Yeni Üyelik
18.
Bölüm

17| Kendi̇ni̇ Açmak

@saniyesolak

İZEL İZEM HANCI’DAN:

 

Duygularım karman çorman olmuştu ve artık neyi hissetmem gerektiğini ben bile bilmiyordum. Yolumu kaybetmiş gibiydim. Sadece yolumu değil, yolumla birlikte benliğimi de kaybettiğimi, şu an saçlarımı okşayan adama sığınırken anlıyordum.

Bu ben değildim... Hayır kesinlikle değildim... Ben en zayıf anımda birine sığınıp, onun saçlarımı okşayıp beni yatıştırmasına izin verecek biri değildim. Ben, o yabancının kokusuna gizlenen huzuru gizlendiği yerden çıkarıp soluyacak birisi değildim. Evet tamamen durulduğumda göğsümde çöreklenen o duygunun adı huzurdu. Ve bu huzuru bana veren, onun; yağmur sonrası ortaya çıkan toprak kokusunu andıran kokusuydu.

Cennet ve Cehennem...

Bu gece yaşananlar zihnime süzüldüğünde hissettiğim tam olarak buydu; Cennet ve Cehennem.

Cehennemim çok acı doluydu, o kadar çok yanmış, o kadar çok kavrulmuştum ki daha fazla acı çekemem sanıyordum. Ama babam, bu daha hiçbir şey der gibi daha fazla harlamıştı ateşimi. Tamamen küle dönmüşken acı çekmeniz mümkün müydü? Çekmiştim...

Sonra o aramıştı. Araması bile beklenmedikken sesimden anlamıştı ters giden bir şeyler olduğunu ve sorgulamadan yanıma gelmişti. İşte cehennemden çıkarıldığım an o andı. Savaş'ın gelip önümde dikildiği an... O önümde dikilirken fark etmemiştim ama şu an fark ediyordum; o saçlarımı okşarken, başımın tepesine arada öpücükler kondururken ve başım hâlâ göğsünde yaslı bir halde kokusuyla kuşatılmışken... Onun gelişiyle cennetin kapıları aralanmıştı bana. O kadar acıdan sonra sonunda cennet bahşedilmişti zavallı ruhuma.

Dokunuşları tenimle her buluştuğunda, aldığım her nefeste ciğerlerim kokusuyla dolduğunda, acım benden biraz daha uzaklaşıyor, acının yerini huzur alıyordu. Bu benim için bir ilkti. Annemden başka hiç kimsede huzur bulamazdım ki ben. Onun kokusundan başka hiçbir koku yüreğimden acıyı kazıyamazdı. Ta ki şu ana kadar... Annemden sonra ilk kez bir yabancının kolları beni... İyileştiriyordu...

Savaş Kalkavan beni iyileştiriyordu...

Ne düşünmeliyim ya da ne hissetmeliyim bilmiyordum, bildiğim tek şey şu an halimden gayet memnun olduğumdu. Acı yavaşça geriye doğru çekildiğinde beraberinde kalbimin sesini de susturuyor ve mantığımın sesi zihnimin her bir köşesine çarparak yankılanıyordu.

Böyle olacağını zaten bilmiyor muydun? Nasıl bu kadar zayıf düşebildin?

Haklıydı...

Acımasızdı ama haklıydı... Zayıf düşmeye hakkım yoktu benim. Düştüğümde gelip birilerinin beni kaldırmasını beklemeye... Düşsem bile düştüğüm gibi kalkmayı da becermeliydim. Bana öğretilen buydu. Hepsi birer zırvalıktan ibaret, bana insan olduğumu unutturacak türden şeylerdi ama beynime öyle bir kazınmışlardı ki, bir anda üzerime binen suçlulukla başımı Savaş'ın göğsünden kaldırıp geriye çekildim. Kolları etrafımda beni sıkıca sarmış olsa da hareketlendiğim anda bana alan tanıyıp beni bıraktı.

Bundan nefret ediyordum. Cezalar başladığından bu yana babam üzerimde bir etki bırakmasın diye savaşmıştım, duygularımı benden almasın, beni robotlaştırmasın diye. Büyük ölçüde de başarmıştım. Korkularımı benden alamamıştı, asi ruhumu, göz yaşlarımı ve gülüşlerimi. O beni ne kadar zorladıysa bende onu o kadar zorlamıştım. Bu yüzdendi zaten benden nefret etmeleri...

