@saniyesolak
|
SELLAM💖 OY VERMEYİ VE YORUM YAPMAYI UNUTMAYIN❤️ KEYİFLİ OKUMALAR DİLİYORUM❤️ 🎭💎 İZEL İZEM HANCI’DAN: Hisler... Bizi biz yapan en önemli olgudur hislerimiz. Yere düşeriz ve kanayan dizlerimizle birlikte acıyı hissederiz. Karanlık bir odadayızdır ve içgüdüsel olarak korkuyu hissederiz. Birisiyle sevişir tutkuyu ve şehveti hissederiz. Sevdiğimiz birinin yanındaysak huzuru ve mutluluğu, o kişiden ayrıysak da özlemi hissederiz. Hislerimizdir bizi güçlü kılan; hissettiğimiz kadar varız. Ve yine hislerimiz bizi zayıflatır; ne kadar yoğun hissedersek o kadar kolay yok oluruz. Ben İzel İzem Hancı... Bazı hislerim var; o kadar yoğunlar ki bazen o yoğunluğun beni öldüreceğini düşünüyorum. Ve yine bazı hislerim var ama aslında yok gibi... Elimi oraya uzattığımda tuttuğum tek şey koca bir hiç. Bu iki denge arasında ben neyim? Güçlü müyüm yoksa zayıf mı? Var mıyım yoksa çoktan yok mu oldum? Yoksa hiçbiri miyim? Ben araf mıyım? İçimde öyle büyük bir fırtına var ki toz üstünde toz bırakmıyor, önüne çıkan her şeyi beraberinde alıp götürüyor. Geride bıraktığı hasar büyük. Dört yaşım elinde, babalar gününde çizdiği o resimle o fırtınanın ortasında dikiliyor, yanağında beş parmağın izi duruyor, gözlerinin feri gitmiş ölü gibi bakıyor bana. Altı yaşım hemen birkaç adım gerisinde, saçlarını toplamış gözleri yaşlı bir şekilde boşluğa sarılıyor. Aslında boşluğa sarılmadığını biliyorum. O aslında anneme sarılıyor. Kollarında annem var ve onun kokusunu derin derin soluyabiliyor. Kollarındaki annemi göremesem de hissediyorum. Orada tüm acısına rağmen kızına merhem olmaya çalışıyor, o sarıp sarmaladığı kızının kendisini mahvedeceğini bilmeden. O iki yaşım da fırtınadan hiç etkilenmiyorlar. Anılar etrafta uçuşup oraya buraya çarpıyor ama tek bir toz tanesi bile onlara dokunmuyor. Onlar masumlar çünkü... Günahsızlar... Ama on yedi yaşım... Altı yaşımın hemen birkaç adım ilerisinde. Üzerinde simsiyah bir elbise var yere kadar uzanan. Omuzları çökmüş saçları darmadağınık. Gözleri ağlamaktan kıpkırmızı ve şişmiş. Omuzlarını çöktüren, onu bu kadar ağlatan neden suçluluk. En büyük günahını o yaşında işledi. Yüzü gözü kan içinde. Ona çarpan her anıda daha fazla sendeliyor ama düşmüyor. Düşmeye hakkı yok. Yalvararak bakan gözlerinde pişmanlık var. Af diliyor on sekizimden, on dokuzumdan ve yirmimden. Ama hiçbirimiz onu affetmeyeceğiz. O hep suçluluğunun ve pişmanlığının altında ezilecek. O fırtına en çok o yaşımı etkiliyor çünkü annemin sebebi o yaşım. Özlüyorum... Özlem tıpkı bir kanserli hücre gibi kalbime yerleşiyor ve oradan da hızla tüm bedenime yayılıyor. İlk ulaştığı yer ruhum. Tüm acıları omuzladığı halde dimdik durabilen ruhum, şimdi bu özlemin altında eziliyor. Kurtarmıyorum çünkü özlem tüm sinir uçlarımı felç etmiş durumda ve ben hareket edemiyorum. Sadece bir dakika... Bir dakikacık onu görebilsem, kokusunu soluyabilsem her şey geçecek gibi. Bunun için sadece bir dakikaya bile razıyım. Yeter ki göreyim, kokusunu kaynağından soluyayım. Gözlerim ortadaki sehpanın pürüzsüz cam yüzeyine odaklıyken görüşüm yavaşça bulanıklaştı. Gözlerimdeki karıncalanmayı hissettiğimde gözlerimin dolduğunu anladım. Ağlamak... Benim için hem çok kolay hem çok zordu. Bazen düşüncelerimde gezinirken gözlerim dolabiliyor, çocuk gibi hıçkırarak ağladığım oluyordu. Bazense, acıların en ağırını göğüslerken bile çenem titremiyor, dahası gülebiliyordum. Hiçbir zaman sebepsiz ağlayan birisi olmamıştım. Göz yaşlarım çoğunlukla annem için akardı. Şimdi olduğu gibi... Gözlerimi kırpıştırdım ve gelen göz yaşlarını geri gönderdim. Bakışlarımı sehpadan ayırıp karşı koltuğumda oturan Gece'ye çevirdim. Kucağında içi mücevherlerle dolu çantam vardı ve içindekileri gerçek mi değil mi diye kontrol ediyordu büyük bir dikkatle. Eve geleli neredeyse bir saat olmuştu. Damla ve ben üzerimizi değiştirmiş duş almıştık. Şimdi Damla mutfaktaydı yiyecek bir şeyler hazırlıyordu. Bunu aklını meşgul etmek için yaptığını bildiğimden yardım etmek yerine Gece'nin yanında oturuyordum. Suçluluk duyuyordu, her zaman duyardı. Şu an benim de o duyguyu hissetmem gerekiyordu ama özlemim öyle yoğundu, benliğimi öyle bir sarmıştı ki, suçluluk özlemin kabuğunu kırıp bana ulaşamıyordu. Kuruyan dudaklarımı ıslatıp yutkundum. Bu düşünceden uzaklaşmazsam şu an ağlayacağımın farkındaydım. Ağlamak bana hiçbir şey kazandırmayacaktı. Babamın annemi görmeme izin vermeyeceğine adım kadar emindim. İçimdeki küçücük bir yanım belki diyordu. Belki bu kez verir. Sen onu memnun ettin, belki bunu karşılıksız bırakmaz ve bize annemizi gösterir. O küçücük yanıma burukça gülümsedim. Ona inanmayı o kadar çok istiyordum ki... Bu umut beni içten içe yiyip bitiriyordu. Benim uslanmaz kalbim umut etmeyi ne zaman bırakacaktı? Gece'nin hareketlerine odaklandım düşüncelerimin karanlık sisinden uzaklaşmak için. Büyük bir dikkatle elindeki mercek ile çantadaki takıları tek tek inceliyor, üzerindeki numaraları kontrol ediyordu. Ardından da metalin üzerindeki elmasları dudağına yaklaştırıyor ve nefesini veriyordu. Bu elmasların gerçek mi sahte mi olduğunu söylüyordu ona. Sahte taşlar ya da cam parçaları buğulanır ve buğusunun dağılması beş saniyeden uzun sürerdi. Ama elmaslarda durum bundan farklıydı. Gerçek bir elmas buğulanmaz, buğulansa bile anında dağılırdı. Şimdiye kadarki en kolay iş olduğunu söyleyebilirdim. Bundan yola çıkarak oyunun içinde oyuna geldiğimizi düşünüyordum, yani mücevherlerin sahte olduğunu... Ama Gece'nin mimiklerine oturan memnuniyet bana bunun tersini söylüyordu. Taşların da o taşları taşıyan metallerin de hepsi gerçekti... Onun yüzünü izlerken gözlerim hafifçe kısıldı. Aklımdan geçeni ona söylesem bana bu konuda yardımcı olur muydu? Gece çok değişken bir adamdı. Sağı solu pek belli olmaz, bir anı diğerini tutmazdı. Bazen normalde delireceği bir konuyu çok sakin karşılar bazen de çok basit bir olayı büyütür büyütür ve patlardı. Zor bir adamdı, çok zor... Korkuyordum... Sorduğumda alacağım yanıtlardan korkuyordum. Kendi içimde cevabının olumsuz olacağını biliyordum ama bunu onun sesinden duymak, kabuk tutan tüm yaralarımın kabuklarının