Alın şu tepsiyi elimden. Ben o masaya bir adım daha yaklaşmam." dedi. Gözlerimi bir kez daha devirdim ve ona doğru ilerleyip elindeki tepsiyi tuttum ama tamamen almadım, ikimizin de elleri tepsideydi. Alt dudağımı ısırırken onun gözlerine muzip bir şekilde baktım. "Masayla grup yapmadık Damla, masaya potansiyel porno yıldızı muamelesi yapma."

Gözleri söylediklerimle kısılırken kasılan çenesinden dilini ısırdım. Onu utandırmıştı bu söylediklerim ve utandığı zaman otomatik olarak sinirlenen bir arkadaşım vardı. Alt dudağını ağzının içine doğru yuvarladı ve ellerini hızla tepsiden çekip kollarını göğsünde bağladı. Ağırlığını da bir ayağının üzerine verdiğinde tam olarak gençlik dizilerindeki, okulda popüler olup herkese kök söktüren kızlara benzemişti.

"O konuda potansiyel olan masa değil..." Tam sustuğu noktada bakışları anlık arkamda duran Savaş'a dokundu ve yeniden bana döndüğünde devam etti. "Senin için aynı şeyi söyleyebilir miyim emin değilim ama."

Sözlerine asla bozulmadım ya da etkilenmedim. Damla ile bu tarz atışmalarımız fazlasıyla çok olurdu. Asla Gece'de olduğu kadar ciddi olmazdık ama. Eğlenmek için birbirimize sataşırdık hepsi o kadar.

"Oops! Kutsal bakire rahibe Teresa konuştu."

Yüzüne eğilerek söylediğim sözlerden sonra o da bene doğru eğildi ve "Sayısını bilmemekten iyidir. Sahi grup olanları tek olarak mı sayıyorsun yoksa ayrı ayrı mı?" diye mırıldandı. Tek kaşım havalandı, tam ona yeni bir karşılık verecekken araya giren ses beni durdurdu.

"Saç baş birbirinize girmezsiniz değil mi?"

Savaş'ın sesiyle ikimiz de birbirimizden uzaklaşırken, yavaşça Savaş'a doğru döndüm. Kaşlarını kaldırmış temkinli bir ifadeyle bize bakıyordu. Sanki bir şey olsa, biz Damla ile birbirimize girsek anında araya girmeye hazır gibiydi.

"Saçmalama!"

"Saçmalama!"

Damla ile aynı anda kurduğumuz cümleye karşılık onun okyanusları üzerimizde gezerken "Güzel! Zaten şu aşamada kavga etmenizin pek iyi sonuçları olmaz." dedi eliyle odayı işaret ederken. Sözleri ile kısa bir anlığına Damla ile göz göze geldik ve ikimiz de aynı anda gülmeye başladık. Başımı iki yana sallarken masaya doğru ilerledim ve elimdeki tepsiyi masaya bıraktım. Kalçamı yeniden masaya yaslayıp Savaş'a baktığımda, sanki karşısında iki deli varmış gibi bakıyordu bize. Başımı iki yana sallarken "Bizi çok ciddiye alma." dedim. Belki bir gün, ciddi olduğumuz bir ana denk gelirse, aradaki farkı o zaman anlayabilirdi.

Teslim oluyorum der gibi ellerini kaldırdı ve bir adım gerisinde olan sandalyeye oturdu. Bir an gözüme çok masum gelse de bu görüntü, onunla az önceki gibi bir yakınlaşma yaşadıktan sonra ve tenim hâlâ cayır cayır onu istiyorken onu masum biri olarak görmem imkânsızdı.

"Ben gidiyorum." dedi Damla. "Gece gelmeden onun dolabından Savaş için bir şeyler alayım. Siz de rahat durun. Gece her an gelebilir ve geldiğinde benim karşılaştığım manzara ile karşılaşacak olursa, babanın gitmesini beklemez."

Biz bir şey söylemedik, Damla da zaten bizden bir şey duymayı beklemedi. Odadan çıktığında ve ardından kapıyı kapattığında birkaç saniye bakışlarım kapıda asılı kalsa da sonunda Savaş'a döndüm. Onun okyanuslarının serinliğini hissetmemenin imkânı yoktu. Yani ona bakarken onun bakışlarının zaten bende olacağının bilincinde olarak bakmıştım. Başını sağ omzuna doğru yatırmış kısık gözleri ile bana bakıyordu. Aldığı derin bir nefesle göğsü havalanırken "Grup ha?" diye sordu.

Alt dudağımı masumca büküp aynı masumiyetle omuz silkerken "Merak..." diye yanıt verdim. Dışarı doğru bükülen dudağım yavaşça dişlerimin arasına doğru yuvarlanırken yutkundum ve yaslandığım masadan yavaşça ayrılıp iki adımla Savaş ile aramızdaki mesafeyi kapattım. Tam önünde durduğumda başını dikleştirip bana öyle bakmaya devam etti. Kahvelerim, okyanuslarından yavaşça kayıp aralık duran dudaklarına kaydığında dudaklarımın sızısını hissettim. Tenimdeki ısı hâlâ yerini korurken daha da çok yanmak ister gibi ona doğru çekiliyordum. Aklımdan geçenler onun kucağına oturup kaldığımız yerden devam etmemizi sağlamakken, o düşünceleri bir kenarı itip yavaşça ona doğru eğildim ve yanağımı yanağına sürterek kulağının hizasında durdum. Bilerek bir süre bekleyip nefesimin tenini okşamasına izin verdikten sonra yavaşça fısıldadım. "Eğer istersen seninle de yaparız..."

Bir anda eli çenemi kavradı ve yüzümü kendine doğru çevirirken gözlerimin en içine baktı. Bu ani hareketi beni öyle etkilemişti ki. Eğer biraz daha zorlarsak yemin ederim evdeki kimseyi umursamadan, saatlerce, durmadan onunla sevişirdim.

Koyulaşan okyanusları bir süre yüzümü taradı. Aralık duran dudaklarından akan nefes, tenimde değdiği her noktayı yakıyordu. "Seninle bir şeyler yapacağız ama bu grup olmayacak. İkimiz yalnız olacağız, baş başa... Ve o anlarda inan bana İzel, senin nefes almaya vaktin olmayacak."