Bende bırakmak istediği tek duyguydu suçluluk hissi. Bu yüzden ceza vermeden önce bana hep tüm bu olanların suçlusu sadece ve sadece sensin derdi. Kendimi yetersiz hissetmem, zavallı biri olup onun her buyruğuna boyun eğmem, iplerimi tamamen kendi sıkılığında tuttuğu bir kukla olmam için elinden gelen her şeyi yapmıştı. Anabell gibi olmam için her şeyi yapmıştı.

Ve şimdi fark ediyordum da benim çabalarım yeterince verimli bir sonuç vermemişti bana. Şu an Savaş'ın beni iyileştirmesine karşın hissettiğim suçluluğun başka bir açıklaması yoktu çünkü.

Savaş'ın bakışlarının ağırlığını yüzünde hissederken, içindeki suçluluğu yeniden derinlere gömdüm ve başımı çevirip bakışlarına karşılık verdim. Hayır buna izin vermeyecektim. Babamın ruhumda bıraktığı izlerin bir kez daha beni etkisi altına almasına izin vermeyecektim.

Tam o an, verdiğim karar en doğru kararmış gibi sert bir rüzgâr esti ve çıplak bacaklarıma çarptı. Titredim. Gündüzleri güneş tüm canlılığı ile havayı ısıtıyor olsa da geceleri bir hayli soğuk oluyordu. Biraz önce Savaş'ın kollarında fark etmediğim bu soğuk şimdi beni savunmasız bulmuş ve ısırmaktan çekinmiyordu. Savaş titrediğimi fark ettiği anda kaşları çatıldı ve ayağa kalkıp elini bana uzattı. Bir eline bir yüzüne bakarken "Tüm geceyi burada geçiremeyiz öyle değil mi?" diye sordu.

Bir süre kararsızlık ile bakışlarım öylece eli ile yüzü arasında mekik dokudu. Kararsızlığımın nedeni babam ya da onun ruhumdaki kanlı imzaları değildi. Eve gitmek istemiyordum. Şu an Damla ile karşılaşmaya hazır değildim. Mantığımın sesi bana onun suçsuzluğunu fısıldıyordu ama kalbimde öyle şiddetli depremler vardı ki o sesi yutup yok ediyordu. Kırgındım... Çok kırgındım... Özlemiştim ve uğradığım haksızlığı sindirene kadar Damla'ya yaklaşmamak ikimiz için de en sağlıklısı olurdu. Onu kırmak istemiyordum. Ve şu an yanına gidersem kalbimdeki depremin parçaları ona sıçrayacak ve onu da acıtacaktı. Bu durumda tek acıyan olmayı seçiyordum.

Bu yüzden oturduğun yerde öylece Savaş'ın yüzüne bakarken omuz silktim ve "Eve gitmek istemiyorum." diye mırıldandım. Duyup duymadığından bile emin değildim ama duymuştu. Bunu yüz hatlarına oturan merhametten anlıyordum. Muhtemelen şu an karşısında savunmasız küçük bir kız çocuğu görüyor olmalıydı. Olmam gerekenin tam aksi. Yarın büyük gündü. Okula İzem olarak gidecektim. Hepsi benim kim olduğumu öğrenecekti ama şu an öyle bir yıkımın içindeydim ki, zihnimde uyanan İzem sessizliğe gömülmüş gibiydi. Toparlanmaya ihtiyacım vardı ama zamanım yoktu. Olması gereken şey üç gün önce olmalıydı. Üç gün önce o okuldan içeriye adımımı atmalı ve attığım anda da yeri yerinden oynatmalıydım ama görev yüzünden ertelenmişti, daha fazla ertelenemezdi.

Savaş bir dizini kırıp hemen karşımda ilk geldiği andaki gibi diz çöktü. Bir eli usulca yüzüme doğru uzandı ve esen rüzgârın tenime savurduğu bir tutam saçı geriye itip yanağımı okşadı. Yüzümü avucuna gömmek isteyen arsız bir dürtü uyandı içimde, anında geri uyuttum. Hareket etmeden öylece yüzüne bakıp ondan gelecek kelimeleri bekledim.