soyulmasına ve yeniden kanamalarına yol açardı. Üstelik bu kez o yaraları saran kimse de olmazdı. Benim artık gücüm yetmiyordu kendi yaralarımı sarmaya... Bundandı ördüğüm duvarlarımın dışına yansıttığım soğuk yüzüm ve suratsız ifadem. O duvarları geçebilen kimse yoktu. O duvarların ardında benim gerçeklerim vardı. Öğrenildiği anda benden nefret edecekleri gerçeklerim... Yapayalnızdım o duvarların ardında. Damla omuzlarıma sarılıyor ve bana yalnız olmadığımı hissettirmeye çalışıyordu ama yetmiyordu. O kadar çok bana karışmıştı ki artık birdik, tektik. Her anıma şahit olmuş, her acımı benimle paylaşmıştı. Artık o da en az benim kadar acılarıma bulanmış, yok olmanın eşiğine gelmişti. Ve Gece... O duvarlarımın ne içindeydi ne de dışında. Tepede oturuyor öylece beni izliyordu. Bazen üzerime yağan acıların önüne geriyordu bedenini, acılar bana ulaşamadan ona çarpıyordu, bazen de ben acılar içinde kıvranırken dudağında tehlikeli bir kıvrımla beni izliyor, acıma acı katıyordu. Gözlerinde layığını buldun der gibi bir ifade oluyordu o zamanlarda. Dudaklarımdan çıkan her bir çığlık onu tatmin ediyordu sanki. İşte tam olarak bu yüzden aklımdan geçenleri ona sormaktan çekiniyordum. O ne içerideydi ne dışarıda, beni hem anlıyor hem de anlamıyordu. Şimdi sorsam seninle uğraşamam diyerek beni dağıtabilirdi. Ya da en azından deneyerek acıyan yerlerimi sarabilirdi. Söylesene abi, oradaki yardımına muhtaç küçük kızın acısına son vermek istemez misin? Onun son umudu sensin, o umudu dallandırıp budaklandırsan çok güzel olmaz mı? O küçük kız o umudun gölgesinde soluklansa sonra uzansan saçlarını okşasan... Sonuca ulaşamasan da olur, en azından denesen olmaz mı abi? "Söyle İzel ne istiyorsun?" Gece'nin sesi beni düşüncelerimin avuçlarından çekip çıkardığında, öylece Gece'nin yüzüne daldığımı fark ettim. Haliyle o da anlamıştı bir derdimin olduğunu. Dilimin ucuna gelen binlerce kelime vardı aynı anlamları taşıyan. "Gece ben annemi özledim." "Gece anneme çok ihtiyacım var." "Gece babamla benim için konuşabilir misin? Annemin yanına gitmeme izin versin." "Gece onu bir tek sen ikna edebilirsin." Dilimi yakan cümleler bunlardı da dilim onları dışarıya dökmeyi bir türlü beceremedi. Tek kaşımı sakince yukarıya kaldırdım ve hafifçe omuz silkip düşüncelerimden millerce uzak olan bir soru sordum. "Bu görev fazla kolay olmadı mı?" Başını kaldırmadan, gözlerini elindeki işten bir an olsun ayırmadan alaylı bir sesle 'hıh' dedi güler gibi. Dudağının sağ köşesi de sesine eşlik eden bir alayla kıvrılmıştı. "Kolay mı?" diye sordu çantanın içinde başka bir takı çıkarırken. Merceği gözüne yaklaştırıp kolyeyi de merceğe doğru yaklaştırdı ve bir gözünü kapatıp incelemeye başladı. "O lanet olası binanın yirminci metresinden aşağı düşmek üzere olan birisi için çok rahat söyledin bunu." dedi gayet normal bir şeyden bahsediyormuş gibiydi. Kısılan bakışlarım eşliğinde kollarımı göğsümde bağladım ve sırtımı koltuğa yaslayıp bacak bacak üstüne attım. O an bunu fark etmediğini düşünmüştüm oysaki. "Fark ettin demek?" Merceği gözünden ayırdı. Bana bakmadan elması dudaklarına yaklaştırıp nefesini vererek buğulandırdı. O kolyenin de tamamen gerçek olduğunu teyit ettikten sonra elini çantanın içine daldırdı ve kocaman bir taş ile süslenmiş ihtişamlı yüzüğü çantadan çıkardı. Bana bakmamaya yemin etmiş gibiydi. Neden bana bakmıyordu? Bu hiç Gece’nin yapacağı bir hareket değildi. O konuşurken insanın gözlerinin içine bakardı gözlerindeki ifadeleri avlayabilmek için. Bakışları ile üstünlük kurmak en sevdiği şeydi çünkü bakışlarında bu etki vardı. O size bakarken bir anlığına da olsa kendinizi o an dünyadaki en önemsiz şey gibi hissederdiniz. Yerdeki bir taş parçası kadar bile değeriniz yokmuş gibi. Ama şimdi bir an olsun dönüp bakmıyordu bana. İfadeleri duygularını da sırtlanıp gözlerini terk etmişti. Bu yüzden şu an gördüğüm tek şey işine odaklanmış bir Gece Hancı'ydı. Ama bundan daha fazlası olduğunu biliyordum. Ters giden bir şeyler olduğunu hissediyordum. Elindeki yüzüğü incelerken, "Ben her şeyin her zaman farkındayımdır İzel." diye mırıldandı ve ardından devam etti. "Sen sormadan söyleyeyim. Evet bugün işiniz çok kolaydı çünkü korumaların yarısı baban tarafından parayla tutulmuştu. Yangını çıkardığın anda babanın tuttuğu korumalar yukarıda kalırken diğerleri aşağıya indi. Bu yüzden işiniz bu kadar kolay oldu. Ve evet bunu size söylemedik çünkü rahatlayıp profesyonelliğinizi kaybetmemeniz gerekiyordu." Söylediklerini algılamak için kendime biraz zaman tanıdım. Babam bizim işimizi mi kolaylaştırmaya çalışmıştı yani? Bunun düşüncesi kaşlarımı çatmama neden oldu. "Babam neden böyle bir şey yaptı?" Gece inatla bana bakmazken bir süre sessiz kaldı. Ne demesi gerektiğini düşünüyor olmalıydı. Tüm dikkati elindeki yüzükteyken aslında yüzük ile işi çoktan bitmişti. Ve çantanın içindeki takılar da bitmişti. Yani artık kaçacak bir yeri kalmamıştı ama o bana bakmamak için oyalanmaya devam ediyordu. Sessizliği sürerken "Gece!" diyerek ona seslendim. Elindeki yüzüğü sakince diğerlerinin yanına bıraktı ve yine bana bakmadan oturduğu koltuktan kalktı. Salonun bir köşesinde duran ve üzeri farklı farklı içkilerle dolu olan masaya doğru ilerledi. Bakışları masanın üzerinde gezindi kısa bir süre sonra gözü bir şişede durdu. Elini uzatıp şişeyi eline aldığında, aldığı şişenin bir gin şişesi olduğunu gördüm. Bakışları yine masada dolandı ama sonra umursamazca omuz silkip gin şişesinin kapağını açtı ve şişeyi dudaklarına dayayıp içmeye başladı. Tanrı aşkına, sorduğum soru zor bir soru değildi, neden böyle kaçıyordu cevap vermekten. Oturduğum yerden kalkıp ona doğru bir adım attığımda sonunda şişeyi dudaklarından uzaklaştırdı. O yoğun tada rağmen soluksuz içip şişeyi yarılamıştı. Adımlarım yavaşça ona doğru ilerlerken aramızda on adım kala durdum. Başım hafifçe yan yatmış bir şekilde ona bakmaya, bir cevap beklemeye devam ettim. Sonunda daha fazla kaçamayacağını anlamış olacak ki omzunun üzerinden bana baktı ve "Adamların hepsi fazla profesyoneldi. İşi batırmanızdan korktu." dedi. O an sıkıntısının nedeninin sorduğum bu soru olmadığını