@saniyesolak
|
YAZARDAN: Nefret... Öyle güçlü bir duyguydu ki. Karşısında duran her şeyi elinin tersiyle itip, ruhunu ortaya koymak pahasına kendinden vazgeçirebilirdi insanı. Nefretin pek çok türü olabilirdi ama en tehlikelisi, hayranlığın, aşkın nefrete dönüşeniydi. O zamanlarda kalbi ele geçirmesi çok kolay olurdu çünkü. Kalp o duyguyla sarılıyken, suya damlayan bir mürekkep gibi damlardı aşka nefret... Ve anında siyahlığını bulaştırırdı aşka. Peki ya genç adam, hissettiği tüm o aşka rağmen neden nefret edemiyordu? Etmeyi öyle çok istiyordu ki. Bu aşkı artık kaldıramıyordu. Geriye dönüp baktığında kendisinden tek bir parça bile bulamıyordu geçmişimde. Varsa yoksa aşkıydı. Ve aşkı için yaptıkları. Neydi onu bu kadar o kadına bağlayan şey? Aşk? Öyle güzel bir duygu böylesine hastalıklı olabilir miydi? Başlarda bulutlara saran o hisler, sonrasında bedenini ve ruhunu binlerce elektrik akımına kaptırabilir miydi? O bulutların arasında çakan bütün şimşeklerin merkezi haline gelmişti genç adam. O kadar çok yanmıştı ki artık daha fazla yanamazdı. Yasemin Koçer onu o yangından serin sularına almış, elindeki pusulayı paramparça etmiş kendine mahkûm kılmıştı. Şimdi yönünü bulamıyordu. Ne taraf dönse bataklık, balçık ve çamurdu. Hoş daha en başında kendini düşünmeden atmıştı bu bataklığa. Yanıyordu ya iyi gelmişti ona bu serinlik. O bataklığı tertemiz bir deniz sanmıştı. Yanıldığını anladığındaysa artık her şey için çok geçti, içinden çıkamayacağı, hareket dahi edemeyeceği kadar gömülmüştü o bataklığa. Şimdi bu bataklığı yaksa, kül etse kurtulabilir miydi? Sorun da buradaydı işte; kıyamıyordu... Yandığı kadar yakmak, acıdığı kadar acıtmak istiyordu. Kıyamıyordu. Elindeki viski şişesini dudaklarına dayadı ve dibinde kalan son yudumları da kana kana içip şişeyi diğer dört bira kutusunun yanına yolladı. O dört bira şişesinde bulamadığını viskide aramıştı ama hayır, hâlâ kendindeydi. Sarhoş olmak istiyordu... Kendinden geçmek, her şeyi kendisiyle birlikte unutmak istiyordu. Ait olduğu her yerden kovulup evsiz kalmış gibiydi. Yutkundu düşünceleri geçmişe kaydı. Düşündü, ne zaman mutlu olduğunu düşündü. Hiçbir zaman... Hep Savaş'ın gölgesinde kalan o çocuk olmuştu. Hayatı boyunca yaşadığı bu durum, aşk hayatında da peşini bırakmamıştı ne yazık ki... Umut... Yasemin'in bir gün kendisine âşık olacağına olan umudu... Her bir zerresini çürütmüştü. Gözlerinin önünde serili olan gerçeğe bile isteye kör olmuştu. Hayat adil değildi. Hatırlıyordu... Geçmişte henüz altı yaşlarında gittikleri tatilde Savaş ile denizde kaybolmalarını... Sonra anne babasının Savaş'a koşuşunu ve uzaktan onları izleyişini... Savaş'ın yaptığı yaramazlıkların bile cezasının faturasının kendisine kesilmesini... On dört yaşında, Savaş onu ikna etmişti ve birlikte babasının arabasını kaçırmışlardı bir gece vakti. Yapmayalım demişti Savaş'a ama ikna edememişti kuzenini. Kabul etmese bile yapacağını biliyordu Güney. Başına bir şey gelmesin diye binmişti o arabaya. Ve yaptıkları kazadan sonra tüm suçlamaların öznesi hâline gelen yine Güney'di. Savaş'ın tüm suçu üstlendiğini hatırlıyordu. Çok dil dökmüştü kendisinin yaptığına ama inanmamıştı kimse. Güney'i koruduğunu sanmışlardı. Anılar, topyekûn taarruza geçmiş tüm kinini akıtmak ister gibi saldırıyordu. Yasemin ile nasıl tanıştıklarını hatırladı. Ne yaptığını hatırlamıyordu ama babasından yediği dayağı iyi hatırlıyordu. Zaten babası sebep aramadan da döven biriydi bu yüzden nedenleri zihnine kazımayı bırakmıştı. Bunu yaptığındaysa sadece ve sadece on yaşındaydı. O dayaktan sonra evden de kovulmuştu. Soğuk bir kış günü... Dışarıdaki kara rağmen... Ve aç bir şekilde... Geceyi dışarıda geçirmek zorunda bırakılmıştı babası tarafından. Özürler dileyip ağlamıştı. Babasından merhamet dilenmişti. Aldığı tek karşılık kapı duvar olmuştu. Annesi bile açmamıştı kapıyı. Yolun kenarında bir kaldırıma oturmuş, küçük çelimsiz kollarını bedenine sarmış kendini soğuktan korumaya çalışırken gelmişti yanına Yasemin. Kırmızı montunu omuzlarına attığında o monttan gelen koku hâlâ hafızasındaydı. Adı Yasemin'di ama kokusu tarçındı... Küçücük yaşında anlamamıştı o kokuyu ama büyüdükçe onun bir tarçın kokusu olduğunu çözmüştü. "Sen üşüyeceksin ama?" diye sormuştu Güney. Ama o kadar çok üşümüştü ki ceketi hiç çıkarıp veresi yoktu. Ve karşısındaki kız hiç de üşüyormuş gibi durmuyordu. "Kötü kızlar üşümezler." diye bir cevap aldığında o zamanlar bunu da anlamamıştı. Yasemin... Gerçekten kötü bir kızdı. Onun içindeki o kötülük bir travmanın sonucunda da oluşmamıştı üstelik. Doğuştandı. Doğasında vardı onun kötülük, DNA'sında. O saatte orada olmasının neden ölen kedisiydi. Kendi elleriyle boğduğu için ölen kedisi. Sadece dokuz yaşında olan bir çocuk, kendi elleriyle kendi evcil hayvanını boğar mıydı? Dahası bunu zevk alarak anlatır mıydı? Yasemin anlatmıştı o gece o kaldırımda. İnanmamıştı Güney o an. Uydurduğunu düşünmüştü ama gerçek sadece bundan ibaretti. Sonra birlikte kalkıp Yasemin'in evine gitmişlerdi. Geceyi orada soğuktan uzak ve karnı tok bir şekilde geçirmişti. Ertesi gün eve gittiğinde babası bir de pervasızca ne yaptığını sormuştu. Küçücük yumruğunu sıkmıştı Güney ve o yumruğu babasına geçirmek istemişti. Bunu yapmamıştı ama anlatmıştı yanına gelen o kocaman kahverengi gözlere sahip olan tarçın kokulu kızı ve onun evine gittiğini. Babasından bir de bizi insanlara rezil mi ettin yani diyerek dayak yemişti ama o dayak hiç canını yakmamıştı. Aklında sadece o kocaman kahve gözler ve tarçın kokusu vardı. O günden sonra her günü Yasemin adındaki o küçük kızla geçmişti. Huzuru anlatamazdı belki ama resmini çizebilirdi; bir çift kahverengi göz... Sonra Savaş gelmişti ve her şey sarpa sarmıştı. Yasemin artık kendisinden çok Savaş ile zaman geçirmek istiyordu. Hep Savaş'tan bahsediyordu. Annesi ve babasından sonra Yasemin'i de kaybediyordu Savaş'a karşı. Bu konuda Savaş'ın hakkını yiyemezdi ama... Ne olursa olsun, tüm ilgi üzerinde olmasına rağmen Güney'i tek dışlamayan, her daim destek olan kişi de yine Savaş'tı. Yasemin'e karşı da en ufak bir yakınlık göstermemişti ama yine de seçilen kişi Savaş olmuştu. Her şeyi yapmıştı, varını yoğunu ortaya koymuştu. Aşkın bu kadar avcuna sıkışmış olmak kendi hatasıydı, hatasının