Baş parmağı usulca elmacık kemiğimin üstünü okşarken "Senin evinden bahsetmiyordum zaten." diye mırıldandı. Aynı anda, sert bir rüzgârın uğultusu bir kez daha kulaklarımı çınlatırken tenime çarptığında, aslında vereceğim cevabı da benim yerime vermişti. Uysal bir hareketle başımı sallayıp onayladım onu. Bu kez yanağımdaki eli elime uzandı ve işini şansa bırakmak istemiyormuş gibi elimden tutup beni de beraberinde kaldırdı oturduğum kaldırımdan. O an varlığını unuttuğum poşeti hatırladım. Diğer elin sımsıkı tutuyordu poşeti ve koku hâlâ havaya karışıp ciğerlerime doluyordu. Biliyordum ki bu poşetin içindekileri asla yiyemezdin. Ne yapacağımı bilmiyordum ama arabaya doğru ilerlerken kurabiyeler de benimle birlikte gidiyordu. Belki o kaldırıma bıraksam bir kedi ya da köpek yiyebilirdi. Bu düşünceyle hareket etmeyi bıraktığımda zaten arabanın dibindeydik. Tam, bana 'sorun ne?' der gibi bakan Savaş'a durumu açıklayacaktım ki, arabanın arka tarafındaki bir hareketlilik bakışlarımı o tarafa çevirmeme neden oldu. Ne görmeyi bekledim bilmiyorum ama baktığım yerde iki küçük erkek çocuğu görmeyi beklemediğim kesindi. Birinin elinde havası inmiş bir futbol topu vardı ve ikisi de gözlerini heyecanla açmış arabayı inceliyorlardı. Birbirlerine olan benzerlikleri ikiz olduklarını gösteriyordu ve en fazla sekiz yaşlarında olmalıydılar. Bu saatte burada ne işleri vardı? Sokak çocuğu olmadıkları belliydi çünkü fazlasıyla temiz görünüyorlardı sadece kıyafetleri eski ve yamalıydı. Arabayı inceleyip birbirlerini dürtüp gülüşürlerken o kadar masum ve sevimli görünüyorlardı ki bir an gülümsemeden edemedim. Gözlerindeki o ışıltılar ve dudaklarındaki o kocaman gülümsemeler onların ruhuna kötülüğün dokunmadığını gösteriyordu. Umarım hiçbir zaman da dokunmazdı.

Kısa bir anlığına bakışlarım çocuklardan ayrılıp elimdeki poşete kaydığında bir kez daha düşünmeden çocuklara doğru bir adım attım. Ne yapacağımı anlayan Savaş, o anda elimi bırakmıştı. Çocuklar arabaya o kadar çok odaklanmışlardı ki bizim varlığımızdan bir haberlerdi.

Beni fark ettiklerinde bakışlarını arabadan çekip bana baktılar ve o an gözlerindeki heyecanın çekilip tahtını utanca bıraktığını gördüm. Gözlerini benden kaçırdılar ve birbirlerine baktılar ne yapmaları gerektiğine karar vermeye çalışır gibi. Onlarla aramda iki adım kala durdum ve dudaklarımda samimi bir gülümseme ile onlara baktım. Karanlık bacaklarımdaki yaraları olmasa da çenemdeki ve sweetimdeki kanı gizliyordu.

"Beğendiniz mi?" diye sordum arabayı kastederek, konuya nereden gireceğimi bilememiştim. Sağ taraftaki başını sallayıp onayladı ve karanlığın bile gizleyemediği iri yeşil gözlerini bir kez daha arabaya çevirdi. Utancın saltanatı uzun sürmemiş, heyecan hükümdarlığını geri kazanmıştı.

Dudaklarımdaki gülümseme büyürken, "Belki bir gün sizin de olur böyle bir arabanız." diye mırıldandım. Tamamen saçmaladığımın farkındaydım. Çoğu insan ömrünün tamamında tam zamanlı iki işte çalışsa bile alamazdı böyle bir arabayı. Temiz para ile almak mümkün değildi. Kirletmen gerekiyordu, çirkinleşmen, kötüleşmen...

Bu kez sol taraftakinin sesini duydum.

"Bizim o kadar paramız yok ki..."