Sözlerinden sonra çenemi bıraktı. Dudaklarım iki yana doğru kıvrılırken ondan uzaklaşıp "Beni çok büyük beklentiye soktun şu an." diye mırıldandım. Eğer mırıldanmasaydım sesimin titrek çıkacağından emindim. Savaş'ı arkamda bırakıp masadaki yemeğe odaklandım. Ah acıktığımı yemeğe baktığımda daha net anlıyordum! Diğer sandalyeyi masanın önüne çekip oturdum ve Başımı Savaş'a çevirdim.

"Yiyecek misin?"

Kaşları kalkarken bir önümde duran tepsiye baktı bir de bana. "Daha yarım saat olmadı yemek yiyeli?" dedi sorar gibi. Bakışlarımı ondan çektim ve önüme dönüp çatalı aldım. Tabağa daldırdığım çatala doladığım spagettiyi büyük bir iştahla ağzıma götürürken "Damla'yı duydun. Gerginken yemek yiyemiyorum." dedim ve çatalı ağzıma soktum. Damağıma yayılan tatla dudaklarımdan hoşnut bir mırıltı çıkarken gözlerim kapanmıştı. Damla yemek yapmayı gerçekten çok iyi beceriyordu.


***

     

Kapı tıklatıldığında ve ardından Damla'nın naif sesi geldiğinde önümdeki tabağı yarılamıştım bile. Savaş bu süre zarfında oturduğu yerden kalkmamış, yemeğine dokunmamış ve sadece beni izlemişti.

Damla kapıyı tıklatmaya devam edip içeriye girmediğinde gözlerimi devirdim ve ayağa kalkıp kapıya doğru yürüdüm. Neden girmediğini elbette ki anlamıştım. Kapıyı açtığımda elindeki birkaç parça kıyafeti yüzüne kapatmış bir halde kapının önünde dikiliyordu. Kapının açıldığını anladığında konuştu.

"Çıplak falan değilsiniz değil mi?"

Başımı iki yana sallarken kolundan tuttuğum gibi onu odaya çektim ve kapıyı kapattım. Yüzüne kapattığı kıyafetleri biraz aşağı indirip önce bir gözünü temkinli bir ifadeyle açtı. Aklından geçen şeyi görmediğinde kıyafetleri yüzünden indirdi ve "Rahat duracağınıza inancım sıfırdı beni çok şaşırttınız." diye mırıldandı ardından da elindeki kıyafetleri Savaş'a uzatıp "Bunları giyebilirsin." dedi gülümseyerek. Göz ucuyla Savaş'ın hareketlenip oturduğu sandalyeden kalktığını gördüm. Yanımıza geldiğinde yüzünde o ışıltılı gülümsemesi vardı. Teşekkür ederek Damla'nın elindekileri aldığında yüzümü buruşturdum. "Nezaketinizden kusacağım şimdi." İkisi de kurduğum cümleyle bana bakıp göz devirirken beni duymazdan gelmeyi tercih ettiler ve Damla "Banyo arkanda. Orada giyinebilirsin." dedi. Savaş başını sallamayı tercih ederken yavaşça yanımızdan ayrıldı ve banyoya girdi. O gözden kaybolur kaybolmaz Damla anında önümde bitti.

"Sizin arkadaş olduğunuzu sanıyordum?"

Kollarımı göğsümde bağladım ve umursamaz bir hava takınarak "Arkadaşlar öpüşemez diye bir kural mı var?" diye sordum. Savaş ile aramızda bir çekim vardı. Varlığı, inkar edilemeyecek kadar yoğun ve sarsıcıydı. Tüm bedenimi, duygularımı sarsıyor, yoğunluğuyla beni boğuyordu. Böyle söylediğim zaman kulağa rahatsız olmuşum gibi geliyor olabilirdi ama hayır, halimden memnundum.

Neden?

Neden diye sormayı bırakalı uzun zaman olmuştu.

Damla bir süre bakışlarını yüzümde gezdirdi. Karasızlık irislerinin kendi rengine boyamıştı. "Dikkatli ol." diye fısıldadı. Kaşlarımı çattım, kollarım bir anlık dalgınlık ile çözüldü.

"Ne demek istiyorsun?"

Dudaklarım bu soruyla şekillenirken kulaklarım, duyacaklarına hazırlıklı değilmiş gibi hissediyordum. Gergin bakışları anlık olarak banyoya kaydı ve ardından yeniden bana döndüğünde gözlerinde hüzün vardı.

"Kendini kaptırma İzel. Burada kalıcı değiliz, yakında geri döneceğiz ve ondan sonraki durağımız Allah bilir neresi olacak. Üzülmeni istemiyorum. Zaten çok fazla acı çektin ve çekmeye de devam ediyorsun. Arasına bir de aşk acısını ekleme."

Söylediği sözlerin bende nasıl bir etki yaratması gerekiyordu bilmiyorum ama kalbimin derinlerindeki sızlama yoğun olmasa da vardı. Belki ben bir şeyleri görmezden geldiğim için o kadar derindeydi ve yoğun değildi ama oradaydı. Hayır dedim kendi kendime. Bunlar tamamen saçmalıktan ibaret.

Dudaklarıma alaycı bir gülümseme yerleştirdim ve ellerimi Damla'nın omuzlarına yerleştirdim.

"Sakin ol civciv. Kimseye âşık olduğum ya da olacağım falan yok. Öylesine bir şey. Basit bir çekim sadece. Biraz da babama ve Gece'ye inat."

Cümlelerim yüzündeki gerginliği silmeye yetmedi. Gözleri doğrudan gözlerimin en içine bakıyordu, aradığı cevabı orada bulabilirmiş gibi. Bulamazdı çünkü öyle bir şey yoktu. Savaş ile aramda olanlar sadece çekimdi, basit bir çekim o kadar. Derin bir nefes aldı, bakışlarında umutsuzluk vardı.

"Sen öyle diyorsan..." diye mırıldandı. Bu sırada banyonun kapısı açılmıştı. İkimizin de bakışları banyoya kaydığında gördüğüm manzarayla gözlerim ve dudaklarım eş zamanlı olarak aralandı. Savaş, Damla'nın getirdiği gri eşofmanı giymişti ama tişörtü elinde tutuyordu. İri bedenini çevreleyen derinin altındaki kasları, resmen ben buradayım diye bağırıyordu. Sırtını görmüştüm. Sırtı bile o denliyken ön kısmında bundan daha azı beklenemezdi zaten. Boş olan elini ensesine attığında gözlerimizin önüne serilen kasları gerildi. Pekâlâ, itiraf etmeliyim ki ağız sulandırıcı bir manzara vardı şu an karşımda.

"Tişört olmadı."