da farkındaydı ve geri dönemiyordu bu hatadan. Daha çok alkol gerekiyordu. İçmeliydi; kendinden geçene, unutana belki de ölene kadar... Elini sırtını yasladığı koltuğa yasladı ve oturduğu yerden kalktı. Koltuğa değil yere oturmayı tercih etmişti. O koltukta bile Yasemin'in izi vardı. Bu evin her köşesinde Yasemin'in izi vardı. Ruhunun her köşesinde Yasemin'in izi vardı. Başını iki yana sallarken yavaşça içki şişelerinin dizili olduğu dolaba doğru yürüdü. En ufak bir baş dönmesi ya da sendeleme bile yoktu, hâlâ son derece kendindeydi. Dolabın kapağını açtığında gözüne çarpan ilk şey bir tekila şişesi oldu. Bira ve viskinin yapamadığını belki tekila yapabilirdi. Şişeyi aldığı gibi kapağını açıp tepesine dikti. İçtiği şey boğazını yaka yaka inmiyormuş gibi, suymuş gibi kana kana içti. Şişenin neredeyse yarısına gelmişti ki evin içinde inleyen kapı sesiyle şişeyi çekti dudaklarından. Çekerken dudağının kenarından çenesine kayan damlaları koluyla sildi. "Sikeyim." diye mırıldandı. Ağız tadıyla içip sarhoş bile olamayacak mıydı yani? Elindeki şişenin kapağını kapatmadan yeniden dolabın içine koydu. Nasıl olsa birazdan yine devam edecekti. Kapıya doğru ilerledi. Kimin gelmiş olabileceğini düşünse de aklına gelen hiç kimse yoktu. Onu ziyaret eden kimse olmazdı ki. Kapının önüne geldiğinde gözetleme deliğinden baktı ama kimseyi göremedi. Tam o esnada zil bir kez daha çalmıştı. Kanında dolaşan alkol nedeniyle kısık bakan gözlerini kapatıp parmaklarını sarıya çalan kumral saçlarından geçirdi. Bu durum genç adamı sinirlendirirken, "O zili senin götüne sokmayanı meydanda siksinler amına koyayım." dedi dışarıdaki sesini duydu mu duymadı mı umursamadan. Kapıyı açtığında karşısında görmeyi beklemediği bir yüzle karşılaştı. Duyguların damarlarına dolup son hızla kalbine doğru ilerleyişine anbean şahitlik ediyordu. O an bileklerini kesmek istedi ya da şah damarına bir bıçak saplamak... O kan kalbine ulaşmadan bedenini terk etmeliydi. Yasemin, tüm güzelliğiyle karşısında duruyordu. Özlediğini hissetti, kollarını ileri uzatıp bu kadına sıkı sıkı sarılmak ve onu göğsüne hapsetmek. Bir kez daha yenilmek... Yenilgi şu an ne de güzel geliyordu kalbine, hislerine... Yenilmekten nefret eden kendisi değil miydi oysaki? Şimdi yenilmeyi isteyen de kendisiydi. "Ne işin var senin burada?" Aklından geçenlere, kalbinden sökülenlere rağmen kaskatı bir yüzle ve sarsılmaz bir sesle konuştu Güney. Tüm direncinin dibini kazıyordu şu an. "Güney..." dedi karşısındaki kadın. Koca kahve gözleri dolu doluydu. "Maske!" diye düşündü genç adam. "Gözyaşları onun maskesi..." "Git Yasemin..." İçinden gelmeye gelmeye söyledi bunu. İçinden kopanlar bu cümleye yüklediği anlamdan çok daha farklıydı. Bir dolu gitmeler saklıydı o git de. Yasemin bir adım atıp aralarındaki mesafeyi kapatırken, avuçları genç adamın yüzünü bulmuştu. Güney ne kadar direnirse dirensin yutkunmasına engel olamadı. Kolları neden işlevini yerine getiremiyordu? Boyunlarında birer urgan, darağacında asılı iki beden gibiydi. Kırılan her bir kesimi 'Onu it!' diyordu ama kolları ona ihanet ediyordu. Burnuna dolan o pahalı parfüm kokusunun arasından hafızasına kazınan tarçın kokusunu almaya çalıştı. Aralarında kimsenin olmadığı o zamanlardan bir iz aradı, bulamadı. Öylece kapının eşiğinde o pozisyonda sessizce kaldılar. Güney ne itti Yasemin'i ne de sarıldı. Yasemin itmemesinden aldığı cesaretle, yanaklarındaki ellerinden birini genç adamın ensesine doğru kaydırdı ve yanağını, avucunun bıraktığı boşluğa yasladı. Dudakları kulağının hizasındaydı. Konuşmadan önce Güney'i tamamen etkisi altına almak için ılık nefesini yavaşça üfledi genç adamın boynuna doğru. Herhangi bir etki alamadı ama adamın kendi içinde verdiği savaşın da farkındaydı. "Bunu bize yapma Güney. Biz bir tek birbirimizin yanında iyiyiz. Sen kendini karanlığa gömme beni de o kötülüğüme itme Güney. Ben bir tek senin yanında iyi olabiliyorum. Bana bunu yapma..." Kulağına dolan o kelimeler çok düşünceli gibi geçiyordu başta algılara. Ama genç adam bu kadının aldığı nefesin anlamını bilecek kadar iyi tanıyordu onu. Kelimenin arasında geçen biz de tamamen maskeydi. Bencilliğinin maskesi... Genç adamı hiç düşünmüyordu ki... Her ne kadar kanası olsa da kırılan tarafı, aldığı tüm darbelerden sağ salim kurtulup yenilmeye meyilli tarafını kanlı bir pusuyla yendi. Kolları, son nefesini vermeden önce darağacı yıkıldı ve boğazlarındaki urganlardan kurtuldular. Elleri ona tutunan kadının ellerini yakaladığı gibi onu itti ve "Ne o? Bensiz sözünün pek hükmü geçmiyor galiba. Kapıma kadar gelip bana bu cümleleri kurduğuna göre?" dedi alayla. Kendisinden uzaklaşan kadının şaşkın yüzüne uzun uzun baktı. Şaşkınlığı öyle somuttu ki? Yüzünden soyulan ikinci bir deriydi sanki. "Saçmalama Güney. Bunun için mi senin yanındayım yani ben? Böyle mi düşünüyorsun gerçekten? Ben o okulun sahibiyim. O okulda söz geçirmek için kimseye ihtiyacım yok. Ki o kız da üç gündür okula gelmediğine göre onun da hakkından geldim. Seni bu yüzden istemiyorum Güney. Sana ihtiyacım var, tıpkı senin de bana olduğu gibi. Bizim birbirimize ihtiyacımız var." Tek kaşını kaldırdı genç adam ve kollarını göğsünde bağladı. "Biz? Neyin bizinden bahsediyorsun sen Yasemin? Biz diye bir şey yok, hiç olmadı. Sen vardın bir de kendini sana adayan bir ben. Sen iyi olacaksın diye ben kendimden vazgeçmeyeceğim artık Yasemin. Bunu çok yaptım ama artık yeter." Öyle çok baktılar ki birbirlerinin gözlerine, o gözler kaynadı birbirine. Güney içindeki tüm sesleri susturdu ve kurduğu cümlelerin etrafını kararlılıkla ördü. Kadın adamın kararlılığını anladığı anda bakışlarını kıstı. Anladı Güney... İçindeki gerçeği ortaya dökeceğini anladı. Kararlılığını fark etmişti. İlişkinin ciddi ciddi bittiğini fark etmişti ve şimdi çirkinleşme vaktiydi Yasemin Koçer için. Düşüncesini kanıtlar nitelikte güldü Yasemin. Başını iki yana sallarken "Güney..." dedi. Sonra birden gülmeyi kesti. Bakışlarına ekilen ifadeler normal değildi; hastalıklıydı. Başı hafifçe sağ omzuna doğru yattı. "Yapayalnız, çaresiz ve sefil bir haldeydin. Korkaktın. Seni bu hâle ben getirdim. O korkak çocuktan seni yarattım. Sana bir yaşama nedeni verdim. Bana çok şey borçlusun ve bitirmek gibi bir şansın yok