O noktadan sonra diyecek hiçbir şeyim yoktu. Para mutluluk getirmez zırvalıklarını saçmalamayacaktım. Paran yoksa bir hiçtin bu dünyada. Bunun en net örneğini yeni geldiğim o okulda öğrenmiştim. Biliyordum. Yarın olduğunda hepsinin, Yasemin Koçer'in bile bana bakışının değişeceğini biliyordum. Ne kadar da mide bulandırıcı bir durumdu.

Bu yüzden konuyu değiştirmek adına "Bu saatte burada ne yapıyorsunuz?" diye sordum, ikisi de omuz silkerek cevap verdi. Ardından sol taraftaki cevabın yeterli olmadığı kanısına varmış olacak ki eliyle geride bir yeri işaret edip "Şurada bir terzi dükkanımız var. Babam dükkânı kapatıyor biz de onu bekliyoruz." diye yanıt verdi. Gösterdiği yere baktığımda aslında bu sokakta pek çok yaşamın bulunduğunu fark ettim. İlk girdiğimde tamamen ıssız görünen bu sokakta pek çok dükkân vardı. Hepsi kapalıydı ama ilerideki ışığı yanan dükkânı görebiliyordum. Çocukların bahsettiği terzi dükkânı olmalıydı.

Tam o anda dükkânın ışığı söndü ve içeriden bir adam çıktı. Oldukça uzun boylu ama zayıf bir adamdı. Dükkânın kapısını kilitlerken bakışları önce diğer tarafa döndü ardından bulunduğumuz yere. Çocuklarını arıyordu. Gördüğü anda bakışlarına yayılan endişeyi ta buradan görebildim. El hareketi hızlandı ve aynı zamanda da "Uğur, Yavuz! Buraya gelin oğlum." diye seslendi. Bizden korkmuştu. Çocuklarına zarar vermemizden.

Çocuklar kısa bir an başlarını babalarına çevirdiler ve başlarını sallayıp yeniden bana döndüler. Gitmeye pek istekleri yok gibiydi. Babalarından korkmadıkları gün gibi ortadaydı. Bunun için sevindim. Küçücük yaşta kendi babandan korkmanın nasıl bir kıyamet olduğunu iyi biliyordum.

"Hadi, gelin buraya." dedi adam çocuklarına bir kez daha. Kapıyı kilitlemiş ve aceleci adımlarla bize doğru geliyordu.

Elimdeki poşetin varlığını bir kez daha terleyen avuçlarımda hissedince yavaşça eğilip "Kurabiye sever misiniz?" diye sordum. İkisi de hevesle başlarını sallayınca poşeti onlara uzattım ve "Hadi alın bunu. İçinde kurabiye var." diye mırıldandım. Kimseyle paylaşmamak için hepsini aldığım o kurabiyeleri şimdi kendi ellerimle bu küçük çocuklara veriyordum. Saçma ama sanki annemi paylaşıyormuş gibi hissediyordum.

Sağ taraftaki hızla elimdeki poşeti alırken adam artık yanımızdaydı. Bakışları kısa bir an çocukların ellerindeki poşete kayınca sert sesini duydum. "Uğur oğlum ver o poşeti geri ablana."

Oğluna baskı kurmaya çalışsa da sesindeki merhamet o baskıyı dizginliyordu. Güzel bir babaydı... Benim babamın tam aksi bir babaydı... İçimin burkulduğunu hissettim bir kez daha. Bu hissi asla bilmeyecektim. Bir babanın evladına beslediği merhamet ve sevginin nasıl hissettirdiğini...

"Ama baba..." dedi çocuk inatla. "Bunun içinde kurabiye varmış." Öyle masum bir tonda söylemişti ki bir an kıyamadım ve adama doğru bir adım atıp çekinmeden yalana başvurdum.

"Bakın beyefendi. Endişenizi anlıyorum ama inanın kötü bir niyetim yok. Bugün annemin ölüm yıldönümü. Kötü bir gün geçiriyordum ve bu kurabiyeler bana annemi hatırlattığı için bir anda hepsini satın almış bulundum. Bunları yiyebilmem mümkün değil çünkü ne zaman kokusunu duysam annemi hatırlatıyorlar. Bu yüzden bırakın oğullarınız yesin."