Sesiyle gözlerimi zar zor karın kaslarından ayırdığımda sol göğsünde anlık olan gözüme çarpan ayrıntı, tüm ilgimi oraya vermeme neden oldu. Sol göğsünde, kalbinin hizasında alt alta sıralanmış dört tane tarih... Dövme... O tarihlerin anlamları neydi?

Bir anda gözlerim karardığında ne olduğunu anlamadım başta. Gözlerimin üzerinde bir baskı vardı. Sırtım sert bir yere yaslandığında -daha doğrusu sert bir bedene- ve gözlerimi tutan kişi konuştuğunda ancak anladım neler olduğunu.

"Lan sen utanmıyor musun iki kızın önüne bu şekilde çıkmaya?"

Gece...

Parmaklarıyla örtülü gözlerimi, parmaklarının arkasından devirmeye çalıştım. O sırada Damla'nın da sesi duyuldu.

"Gece çek şu ellerini üzerimden."

Ben yorum yapmıyordum. Ben konuştuğum an işi inada bindirip asla çekmez ve bizi bu şekilde odadan dışarı çıkarırdı. Aşağıda şahit olduklarından sonra bunu gerçekten yapardı. Bu şekilde bu odadan çıkıp babama yakalanırsak helvamızı da beraberinde kavururduk artık.

"Sen sus." dedi Gece. Muhtemelen Damla'ya söylemişti bunu. "İkiniz de gözünüzü dikmiş öküzün trene baktığı gibi bakıyordunuz herife."

Gözünün önünde cennet olsa sen bakmaz mıydın Gece?

Tabi ki bunu içimden geçirdim. Bunu sesli dile getirecek kadar canıma susamamıştım daha.

"Of Gece abartmasan mı? Sanki ilk kez görüyoruz?"

Damla ise, konu onu bağlamadığından olsa gerek lafını çekmeden söylüyordu her şeyi. Dilimi ısırıp sözcüklerin her birini içime hapsettim ve sessiz kaldım.

Bir vurma sesi ve hemen ardından da Damla'nın kısık sesli inlemesi geldi.

"Sus diyorum hala ne diyorsun bana. Alırım ayağımın altına bak."

Sesi son derece kızgın geliyordu. Bazen gerçek bir abi olası tutuyordu ve şu anda da o zamanlardan birindeydik. Kıskançlık damarı tutmuştu.

"Kafama patlattın zaten bir tane daha ne ayağının altına alacaksın be?"

Bir an aralarında itiş kakış yaşanmış olacak ki Gece'nin beni tutan eli yüzünden sarsıldım, bir an parmakları gözüme girecek gibi olduğunda "Gece!" diye tıslamak zorunda kalmıştım. "Elini gözlerimden çek yoksa gözümü oyacaksın."

"Sen hiç konuşma İzel Hanım. Senin bu konuda dosyan çok kabarık."

Saniyesinde aldığım cevap ile kaşlarımı kaldırmaya çalıştım ama eli tabi ki buna da engel oluyordu.

Savaş'tan ses çıkmıyordu. Şu anda tek kaşı havada, olan bitene anlam vermeye çalıştığına yemin edebilirdim.

"Tişörtün bana olmadıysa bu benim sorunum değil. Sıska, çelimsiz birisin."

Pekâlâ çok da anlam vermeye çalışmıyormuş.

Gece'nin hareketlerinin kesilmesi, Savaş'ın çok doğru bir noktaya parmak bastığını gösteriyordu, ya da çok yanlış bir noktaya...

Gözlerimin üzerindeki baskı kalktığı zaman bulanık gören bakışlarımı kırpıştırıp netleştirdiğimde Gece'nin bizden bir adım kadar öne çıktığını gördüm. Yüzünü göremesem de kırmızı gören boğa misali soluduğunu, meydan okuyan bakışlarla Savaş'a baktığını tahmin edebiliyordum. Gece sıska bir adam değildi. İri de sayılmazdı ama kasları kendini belli edecek kadar şişkindi. Tek sorun Savaş, Gece'ye göre iri bir adamdı. Bu da Gece'nin asla kabullenmeyeceği bir gerçekti.

"Senin belanı sikerim lan puşt."

Savaş iki dudağının arasından alaylı bir 'hah' sesi çıktı. O da bir adım öne çıkmıştı şimdi. Attığı adımda gerilen kasları, gözlerimi o noktaya kaymaya zorlasa da tuttum kendimi. Şu an hiç sırası değildi çünkü.

"Pozisyonları üzerimde dene ama olur mu?"

Savaş'ın sözleri kaşlarımı kaldırmama neden oldu. Bu kadar iddialı konuşması... Tanrım, Gece her an Savaş'a dalabilirdi. Ki bunun habercisi olarak Gece gülmeye başladı. Eş zamanlı olarak da başını aşağı yukarı sallamaya başlamıştı.

Niye kıyametin kopması yakınmış gibi hissediyordum?

Ah bunu sormam bile hataydı. Gece'yi biraz olsun tanıyorsam şu an düşüncelerinde Savaş'ın her zerresiyle ayrı bir pozisyon deniyordu. Seks pozisyonları değil, cinayet pozisyonları...

Bir saniye... Çok kısa bir zaman gibi gelebilir. Ama inanın bana uzun olduğu anlar da çok. Sadece bir saniye... Bir saniye içinde Gece Savaş'a atıldı. Yumruğunu kaldırıp Savaş'a vurmayı planlıyordu. Açıkçası bende o kalkan yumruğun Savaş'ın yüzüne ineceğinden çok emindim ama hayır, öyle olmadı. Kalkan yumruğu Savaş havada yakaladı ve Gece'nin bileğini kıvırıp göğsüne sırtını yasladı. Diğer kolunu da Gece'nin koltuk altından geçirip zarif parmaklarını boynuna doladığında Gece'yi kilitlemişti. Gece kurtulmak için hamle yapmaya çalışsa da Savaş direndi ve başarıyla Gece'nin hamlesini savuşturdu.

Şaşkındım.

Gece Savaş'ın içinden geçer diye düşünürken şu an durum tersine dönmüş gibiydi.

"Dua et!" diye tısladı Savaş. "Senin burada içinden geçmeyi bilirdim de İzel için durumun daha da sıkıntılı bir hale gelmesini istemiyorum. Sen buna dua et!"