anladım. Başka bir şey vardı onun canını sıkan. Bir an sormak istedim neler olduğunu ama bir şey bana engel oldu. İçimden kopan bir ses... Sorma dedi bende onu dinlemeyi seçtim. Ben sormayacaktım o anlatacaktı. Zaten cesaretimi toplayıp sorsam soracağım soru onun canını sıkan şey olmazdı. Annemi sorardım. "Tamam... Ama en azından haber verebilirdin bize. Orda düşebilirdin Gece, ölebilirdim, sakatlanabilirdim. Madem adamlar bize zorluk çıkarmayacaktı, bir kez olsun profesyonel olmayıp işin kolay yolunu seçebilirdik." İlk kez bir görev bu kadar kolay geçmişti ama aynı zamanda ben ilk kez bir görevde böyle bir sorun yaşamıştım. Üzerime yağan kurşunların bile beni bu kadar etkilediğini hatırlamıyordum. O an kayan parmaklarımı ve sallanışımı hatırladıkça bir ürperti tenimi sarıyordu. Ve şimdi öğreniyordun ki aslında isteseler hiç öyle bir şey yaşanmamış olabilirdi. "Bunun diğer işlerden farklı olduğunu düşünmenizi istemedik. Sen orada dikkatsiz davrandın. Normalde asla yapmayacağın bir hataydı ama yaptın çünkü aklın başka bir yerdeydi. Senin dikkatsizliğin işleri berbat etmediğin sürece sadece seni bağlar İzel." Sözleri yüzüme tokat gibi çarparken bir an söylediklerine inanamadım. Bunu gerçekten bana mı söylüyordu. O gün babam buradayken yaptığımız antrenmandaki söyledikleri geldi aklıma. "İzel... Anlaşmayı siktir et. Kendine zarar verecek bir şey yapma, kendini sakatlama bana yeter. Eğer olmazsa ben babana verecek bir cevap bulurum. Sen sadece iyi ol tamam mı?" Kırgınlık... İstemeden de olsa kalbime işledi. Hangi sözleri gerçekti hangi sözler sahte? İşte bahsettiğim tam olarak buydu. Bazen bana kıyamayan bir adam oluyordu bazen de beni bizzat parçalayan o adama dönüşüyordu. "Neden?" diye sordum kırgınlığımı saklama gereği duymadan. İnceldiği yerden kopsun diyebileceğim bir ipim yoktu hepsi paramparça olmuş durumdaydı. "Sence neden dikkatsizdim Gece, sence benim aklım neredeydi?" Kırgınlığımı gördü... Kırgınlığımı hissetti. Düşüncelerimi saklamadım o gözlerimden gördü... Ağzının içinde bir küfür yuvarlandı ve bedenini tamamen bana döndü. "İzel..." diye mırıldandı, hayır neredeyse fısıldadı. "Canım yanıyor Gece. Onu görmem gerek yoksa ölecekmiş gibi hissediyorum. Kokusuna ihtiyacım var. Gece benim anneme çok ihtiyacım var." Gözlerim yine doldu. Bana doğru bir adım atmak istedi ama yapamadı. Yosun tutmuş denizlerine suçluluk yayıldı ve sularını bulandırdı. Dudaklarını bir şey söylemek istiyormuş gibi araladı ama her ne söyleyecekse bundan vazgeçti. Ondan gelecek en ufacık bir yeşil ışığa ihtiyacım vardı. Annemi görmemi sağlayacağını söylemesine... Muhtemelen bunu da gördü gözlerimde ama susmaya devam etti. Ona doğru bir adım daha attım. Bu adımımla birlikte tüm duvarlarım da yıkılmaya başladı ve gözlerimden bir damla yaş yanağıma kaydı. Onun yosun tutan denizler o yaşı takip etti. Kolay kolay onun gözlerinin önünde ağlamazdım bunu biliyordu. Şimdi ağlıyordum ama o yine hiçbir şey söylemiyordu. Dağılıyordum görmüyor muydu? Onun dudaklarından dökülecek en ufak bir teselli sözcüğüne ihtiyacım vardı bunu anlayamıyor muydu? Ben annem olmadan yaşayamazdım bunu bilmiyor muydu? "Gece..." Sesim titrekti, yalvaran bir tondaydı... Kalbimdeki sızılar sesime bulaşmıştı. Sesim onun kalbine batmıyor muydu? Onun kalbi bu halime sızlamıyor muydu? Sızlasın istedim. Bir kez olsun benim için yansın ve bunu bana göstersin istedim. Yalnız yanmak istemiyordum artık. Sadece sustu... Gözlerimden süzülen yaşları izledi ve sustu. Dudaklarımı birbirine sürttüğümde gözyaşlarımın tuzlu tadı damağımı yaktı. "Lütfen Gece..." Ne demek istediğimi anladığını biliyordum. O hep anlıyordu zaten. Anlıyordu ama anlamazdan geliyordu. Anlıyordu ama umursamıyordu. Anlıyordu ama yapacak hiçbir şeyi olmuyordu da bazen. Şimdi hangisini tercih ediyordu peki? Umursamamazlık yapmazdı değil mi? Bu kadar yandığımı görürken umurunda olurdum değil mi? Bu kadar da yok saymazdı beni... Değil mi? Omuzları çöktü, ifadesizliği silindi. O an umurunda olduğunu anladım. Bu ağlasam bile dudaklarıma bir tebessümün oturmasına neden oldu. Görmezden gelmiyordu beni, yok saymıyordu acımı... İfadelerine oturan acıyı gördüğümde aslında en başından beri sorun ettiği şeyin de bu olduğunu anladım. Gözlerini benden kaçırmasının nedeni buydu. Ona bu konuyu açmamı istemiyordu bu yüzden yüzüme bakmamıştı. Sanki yüzüme bakmazsa aklıma bu konu gelmezmiş gibi. Üzgünüm Gece ama bu benim vücudumu saran kanserli hücrem. Hiçbir zaman unutamam ya da yok sayamam onu. O beni içten içe tüketirken, canımı yakıp beni acılar içinde kıvrandırırken unutamam..., "Üzgünüm İzel..." Başını iki yana sallayarak söylediği bu iki kelime, bildiğim halde canımı daha fazla yaktı. Bundan daha fazla yanması mümkün değil dediğim anda daha fazla yanıyordu canım. Acıya alışmış olmam gerekmez miydi oysaki. Geçmişimin her anında farklı bir acı yatıyordu. Benim artık acıyı hissetmemem gerekmiyor muydu? O zaman neden bu kadar çok yanıyordum? "Neden üzgünsün Gece?" Canımın yanmasından şikâyet ettiğim halde daha çok yakmak için mi kurdum ben bu cümleyi bilmiyorum ama içimdeki umudun kuruması için net bir yanıta ihtiyacım vardı. Aldığım o yanıt belki de gözyaşlarımın yollarını kuruturdu ve onlar da bir daha akmazlardı. Kendimi şu an yirmi yaşında değil de dört yaşında gibi hissediyordum. Ne acı, yirmi yaşım da acı çekiyordu dört yaşımda... Hangi yaşıma dönersem döneyim beni bekleyen şey acıydı. Ben bu kadarını nasıl kaldırabilirdim ki? "Baban annenle görüşmene kesinlikle izin vermedi... Biliyordum İzel, anneni görmek isteyeceğini biliyordum bu yüzden bunu sordum babana. Özür dilerim." Kelimeler Gece'nin dudaklarından dökülüp bana ulaşana kadar birer kurşuna dönüşüyor kalbime saplanıyorlardı. Çenem titrerken bulanıklaşan bakışlarımda nasıl bir ifade gördü bilmiyorum ama büyük ve hızlı adımlarla yanıma gelip beni kollarının arasına aldı ve göğsüne çekti. Kalan son direncim de bununla birlikte kırılırken alnımı göğsüne yasladım ve omuzlarım sarsıla sarsıla ağladım. Gece saçlarımı okşarken dudaklarından tek bir cümle dökülüyordu. "Özür dilerim." Benden özür dileyip duruyordu. Nedenini