Güney Kalkavan." Güney'in duyduklarına karşı verdiği tek tepki, kolları göğsünde bağlıyken dudağını bükün başını aşağı yukarı sallamak oldu. "Kafanda ne çok şey kurmuşsun sen öyle ya." Alayla güldü kısa bir süre, sonra devam etti. "Tek yalnız olan ben değildim. Sen benden daha yalnızdın. Hastalıklı zihnin yüzünden dışlanıyor, zorbalığa uğruyordun. Seni korudum, kolladım, sana saygı duymalarını, senden korkmalarını sağladım. Sana bu gücü ben verdim asıl. Bana bir şey verdiğini mi düşünüyorsun Yasemin. Sen bana hiçbir şey vermedin, ne yaptıysan kendin için yaptın. Ama çok şey aldın benden. En başta Savaş'ı..." Baştan aşağı süzdü küçümsercesine karşısındaki kadını. Uzun zamandır söylediklerinin farkında olmasına rağmen sevmekten vazgeçememişti bu kadını. Hâlâ da geçemiyordu. "O kadar sefil bir haldesin ki. Seni asla sevmeyecek bir adam için elindeki en büyük taşı kaybettin. Götünün tutuşmasını anlıyorum tabi. Herkes anladığı zaman aramızda bir şey kalmadığını, seni kollamadığımı, canın çok yanacak. O dingiller seni koruyamayacak çünkü Savaş gibi bir etken var önlerinde. Ve artık bende..." Sonra kıza doğru bir adım atıp ona üstten üstten baktı. Gözlerindeki kararma, içten içe delirdiğini gösteriyordu ama o usta bir oyuncuydu; saklamayı iyi beceriyordu. Dilini kuruyan alt dudağında gezdirdi ve son sözlerini söyledi. "Ayrıca o kızın gittiğini düşünüyor musun gerçekten? O zaman yanıldığını söylemekten gurur duyarım. Ben o kızın gözlerinde senin yıkımını gördüm Yasemin. Sarsıldın, yıkılman da çok yakın." Başka bir şey söylemedi, kızın da söylemesine izin vermedi. Kıza arkasını döndü ve evine girip kapıyı kızın yüzüne kapattı. Çok değil saniyeler içinde kapısı yumruklanmaya, Yasemin'in sesi kapıyı aşıp kulaklarına dolmaya başlamıştı. Sırtını kapıya yaslayıp kapının ardındaki kadını duymayı reddetti. Kalbinde bir ağırlık vardı evet ama bir o kadar da hafiflemiş hissediyordu kendini. Aşkın zehri kalbini çürütmüştü belki ama zehri kalbinden attığında her şey düzelecekti. 💎 Taksi, yüksek binanın önünde durduğunda genç kız derin bir nefesi içine hapsedip indi arabadan. Başı yukarı kalktı ve binanın cam yüzeyini inceledi. Cam olması işlerini kolaylaştıracaktı. Omuzlarına doğru dökülen kızıl saçları bir elinin tersiyle omzundan sırtına doğru attı. Peruğunun rengi öyle hoştu ki, bu görevden sonra soluğu bir kuaförde alıp saçlarını aynı renge boyatabilirdi. Üzerindeki kan kırmızı elbise ve alabildiğine koyulaştırdığı teniyle kesinlikle kendi görüntüsünden sıyrılmış olması gerektiği gibi biri olmuştu. "Unutma adın Matilda Katié. Yanlış telaffuz ederlerse düzeltmeyi unutma." Damla boğazını bir kez temizleyip onayladı Gece'yi. Elini bir hayli şişkin olan karnına koyup bembeyaz dişlerini gösterecek kadar büyük bir şekilde gülümseyerek önünde uzanan merdivenleri tırmandı. Kapının önünde biri kadın üçü erkek dört kişi vardı. Erkeklerin kulağından ensesine doğru sarkan o ince kablo, gözlerindeki simsiyah güneş gözlükleri ve üzerlerinde parçalanacak gibi duran takım elbiseleri ile onların koruma olduğunu anlamak hiç de zor değildi. "Hoş geldiniz efendim, isminizi öğrenebilir miyim?" Kapıda bekleyen kadın gülümseyerek bu soruyu sorduğunda Damla başını sallayarak selamladı kadını ve "Matilda Katié." diye yanıt verdi. Sesini inceltmiş ve konuşmasına da İspanyol aksanı vermişti. Bozuk, çok bozuk bir Türkçe ile konuşması gerekiyordu. Kadın başını elindeki listeye indirirken "Matilda Kate," diye mırıldandığında Damla "No no no no..." diyerek anında müdahale etti. O'ları yumuşatarak söylemişti. "Katié... Matilda Katié. Yanlış telaffuz edilmesi hiç hoşuma gitmiyor." Kadın "Oh, çok özür dilerim efendim." dedi ve başını yeniden önündeki listeye indirdi yeniden. Gözleri listeyi tararken Damla bir an geriledi. Adı listede yok muydu? Gerildiğini belli etmemek adına ağırlığını bir ayağının üzerine verdi ve boştaki elini de beline koyup "Ah hadi ama tatlım. O kadar da zor olmasa gerek bir ismi bulmak. Sekiz buçuk aylık hamile bir kadınım ben." diyerek sitem etti. O sırada kulağındaki kulaklıktan Gece'nin sesini duydu. "Sakin ol güzelim. Adın o listede var kendi ellerimle yazdım." Nasıl yapıyordu bilmiyordu genç kız ama görevdeyken ne zaman gergin hissetseler Gece bunu anlıyordu. "Ah işte burada. Beklettiğim için özür dilerim efendim. Buyurun geçin lütfen. Remzi Bey size salona kadar eşlik edecek." Damla içeriye doğru bir adım attığında hafifçe yüzünü buruşturdu. "Tatlım kesinlikle senin yerine işini daha iyi yapan birini buraya koymalılardı. Misafirleri kapıda bu kadar bekletmemeli, isimlerini yanlış telaffuz etmemelisin. Bunlar çok kaba hareketler." Bir elini karnının üzerinde gezdirdi ve önünde yürüyen korumayı takip etmeye başladı. Asansöre bindiklerinde yanındaki adama baktı göz ucuyla ve "Aşağıdaki kadın hep böyle midir?" diye sordu. Herhangi bir yanıt alamadı. Adam ona hiçbir şekilde bakmıyordu bile. Hafifçe yüzünü buruşturdu ve bakışlarını karnına indirdi. "Hadi ama Leo." diye mırıldandı. "Anneni bugün idare edemez misin oğlum?" Elini karnında gezdirmeye devam ederken birkaç nefes egzersizi yaparak kendini rahatlatıyormuş gibi yaptı. Ve egzersizler işe yaramış gibi yüzündeki buruşmayı düzeltip iki eliyle karnını okşarken "Teşekkürler meleğim." diye fısıldadı karnına doğru. Asansör durduğunda ve kapıları kayarak açıldığında devasa büyüklükte bir salona giriş yaptılar. İçerisi sık giyinmiş kadın ve adamlarla doluydu. Etrafa saçılan masaları çepeçevre sarmışlar birbirlerine gülümseyerek sohbet ediyorlar bir yandan da ellerindeki içecekleri yudumluyorlardı. Asansörden dışarı adımını attığında, ona eskortluk eden koruma asansörde kalmıştı. Salonun ortasına doğru adımlarken birkaç gözün dönüp ona baktığını gördü ama umursamadı. Gözleri salonun içini tarıyordu. Köşelere yerleştirilen korumaları gördü. Gözlerini korumalarda çok tutmadan bakışlarını etrafta dolandırıp alkol servisi yapan garsonlara çevirdi. Fazla vakitleri yoktu bir an evvel harekete geçmeleri gerekiyordu. Müzayede başladığı anda o odaya bir adım dahi atamayacaklarının üçü de farkındaydım. Kadın bir garsonun birkaç masa ilerisinde servis yaptığını gördüğünde, avını da yakalamıştı aynı zamanda. O tarafa doğru ilerledi ve garson işini bitirdiğinde onu durdurup "Alkolsüz bir içeceğiniz var mı?" diye sordu gülümseyerek. Garson kadın bir an bakışlarını karnına indirdiğinde elini bilinçli olarak karnına götürdü Damla. Kadının gülümsemesinden istediğini elde edebileceğini anlamıştı. "Ah şu an elimde yok ama eğer beklerseniz hemen getirebilirim." Damla elini kadının omuzuna koydu ve kadının ilgisinin karnından yüzüne çıkmasını sağladı. "Ah size zahmet vermeyeceksem hayır demem. Ama öncesinde tuvalete gitmeliyim. Malûm..." diyerek gülüp omuz silkti ve devam etti. "Tuvaletlerin ne tarafta olduğunu biliyor musunuz?" Bu binanın tüm planı hafızasındaydı. Neyin nerede olduğunu iyi biliyordu ama korumaların ilgisini üzerine çekmemek için birinden tarif almalıydı. Garson kadın koluyla kapıyı işaret edip tarifi yapmaya başladığında dudağının kenarı istemsizce kıvrıldı. Birkaç korumanın bakışlarının ona dokunduğunu fark etmişti. Garson kadına teşekkür edip aynı anda hem tuvalete hem de mücevherlerin olduğu odaya giden kapıya doğru adımladı. Korumaların önüne geldiğinde anlık olarak yüzlerine baktı ve sakince yanlarından geçip gitti. Nedense bu kez her zamankine göre biraz daha rahattı. Herhangi bir sorun çıkmadan bu işi bitireceklerini düşünüyordu. Adımları hızla tuvaletlerin olduğu tarafa giderken bir yandan da Gece'nin kulaklıktan gelen sözlerine kulak kabartıyordu genç kız. Kısa bir an başını çevirip ardını kontrol etti. Güvenliydi. "Damla yapman gerekeni biliyorsun değil mi? İstersen üzerinden bir kez daha geçebilirim." İki kez boğazını temizledi ve Gece'nin teklifini reddetti. Tamam bazen kendini anın gerilimine kaptırıp bir şeyleri eline yüzüne bulaştırdığı çok oluyordu. Ama bu kez değil... "Pekâlâ sen nasıl istersen güzelim. Zamanlamayı iyi ayarlayın. Fazla vaktimiz yok bu yüzden en ufak bir pürüz bile olmamalı. Bir dakika bile bizim için çok önemli unutmayın." Kulaklığından bir nefes sesi daha geldiği sırada o tuvalete girmişti. İzel'in de yerini aldığını anladı. "Damla ne alemdesin?" İçerideki üç kadına baktı Damla ve bir kez daha boğazını iki kez temizledi. Onun yerine cevap veren kişi Gece olmuştu. "Herhangi bir sorun yok. Şu an tuvalete girdi. İçeride üç kadın var, işleri biter bitmez başlayacak. Sen hazır mısın?" Damla sakince kabinlerden birine girdi. Kadınların hâlâ sesleri geliyordu. Sakince üzerindeki elbisenin fermuarını indirirken İzel'den cevap geldi. "Hazır olmasaydım kulaklığı aktifleştirmezdim öyle değil mi Gece?" "Hep de bir atarlı ol zaten İzel." "Saçma sapan sorular sorma o zaman sende." "Off... Çok konuşma da işine başla." "Emredersiniz Haşmetli Hazretleri Yüce Gece Hancı efendimiz, başka bir arzunuz da var mı?" "İzel..." Gece'nin uyarı dolu sesine karşın İzel "Off tamam be başlıyorum." diye çemkirdi. Damla ikisinin atışmalarına gözlerini devirirken hızla elbisesini çıkardı. Sonra karnındaki şişliğin sebebi olan plastik karnın sırtındaki kopçalarını açıp omuzlarından düşmesine izin verdi. Bu sırada kapı açılmış ve içerideki sesler susmuştu. Hızla başındaki peruğu çıkarıp onu da kapağını kapattığı klozetin üzerine, elbisesi ile sahte karnın üstüne koydu. Göğüslerinin alt kısmına kadar inmiş olan tulumunun kollarını hızla kollarından geçirdi ve yukarı kaldırıp sırtındaki fermuarı çekti. Kalçalarının altına kadar sıvalı olan bacak kısmını aşağı indirdi. Belindeki kemere sıkışmış olan başlığı da başına geçirdiğinde artık hazırdı. Ellerini kabinin kapısının üst kısmına yerleştirip kendini hızla yukarı doğru çekti ve kapının üst kısmına otururken belindeki kemere sıkıştırdığı minik çakıyla hızla havalandırma kapağının köşelerindeki dört küçük vidayı sökmeye başladı. Söktüğünde vidaları eline alıp kapağı yukarı doğru iterek kenarı kaydırdı. Ellerini açılan boşluğun iki yanına yerleştirip bir kez daha çekti kendini yukarı doğru ve saniyeler içinde havalandırma boşluğunun içindeydi. Kapağı yeniden yerine yerleştirirken vidaları da kenarı koyup "Sendeyim Gece?" diye fısıldadı. "Dümdüz ilerle sonra sola dön." Aldığı yanıtla birlikte emekleyerek ilerlemeye başladı. Dönmesi gereken yer geldiğinde de hızla o tarafa döndü. Havalandırma boşluğunun için sıcaktı. Bu yüzden terlemiş ve teri, üzerindeki tulumun teninde kaymasına neden olmuştu. Kapalı olan burnu ve ağzı yüzünden, verdiği nefesleri ciğerlerine yeniden doldurmak zorunda kalıyordu. O ilerlemeye devam ederken karşısına iki ayrım daha çıktı ve anında Gece'den yanıt geldi. "Şimdi sağa..." Sağa döndü ve ilerlemeye devam etti. "Damla biraz daha acele etmen gerek. Odanın önünde hâlâ iki koruma varken İzel o odaya girmeli. Eğer korumaların sayısı artarsa hem içeride hem dışarıda bekleyen olacak. Bu hiç işimize gelmez." Damla yanaklarını şişirirken terinden o kadar rahatsız bir haldeydi ki. Yeniden derin bir nefes aldı ama içine çektiği hava taze olmadığı için ne kadar nefes alırsa alsın yetmiyordu. "Deniyorum Gece. İnan bana deniyorum..." Elinden geleni yapıyordu ama zaten yeterince gergin değilmiş gibi şimdi bir de üzerindeki tulum yüzünden son derece rahatsız olmuş durumdaydı. "Üzerine gitme kızın Gece! İzel'in korumacı sesini duyduğunda dudakları anlık olarak kıvrıldı. Bayılıyordu bu kızın böyle en gergin anlarda bile atarlı olmalarına. "Damla bir kez daha sola döndüğünde karşına çıkan havalandırma kapağını açacaksın. " Damla hareketlerini hızlandırıp Gece'nin söylediği gibi sola döndü. Birkaç metre ilerisindeki havalandırma kapağı dizlerini bastığı yerde değil doğrudan karşısındaydı. Hızla oraya doğru ilerledi. Duvara geldiğinde dizlerinin üzerine çöktü ve biraz önceki çakıyı yeniden eline aldı. Çakının arkasında bulunan minik çıkıntıyı yukarı doğru çekti. Radyo anteni gibi bir çubuk ileriye doğru uzanırken çakının bıçağını açığa çıkaran minik düğmeye bastığında, ileri uzanan çubuğun uç kısmı yavaşça kırmızı rengini aldı. O kırmızılığı havalandırma kapağına doğru yaklaştırıp telleri hızlıca birbirinden ayırdı ve kapağın düşmesini sağladı. Şimdi önünde asansör boşluğu vardı. Asansörün yukarıya doğru hareket eden sesi kulaklarına doldu önce. Kendisine doğru her geçen saniye de daha da yaklaşıyordu. Sonra durdu... Hemen altındaydı. Başını hafifçe uzatıp asansörün yüzeyine baktı. Buradan bakınca ölüm makinesi gibi duruyordu. Başını geri çekip sırtını metal yüzeye yasladı ve beklemeye