Ve iterek bıraktı Gece'yi. Gece tüm profesyonelliğiyle ayakta kalmayı başarsa da egosu yerle birdi. O göstermese de bunu çok iyi biliyordum. Bozuntuya vermeden omzunun üzerinde Savaş'a baktı ve "Bence dua etmesi gereken kişi ben değilim. Yarın olduğunda son duanı etmeye başla seni elimden kimse kurtaramayacak çünkü."

Gece'nin sesinde müebbet hüküm giymiş binlerce seri katil vardı ve o katillerin her biri ellerindeki bıçakları Savaş'a fırlatmaya başlamıştı. Sorun o katiller değildi. Sorun o katilleri içinde barındıran sesin sahibiydi. Gece de bir katildi. Görmezden geldiğimiz bu gerçeği ne kadar yok sayarsak sayalım vardı, gerçekti.

"Gece..." diyerek araya girecektim ki elini kaldırıp beni susturdu. "Sakın İzel! Sakın karışma, seni de harcarım."

Şu an içindeki sinir öyle yoğundu ki ne söylesem boş gelecek, aksine Gece'yi daha da delirtecekti. Bu yüzden susmayı tercih ettim. Gece sakince döndü bizden tarafa. Hareketlerine sakinlik hâkim olsa da sesi onu ele vermişti bir kere. Keza bakışları da öyle...

"Dışarı çıkın. İzel bu gece Damla'nın odasında kalacaksın."

"Ama..." diye araya girecektim ki Gece'nin bakışları beni susturdu. Şu an inatlaşmak için de doğru zamanda değildik. Zamanın içine yanlışlar karışmıştı, şu an hiçbir şey için doğru zamanda değildik. Bu yüzden diretmeden yavaşça çıktık odadan Damla ile birlikte. Omzumun üzerinden son kez Savaş'a bakmak istedim ama Gece arada duvar görevi görerek onu görmeme engel oldu. Kapıyı kapatmak için uzandığındaysa çok kısa bir an ıslatmıştı okyanusları topraklarımı. Aramıza kapı girdiğinde derin bir nefes sessizce süzülmüştü dudaklarımdan.

Damla odasına doğru adımladığında peşinden gitmek için adım atmıştım ki Gece bileğimi tutup beni durdurdu. Yüzü yüzüme yaklaşırken dudaklarında çok ciddi bir ifade vardı.

"Anlaşmayı unutma! Ben bana düşeni yaptım, sıra sende. Saat tam beşte aşağıda olun ikiniz de."


💎


     05.05

Duvardaki büyük saat tam olarak beşi beş geçiyordu. Zaman... Durmak bilmeden akıp geçiyordu. Evin bodrum katındaydık, buraya ineli tam olarak on dakika olmuştu. Gece ve babamı bekliyorduk. Neden burada olduğumuzu biliyordum. Babam bizi kontrol için buraya gelmişti ve şimdi kontrol zamanıydı. Bir sınav... Bu sınavı en iyi şekilde geçmeliydim. Gece ile anlaşmamız bu yöndeydi. Öyle iyi olmalıydım ki babam gitmeliydi. Üçümüz de biliyorduk, eğer burada işler onun istediği gibi gidiyorsa, biz onun istediği şekilde hareket ediyorsak burada bir dakika daha durmazdı. Damla onun için sorun değildi ama ben sorundum. Yani burada tüm iş bana düşüyordu. Sorun değildi. Onun buradaki varlığına katlanamıyorken gitmesi için elimden gelenin çok daha fazlasını yapmaya hazırdım.

Büyük kapı gıcırdayarak açılıp bodrum katta büyük bir yankıya neden olduğunda Damla'nın da benim de bakışlarımız kapıya kaydı. Babam tüm heybeti ile içeriye girdiğinde yutkundum. Görevli asker boruyu öttürmüş, savaş çağrısı yapılmıştı sanki. Süvariler savaş naraları atarak üzerime doğru geliyorlardı. Ellerim arkada başım dik bir şekilde ona bakmayı sürdürdüm. Üzerimdeki rahatsız edici tulum bedenimi ikinci bir deri gibi sarıyor, aldığım nefesler bana yetmiyormuş gibi hissetmeme neden oluyordu. Yine de başım dik bir şekilde savaş çağrısını kabul ettim.

Babamın arkasından Gece de içeri girdiğinde kadro tamamdı. Gece ve babam önümüze geçip yürümeye devam ettiklerinde Damla ile ben arkalarından onları takip ediyorduk. Bir yandan da Gece konuşarak bize parkuru anlatıyordu.

"İki ay önce yarıştığınız parkurda yeniden yarışacaksınız. İki ay önce aynı parkuru İzel beş dakika yirmi sekiz saniye elli üç salisede bitirirken Damla altı dakika kırk dokuz saniye yirmi beş salisede bitirmiş. Bakalım bu kez ne kadar sürecek bitirmeniz."

Evet, kaderimiz devasa bir bodrumun zeminine işlenmiş bir kaç engele bağlıydı. Sözlerinden sonra önündeki büyük demir kapıyı iterek açtı. Bu kez kapıdan herhangi bir ses çıkmamıştı. Biz üçümüz kapıdan içeri bir adım atıp dururken, babam ilerlemeye devam etti ve bizi en iyi şekilde izleyebileceği noktaya konumlandırılmış sandalyeye oturdu.

Gece'den gelecek bir komutu beklerken onun kısık ses tonundan dökülen kelimelerin kulağıma çizdiği resimler beni şaşırttı.

"İzel..." diye fısıldadı sadece bizim duyabileceğimiz ses tonuyla. "Anlaşmayı siktir et. Kendine zarar verecek bir şey yapma, kendini sakatlama bana yeter. Eğer olmazsa ben babana verecek bir cevap bulurum. Sen sadece iyi ol tamam mı?"

Yirmi yıl boyunca beni en çok zorlayan şeylerden biriydi Gece'yi anlamak. Hepimizin ayarlarında birtakım sorunlar vardı ama Gece'ninki baştan sona bozuktu. Dün gece söyledikleri ve şu an söyledikleri birbirini o kadar tutmuyordu ki, iki mıknatısta aynı kutupları birbirine yapıştırmaya çalışmak gibiydi bu.

Başımı Gece'ye çevirmeden direkt karşımdaki parkura bakarken "Seni hayal kırıklığına uğratmayacağım Gece." diye fısıldadım aynı onun gibi. Hepimiz babamın bir an evvel gitmesini istiyorduk, o buradayken hiçbirimizde huzur yoktu. Yeterince berbat olan hayatımızda bunun gibi yalnız kaldığımız anlar öyle azdı ki, bize lüks gibi geliyordu artık. Mesela antrenmanlarımızda ne zaman Kahraman Hancı bulunsa iki saatlik antrenman dört saate uzuyor, üstüne üstlük bir dolu beceriksizliğimiz ile alakalı söylemlerin kurbanı okuyorduk. Bu yüzden burada babamı fazlasıyla şaşırtmalı ve hemen gitmesini sağlamalıydım.