Ben usta bir yalancıydım. Bu konuda o kadar iyiydim ki adam hemen inanmıştı bana. Bakışlarındaki endişe dağılırken yerine üzüntü geldi. Kısa bir an bakışları oğullarına kaydı ve hevesleri tüm direncini tamamen kırarken kabullenip başını salladı. Ardından bir elini cebine atıp cüzdanını çıkardığında ne yapacağını anlayarak hızla elimi elinin üzerine koydum.

"Hayır hayır... Lütfen bu benim hediyem olarak kalsın. İlla bir karşılık vermek istiyorsanız oğullarınızı hep çok sevin. Ne yaparlarsa yapsınlar onları koruyup kollayın ama en çok da sevmeyi bırakmayın. Bir babanın yerini kimse dolduramıyor ve bir babanın açtığı yarayı kimse kapatamıyor. Siz onlarda yara açmayın bu bana yeter."

Sona doğru titreyen sesimi boğazımı temizleyerek ustaca gizledim ve ellerimi adamın ellerinden çekip birkaç adım geriledim. Başka bir şey söylemesine izin vermeden Savaş'a doğru ilerledim. Söylediklerimden bir şey anladı mı bilmiyorum ama adama ruhumdaki en büyük yaralardan birini açtığımı biliyordum.

 

💎🎭

 

Elimdeki telefonun ekranı bir kez daha aydınlanırken, ekranda pek çok bildirim olduğunu gördüm. Gece ve Damla'dandı. Açıp bakmak yerine görmezden gelmeyi seçtim ve bir kez daha saate baktım. O çocukların gidişini izledikten sonra bizde yola koyulmuştuk ve tam olarak yedi dakikadır sürüyordu bu yolculuk.

Kendimi bir hayli toparlanmış hissediyordum. Evet hâlâ canım yanıyordu ama yok sayabileceğim kadar derinlerde kalmıştı o acı. Öyle ki şu an tek derdim arabanın içini dolduran klasik müzikti.

Piyanonun tiz notaları arabanın içini doldururken kulağıma hoş falan gelmiyordu. Aslına bakarsanız klasik müzikten nefret ederdim.

Telefonun ekranını bir kez daha kilitledikten sonra göz ucuyla Savaş'a baktım. Halinden gayet memnun bir şekilde, işaret parmağı direksiyonun üst kısmında ritme ayak uydururken yola odaklıydı. Ona baktığımı fark ettiği anda bakışları bana döndü ve dudaklarımda bir tebessümle okyanusları birkaç saniye gözlerimde asılı kaldı.

Bozuntuya vermek istemesem de başıma inceden bir ağrı saplanmaya başlamıştı. Ağlamanın da etkisiyle beni şiddetli bir ağrının beklediğini biliyordum. Ve bir de buna katlanmak... Kulaklarım bu işkenceyi hak etmiyordu. Bu yüzden gözlerim kısıldı ve alt dudağım dişlerimin arasına yuvarlanırken hızla hemen aramızda duran telefonunu kaptım.

"Gerçekten buna nasıl dayanabiliyorsun?"

Kafamın içinde piyanonun siyah ve beyaz tuşları birer savaş içindeydi resmen. Hemen müziği kapatırken Savaş'ın telefonundaki bağlantıyı kesip telefonu geri yerine bıraktım.

Ah ses kesilince resmen başımdaki ağrı da bir anda kesildi sanki.

"Gerçek müzik budur."

Kısa ve net yanıtı, aksini kabullenmeye kapalı ses tonuyla bakışlarımı telefonumdan ayırıp ona döndüm ve tek kaşımı kaldırıp "Kime göre neye göre?" diye sordum. "Müzik duygulara tercüman olur, duygularını boğmaz Savaş."

Göz ucuyla bana baktığında arabaya kendi telefonumu bağlıyordum. Müzik dinlemek bu hayatta gerçekten sevdiğim sayılı şeylerden biriydi. Bana çizilen özgürlüğün sınırları içinde karışılmayan sayılı şeylerden biriydi. Öğrendiğim dilleri geliştirdiği için olduğunu biliyordum. Aynı şekilde kitap okumak da... Hiçbir kitabın çevirisini okumazdım, hep orijinal dilleri elimde olurdu. Aslına bakarsanız bunlar bile babamın bana dayattıklarıydı ama önüme seçenekler sunulduğunda hayatıma iyi olarak kattığı tek şey olabilirdi.