başladı. Çok değil birkaç saniye içinde beklediği şey gerçekleşti ve bina yangın alarmının sesiyle inlemeye başladı. Asansör yeniden aşağı doğru hareket ettiğinde tam zamanı diye düşündü ve asansör boşluğunun içine girdi. Kenardaki çıkıntının üzerine basıp yavaş yavaş ilerledi ve asansörü tutan kablonun yanına geldiğinde elindeki lazer kesime dönüşen çakıyı kabloya doğru yaklaştırdı. "Umarım hiç kimseye bir şey olmaz." İçinden bunu tekrarlaya tekrarlaya kesti kabloyu. Asansörün sarsılışını buradan bile hissederken hızla geldiği yolu geri dönüp havalandırmaya girdi. Buradan sonrasında gerçekten vakti yoktu. Bu yüzden hızla sürüne sürüne yeniden tuvalete geldi. Şanslıydı ki tuvalet boştu. Ayaklarını havalandırmadan aşağı sarkıtıp. Biraz önce çıktığı kabine atladı ve hızla kıyafetlerini eski haline getirip peruğu da saçına yerleştirdi. Elinde tuttuğu minik çantanın içindeki şişeyi çıkardığı gibi bacaklarının arasına döktüğünde, bacakları boydan boya kırmızıya boyanmış yere damlayan damlalarla kan gibi duruyordu. Elleriyle yüzündeki makyajı dağıttı dağıtabildiği kadar. Makyaj sabitleyici olduğu için çok da dağıldığı söylenemezdi. Hızla tuvaletten dışarı attı kendini ve adımlarını yavaşlatarak koridorda ilerlemeye başladı. Attığı her adımda bacaklarının arasından sızan kızıllık kan gibi duruyordu. Yani durması gerektiği gibi... "Damla şu an aynı hizadayız. Fazla vaktimiz yok. Adamları birkaç dakika kapıdan uzaklaştır sonra biraz önceki havalandırma boşluğuna tekrar girip beni bekle." İzel'in sesini duyduğunda tepki vermedi. Onu duyduğunu zaten biliyordu bu yüzden herhangi bir yanıt da beklemiyor olmalıydı. Şu an rolüne girmiş durumdayken bunu bozmak istemiyordu. Ellerini beyaz duvara yasladı ve duvardan destek ala ala yürümeye başladı. Bu sırada Gece’nin de sesi gelmişti. "Yukarıdaki korumlar aşağı indiler, yangını kontrol altına almaya çalışıyorlar. Tam sırası. Hadi kızlar çok az kaldı." Gece'nin sözlerine karşılık dudaklarından büyük bir çığlık koptu genç kızın. Rolünü çok iyi oynamalıydı. "Yardım edin." diye bağırdı ağlamaklı bir sesle. Adımları ilerledikçe kapıda duran adam görüş alanına girmişti. İki kişi olmalılardı, neden şu an sadece bir kişi vardı? "Birisi içeriyi kontrol ediyor. Birazdan çıkar dışarı." Bir kez daha olaya el atan Gece sayesinde dikkati dağılmadan devam edebildi rolüne. "Lütfen yardım edin." Korumaların görüş alanıma girdiğinde yere doğru düşüyormuş gibi kayarak oturdu ve ellerini karnına koyup bir çığlık daha attı. Alarm sesi hâlâ devam ediyordu bu yüzden salondaki kişilerin onu duyacağını sanmıyordu. Salonda bir panik havası kol geziyor olmalıydı. İki büklüm bir şekilde ağlamaya başladığında korumanın tereddütle ona baktığını gördü genç kız. Yavaşça elini korumaya doğru uzatıp "Lütfen..." diye fısıldadı. "Lütfen bana yardım edin, çok canım acıyor." Adama elini uzatırken bilinçli olarak yere serilen eteğini de hareket ettirmişti. Bu sayede beyaz zemine yayılan kırmızılık da gözler önüne serilmişti. Koruma o kırmızılığı görür görmez tereddüdünü bir köşeye itip kıza doğru adım atınca Damla dışındaki acı çeken görüntüye zıt olarak içinden zafer dansı yapıyordu. Koruma yanına geldiğinde ağlamasını daha da şiddetlendirdi. "İyi misiniz?" diye sordu koruma. Genç kızın dudaklarından bir çığlık daha dökülürken bir süre nefesini tuttu. Acısı inandırıcı olmalıydı. "Onu kaybediyorum..." Zar zor konuşuyormuş gibi çıkardı sesini. Bu sırada önlerinde oldukları kapı iki yana kayarak açılmış ve içeriden diğer koruma çıkmıştı. Başta neler olduğunu anlayamasa da durumu kavradığında hızla o da yanlarına geldi. "Ambulansı aradınız mı?" diye sordu. Yanındaki adam başını iki yana sallarken bir yandan da telefonunu çıkarmaya çalışıyordu. "Hayır hayır..." diye sayıklıyormuş gibi yaptı genç kız. "Ambulans olmaz... Dışarısı paparazzi kaynıyorken bu halde beni görmemeliler. Bir şekilde otoparka inebilsem arabam var kendim giderim hastaneye." cümlesinin sonuna doğru dişlerini sıkıp olabildiğince genizden konuştu Damla. Sanki sancısı varmış gibi... Derin derin nefesler alarak kendini rahatlatmaya çalışıyormuş gibi yaptı. Korumalar bir an birbirlerine baktılar sonra biri saçlarını karıştırdı ve "Alt katta yangın çıkmış. Bu nedenle asansörler çalışmıyor. Merdiven ile inebilirsiniz ancak." diye mırıldandı. Sonra başını kısa bir an diğer adama çevirdi yeniden ve "Sizi aşağıya kadar taşıyabilirim eğer isterseniz?" diye sordu. Genç kız derin nefesler eşliğinde" Bunu gerçekten benim için yapar mısınız?" diye sormuştu. İçindense "Hadi artık İzel..." diye mırıldanıyordu. "Tamam." dedi genç koruma ve başını yeniden arkadaşına çevirip "Sen buradan ayrılma ben hemen gelirim." diyerek tam genç kıza uzanıyordu ki kapıdan gelen ses ile gözleri kapıya kaydı. Adamlar da aynı anda kapıya bakmışlardı. Kapı önce açılmış sonra da kapanmıştı... 💎 İZEL İZEM HANCI'DAN; Bir kum saatinin en tepesinde oturmuş, zamanın içinde ölmek için sıramın gelmesini bekliyordum. Her şey planlandığı gibi ilerliyordu, olması gerektiği gibi. Damla içerideydi ve benim sıramın gelmesine de çok çok az kalmıştı. Bu yüzden elimi kulağıma götürdüm ve kulaklığımın üzerindeki minik tuşa basıp onu aktifleştirdim. "Damla ne alemdesin?" Damla'dan gelen tek yanıt boğazını iki kez temizlemek oldu. Bu, konuşmak için müsait olmadığını gösteriyordu. Onun yerine Gece cevap verdi. "Herhangi bir sorun yok. Şu an tuvalete girdi. İçeride üç kadın var, işleri biter bitmez başlayacak. Sen hazır mısın?" Sorduğu soruya karşılık, her hücremde hissettiğim gerginlikle ters bir cevap vermekten alamadım kendimi. Doğrusunu söylemek gerekirse normal bir cevap vermek de benden beklenen bir hareket olamazdı zaten. "Hazır olmasaydım kulaklığı aktifleştirmezdim öyle değil mi Gece?" "Hep de bir atarlı ol zaten İzel." Gece'nin bıkkın sesi beni sırıtmaya itti. Onun sinirleriyle oynamak favori aktivitelerimden biriydi ve gerginliğimi azaltıyordu. "Saçma sapan sorular sorma o zaman sende." diye karşılık verdim eğlendiğimi belli etmeden. Damla'nın bize göz devirdiğine yemin edebilirdim şu an. "Off... Çok konuşma da işine başla." Bildiğiniz bana çemkirdi... Gece Hancı bana çemkirdi. Bu belki de hayatımda görüp görebileceğim en komik andı. Gece sert konuşur, tehdit eder gerekirse