"İzel..." diye itiraz edecekti ki "Hadi başlayalım Gece..." diyerek uyarı dolu bir ses tonuyla onu böldüm. Babam burada, bizden birkaç metre ötede otururken onunla bu konuyu tartışmayacaktım. Onu göndermek benim elimdeyse o buradan gidecekti o kadar.

Gece pes ederek "Pekâlâ." diye mırıldandı. "Yerlerinizi alın." Damla ile birlikte kapının bir tarafında ben bir tarafında o, sırtımız birbirimize dönük olacak şekilde durduk. İki elimi yere bastırıp tek dizimin üzerinde çöktüm. Dizimi yere koymadığım ayağımı da ellerimin hizasına getirdiğimde artık hazırdım. İlk düdük çaldığında kalçamı yukarı kaldırıp, başımı dikleştirdim. Bakışlarım tam olarak ileride ikinci komutu bekliyordum. Dudaklarımın arasından uzun bir soluğu bırakıp yerine yenisini doldurduğumda beklediğim komut geldi ve aynı anda ellerimi yerden kaldırıp öne doğru bir adım atıp koşmaya başladım. Zihnim bomboştu, aklımda sadece hız vardı. Daha hızlı olmak. Daha hızlı koşmak. Daha hızlı tırmanmak. Daha hızlı... Daha hızlı...

Algılarım tamamen hedeflerdeydi. Bu yüzden bocalamadan önüme çıkan tel örgülü duvara bir metre kadar kala sıçrayarak parmaklarımı örgülerin arasından geçirip tutundum. Beklemeden, duraksamadan hızla tırmanmaya başladım. Damla ne konumdaydı bilmiyorum ama gerimde olduğunu çok iyi biliyordum. Ona dönüp bakmak bana zaman kaybettirirdi.

Geriye dönmek her zaman zaman kaybettirirdi. Bu yüzden her daim önünüze bakmanız gerekirdi.

Üç metrelik duvarı saniyeler içinde tırmanıp duvarın tepesinden direkt olarak aşağı atladım ve koşmaya devam ettim. Beş metre ileride düz duvar vardı. Aynı şekilde o duvara da bir metre kala hızla sıçrayıp duvarın en tepesine tutundum. Duvarın pürüzlü yüzeyi derimi sıyırsa da sorun etmeden kendimi yukarı çekerek o engeli de saniyeler içinde geçtim.

Algılarım o kadar çok hıza ve başarıya odaklıydı ki, kaslarımın bedenime gönderdiği sinyalleri algılamayı reddediyordum. Bir anda, ısınmadan yüklenmek ağrılara yol açacaktı muhtemelen ama umurumda bile değildi. Daha hızlı olmalıydım. Çok daha hızlı...

Bu düşünceyle bacaklarıma daha fazla yüklendim. Attığım her adım bir öncekinden daha büyüktü. Önüme çıkan bir diğer engel olan atlama engelini de hızla geçtim. Şimdi karşımda yine bir duvar vardı ve duvarın altında küçük bir delik vardı. Oldukça küçük bir delik...

Gözlerim kısılırken hızımı hiç düşünmeden yere doğru yattım ve bir yanım üzerinde kayarak geçtim o deliğin içinden. Babamın da Gece'nin de yüzlerindeki ifadeyi deli gibi merak ediyordum ama onlara bakarak zaman kaybetmek yerine önümdeki uzun ince yerden bir metre kadar yukarı yapılmış denge engeline çıktım. İlk adımı çubuğun üzerine atar atmaz odanım içinde büyük bir gümbürtü koptu. Bu bir silah sesiydi. Bir an duymayı beklemediğim bu sesle birlikte bocalayacak gibi oldum. Kaşlarımı çatıp pozisyonumu korurken Gece'ye döndüğümde eliyle tavanı işaret etti. Aynı hızla başımı kaldırdığımda hoparlörü gördüm. Tamamen dikkat dağıtmak için verilmişti bu ses ve kahretsin ki amacına da ulaşmış, dikkatimi dağıtmıştı.

Derin derin nefes alırken başımı iki yana salladım ve yeniden önüme dönüp diğer adımımı da çubuğa doğru attım. Kollarımı iki yana açıp dengemi sağlarken çubuğun üzerinde yürümeye başladım. Oldukça esnek olan bu çubuk, üzerinde attığım her adımda yaylanıyor bu da üzerinden geçmeyi daha da zorlaştırıyordu. Ama sorun olmadı. Tüm dikkatimi toparlayıp geçtim o engeli de. Sırada yukarıya doğru uzanan merdiven vardı. Görevler esnasında çok fazla merdiven ile karşı karşıya kaldığımızdan ve bizi en çok yoran engel olduğundan her sınavda illaki bir merdiven oluyordu ne yazık ki. Bir platforma doğru çıkan merdiveni ikişerli üçerli çıkmaya başladım. Merdiven tavana otuz beş santim kala bitiyordu. Son basamaklarda emeklemeye başladım ve merdivenin ucunda beni bekleyen bir sonraki engele geçtim. Havalandırma boşluğuna benzeyen bir boşluktu. Emekleyemeyeceğimiz kadar dardı bu nedenle sürünmemiz gerekiyordu.

Süründüm... Tıpkı bir yılan gibi... Çamurun içinde süründüğümüz de çok olmuştu. Bu yüzden bu hiç zor gelmedi bana. Üzerime yapışan tulum, terlediğin için tenimde kayıyor bu da sinir bozucu bir his veriyordu ama bunu umursayacak kadar vaktim yoktu. Sağ dirseğimi de metal zemine yaslayıp kendini bir kez daha ileri ittiğimde tünelin sonuna gelmiştim. Ellerimi tünelin ağzına doğru uzatıp kenarlardan tutundum ve hızla kendimi son bir kez daha çektim dışa doğru. Annesinin rahminden ayrılıp dünyaya gözlerini açan bir bebek gibi çıktım tünelin içinden.

Bu kez karşımda belirli aralıklarla tavana montelenmiş yuvarlak halkalar vardı. Bu belki de beni en zorlayacak engel olabilirdi çünkü yanlış hatırlamıyorsam tamı tamına yirmi beş halka vardı. Ellerime baktım; terliydiler... İşte bu hiç iyi olmamıştı. Kayma ihtimali o kadar yüksekti ki. Kaydığım taktirde başaramazdım.