anlamadım. Sonra nefesini kulağımda hissettim ve cümlelerini... “Bunu şu an söylemezsem bir daha söyleyemem İzel. Ve o zaman geldiğinde bu seni daha çok yıkar. Özür dilerim meleğim. Ben babana kızlar annelerini özledi dedim. Onu görmeye ihtiyaçları var dedim. Böyle yapacağını bilseydim yemin ederim dudaklarımı diker yine de söylemezdim İzel, özür dilerim." Kulağıma ulaşan kelimeler zihnimin içinde şekil bulduğunda kaşlarım çatıldı ve derin bir nefes verip ağlamamı durdurmaya çalıştım. Alnımı Gece'nin göğsünden kaldırıp ona alttan alttan bakmaya başladığımda, başını eğmiş bir vaziyette o da bana bakıyordu. Hâlâ kollarının arasındaydım, hâlâ bana sarılıyordu ama gözlerindeki ifadeler... Suçluluk ve pişmanlık... Gece Hancı ilk kez benim için yanarken bunu bana göstermekten çekinmiyordu. Korktum... Kuracağı cümlelerden öyle çok korktum ki kurmasın istedim. Biraz önce susuyordu yine sussun... Bakışları o kadar ağır geldi ki çeksin istedim o gözlerini benden. Biraz önce inatla bakmıyordu ya yine bakmasın. Bakışlarını çekmedi, gözlerimin en içine baktı. Hayır bunu üstünlük kurmaya çalışmak için yapmadı, yangınını bana göstermek için yaptı. Dudaklarından dökülen özürler yetmedi o gözleriyle de özür diledi benden. Burnumu çektim ve her ne kadar korksam da kaçışımın olmadığını bildiğim için dudaklarımı ıslatıp sordum. "Babam ne söyledi Gece?" Sesim öylesine güçsüz öylesine kısık çıktı ki, duymamış olsa yadırgamazdım ama o duydu. Gözlerini kapattı sıkıca ve derin derin soludu. Yüzüme akan nefesinden içindeki yangının isini soludum. Birkaç saniyeyi de bu şekilde feda ettik. Sözleri canımı yakacaktı, kendimi buna hazırlamam için bana zaman tanıyordu. Sonra konuştu... O konuştu ve ben her bir kelimesine ayrı bir yaşımı gömdüm. "Senin gitmene izin vermedi, sadece Damla'nın gitmesine izin verdi. O senin yerine de ziyaret edermiş." Sadece Damla'nın gitmesine izin verdi... Damla benim yerime de ziyaret edecek... Damla... Yine Damla... Ben değil Damla... Baba... Söylesene benimle ne zorun var? Bana bunu neden yapıyorsun? Benden neden bu kadar nefret ediyorsun? Ben artık bununla başa çıkamıyorum baba... Yapma yalvarırım yapma ben artık kaldıramıyorum. Öldür beni ama bana bunu yapma... Zaman şimdi de yorulmuş olmalı... Dönmüyor ki dünya, akmıyor hayat... İnsanların hepsi bulundukları anda zamana hapsolmuş durumdalar. Kulaklarımda ince bir çınlama var. Güm güm, güm güm, güm güm... Kalbimin atışları sanırım bu çınlamanın kaynağı. Kulaklarımda bir uğultu var. Aldığım ağır nefeslerin gürültüsü olsa gerek bu. Yanaklarımda eller hissediyorum, elmacık kemiğimden süzülen yaşlar tenimi yakıyor ve o eller o yaşları silerek tenimi soğutuyor. Kulaklarıma Gece'nin sesi ulaşıyor. "Özür dilerim." diyor sürekli. Birisi onu susturabilir mi? Beynim durma noktasında çünkü. Anlayamıyorum. Benim onun kızı... Onun kanını taşıyan benim. Neden her seferinde bana tercih ettiği kişi Damla oluyor? Ben ona ne yaptım? Üç yaşındaki halim ona ne yaptı? Biz ona ne yaptık? Hiçbir şey... O zaman o bana bunu neden yapıyor? Kulaklarıma bir ses daha ulaşıyor, camın kırılma sesi. Bir şey parçalara ayrılıyor ama dönüp bakamıyorum. Meğer insanlar sıkışmamış zamanın içine, tek sıkışan benmişim. Kimden yardım dileneyim ben şimdi? kim bana yardım edebilir ki? Her şeyi zaten kabullendim ben. Babam geceleri onun üzerini örttü onun saçlarını okşadı kabullendim. Ona hediyeler aldı, onun doğum günlerini kutladı kabullendim. Öz kızını kenara itti onu kucakladı ben yine kabullendim. Ben hep kabullendim. Yalnızlığıma, kimsesizliğime sarıldım içimdeki acıyı, yangını kimseye belli etmeden kendi yaralarımı sarıp sadece kabullendim. Ama bu... Bu çok ağır, çok yaralayıcı, çok yakıcı... Bu kadarı benim için bile çok fazla... "İzel bir şey söyle?" Gece'nin sesi kulaklarımdan içeriye dolduğunda bile hareket edemedim. Donup kalmıştım. Babamın bana olan nefretinin boyutu ile bir kez daha yüzleşmiştim. Yanıyordum... Donuyordum... Acıyordum... Kanıyordum... Dudaklarımdan içeriye titrek bir nefes çektiğimde, ciğerlerimdeki yanma nefes almayı bile unuttuğumu söyledi bana. Nefes almak doğuştan gelen bir eylemdir. Daha doğar doğmaz yaptığımız ilk şeydir nefes almak. İnsan hiç unutur mu bunu? Ben unuttum. Kahraman Hancı'nın bana yaptığı haksızlık öyle bir kesti ki nefesimi ben unuttum. "İzel gelmeyecekse ben de gitmem." Gözlerim sadece Gece'nin yüzündeyken ve buğulu bakışlarımla ona bakarken araya giren bu ses Damla'nın sesiydi. Geldiğini kırılan camdan anlamıştım zaten. Dönüp ona bakamadım. Bakamazdım. Şimdi ona bakarsan içimde onu suçlamaya başlardım ve bu suçlama nefrete dönüşürdü. Artık ruhlarımız birleşmişti, eğer nefret edersem ayrılırdı ruhlarımız ve ben bu acıyı kaldıramazdım. Damla da benim nefretim ile başa çıkamazdı, onu mahvederdi bu. Bu yüzden ona bakmadım, sadece Gece'ye baktım. Anlıyor muydu beni? Anlıyor muydu canımın ne kadar yandığımı. Bir şey söylemeliydi, acımı geçirecek bir şey söylemeliydi ben dayanamıyordum. "Hayır." dedi Gece. Bu yanıt Damla'yaydı. "Öyle bir şansın yok, eğer sen gitmezsen cezası İzel'e kesilecek. İzel Fransa'ya gidecek ama annesinin yanına değil. Hapishanesine." Eğer sen gitmezsen cezası İzel'e kesilecek. Zihnimde çınlayan cümle tam olarak buydu. Gece bu cümleleri söylerken ses tonu nasıl bir ifadeye bürünmüştü anlayamıyordum ama sözlerindeki anlamları iyi anlıyordum. Damla bir hata yaparsa bunun da cezasını İzel çekecek. Damla'ya kıyamam çünkü. Babamın düşünceleri bunlardan ibaret olmalıydı. Bana kıyabilirdi, kıyıyordu da ama Damla'ya kıyamazdı. O onun göz bebeğiydi değil mi? Ben değil, Damla... Gözlerimi kırpıştırdım art arda birkaç kez. Kırpıştırmamla göz yaşları arka arkaya indi yanaklarıma. Görüşüm netleştiğinde Gece'nin yüzünü gördüm. Yosun tutmuş denizlerindeki acıyı. Acımı almak ister gibi bana bakışını. Burukça gülümsedim ona. Bunu düşünmesi bile yeterdi benim için. Bu kadarıyla da yetinebilirdim. Göz yaşları sürekli gözlerimi doluyor, kirpiklerimi kırpıştırdığım anda yanaklarıma akıyordu. Boynuma kadar süzülüşünü hissediyordum. Geriye doğru bir adım attım. Yalnız kalmalıydım. Yalnız