zarar verirdi ama çemkirmezdi. Yine de bu düşüncemi kendime saklamayı tercih ettim. Bu anı bir kez daha yaşamak, çemkirirken ki yüz ifadesini görmek istiyordum. O zaman yüzüne karşı deli gibi gülebilir, sonsuza kadar onunla dalga geçebilirdim. Bu yüzden bana emir verdiği gerçeğine takılıp kelimelerin düşmesine izin verdim. "Emredersiniz Haşmetli Hazretleri Yüce Gece Hancı efendimiz, başka bir arzunuz da var mı?" "İzel..." Ah işte, çemkirmekten öte, gerçek bir Gece Hancı ses tonuydu bu; sert ve tehditkâr... İtaat isteyen... "Off tamam be başlıyorum." Gece'yi taklit edercesine çemkirdim bende. Şu an görevin ortasındaydık. Birazdan tehlikeli şeyler yapacaktım ama yine de eğlenebiliyordum. Gerginliğin kamçılarından kurtulmaktı aslında asıl amacım. Ellerimdeki aletleri daha sıkı kavrayıp çöktüğüm duvar dibinden kalktım. Hava karanlıktı ve üzerimdeki tulumla da beni birilerinin fark etmesi imkansızdı. Binanın bu kısmı arkada kaldığı için, her katta bulunan havalandırma delikleri de bu taraftan dışarı açılıyordu. Tanrı aşkına kaç tane binanın her katında havalandırma deliği bulunurdu ki? Üstelik hepsi birbirine bağlansa bile hepsinin ayrı bir çıkışı vardı. Merak ettim. Eğer havalandırma olmasaydı biz bu görevi başka nasıl bir planla halledebilirdik? Söz konusu Gece Hancı'ysa yine bir plan bulurdu. Havalandırma sadece bizi daha az tehlikeye sokup işimizi kolaylaştırıyordu o kadar. Sol elimdeki başlığı cam duvara dayadım ve minik düğmeye basarak başlığın camı vakumlamasını sağladım. Sonra sağ elimi kaldırdım ve daha yukarıda bir noktaya bastırıp onu da cama yapıştırdım. Diğerini bir üste diğerini onun üstüne derken ayaklarım yerden kesilmiş ve binaya tırmanmaya başlamıştım. Ellerindeki başlıkların uçlarında pompa, üzerlerinde iki küçük düğme vardı. Birisi uçtaki pompanın içindeki havayı boşaltırken diğeri hava almasını sağlıyordu. Havası boşaldığında cama yapışan başlık yeniden hava dolduğundaysa serbest kalıyordu. Pek çok yüzeyde etkili olduğunu söyleyebilirdim ama camdaki etkisi çok başkaydı. En çok tercih ettiğimiz alet bu olabilirdi, işimize en çok yarayan... Ellerimdeki cihazla yukarı doğru çıkarken oldukça hızlı davranıyordum. Her tıs sesinde hedefime biraz daha yaklaşırken kollarımın yanmaya başladığı gerçeğini göz ardı ediyor ve yoluma devam ediyordum. Damla ne yapmıştı hiçbir fikrim yoktu. Gece arada onunla aramda olan bağlantıyı koparıyor ve o şekilde bizimle iletişime geçiyordu. Birimizle ilgilenirken diğerinin kafasını karıştırmamaktı amaç. Gece'nin sesi doldu kulaklarıma bir kez daha. "Bir kat üzerindeki kapak ilk açman gereken." Başımı kaldırıp kapağa baktım. Çok değil üç hareketten sonra o kapağın yanında olurdum. Sağ elimdeki cihaza yeniden hava doldurup yapıştığı camdan ayırırken Gece'ye cevap vermekten de geri durmamıştım. "Kapağı sökerken sana girmesini temenni ederek sökeceğim." Genizden gelen bir gülme sesiyle karşıladı cümlemi. Bozulmuş sayılmazdı ama gerilen sinirlerine yayımı dokundurduğumun da farkındaydım. "İzel... İzel... İzel..." diye başladı cümlesine. Başını iki yana salladığını görmesem de biliyordum, tıpkı bu söylenişinin ardından hoşuma gitmeyecek şeylerin geleceğini bildiğim gibi. Ki öyle de oldu. "Kalkavan'ı henüz ziyaret etmedim biliyorsun değil mi? Beni sinirlendirdiğin her anın acısını ondan çıkarabilirim yani?" Kelimelerini taşıyan ses tonu, bunu ister misin diye sorar gibiydi. Ayrıca konunun Savaş'a gelmesi de hiç hoşuma giden bir ayrıntı değildi. Savaş Kalkavan'ın adı bile dikkatimi dağıtmaya yetiyorken şimdi Gece'nin sözleri zihnime felaket senaryoları ekiyordu. Bu konuyu unutur sanıyordum ama ezilen gururu ve egosu unutmasına izin vermeyecekti anlaşılan. Sessizliğimin üzerine "İşte böyle İzel Hanım. Kapat o çeneni ve işine bak." dedi sertçe. Savaş şu anı görmeliydi. Onun için lafın altında kalıyordum, ne kadar büyük bir fedakârlık yaptığımı görmeliydi. Derin bir nefes alırken bir kez daha elimdeki başlığa hava verip camdan ayırdım ve kapağın yanına bastırıp havayı boşalttım. Diğerini de onun yanına sabitledim. Bir elimi başlıktan çekip belime sabitlenen kancanın ucunu başlıklara geçirdim. Kendimi de sabitledikten sonra tulumumun kemerindeki çakıyı alıp kapaktaki vidaları söktüm. Elimde kalan kapağı açılan boşluğun içine itip bir elimi kenarı sabitledim ve belimdeki kancayı çıkardım. Ani olan bu hareket camda sarsılarak kaymama neden oldu. Sarsıldığım için havalandırma boşluğuna tutunan elimin parmakları zayıfladı ve kaymaya başladı. Hızla kendimi yukarı doğru iterken diğer elimle de tutunduğum ve dengemi sağlayıp son anda düşmekten kurtuldum. Tuttuğum nefesi yavaşça geri bırakırken bakışlarım kısa bir anlığına aşağı kaydı. Bir hayli yüksekteydim, düşseydim kurtulma ihtimalim milyonda yarım falandı. Bakışlarımı yerden ayırıp burnumun dibindeki cama diktim. Camdaki yansımamdan gördüm gözlerimdeki tedirginliği. Birkaç derin nefesin ardından o tedirginliği bastırdığımda, kulaklıktan Gece'nin sesi geldi. "İzel bir sorun mu var?" Hayır ne gibi bir sorun olabilir ki? Alt tarafı siktiğimin bu yerinden düşüyordum o kadar... Gece'ye cevap vermeden önce kendimi güvene almak için kollarıma yüklenip bedenimi yukarı çektim ve havalandırma boşluğuna girdim. "Hiçbir sorun yok." Dişlerimin arasından verdiğim cevap Gece'yi tatmin etmemiş gibi "Bir şey oldu?" dedi sorar gibi. Sessiz kaldım. Az kalsın düşüyorum diye ağlayacak değildim. Düşmemiştim hala nefes alıyordum ve yoluma devam ediyordum. Yani takılmaya gerek yoktu. "Pekâlâ," diyerek sessizliğimi kabullendi Gece. "Karşına çıkan ilk yerden sağa dön dümdüz ilerle. Zemini kırmızı halı ile döşenmiş bir salon olacak. O salona gireceksin. Sonra zaten Yapman gerekeni biliyorsun. Elbette biliyordum. Söylediğini yaptım ve hızla boşlukta ilerlerken söylediği yerden sağa göndüm. Her hareketim bir öncekinden daha hızlıydı. Bu işi bir an evvel bitirmeli ve bu lanet yerden gitmeliydik. Sonunda kırmızı halı ile kaplı zemini gördüğümde durdum. Kemerimdeki çakıyı yeniden alıp arkasındaki lazer kesim olan kısmı açtım ve kapağın tellerini kestim. Tellerin soğuması otuz saniye falan sürüyordu. Bu yüzden bekledim. Tam o anda kulaklığımdan bir nefes sesine tekabül Gece'nin sesi doldu. Bu geceden sonra uzun bir süre Gece'nin sesini