Başımı iki yana salladım. Başarısızlığı kabul etmiyordum.

Ellerimi birbirlerine sürttüm ve hızla ilk halkaya tutundum. Kendimi bırakmadan önce derin bir nefes aldım. "Başarabilirsin!" Dedim kendi kendime. Başarabilirdim...

Bakışlarım ileri odaklanırken kendimi bıraktığım gibi boş olan elimle ikinci halkayı tuttum. Sonra diğerini... Sonra diğerini... Saniyeler birbirleri ile yarışırken on ikinci halkayı tuttuğumda kollarım artık yanıyordu.

Ellerim, terden sırılsıklam olan ellerim, artık tutunmakta öyle çok zorlanıyorlardı ki. Bir çözüm yolu bulmazsam en fazla iki halka daha geçebilirdim. Üçüncü halkada kendimi altımızda gerili olan filenin üzerinde bulurdum.

On üçüncü halkaya tutunduğumda bu kez iki elimle de tutunmuştum. Vaktim yoktu, hızlı hareket etmek zorundaydım. Bu yüzden ileri doğru bedenimi sallamaya başladım ve ayaklarım halkalara dokunmaya başladığımda bir bileğimi halkanın içinden geçirip diğer ayağımla halkanın içindeki ayağımı sabitlerken ellerimi bıraktım. Şimdi baş aşağı bir şekilde duruyordum ve kollarım bir nebze de olsun yükünden kurtulduğu için rahatlamış durumdaydı.

"Evet!" dedim kendi kendime. "Bu şekilde bütün halkaları bitirebilirim."

Bir sonraki hakla için bedenimi çok fazla sallamadan, tüm esnekliğimi kullanarak geriye doğru uzandım ve ellerim halkayı tuttuğu anda bacaklarımı çözüp yeniden bedenimi sallayarak bir ayağımı bir sonraki halkaya geçirdim. Böyle böyle geri kalan halkaları da bitirdiğimde, içimdeki tatminlik duygusunu anlatmak mümkün değildi. Geriye son iki engel kalmıştı ve ikisi de beni burası kadar zorlamayacaktı. Hem bedenen fazla yormuştu hem de fazlasıyla vaktimi çalmıştı bu engel. Bu yüzden beklemeden bir sonraki engele geçtim. Biraz önce içinden geçtiğim tünel ile aynı uzunlukta olan bu engelde, duvardaki enine iki parmak uzun olan çıkıntının üzerinde yürümem gerekiyordu. Halkaların bacaklarımı ve kollarımı fazlasıyla yorduğunu düşünürsek bu engelde de bir tık zorlanmam mümkündü. Bedenimi kastım. Ne olursa olsun geçmeliydim, en zoru gitmişti bunu da bitirmeliydim.

Ellerimi, üstteki çıkıntıya koydum ve ayaklarım için olan o iki parmaklık çıkıntının üzerine çıktım. Aşağı bakarsam dengemi kaybederdim. Bu yüzden doğrudan bedenimi tamamen yapıştırdığım, başımın ise birkaç santim uzağında olan duvara baktım ve parmak uçlarımın üzerinde, ayaklarımı sürüye sürüye ilerledim.

Zaman aleyhime işliyordu. Hareketlerime hız kazandırmaya çalıştım. Aynı zamanda da dikkatimi korumaya çalışıyordum. Dikkatimi kaybettiğim an düşerdim ve bu okyanusu geçip derede boğulmak gibi bir şey olurdu. Zafer çok yakınken derenin suyunun parmak ucumu bile ıslatmasına izin vermeyecektim.

Öndeki ayağımı biraz daha kaydırırken bir anda ayağım boşluğa doğru düştüğünde korkuyla ellerimi sıkılaştırıp bedenimi iyice duvara yapıştırdım. Ayağım kaymıştı. Gözlerim aşağıya kaydığında ne kadar yüksekte olduğumu görmek iyi gelmedi. Gözlerimi kapatıp başımı yukarı kaldırdım ve derin birkaç nefesi içine hapsettim. Çok az kalmıştı... Bitirmek üzereydim, şu an yenilemezdim.

Birkaç saniye kendime izin verdikten sonra gözlerimi yeniden araladım ve boşlukta sallanan ayağımı yeniden çıkıntının üzerine koydum. Ayağımı uzunca bir mesafeyle kaydırıp, sımsıkı elimin altındaki çıkıntıyı kavradığım parmaklarımı gevşettim ve onları da kaydırdım. Parmaklarımı yeniden sıkarken diğer ayağımı da kaydırarak diğerinin yanına getirdim. Büyük bir mesafe katetmiştim ve aynı şeyi bir kez daha yaptıktan sonra geriye sadece on santimlik falan bir mesafe kalıyordu. Yeniden öndeki ayağımı kaydırdım ve ardından aynı şekilde ilerlemeye devam ettim. En sonunda düzlüğe çıkmama on santim kaldığında öndeki ayağımı çıkıntıdan ayırıp düz zemine bastırdım ve seri bir şekilde engelden çıktım.

Çıktığım gibi koca bir adımla platformun ucuna geldim ve hiç beklemeden balıklama aşağıya atladım. Parkurun son aşamasına gelmiştik. Havada süzülürken pozisyonumu bozmadan suyun içine daldığımda soğuk su tenimi anlık olarak titretti ve nefesimin kesildiğini hissettim. Ama bu çok uzun sürmedi. Kapalı olan gözlerimi açtım ve zemine doğru yüzdüm hızla. Zaman artık çok dardı benim için...

Zeminde gördüğüm kolu tutup aşağı indirmeye çalıştığımda başaramadım. Kol sıkışmış gibi yerinden santim bile oynamıyordu. Çatılan kaşlarımla birlikte sorunun nerede olduğunu anlamaya çalışırken koldaki şifre sistemini fark ettim.

"Siktir!"

Geçen sefer böyle şifre falan yoktu. Gece... Yukarıda beni uyarmak yerine bu şifre ile ilgili bir ip ucu vermeliydin bana...

Ne olabilirdi ki bu şifre?