kalmalı ve kendimle yüzleşmeliydim. Yalnız kalmalı, daha çok ağlamalıydım. Yalnız kalmalı kendi canını yaka yaka bu acıya kendimi alıştırmalıydım. Sonra bir adım daha attım geriye doğru. Gece bana doğru gelmek için hareketlendiğinde elimi kaldırıp onu durdurdum. O an gözlerim titreyen parmaklarıma kaydı. Elim küçüldü küçüldü minicik oldu. Bulunduğumuz oda karardı ve benim hapishaneme dönüştü. Minicik avuçlarıma kapıyı yumrukladı, avazım çıktığı kadar bağırdım yetmedi yalvardım. "Baba çok karanlık, çok korkuyorum." "Baba..." "Baba burası çok soğuk..." "Çok acıktım..." "Çok susadım..." "Baba özür dilerim, söz veriyorum bir daha yapmayacağım." "Ama annem bana yıldızlı kurabiye yapmıştı..." Yaşım dört... Tek istediğim babamı mutlu etmek, onun beni sevmesini sağlamaktı. Damla'yı sevdiği gibi sevsin istemişti o küçücük kız. Sevgili dört yaşım. Yirmi yaşındayım ve hâlâ babamız Damla'yı seviyor. Bizden daha çok diyemiyorum çünkü o bizi hiç sevmiyor. Özür dilerim dört yaşım. Başaramadık... Oda aydınlandı... Ellerim büyüdü büyüdü ve artık bulunduğumuz andayım. Görüşüm hâlâ bulanıyor ve gözlerimi kırpıştırdığımda damlalar yanaklarıma akıyor. Gece'den uzaklaşmışım. Gece bana gelmek için delice bir arzu duyuyor, bana sarılmak ve acımı sırtlanmak. Ama onu durduran benim. Sonra bir şeye çarptım, bir bedene... O bedenin sahibi elini omzuma koydu. Burnuma dolan gül kokusu onun kim olduğunu söylüyor ama kim olduğunu anlamak için kokusuna ihtiyacım yok ki. Onun dokunuşuyla tenim sanki ateşe dokunmuşum gibi yandı ve ben kaçtım. Kendimi hızla geriye çekip en değerlilerimden birinden kaçtım. Bunun ağırlığı daha da canımı yaktığında yüz ifademi sabit tutamadım, çenem titredi, yüzüm gerildi. Onun yüzüne bakmadan yanından geçip dış kapıya ilerlerken derin bir nefesle omuzlarım sarsılarak ağlamaya başladım. Elimin tersini dudaklarıma bastırdım sesimi içine gömsün diye. Ardımdan seslenen sesler umurumda bile olmadı, kendimi hızla sokağa attım. Kalabalık olan bir yerde yaşamıyorduk, etraf sessizdi. Ne tarafa gittiğimi bile bilmeden koştum. Koşabildiğim en hızlı şekilde koştum. Ciğerlerim yandı durmadım koştum. Gözyaşlarım ne kadar akarsa aksın görüşüm bulanıklaştı durmadım koştum. Yetmedi ayaklarım birbirine takıldı yere düştüm. Dizlerim asfaltın pürüzlü yüzeyi yüzünden soyuldu avuçlarıma taşlar battı ben durmadım ayağa kalkıp yine koştum. Acının fiziksel boyutu da vardı biliyordum ama ruhum o kadar çok yanıyor, o kadar çok acıyordu ki fiziksel acıyı hissedemiyordum. Yolum kalabalık bir caddeye çıktığında beni kadrajına alan yüzler de umurumda olmadı. Tek istediğim artık canım yanmasındı. Durmadım yine koştum. Sonra yine düştüm. Bu kez kalkmak ilki kadar kolay olmadı. Dizlerimdeki ve avuçlarımdaki yaralar daha da çoğalırken yanına bir de çenem eklendi. İnsanların bakışları umurumda olmadı. Bir koku... Portakal çiçeği kokusu... Bakışlarımı donuklaştıran, sesimi kesen ifadesizliği yüzüme giydiren bu oldu. Portakal çiçeği kokusu... Annemin kokusu... Başımı kaldırıp kokunun kaynağını aradı gözlerim. Çenemden süzülen ıslaklık umurumda olmadı. Hemen sol tarafımda bir patiseri vardı ve koku oradan geliyordu. Yutkundum. Ellerimden destek alarak ayağa kalktım. Gözlerim hâlâ karıncalanıyor, göz yaşlarım gözlerime tırmanmak için can atıyordu ama ben hipnoz olmuş gibi kokuyu soluyup patiseriye bakıyordum. Çevredeki insanların bakışlarını üzerimde hissediyorken adımlarım benden habersiz patiseriye ilerledi. Cam kapısını iterek açtığımda kapının üzerindeki minik çanlar çınladı mekânın içinde. Ve tezgâhta duran bir kadının sevecen bakışları bana döndü. Beni gördüğü an bakışlarına endişenin koyu tonu damladı ve oturduğu sandalyeden kalkıp bana doğru ilerledi. "İyi misiniz?" diye sordu. Neden sorduğunu sorgulamadım. Altımda kısa bir şort vardı ve düştüğüm için tek hasar alan yer dizlerim olmamalıydı. Muhtemelen bacaklarım boydan boya az da olsa yara almıştı. Avuç içlerimdeki taşları hala hissedebiliyordum ve çenem. Kanıyordu, boynuma doğru süzülen sıcaklık bana bunu hissettiriyordu. Acı vardı, ama hissetmiyordum. O yaralar canımı yakmıyordu. Kalbim ağrıyordu, ruhum acıyordu. Kadının sorusunu es geçtim ve "Bu koku?" diye sordum. Sesim bir enkazı andırıyordu. Görüntümün de böyle olduğundan emindim. Kadının yüzüne bakarken, onun sözlerimden bir şey anlamadığını anladım. Hangi kokudan bahsettiğimi bilmiyordu. Açıkladım. "Portakal çiçeği kokusu... Nereden geliyor?" İhtiyacım vardı o kokuya. Annemden soluyamasam da bir şekilde o kokuyu içime çekmeliydim. Acım belki o zaman geçerdi. "Ah," diye mırıldandı kadın ve gözleri beni baştan aşağı süzerken "Portakallı kurabiyelerden geliyor olmalı." diye mırıldandı. Aklından benimle ilgili türlü teoriler ürettiğini de anladım yüzüne bakarken ama bu da umurumda olmadı. Gözlerim tezgâhı tarayıp o kurabiyeleri ararken kadın tezgâhın arkasına geçti ve "İşte bunlar." diye mırıldanıp bana kurabiyeleri gösterdi. Gördüğüm bana iyi gelmedi. Hayır berbat hissettim. Yıldız şeklinde portakallı kurabiyeler... Annemin yıldızlı kurabiyeleri... Neydi bu? Babamın yaptığı yetmiyordu şimdi de kader mi bana oyun oynuyordu? Öylece gözlerimi dikmiş kurabiyelere bakarken ellerim üzerimdeki sweatshirtün ön ceplerini yokladı, yanıma para almış olmayı diledim. Hayır sweatshirtün cepleri bomboştu. Ellerim şortuma doğru indiğinde arka cebindeki ağırlığı o zaman hissettim. Telefonum... Küçük bir çocuk gibi gülerken bir damla daha yaş aktı gözlerimden. Her zaman telefon kılıfımın arkasında nakit param olurdu. Hızla telefonu cebimden çıkarırken gözlerimi bir an olsun o kurabiyelerden ayırmıyordum. "Onlardan istiyorum." dedim kadına. Kadın başını sallayıp "Kaç tane?" diye sordu. Kaç tane... O an aklıma o kurabiyeleri koklayan herkesin anneme yakın olacağı hissi geldi. O şekli gören herkesin... Sanki o kurabiyeleri annem yapmıştı da ben onları hiç kimse ile paylaşmak istemiyormuşum gibi geldi. Bu his öyle güçlüydü ki karşı koyamadım ve "Hepsini istiyorum." diye mırıldandım. Aynı anda bir damla daha yaş aktı yanağımdan. Kadın şaşkınlıkla bana baksa da aynı anda yüzüne memnuniyet de oturdu. Hızla