Teşekkürler baba! En azından arada işe yarayabiliyorsun...

"Dinlediğin şeylerin müzik olduğunu mu sanıyorsun?"

Sesi küçümseyiciydi. Ah Savaş Kalkavan, nezaketi bana öğretmeye çalışan adam, dinlediğim müzikleri mi aşağılıyordu?

Omuz silkip "Evet." dedim. "Kimsenin müzik zevkini eleştiremezsin Kalkavan. Hele benimkini asla."

Ve en son dinlediğin şarkı bir kez daha arabanın içini doldurmaya başladı. Tove Lo'dan Thousand Miles...

Ve ben Savaş'a inat olsun diye şarkıya bağıra bağıra eşlik etmeye başladım.

Too far away to feel you

(Seni hissetmek için çok uzaktayım)

But I can't forget your skin

(Ama tenini unutamıyorum)

Wonder what you're up to

(Neyin peşindesin merak ediyorum)

What state of mind you're in

(Ruh halin nasıl)

Are you thinking 'bout the last time

(Son sefer hakkında düşünüyor musun)

Your lips all over me

(Dudakların üzerimde)

'Cause I'd play it in a rewind

(Çünkü bunu geri sarıyorum)

Where you are I wanna be

(Olmak istediğim yer olan sana)

 

Şarkıyı söylerken bakışlarım tamamen Savaş'a odaklıydı. Ben söyledikçe yüzünü buruşturuyordu. İçimdeki kara bulutların dağıldığını hissederken kelimelerin arasında dudaklarımdan bir kıkırtı kaçtı. Elimi uzatıp arabanın üzerini açarken ses tonumu biraz daha artırmıştım. Yedi dakikalık işkencemin acısını çıkarmaya niyetliydim.

Açılan tavanla birlikte soğuk rüzgâr ikimizi de esir alırken umurumda olmadı ve oturduğum yerden kalkıp ellerimi havaya kaldırdım ve şarkıma ses tonumu düşürmeden devam ettim. Savaş ise göz ucuyla beni kontrol etse de müdahale etmedi ya da susturmadı beni, sadece gülüp başını iki yana sallamakla yetindi. Ara sokaklardan geçtiğimiz için trafiğe takılmadan rahatça yol alıyorduk. Sokakta olan birkaç insanın bakışları bana dönse de umursamadan rüzgârın ve müziğin keyfini çıkardım.

Yaralarımı yine kendim sardım ama bu kez yalnız değildim, yanımda Savaş vardı.

Şarkı bitene kadar ne sustum ne de oturdum. Rüzgâr saçlarımın arasından uçuşurken zihnimin içindeki düşünceleri de beraberinde götürüyordu. Geride kalan tek şey kulaklarımı dolduran müzik, dilimden dökülen kelimeler ve temine okşayan soğuk rüzgârdı.

Sonunda şarkı bittiğinde ve yerine notaları tanıdık gelen ama sözlerini bilmediğim bir şarkı çalmaya başlayınca sustum ve yerime oturdum. Kendimi son derece rahatlamış hissediyordum ve dudaklarımda bir gülüş sesimde bir kıkırtı taşıyordum. Alt dudağımı dişlerimin arasına alıp ısırdığımda Savaş'ın bakışları kısa bir anlığına dudaklarıma kaydı ve sonunda önüne döndü.

"Sesin berbat." dedi dalga geçercesine ama en az benim kadar onun da keyif aldığını biliyordum. Yine de omzuna vurup "Kapa çeneni." dememe engel olmadı bunu bilmek. Savaş bir anda arabanın gazına yüklenip arabayı hızlandırırken gülüş sesi kulaklarıma ziyafet çekti. "Çenemi kapatmam sesinin kötü olduğu gerçeğini değiştirecek mi?" Eğlenerek sorduğu bu soru ne kadar gülersem güleyim kaşlarımı çatmama neden oldu.