Babamın doğum tarihini denedim gün ay ve doğum yılının son iki Hanesi olacak şekilde ama olmadı. Kendiminkini denedim, anneminkini Damla'nınkini, Gece'ninkini... Aklıma gelen her ihtimali hızla denedim olmadı. Ne olabilirdi. Buraya gelirken Gece'nin sözlerini düşündüm. Bize mutlaka bir ip ucu bırakmış olmalıydı. Bunun amacının hafızayı test etmek olduğunu düşünüyordum. Bu tarz şifreli işlemler o kadar çok çıkıyordu ki karşımıza... O an aklıma söylediği tek rakamsal ifadeler geldi. Damla ve benim bir önceki parkur skorumuzu söylemişti. Olabilir miydi Denemekten ne zarar gelirdi ki? Ne demişti Gece?

İzel beş dakika yirmi sekiz saniye elli üç salisede bitirirken Damla altı dakika kırk dokuz saniye yirmi beş salisede bitirmiş.

052853

Kendi skorumu girdiğimde yine olumsuz bir yanıt almam sinirlerimin tamamen gerilmesine neden oldu. Ayrıca suya yüksek bir nabız ile atladığım için nefesimi kontrol altında tutmakta zorlanıyordum bu da ciğerlerimin yanmaya başlamasına neden oluyordu.

Bir kez daha dikkatimi toparladım ve yeniden düşündüm Gece'nin sözlerini. İzel beş dakika yirmi sekiz saniye elli üç salisede... Damla altı dakika kırk dokuz saniye yirmi beş salise...

Bu kez şansımı Damla'nın skorundan yana kullandım ve 064925 olarak girdim şifreyi. Sabahtan beri her denediğim şifrede kırmızı olan ekran yeşile döndüğünde "İşte bu be..." diye geçirdim aklımdan. Fazla zekiydim...

Kolu hemen aşağı indirip kapağı kendime doğru çekerek açtım ve küçük bölmenin içine koyulmuş olan kırmızı kumaş parçasını aldığım gibi suyun yüzeyine doğru yüzdüm. Başımı sudan çıkardığım an dudaklarımın arasından derin bir nefesi içime çekerken, yüzümden damlayan suların birkaç damlası boğazıma kaçtı. Küçük öksürüklerle damlaları görmezden gelirken bana doğru gelen Gece'yi gördüm. Aynı zamanda gözlerindeki gururu da…

O zaman başardığımı anlamıştım. Dudaklarımda bir gülümseme filizlenirken Gece'ye doğru yüzdüm ve uzattığı eli tutup beni havuzdan çıkarmasına izin verdim.

"Harikaydın." diye fısıldadı kulağıma doğru.

"Kaç yaptım?" diye sorduğumda sadece göz kırpmakla yetindi ve yanımdan ayrılıp babamın yanına doğru ilerledi. Ah, illa bir gizem yaratacaktı.

Yavaş adımlarla Gece'yi takip ederken babamın bana vereceği tepkiyi öyle çok merak ediyordum ki. Görüş alanıma girdiğinde gözlerinin bende olduğunu gördüm. Çok oyalanmadı ama gözleri. Yanlarına geldiğimde de herhangi bir şey söylemedi. Sadece Damla'nın havuzuna baktı. Demek Damla da havuza atlamıştı. Umarım şifrenin ne olduğunu fark edebilirdi.

Saniyeler saniyeleri kovalarken, içimde sayarak onların bu oyununa ben de dahil oldum. Çok değil sadece on beş saniye sonra Damla da sudan çıkmıştı elindeki beyaz bayrak ile. Dudaklarım iki yana kıvrıldı. Benim küçük kızım elbette ki fark ederdi şifreyi. Etmişti de.

Damla ustalıkla havuzdan çıkıp yanımıza geldiğinde heyecanla Gece'ye bakıyordu. Yüzünün çizgilerinden yorgunluğu net bir şekilde okunsa da heyecanı o kadar fazlaydı ki yorgunluğunu gölgeliyordu. Kendindeki ilerlemeleri fark etmek Damla'nın en sevdiği şeyler arasında bile olabilirdi.

"Sonuçlar ne Gece?"

Babamın sert sesiyle birlikte bakışlarım Damla'nın yüzünden ayrıldı ve Gece'ye döndüm.

Boğazını temizleyen Gece "Efendim..." diyerek girdi söze. Efendini siksinler senin! "İkisinde de muazzam bir ilerleme söz konusu. Özellikle İzel... Tam olarak üç dakika dokuz saniye on yedi salisede bitirdi parkuru. Damla ise dört dakika üç saniye on iki salisede."

Kahraman Hancı bir süre sessizlikle karşıladı Gece'nin sözlerini. Beklentiyle dolmuştu kalbim. Bu belki de benim aptallığımı gösterirdi bilmiyorum ama beni taktir etsin istiyordum. Benim onun taktirine ihtiyacım yoktu belki ama dört yaşındaki o hücreye kapatılmış kızın o kadar çok ihtiyacı vardı ki.

Hadi baba! Bari bu kadarını çok görme bana...

Çok gördü...

"Dengedeyken duyduğun silah sesi odağını kaybetmene neden oldu. Görevdeyken böyle bir kaybın nelere yol açacağının farkındasın değil mi? Ayrıca halkaları çok yavaş geçtin ve halkalardan sonraki engelde de neredeyse düşüyordun. Beni şaşırttığını kabul etmeliyim ama hâlâ kat etmen gereken o kadar çok yol var ki..."

Arkamda birleştirdiğim ellerimin tırnaklarını avuç içlerime gömdüm. Zaten beklediğim şey buyken şimdi neden kalbim acıyordu ki? Hâlâ nu adamdan ne gibi bir beklentim vardı benim? Gerçekten... Gerçekten ama gerçekten katıksız bir aptaldım.

Babam konuşmaya devam ettiğinde sözlerinin öznesi ben değildim.

"Eric'e söyle uçağı hazırlasınlar ayrıca arabaları da. On dakika içinde bu evden çıkmış olmak istiyorum. Söylediğim noktaları sakın atlamayın Gece. Bu işte hataya yer yok. Damla'nın geçiş işlemleri ile de yakından ilgilen. Pazartesi günü birlikte giderler. O güne kadar ikisi de bu evden dışarı adım atmayacak ve göreve odaklanacak. Bu iş çok büyük. İşin içinde polisler de olacak. En ufak bir hata bir sorun istemiyorum."

Ve ayağa kalkıp yanımızdan geçip gitti. Derin bir nefes alırken yutkunup kalbimdeki acıyı görmezden geldim. Babam on dakika içinde bu evden çıkmış olacaktı. Bu da demek oluyordu ki zafer benimdi. Başarmıştım.