duymak istediğimi sanmıyordum. "Damla biraz daha acele etmen gerek. Odanın önünde hâlâ iki koruma varken İzel o odaya girmeli. Eğer korumaların sayısı artarsa hem içeride hem dışarıda bekleyen olacak. Bu hiç işimize gelmez." Gece her zamanki gibiydi. Bizi elimizden gelenden daha fazlasını yapmaya zorluyor, insan üstü bir performans sergilememizi bekliyordu. Robotmuşuz gibi davranıyordu. Bir gün gerçekten onun yaptığı işi öğrenip onu sahaya yollayacaktım ve onun bize yaptığı baskının kat ve kat daha fazlasını ona yapacaktım. Bunu ciddi ciddi yapmayı düşünüyordum. Zor mu kolay mı kendisi tecrübe etsin. "Deniyorum Gece. İnan bana deniyorum..." Damla'nın nefes nefese gelen sesiyle sinirlerim tavan yaptı. Damla'nın elinden geleni yaptığını Gece çok iyi biliyordu ama her zamanki gibi bu ona yetmiyordu. Kolay mı sanıyordu daracık bir alanda, üzerlerinde lanet olası bir tulumla, terden sırılsıklam olmuş bu vaziyette, sıcaktan bunalmak üzereyken sürünerek ilerlemeyi? Çok sert sözlerle karşılık verebilirdim ona. Ağzına sıçabilirdim ama Savaş konusunda haklıydı. Ona zarar vermek Gece için hiç zor olmazdı, onu öldürmek... Bu yüzden daha ılımlı bir sesle ve kelimelerle girdim araya. "Üzerine gitme kızın Gece!" Beni duymazdan geldi ve Damla'ya yeni bir komut verdi. Gözlerimi kapatıp başımı iki yana sallarken artık tellerin soğuduğuna kanaat getirip ellerimi iki yana yasladım ve salonun içine atladım. Hemen üstümde olan salonun aksine bu salon bomboştu, binanın geri kalan kısmı gibi... Bu gece sadece müzayedeye ayrılmıştı bu koskoca bina... Acelesiz adımlarla binanın cam duvarının olduğu kısma yürüdüm. Zeminle aynı renkte olan perdeyle boydan boya kaplanan cama yaklaştığımda, birazdan yapacağım şeyin tehlikesinin farkındaydım. İnsanların hayatlarını riske atacaktım. Eğer zamanında müdahale edilmezse belki de can kayıpları yaşanacaktı. Yutkundum. Seçme şansım olsa gözümü bile kırpmadan geri dönerdim, hatta buraya hiç gelmezdim. Ama öyle bir şans ne yazık ki ellerime verilmemişti. Göğsümün altında bağlı olan sırt çantasının kemerini çözdüm ve çantayı çıkarıp yere bıraktım. Fermuarını açtığım çantanın içinde iki şişe benzin, bir çakmak ve bir de silah vardı. Normal bir silah değildi bu, içinde kurşun falan yoktu. Bu silahın kurşunları iğnelerdi. İğnelerin ucunda insanı saniyeler içinde bayıltacak kadar etkili bir ilaç vardı. Silahı alıp kemerime sıkıştırdım ve şişelerden birini çıkarıp duvar boyunca perdenin alt kısımlarına boşalttım. Diğer şişeyi ise yaya yaya kırmızı halı ile kaplı zemine... Ne kadar erken hareket ederlerse etsinler bu oda küle dönecekti bundan emindim. Çantanın içinden son olarak çakmağı aldım ve çantayı yeniden sırtıma asıp kemerini belime bağladım. Çakmağı çaktım. Yere atmadan önce parmaklarıma bulaşan tereddüt beni durdurdu. Çakmak tam parmaklarımdan kaymıştı ki havada yakaladım. Kimseye zarar gelmediğinden emin olmalıydım. Geç kalınmayacağından... Ani bir kararla adımlarım salonun kapısına doğru ilerlediğinde Gece'nin sesini bir kez daha duydum. "İzel ne yapıyorsun?" Salonun çift kanatlı kapılarını çekip açarken, "İşimizi şansa bırakmıyorum." diye mırıldandım. Salondan çıkıp etrafıma baktığımda birkaç adım ötemde yangın alarmının düğmesi vardı. Hızla oraya yöneldim ve parmaklarımı avuçlarıma gömüp cam yüzeye yumruğumu geçirdim. Birkaç parça camın tenimi sıyırdığını hissetsem de umursamadan kırılan camın ardındaki küçük siyah düğmeye bastım. Bir saniyeden kısa bir sürede alarm binayı inletmeye başladığında dudaklarım iki yana kıvrıldı. Koşa koşa yeniden salona girdim, hala elimde duran çakmağı çaktım ve yerdeki benzinin üzerine attım. Saniyeler içinde alevler benzinin cazibesine kapıldı ve her bir noktaya doğru yayılmaya başladı. Sıcaklık tenimi okşarken koşa koşa havalandırma deliğine doğru ilerledim ve durmadan sıçrayıp boşluğun kenarlarına tutundum. Kendimi yukarı çekmek ve geldiğim yoldan geri dönüp yeniden binanın dışına çıkmak birkaç dakika falan sürmüş olmalıydı. Alarm hâlâ tüm şiddetiyle inliyordu binanın içinde ve alevlerin dumanları girdiğim boşluktan çıkmaya başlamıştı bile. Bıraktığım yerde duran iki başlığa tutunup hızla boşluktan çıktım ve vakit kaybetmeden sağ elimdeki başlığa hava verdim. Camdan ayrılan başlığı yukarıya yapıştırdım ve vakumlayarak içindeki havayı boşalttım. Sonra diğerini sonra diğerini derken bir üstteki havalandırma kapağının yanına gelmiştim bile. Bir kez daha belimdeki kancayı başlıklara tutturup kendimi sabitlerken kemerimde duran çakıyı bir kez daha çıkarıp bu kapağı çevreleyen vidaları söktüm. Bu işte o kadar hızlıydım ki çoğu tesisatçı, tamircilere taş çıkarırdım. Bir an aklımda bunun için yarıştığıma dair birkaç hayal ürünü görüntü canlandığında kendimi tutamayıp güldüm. Gerçekten artık saçmalamaya başlamıştım. Bu kez boşluğa tutunmadan önce kancayı çıkardım başlıklardan ve herhangi bir sorun yaşamadan havalandırmanın içine girdim. Bir süre dümdüz ilerlediğimde açık bir kapak ile karşılaşınca burasının tuvalet olduğunu anladım. Damla buradan çıkmıştı. Başım önümde uzanan iki farklı yola kaydı. Hangisinden gidecektim? "Gece?" Aradaki bağlantıyı kopardığı için onları duyamıyordum. Ne alemde olduklarını bilmiyordum. Seslenişimin ardından nihayet Gece'nin sesi geldi. "Ah üzgünüm. Bu kadar hızlı olabileceğini düşünmemiştim. Sola gir. Bu arada Damla ile yeniden bağladım sizi. Bu noktada birlikte hareket edeceksiniz." Sözleri ile gözlerimi devirdim. Ne demekti bu kadar hızlı olabileceğimi düşünmemek? "Alındım..." diye mırıldanırken dediğini yapıp sola girdim. Çok değil birkaç saniye sonra hemen altımda duran kapaktan Damla'yı gördüm. Karnını tutmuş yavaş adımlarla yürüyordu attığı her adımda ardında kızıl izler bırakarak. "Damla şu an aynı hizadayız. Fazla vaktimiz yok. Adamları birkaç dakika kapıdan uzaklaştır sonra biraz önceki havalandırma boşluğuna tekrar girip beni bekle." Hiçbir şey söylemedi ya da tepki vermedi ama buna gerek de yoktu zaten. Beni duyduğunu biliyordum. "Yukarıdaki korumlar aşağı indiler, yangını kontrol altına almaya çalışıyorlar. Tam sırası. Hadi kızlar çok az kaldı." Evet çok az kalmıştı... Hızlandım ve dümdüz ilerleyip asıl amacımızın olduğu yere, mücevherlerin tutulduğu odanın üstüne geldiğimde bugünün kurtarıcısı