Elimi uzatıp kapı tıklatır gibi kafasına yavaşça iki kez vurdum ve "Hello, içeride ilk tanıştığımızda bana nezaket kurallarını hatırlatıp duran bir adam vardı ona ne oldu?" diye sordum. Bu hareketimle başını elimden uzaklaştırıp daha çok güldü ve o da elini uzatıp benim saçlarımı karıştırırken "Hello o adam ve bu adam aynı adam. İşine gelirse." dedi. Kısık gülüşlerim sesli kahkahalara dönerken elini bileğinden yakaladım ve saçımdan uzaklaştırdım.

"Hayır işime gelmiyor. Ben o adamı istiyorum. O adam bana asla sesimin kötü olduğunu söylemezdi."

Kendimden emin çocuksu sesime karşılık bakışlarını bana çevirirken arabanın hızı da düşmüştü.

"Hayır söylerdi." dedi gülerek. Alt dudağımı dişlerimin arasına yuvarlarken aklımdan geçen şeyi yapmak ve yapmamak arasındaki ince çizgide sırtımdaki kararsızlıkla dikiliyordum.

Kısılı gözlerimle ona bakarken "Seni çok pis göt edebilirim şu an." dedim. Beni biraz bile ciddiye almadı hatta biraz önce kendine çektiği kolunu yeniden bana doğru uzattı. Bu kez hedefi saçlarım değil dudaklarım olmuştu. Dudaklarımı parmaklarının arasında yavaşça kıstırırken "Ayıp ayıp." dedi dalga geçer gibi. Ne sesindeki eğlenen tondan ne de gülüşünden hiçbir şey eksilmemişti. Aynı bende olduğu gibi.

Dudaklarımı parmaklarından kurtardığım gibi işaret parmağını sertçe ısırdığımda, "Siktir." diye tıslayan sesi geldi kulağıma. Parmağını çekmeye çalıştığında onu rahat bıraktım. Sırtımdaki kararsızlık kayıp düşmüştü yere ve ben kararımı vermiştim.

"Bekle." diye mırıldandım ve yeniden telefonuma dönüp istediğim şarkıyı arattım. Kalbime yayılan heyecan ellerimi titretiyordu çünkü bunu ilk kez annem dışında birine gösterecektim. Damla'ya bile söyleyememiştim ama şimdi Savaş'a söyleyecektim.

Korkmuştum... Beni bu yeteneğime de küstürmelerinden korkmuştum.

İndila'nın ince ve narin sesi arabanın içini doldurmaya başladığında sesini biraz kıstım. Bu şarkı ritminden sözlerine kadar her şeyinde kendimi bulduğum bir şarkıydı.

 

C'est un SOS, je suis touchée, je suis à terre

(Bu bir yardım çağrısı, dokundum, yerdeyim.)

Entends-tu ma détresse, y'a t-il quelqu'un?

(Acımı duyuyor musunuz? Orada biri var mı?)

Je sens qu'j'me perds

(Kendimi kaybettiğimi hissediyorum)

Şarkının baş kısmı bittiğinde ve kadın şarkıya devam ettiğinde bende onunla birlikte girdim şarkıya. Sesim biraz öncekinden çok daha farklıydı, konuştuğum tondan bile çok farklıydı bunu biliyordum. Kendi orijinal sesim kötü olabilirdi ama şarkı söylerken ses tellerimin büründüğü ton kesinlikle bana ait değildi. Boğazımı çevreleyen kaslar gerilirken arabanın içini dolduran sesim, arabanın radyosundan taşan ses ile aynıydı.

J'ai tout quitté, mais ne m'en veux pas

(Her şeyi terk ettim, ama bana kırılma)

Fallait qu'j'm'en aille, je n'étais plus moi

(Gitmeye ihtiyacım vardı, artık kendimde değildim)

Je suis tombée tellement bas

(O kadar aşağıya düştüm ki)

Que plus personne ne me voit

(Artık kimse beni görmüyor)

J'ai sombré dans l'anonymat

(Bilinmezliğe battım)

Combattu le vide et le froid, le froid

(Boşlukla ve soğukla savaştım)

J'aimerais revenir, j'n'y arrive pas

(Geri dönmek isterim, yapamam)

J'aimerais revenir

(Geri dönmek isterim)

Je suis rien, je suis personne

(Ben hiçbir şeyim, ben hiç kimseyim)

J'ai toute ma peine comme royaume

(Bir krallık kadar acım var)

Une seule larme m'emprisonne

(Tek bir gözyaşı beni hapsedebilir)

Voir la lumière entre les barreaux

(Parmaklıklardan geçen ışıkları görebiliyorum)

Et regarder comme le ciel est beau

(Ve gökyüzünün ne kadar güzel olduğuna bakıyorum)

Entends-tu ma voix qui résonne? (qui résonne)

(Yankılanan sesimi duyuyor musunuz?)