Tam çıkışa doğru bir adım atacaktım ki Gece önüme geçip beni durdurdu. Ellerini omuzlarıma koyup yüzünü aşağı doğru eğdiğinde göz göze gelmiştik.

"Babanı büyüledin biliyorsun değil mi?"

Sorudan çok tespit cümlesi olan sözleriyle dudaklarımdan alaylı bir 'hıh' sesi çıktı. Büyülemek ki ne büyülemek ama...

"Nedense hâlâ berbat olduğumu düşündüğünü hissediyorum."

Gece başını iki yana sallarken bir elini omzumdan ayırıp kolunu boynuma doladı ve beni kendine doğru çekti.

"Hayır..." dedi. "Mükemmeldin. Tek kelimeyle mükemmel... Bir yerde odağın dağılmış, bir yerde yavaşlamışsın, bir yerde az kalsın düşüyormuşsun... Bunlar benim için önemli değil İzel. Genel tabloya baktığım zaman gördüklerim önemli. Ve sen o tabloda kusursuzsun tatlı cadım."

Şakağıma bir öpücük kondurduktan sonra geri çekildiğinde bu kez Damla'nın sesi duyuldu.

"Bende de ilerleme var beni niye övmüyorsun?"

Gece gülerken Damla'nın saçlarını karıştırdı ve "Çünkü seni ne kadar översem öveyim hak ettiğinin yanında çok az kalacak da ondan çiçeğim." dedi. Damla gözlerini kısarken "Dalga mı geçiyorsun benimle?" diye sorduğunda onun da alnından öptü ve "Çok ciddiyim." diye mırıldandı. Onların aralarındaki elektrik her zaman çok farklıydı. Hem çok uyumlular hem de bir o kadar uyumsuzlardı.

Gece Damla'dan da ayrılıp "Neyse ben gideyim de Eric ile konuşayım. Sizde babanızı duydunuz. Bu hafta okul yok. Sadece görev odaklı olacağız." deyip bize arkasını döndü ve odadan çıktı. Damla ile yalnız kaldığımızda kolumu onun omzuma doladım ve tıpkı Gece gibi, ıslak saçlarını karıştırıp "Çok iyi iş çıkardın civciv." dedim gülerek. Kolunu belime dolayıp başını omuzuma yaslarken "Bana diyene de bakın siz. Ortalığı kasıp kavurmuş, rüzgâr ile yarışmışsın be kızım." diye karşılık verdi.

Sözlerine karşılık güldüm ve bakışlarım yüzündeyken konuştum.

"Havuzdaki şifreyi çabuk çözmene sevindim. Beni en çok oyalayan kısım orası oldu. Kanser etti resmen yaa."

İri mavi gözlerinin üzerindeki ince kaşları çatılırken "Ne şifresi?" diye sordu. "Şifre falan yoktu ki. Geçen seferkiyle aynı sistem işte; kolu indir bayrağı al çık."

Damla'nın sözleriyle bakışlarım önce havuzlara kaydı. Onun havuzunda şifre yoktu ama benimkinde vardı. Derin bir nefes alıp bu farkındalığı sindirmeye çalışırken yavaş yavaş parkurları taramaya başladım. Farklılıklar işte o zaman gözler önüne serildi.

Altından yan bir şekilde kaydığım duvardaki deliğe baktım. Bir de Damla'nınkine... Benimki daha dardı. Sonra dengede duran çubuğa baktım. Benimki aşağı doğru hafif bir eğimle duruyor bazen yaylanıyordu. Damla'nınkini ise sabitti, dümdüzdü.

Merdivenler... Aynı boyda gibi duruyorlardı ama merdivenlerin ucundaki engele baktığım zaman Damla'nın havalandırma boşluğunun benimkinden daha geniş olduğunu görüyordum. Bu da demek oluyordu ki Damla'da daha az merdiven vardı. Halkaları da daha azdı mesela. Saydım... On tane halka vardı sadece. Ve en sondaki o çıkıntılı engel. Benimki iki parmak falandı ya hani. Damla'nınkinin kalınlığı buradan bile belli oluyordu. Bir karıştan daha fazla gibi duruyordu.

Damla da benimle birlikte engelleri taramış olacak ki düşünceli ses tonuyla ortaya bir soru attı.

"Neden engeller birbirlerinden bu kadar farklı?"

İçimdeki hayal kırıklığını tahmin edebiliyor musunuz? Sonra aklımda beliren soruları duyabiliyor musunuz mesela?

Ben neden daha zor şartlara maruz kalıyorum?

Neden Damla ile eşit konumda değiliz?

Neden öz kızını bu kadar sevmiyorsun baba?

Ve daha niceleri...

Yutkundum. Boğazıma oturan bir yumru vardı. Öyle büyüktü ki ne kadar yutarsam yutayım gitmiyordu oradan.

Bakışlarım Damla'ya dönerken dudaklarımdaki gülümsemeyi onun gözlerindeki yansımamda gördüm. Halbuki dudaklarımın kıvrıldığından bile bir haberdim. Omuz silktim ve sorduğu soruya "Babam öyle uygun görmüştür." diye cevap verdim.

Sesim titredi mi Damla'ya karşı suçlayıcı çıktı mı bilmiyorum. Fark edecek ya da ayarlayabilecek konumda değildim.

"İzel özür dilerim." dedi Damla. Sesi titremişti ve dahası gözleri dolmuştu. Sanırım ses tonumda biraz da olsa suçlayıcılık vardı. Boynuna doladığı kolumu sıkarken. "Saçmalama Civciv! Senin bir suçunun olmadığının ikimiz de farkındayız. Özür dileme."

"Ama..." diyecek oldu ki elimle ağzını kapatıp onu susturdum. "Seni suçlamıyorum Damla... Hiçbir zaman suçlamadım. Ne şimdi ne de geçmişte babam geceleri gelip senin üzerine örtüp saçlarını şefkatle okşadığında. Ordaydım, izliyordum. Sana gülümsüyordu... Senin saçlarını okşuyordu... Senin üzerini örtüyor iyi geceler diliyor ve gidiyordu. Bense sadece izliyordum. Ben seni o zaman bile suçlamadım meleğim."

💎🎭

Bölümü nasıl bulduğunuzu birkaç satırla bana anlatarak görüşlerinizi bildirebilirsiniz.

Şu ana kadar kendinizi en yakın hissettiğiniz karakter kimdi?

Kahraman Hancı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Zaman ayırıp okuyan herkese sonsuz teşekkürler❤️

Loading...
0%