kurabiyeleri paketleyip bana uzattı. "Tepside otuz kurabiye vardı tanesi dört liradan yüz yirmi lira yapıyor ama siz yüz lira verseniz yeter. Toplu alım..." Kadın konuşmaya devam ederken telefonumun kılıfını çıkardım ve arkasında gördüğüm iki tane iki yüzlük banknotlardan birini ona uzatıp "Üstü kalsın." diye mırıldandım. Tezgâhın üzerinde duran poşeti aldığım gibi kadının bir şey söylemesini beklemeden çıktım patiseriden. Poşetin iki yanını tutup açtığımda ve burnuma yaklaştırdığımda buram buram portakal çiçeği koktu. Gözlerim kapandı ve burukça gülümsedim. Bu olmak zorunda değildi. Ben annemin kokusunu kurabiyelerde aramak zorunda değildim ama yapabileceğim hiçbir şeyim yoktu. Çaresizlik... O an hissettiğim tek duygu çaresizlikti. Kendi halime kendim acıdım. Göz yaşlarım hâlâ yanaklarımdaydı. Akşam vaktinin serin rüzgârı onları kurutuyor, uslanmak bilmeyen göz pınarlarım yerlerine yenilerini yolluyordu. İnsanların garip bakışlarını yine umursamadım. Bir şeyleri umursayabilecek durumda da değildim zaten. İsteyen istediğini düşünsün, gerçekleri bilmeyenlerin yargılaması kolay olur. İstedikleri kadar yargılasınlar benim gerçeğim belliyken onların ne düşündüğü ile ilgilenmiyorum. Poşeti burnumdan uzaklaştırdım ve taş parçaları ile zedelenmiş avuçlarımla yanaklarımı sildim. Tuzlu göz yaşlarım avuç içlerimi sızlattı hissedemedim. Tek hissettiğim özlem ve uğradığım haksızlıkların ağırlığıydı. Adımlarım biraz öncenin aksine sakince ilerledi bu kez. Etraf neden bu kadar kalabalıktı. Saat onu geçmiş olmalıydı. Bazı dükkanlar kapanmaya başlamıştı bile. Bu insanlar neden evlerine gitmiyorlardı? Yalnız kalmak istiyordum. Yalnız kalmak ve kendimle yüzleşmek... İçimi kanata kanata gerçeği kabullenmek istiyordum. İhtiyacım olan tek şey buydu. İnandırmadığım taktirde babamı arayacak ve ona yalvaracaktım. Bana izin vermesi için yalvaracaktım. Verir miydi ki? Yalvarmam onu tatmin ederdi. Çektiğim acı, göz yaşlarım onun hoşuna giderdi. Peki sonra bana izin verir miydi? O an elimdeki telefonuma kaydı gözlerim ve aklıma düştü o düşünce. "Kaybedecek neyim var? O zaten bilmiyor mu şu an ne halde olduğumu? Beni daha önce kerelerce bu hale kendisi getirmedi mi? Şimdi arasam ne kaybederim ki?" Umut... Umut insanı kurban eden o kanserli duyguydu. Buna inanıyordum. Öyle bir noktadaydı ki umut, kurtulmak istesen bile çözümü yoktu. Onu içinden söküp atamıyordun. O her geçen an seni daha da yok ederken sen öylece izliyordun. Karanlık bir ara sokağa girdim. Sokağın ortasında bir sokak lambası vardı. Lambadan yayılan sarı ışık sokağı tamamen aydınlatmasa da karanlığı yarıp aydınlığın da var olduğunu hatırlatıyordu. Aydınlık vardı değil mi? Her karanlığın sonunda bizi bekleyen bir aydınlık vardı değil mi? Buna inanmak istedim. Buna inanmaya ihtiyacım vardı. Bir şeylere tutunmazsam bu geceden sağ çıkamazdım. Sokak lambasının altına gitmedim. Işığının vurduğu ama hala karanlık sayılan bir köşeye kaldırıma oturdum. Portakallı kurabiyelerin olduğu poşeti kucağıma koydum ve telefonu elime alıp öylece kararan ekranına baktım. O an göz yaşlarımın durduğunu fark ettiğim andı. Küçücük bir umut gelmiş gözlerimden öpmüş, yanaklarımdaki yaşları silmiş ve gitmişti. Ağlamam durmuştu. Yutkundum, ellerimle göz yaşlarımın yanaklarımda kalan son kırıntılarını da sildim ve tüm cesaretimi toplayıp telefonun kilidini girdim. Rehberime girip babamın adını bulurken kalbimin en içinden geçen tek şey şuydu: "Lütfen baba, lütfen umudumu öldürme." Heyecandan ellerim titrerken bulduğum numaranın üzerine basıp düşünmeden aradım ve telefonu kulağıma yasladım. O an kalbim durdu, nefesim durdu, kanımın akışı bile durdu. Telefon çaldı çaldı çaldı. Tam umudumu kaybetmek üzereydim ki telefon açıldı ama yanıt gelmedi. Sadece dinledi. Gerginlikten kuruyan dudaklarımı dilimle ıslatıp "Baba." dedim. Titreyen sesimde feryatlar vardı. Duyuyor musun baba? Bu feryatlar sana... Acımasızlığına... "Lütfen..." dedim ama sesim fısıltıdan farksızdı. Derin bir nefesi daha içime hapsedip gücümün son kırıntısı ile konuştum. "Lütfen annemi görmeme izin ver." Sessizlik... Aldığım tek yanıt bu olurken cesaretimin ilk zinciri kırıldı. Umudun gözlerimdeki öpücüğünün etkisi gitti ve gözlerim yeniden doldu. Konuşmuyordu, telefonu da kapatmıyordu. Benden daha fazlasını istediğini anladım. Ona yalvarmamı istiyordu. Çaresizliğimi sonuna kadar görmek istiyordu. İstediğini verdim. Ucunda annem varsa gerekirse hiç düşünmeden canımı da verirdim. "Sana yalvarıyorum baba. İzin ver onu göreyim. Yalvarırım izin ver bana. Söz veriyorum hiç sözünden çıkmayacağım ne istersen sorgulamadan yapacağım. İstediğin o kızı sana vereceğim ama yalvarıyorum bana izin ver." Göz yaşlarım çoğaldıkça ağlamam da arttı. Kelimeler dudaklarımdan zorlukla çıkıyordu. Lütfen baba... Lütfen umudumu öldürme. Lütfen beni de o umudun yanına gömme baba. Bir kez olsun beni sevmesen bile en azından rol yap ve kendimi gözünde azıcık da olsa değerli hissedeyim baba. Kısa bir sessizliğin ardından sesini duydum. Üç kez cıkladı önce. Başını iki yana salladığını görmesem bile biliyordum. "Sevgili İzem..." diye girdi söze, söylediği isim ateş olup kalbime düştü. Tam o an bir göz yaşı daha kaydı yanağından çeneme doğru. "Çocuğum sen bunları ben izin versem de vermesem de yapmak zorundasın zaten." Kayıtsız sesi yaktığı ateşi söndürmek yerine daha da harladı. Yemin ederim şu an etlerimi lime lime doğrasalar bu kadar canım yanmazdı. "Baba lütf..." Nefesim yetmedi cümleye. Ağlamam öyle çok şiddetlenmişti ki aldığım nefesler bana yetmiyordu. Derin bir nefesi içime çekip yutkundum ve devam ettim. "Lütfen baba. Buna çok ihtiyacım var. Yalvarırım izin ver." Sert bir nefes sesi dolduğunda kulağıma onu kızdırdığımı anladım. Kızması iyi değildi. Onun kızması kıyameti getirirdi. Kendimi kastım ve ağlamamı durdurmaya çalıştım. Dişlerimi birbirine öyle sert bastırdım ki çenemdeki kaslarım sızladı. Nefes bile almadım ağlamam dursun diye. "Sen!" dedi sert bir sesle. Ses tonu beni ürküttü. "Hangi beni bu konu için arama cesaretini nereden buldun?" Kendimi tutamayıp burnumu çektiğimde "Kes ağlamayı." diye bağırdı