olan çakıyı bir kez daha bunun sonuncu olmasını dileyerek elime aldım ve lazer kesimi ile kapağı kestim. İnsanları gerçekten anlamak zordu. Üst düzey güvenlikle korunan bir binaydı ama havalandırma delikleri kimsenin tehlike olarak gördüğü bir ayrıntı olmamıştı. Ya aptallardı ya da fazla egoistler... Eriyen kısımlar soğuduğunda ellerimi deliğin iki yanına yaslayıp içeriye atladım. Oda beyaz ışıkla aydınlatılmıştı. Bu kez taşlar ve mücevherler fanuslarla kapatılmamış, açık bir halde duruyordu. Sergi değil de müzayede olduğu için bu kadar rahat davranmışlardı sanırım. Başta odanın renginin değişmesini alarm sesi duymayı falan bekledim ana hiçbiri olmadı. Bu kadar kolay mı olacaktı yani? Başım iki yana sallandı. Hızla masaların üzerinde duran taşları ve elmasları çantanın içine doldurdum. Bir an, kısa bir an bunun bu kadar kolay olması bana; acaba kandırıldık mı, bu bir tuzak mı, yoksa buradaki her şey sahte mi gibi şeyler düşündürtse de hâlâ odaya gelen çıkan yoktu. Gece'den de herhangi bir uyarı gelmemişti. Lazım olmadıkça konuştuğunda ne kadar sinirlendiğimi bildiği için sadece gerektiğinde konuşurdu görev sırasında. Tabi bazen dozu kaçırıyor ya da bu ayrıntıyı atladığı oluyordu. Son taşı da çantaya attıktan sonra çantanın fermuarını kapattım ve kapıya yöneldim. Kulaklık hâlâ açıktı ve Damla'yı duyabiliyordum. Oyununa devam ediyordu. Onun için zaman yaratmalı ve kaçmasına yardım etmeliydim. Adam Damla'yı aşağıya kadar taşımaktan bahsediyordu. Bu kadar saflar mıydı gerçekten yoksa iyilik meleği miydiler? Her neyse nelerdi. Bu saflıkları bizim işimize geliyordu. Kapının yanına geldiğimde kapının kenarındaki şifreli kutucuğu gördüm. Kapıdaki düzenek dışarıdan kilitlenecek şekildeydi. İçeriden kilitlenmiyordu. Ya da kilitleniyordu da adam en son çıkarken kilitlemeyi unutmuştu. Hangisinin daha olası olduğunu bilmiyordum ama ilgilendiğim de söylenemezdi. Sonuç olarak kapı şu an açılabiliyordu öyle değil mi? Kapının şifre kutucuğunun üzerindeki büyük yeşil düğmeye bastığımda kapı tıslayarak açıldı önce. Aynı tuşa yeniden bastığımda da kapı kapanmaya başlamıştı. Adamların dikkatlerini çektiğimde yavaşça kapıdan uzaklaştım ama kapı ile aynı hizadaydım. Adamları içeriye çekmem Damla'ya yeterli vakti kazandırırdı. Güvenliklerden biri kapı kapanmadan aralığından içeri sızdığında çevikliğinden etkilenmedim desem yalan olurdu. Eli doğrudan belindeki silaha gitmiş ve bana doğrultmuştu. "Ellerini kaldır!" Klasik her silah doğrultan adamın dudaklarından ilk çıkan şey neden bu oluyordu ki? Çok klişeydi bir kere. Daha orijinal bir şey bulmalılardı. Korumanın gözlerinin içine baka baka ellerimden birini havaya kaldırırken diğerini belimdeki silaha götürdüm ve seri bir şekilde yerinden çıkarıp korumaya doğrulttum. Öyle hızlı hareket etmiştim ki karşımdaki adamın buna yetişemediğini anladım. Bu sırada diğeri de içeriye girmişti. Kapı bir kez daha kapanmak için hareketlendiğinde ilk gelen koruma gözlerini benden ayırmadan "Aşağıya haber verdin mi?" diye sordu. Sonradan gelen sadece başını sallayarak onayladı. Yalan söylüyordu. O kadar çok panik olmuştu ki bunu unutmuştu. Bu yüzden eli çaktırmadan telefonuna gitmişti. "Kaçacak yerin yok o yüzden indir silahını." Bu sırada Gece'nin sesi de kulaklıktan geldi. "Aşağıya haber gittiği falan yok henüz. Damla tuvalette işi bitmek üzere. Çabuk adamların işini bitir ve çık oradan." "Canını yakmadan önce at silahını ve teslim ol!" Başım hafifçe sağ omzuma doğru düştü ve silahlı elimi yavaşça havaya kaldırdım. Hareketim adamları biraz rahatlatmış gibiydi, silahı bırakacağımdan eminlerdi. Silahı başımın hizasına kaldırdığımda nefesimin sesi kulaklarımda uğuldadı. Zaman aktığı doğrunun içinde yavaşlamıştı sanki. Silah yavaşça parmaklarımın arasından kayarken ani bir hareketle eğilip yere düşmeden havada yakaladım ve nişan bile almadan arka arkaya adamlara sıktım. Adamların ikisi de devrilirken gururla eserlerime baktım. "Huh! Bunu hep yapmak istemiştim." Sesli olarak söylediğim bu cümleden sonra dudaklarımdan bir kıkırtı çıktı. Adamların ölmediklerini, uzun bir uykuya yattıklarını bilmek beni rahatlatan büyük bir etkendi. Adamları arkamda bıraktım ve yeniden sıçrayıp havalandırmanın kenarlarına tutunup kendimi yukarı çektim. "Mükemmel zamanlama... Yangın kontrol altına alındı ve korumalar yeniden eski yerlerine dönüyorlar. Eğer birkaç dakika daha oyalansaydınız muhtemelen şu an yakalanmış olurdunuz. Çünkü birkaçı doğrudan o odaya gelecekti." Gece'nin sözleri ile dudaklarım kıvrıldı. Havalandırma boşluğunun içinde hızla ilerlerken "Eee!" diye mırıldandım. "İşin içinde ben varım tabi ki mükemmel olacak." Sözlerim Gece'yi de Damla'yı da güldürmüştü. Çok geçmeden Damlanın yanına geldim. O önde ben arkada devam ettik yolumuza. Girdiğimiz yerden geri çıkıp yan yana duran iki başlığa ikimiz de bellerimizdeki kancaları geçirdik ve başlıkların üzerindeki kapağı yavaşça çevirdik. Kapak açıldığında kancayı taktığımız kısım başlıktan ayrıldı ve bağlı olduğu ince halat uzamaya, bizi aşağı indirmeye başladı. Yan yana seri bir şekilde inerken Damla'ya takıldım biraz. "Hamilelik yakışmıştı. Bence hemen birini bul çocuk yap." Yanakları kızaran arkadaşım, "Off İzel." diye sitem etti. Damla bu konularda son derece utangaç biriydi. Dışarıya bunu belli etmese bile kapalı kapılar ardında biz bizeyken konusu açıldığında bile bizi susturur, bir güzel de paylardı. "Ne?" diye sordum gülerek. Somurtkan bir yüze oturmuş sert bakışlarla karşılık verdi ve "Kapa çeneni, git sen çocuk yap." dedi. Cıkladım. "Çocuk yapmam. Seks yaparım ama..." Omzuma vurduğunda artık iyiden iyiye gülüyordum. Garipti en son ki görevimde bir binanın çatısından atlarken üzerime kurşun yağıyordu. Şimdi yine bir görevdeydik ve asla bir sorun yaşamadan bitirmiştik. Birbirimizle alay edip eğleniyorduk bile. Hiçbirimiz yaptığımız bu şeyden memnun değildik. Bundan nefret ediyorduk ama yapmaya mecbur olduğumuzun da farkındaydık. Riskleri çoktu, tehlikeliydi, yasaktı... Ama elimiz kolumuz da bağlıydı. Bizim avuçlarımızda doğduğumuz anda biraz bile şans varsa bile, Kahraman Hancı o şansı bizden söküp almıştı. Kurbandık hepimiz... Birer kuklaydık. Gün gelir de özgür kalır mıydık bilmeden, özgürlüğün hayali ile yaşıyorduk... |
0% |