ben yerimden sıçradım. Kalbim korkuyla kasıldı. "Damla gelecek ama sen gelmeyeceksin. Duydun mu beni İzem? Eğer bir aptallık yapıp gelmeye çalışırsan sonuçlarını biliyorsun değil mi çocuğum?" İlk cümlesini bağırarak söylemesinin aksine son cümlelerini o kadar sakin söylemişti ki, öyle kayıtsız öyle umursamazdı ki, sanki kendi kızını kendi elleriyle diri diri toprağa gömmemiş gibi. Dizlerime sardığım kolumu daha da sıktım ve tırnaklarımı bacağıma geçirirken acıya daha fazla dayanamadım ve bağırdım. "Neden?" İçimdeki her şeyi; tüm nefretimi, öfkemi, acımı ve yalnızlığımı ona kussam bunun cezası ağır olur muydu? Hangi ceza şu andan daha çok yakabilirdi ki canımı? Hangi ceza şu anda ruhumu ezen yükten daha ağır olabilirdi? "Neden bana bunu yapıyorsun? Neden beni hiç sevmiyorsun baba? Neden Damla'yı bu kadar severken benden bu kadar nefret ediyorsun? Neden her gece üzerini örttüğün, saçlarını okşadığın çocuk Damla oluyor? Neden benim annemi Damla görebiliyor da ben göremiyorum?" Devam edemedim. Daha söyleyeceğim çok şey vardı ama o kadar çok ağlıyordum ki konuşmakta zorlanıyordum. Göz yaşları çenemde açılan küçük yarayı bile yakmaya başlamıştı. Bir şeyler söylemesini bekledim. Acımı geçirsin istedim. Ama o acımı geçirmek bir yana dursun kanayan açık yaralarıma parmaklarını sokup o yaraları daha da deşti. Kan her yerdeydi. Ruhum kanıyordu... "Bu sözlerinin bir cezası olmalıydı ama cahilliğine verip bu kez görmezden geliyorum. Beni bir kez daha tekrar ettirmek zorunda bırakma, bu kez cezası çok ağır olur. Damla gelecek sen gelmeyeceksin." Dıt... Dıt... Dıt... Telefonu yüzüme kapattı. Tam şu an ölmeyi diledim. Bu kadar sevgisizliği bu kadar nefreti ben nasıl kaldırabilirdim ki ruhum bu kadar yorgunken? Telefonu kulağımdan çekerken yüz ifadem donmuş bir haldeydi. Gözlerim ise asla durmadan yaşları son damlasına kadar tüketiyordu. Telefonun kararan ekranına öylece bakakaldım. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama sözlerinin etkisi, geçmiyordu. "O benim annem." diye fısıldadım telefonun ekranına doğru sanki babam beni duyabilirmiş gibi. "Damla'nın değil benim annem o." Telefonu tutan elimi de sardım bacaklarımın etrafına ve yüzümü dizlerime gömüp olduğum yerde küçücük kaldım. Göz yaşlarım zaten acıyan dizlerimi daha da yaktı. Hissetmedim. Eğer acıyı hissedebilseydim ruhumun acısını geçirmek için canımı çok daha fazla yakardım ama hissetmiyordum. Nasıl geçerdi ki bu acı? Ben yolunu bilmiyordum. Burnuma gelen koku bana cevabını vermişti aslında. Portakal çiçeği kokusu... Alt dudağım titrerken başımı kaldırdım dizlerimden ve kucağımda duran poşete baktım. Portakallı yıldız kurabiyeler... Yutkunmaya çalıştım ama boğazımdaki yumru gitmiyordu. Ellerim yavaşça poşeti açtığında koku yoğunlaştı. Gözümden akan göz yaşına rağmen gülümsedim. Gerçekten tıpkı annem gibi kokuyordu. Bu göz yaşlarımı daha da arttırırken elim kurabiyelere gitti ve birini aldım. Burnuma yaklaştırıp daha derinden kokladığımda gözlerim kapandı. Huzur... Bu normal miydi? Kokladığım bir kurabiyede huzuru bulmam normal miydi? Annem kokuyorsa normaldi. Bir ısırık aldım kurabiyeden. Annemin kurabiyeleri portakallı olmazdı ama o kadar lezzetli olurlardı ki yemelere doyamazdım. Bunlarda o tat yoktu. Bunlar annemin yaptıkları kadar güzel değillerdi. Kalksana anne. Bana yine o kurabiyelerden yapsana. Çok özledim... Yine ağladım... Ben bu gece bir ömürlük ağladım. Yarın olduğunda hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. İçimdeki uyanan o kadın beni göz yaşlarından uzak tutacaktı bunu biliyordum. Bu yüzden acısını çıkara çıkara ağladım. Elimdeki kurabiyeden sadece bir ısırık alabilmiştim. Yiyememiştim daha fazlasını. Ne kadar süre orada öylece oturdum bilmiyorum ama zaman birbirinin üzerine devrildikçe yalnızlık da benim üzerime devrildi. Göz yaşlarım artık kurumuştu tek bir damla bile akmıyordu. İfadesiz gözlerim yerdeki minicik bir taş parçasındayken ben ileri geri sallanıyordum öylece kaldırımın ortasında. Ne hissediyordum? Üşüyor muydum? Canım yanıyor muydu? Hiçbirini bilmiyordum. Gerçekten bilmiyordum. Her şey darmadağın olmuş birbirine girmişti. Gelip birinin toplamasına öyle çok ihtiyacım vardı ki. Yarına dimdik ayakta olmalıydım ama şu anki halim bana bunun sadece bir hayalden ibaret olacağını söylüyordu. Kesseler yarın o okula İzem Hancı olarak gidemezdim. İzem bu değildi. O bu kadar zayıf ve savunmasız değildi. Kendimi şu an küçücük hissediyordum. Dört yaşındaydım mesela. Umut etmiştim ve o umudumu acımasızca öldürmüşlerdi. Ve ben o an anladım tarih gerçekten tekerrürden ibaretti... Öylece sallanmaya devam ederken zihnime telefonumun melodisi sızdı. Her şey gibi bunu da umursamadım. Uzun uzun çalmaya devam etti telefon ben bulunduğum pozisyonu hiç bozmadım. Hareket etmeye halim yokmuş gibiydi. Sonra sustu. Sessizlik bir kez daha sardı etrafımı. Bu karanlık sokakta tamamen yalnızdım, tıpkı zihnimin o duvarın ardında yalnız olduğum gibi. Yalnızlık benim lanetimdi. Sonra bir kez daha çaldı telefon. Bakışlarımı yerdeki taştan çektim ve kara delik gibi görünen karanlık gökyüzüne çevirdim. Uyuşuk ifadelerle bir süre de gökyüzünü izledim. Bu tamamen gelen aramayı görmezden gelmekti. Bir kez daha sustu telefon ama hemen ardından yeniden çaldı. Yanaklarımın içini havayla doldurup şişirdim ve kollarımı çözmeden göz ucuyla parlayan ekrana baktım. Arayanın Gece ya da Damla olduğunu düşünmüştüm ama yanılmıştım. Arayan Savaş'tı. Bu beni şaşırtmadı. Üç gün boyunca telefonlarımız kapalıydı ve bugün görevden geldikten sonra açtığımda onun beni bu üç gün içinde pek çok kez aradığını görmüştüm. Garip gelmişti ama dudaklarımdaki kıvrılmaya da engel olamamıştım şimdi olduğu gibi. Burukta olsa gülümsedim ve boğazımı temizleyip telefonu açtım. Muhtemelen sesim berbattı ama umurumda değildi. Bu gece her şeyi koyuvermiştim. "Alo!" diyen sesini duyduğumda dudaklarımdaki gülümseme de arttı. "Merhaba." diyerek karşılık verdim ona bir an ne diyeceğimi bilemeyerek. "Açacağına dair umudumu kaybetmek üzereydim." Görmesem bile okyanuslarının içindeki parıltı gözlerimin önüne geldi. Ve dolgun dudaklarındaki gülümseme. Alt dudağımı dişlerimin arasına doğru yuvarladım ve omzumu silktim. "Aslında açmayacaktım. Ama sonra açasım geldi." Duraksadı. Evet sesim gerçekten berbat çıkıyordu ve o ses tonumdan ters giden bir şeyler olduğunu anladı. Kaşlarını çattığına emindim. "Sen iyi misin?" diye sordu. Sorusu üzerine dudaklarımdan bir kıkırtı kaçtı. Omuzlarım sarsılmıştı. Gözlerim yeniden yerdeki taşa odaklanırken "O kadar iyiyim ki daha önce hiç bu kadar iyi olmamıştım." diye mırıldandım. O an gözümden bir damla daha yaş aktı. Hâlbuki o kadar ağladıktan sonra yaşlarımın tükendiğini düşünmüştüm. "Neredesin İzel?" Bu kez sesi sorgulayıcı gelmişti. Elbette ki söylediklerime inanmamıştı. İnanacak bir yanı da yoktu ki zaten. Kötüydüm. Canım bedenimden ayrılırcasına kötüydüm. "Bilmem..." Telefonun diğer ucundan hışırtı sesleri geldi önce, hareketlendiğini anladım. Sonra yeniden sesi geldi. "Konum at bana güzelim." Buraya gelmek istiyordu. Yanıma gelmek istiyordu... Alt dudağımı dişlerimin arasında sıkıştırırken ihtimalleri düşündüm. Beni bu halde görmesini istemiyordum. Ama şu an yanımda birisinin olması fikri beni öyle çok cezbediyordu ki. Biraz önce yalnızlığı arayan tarafım neredeydi bilmiyorum ama şu an birinin varlığına muhtaç gibiydim. Derin bir nefesi içime çektim ve "Savaş..." Yutkundum. Evet onu yanımda istiyordum ama beni böylesine çökmüş bir halde görmemeliydi. "Gelmesen daha iyi olacak." Kalbimin isyanla kasıldığını hissettim. Hayır dedi kalbim. Onu reddetme, izin ver yanında olsun. Ona ihtiyacımız var. "Anladığım kadarıyla dışarıdasın İzel, yalnızsın ve iyi değilsin. Hadi güzelim konum at bana yanına geleyim." Israr etmez sandığım noktada ısrarlı sesini duymak direncimi kırdı ve kalbimin sesini dinlemeye itti beni. "Yarın olduğunda bu geceyi unutacaksın ama. Bana bu konuda söz verirsen dediğini yapacağım. Unutacak mısın?" "Söz veriyorum unutacağım." Bir an bile düşünmeden verdi bu cevabı. İkimiz de bu sözü tutamayacağını, unutamayacağını biliyorduk ama bilmiyormuş gibi davranmak o an benim işime geldi ve telefonu kapatıp ona konum attım. Ardından kollarımı yine bacaklarıma doladım ve kucağımdaki poşetten gelen kokuyu koklaya koklaya, ileri geri salınarak onu beklemeye başladım. Garipti. Çok kısa bir süredir tanıdığım birine güvenmek ve en zayıf olduğum anda onu yanıma çağırıp ona bu halimi gösterecek olmak çok garipti. Savaş içindeki duvarların neresinde? Zihnimde yankılanan bu soruyu bir süre düşündüm. Savaş o duvarların neresindeydi? İçinde mi dışında mı yoksa Gece gibi üstünde mi? Dışındaydı... Ama dikkatli baktığında Duvarların ardını görebilecek bir konumdaydı. Bu ne ara olmuştu ne ara onu bu kadar hayatıma dahil etmiştim hiçbir fikrim yoktu ama olmuştu işte. Ve şimdi bir yanım iyi ki de olmuş diyordu. Onu ilk gördüğümde benim için iyi ki ye dönüşeceği aklımın ucundan bile geçmezdi. Benim ona yaklaşışım bile babama inat olsun diyeydi oysaki. Bu ne zaman değişmişti? Sorular... Zihnimde şekillendikçe yeni soruları doğuruyordu. Düşünmek istemiyordum artık hiçbir şeyi. Ne zaman ya da neden olduğu önemli değildi. Olmuştu. Bu kadar basit. Üzerinde durmaya beyin patlatmaya gerek yoktu. Akrep ve yelkovan kaç tur daha birbirlerini kovaladı bilmiyorum ama sokağı baştan sona aydınlatan farların ışıkları, gözlerime diken gibi battı. Gözlerimi kapatıp ışıkların sönmesini bekledim. Alışmıştım karanlığa şimdi ışığı istemiyordum. Çok değil bir kaş saniye içinde hem farlar hem de arabanın sesi sustu. Kapının açıldığını duydum ama başımı kaldırıp bakmadım. Gözlerim hâlâ yerdeki o taştaydı. Adım seslerini duydum sonra. Kalbimin hızlanması normal miydi? Tam olarak odaklandığım taşın üzerine bastı, ayağında beyaz spor ayakkabıları vardı. Gözlerinin ağırlığını üzerimde hissettiğimde yavaş yavaş gözlerimi yukarıya doğru kaldırdım. Siyah pantolonu, beyaz tişörtü, zarif boynu, dolgun dudakları, hafif kemerli düzgün burnu ve okyanusları... Oturduğum yerden ona bakarken gözümde bir an olduğundan çok daha büyük göründü. Öyle ki gözlerinden geçen ifadeleri bu mesafeden seçemedim bile. Kaşları çatılıydı. Muhtemelen halimi sorguluyordu. Yavaş yavaş önümde çöktüğünde sanki yüksek bir bina üzerime yıkılıyormuş gibi hissettim. Tek dizini yere yaslayıp tam önümde benimle aynı boya geldiğinde, işte o zaman okyanuslarındaki şefkati gördüm. Bakışları yavaşça gözlerimden ayrıldı ve dizlerime ulaştı. Dizlerimdeki ve bacaklarımdaki sıyrıkları gördü. Sonra gözleri yavaşça yeniden gözlerime tırmanırken boynumda durakladı. Gözlerinin an be an koyulaştığına şahit oldum sokak lambasının sarı ışığı altında. Bir ifade uğradı gözlerine ama ben onun ne olduğunu çözemeden geldiği gibi çabucak gidip yerini yine şefkate bıraktı. Başını hafifçe eğdiğinde çenemdeki yarayı da görmüştü. Sonunda gözleri yeniden gözlerimi bulduğunda "Ne oldu sana?" diye sordu neredeyse fısıldayarak. Gözlerimi gözlerinden kaçırdım. Göz temaslarında gözlerini asla kaçırmayan ben, bu adama karşı bilmem kaçıncı kez yenildim ve gözlerimi kaçırdım. İtiraf etmek hoşuma gitmese bile "Düştüm." diye cevapladım sorusunu aynı onun gibi fısıltıyla. Bir eli yavaşça yüzüme doğru yaklaştı ve avucunu yanağıma yerleştirip başparmağı ile yanağımı okşadı. İstemsizce yanağımı avucuna doğru bastırdım, bu hareketim onu yutkunmaya zorladı. Bir anda elini çekip yerinden kalktığı gibi yanıma, kaldırıma oturdu ve bir kolunu omzumu sarıp beni göğsüne çekti. Başımın tepesinde baskı hissettiğimde diğer kolu da beni çepeçevre sarmıştı. Yağmur sonrası toprak kokusu ciğerlerime dolduğunda kalbimdeki ağırlığın bir nebze kalktığını hissettim. Bu hareketi bana o kadar iyi geldi ki başımı çevirip daha rahat bir pozisyon buldum kendime. "Buna çok ihtiyacın varmış gibi duruyordu." Söyledikleri gülümsetti. En son benim odamda sıkışıp kaldığında ve ben babamla kavga ettiğimde ihtiyacım varken sarılmıştı bana ve aynı cümleyi kurmuştu. "Teşekkür ederim." diye mırıldandım. Sesimi ben bile zor duymuşken o duydu mu bilmiyorum ama bu yaptığını asla unutmayacak ve ona hep minnettar kalacaktım. 💎🎭 BÖLÜMÜ NASIL BULDUNUZ? ZAMAN AYIRIP OKUYAN HERKESE SONSUZ TEŞEKKÜRLER❤️ |
0% |