C'est un SOS, je suis touchée, je suis à terre

(Bu bir yardım çağrısı, dokundum, yerdeyim)

Entends-tu ma détresse, y'a t-il quelqu'un?

(Acımı duyuyor musunuz? Orada biri var mı?)

Je sens qu'j'me perds

(Kendimi kaybettiğimi hissediyorum)

Le silence tue la souffrance est loi

(Sessizlik içimdeki acıyı öldürür)

L'entends-tu? Est-ce que tu le vois?

(Bunu duyuyor musunuz? Bunu görüyor musunuz?)

Il te prends et fait de toi

(O sana söz verir seni anlar)

Un objet sans éclat

(Işıltısız bir nesne)

Alors j'ai crié, j'ai pensé à toi

(Sonra haykırdım, seni düşündüm)

J'ai noyé le ciel dans les vagues, les vagues

(Gökyüzündeki dalgalarla boğuldum, dalgalarlar)

Tous mes regrets, toute mon histoire

(Tüm pişmanlıklarım, tüm hikâyem)

Je la refais

(Bunları yansıtırım)

Je suis rien, je suis personne

(Hiçbir şeyim, hiç kimseyim)

J'ai toute ma peine comme royaume

(Bir krallık kadar acım var)

Une seule larme m'emprisonne

(Sadece bir gözyaşı beni hapsedebilir)

Voir la lumière entre les barreaux

(Parmaklıklardan geçen ışıkları görebiliyorum)

Et regarder comme le ciel est beau

(Ve gökyüzünün ne kadar güzel olduğuna bakıyorum)

Entends-tu ma voix qui résonne?

(Yankılanan sesimi duyuyor musunuz?)

C'est un SOS, je suis touchée, je suis à terre

(Bu bir yardım çağrısı, dokundum, yerdeyim)

Entends-tu ma détresse, y'a t-il quelqu'un?

(Acımı duyuyor musunuz? Orada biri var mı?)

Je sens qu'j'me perds

(Kendimi kaybettiğimi hissediyorum)

Şarkı bittiğinde ne zaman kapandığını bilmediğim gözlerim açıldı. Araba durmuştu ve ben bunu fark etmemiştim. Boğazımdaki kasların hafif bir şekilde sızladığını hissediyordum ama önemli değildi. Bunu yapmayı seviyordum, hep sevmiştim. Sadece annemle benim bildiğim küçük masum bir sırrımdı bu yeteneğim ve şimdi kendi isteğimle bu sırra Savaş'ı da ortak etmiştim.

Göz ucuyla ona baktığımda okyanuslarına mürekkep gibi yayılan şaşkınlığı gördüm. O mürekkep bana hayranlığın resmini de çiziyordu. Bir an utandığımı hissettim ve gözlerimi ondan çekip bunu gizlemek adına gülümsedim.

Ah, utanmak kesinlikle benlik bir şey değildi. Bu aralar bendeki duygu kavramı o kadar çok birbirine girmişti ki, daha önce hiç hissetmediğim duyguların seline kapılıyordum. Hayır bu anı saçma sapan bir utanca kurban vermeyecektim. Onun şaşırtmanın, gerçekten şaşırtmanın, tadını çıkaracaktım. Bu yüzden başımı yeniden ona çevirdiğimde bir kaşım havada, dudağımın sağ köşesi yukarı kıvrılmıştı. Hâlâ aynı şekilde durup bana baktığını gördüğümde elimde olmadan ifadem bozuldu ve bir kahkaha attım. Bu ses onu kendine getirmiş olacak ki, gözlerini benden çekti.

Dudağındaki keyifli bir kıvrımla yeniden arabayı çalıştırırken "Evet gerçekten göt oldum." diye mırıldandı. Sadece omuz silkmekle yetindim ama bakışlarıma "Ben sana demiştim." ifadesinin yerleştiğine adım kadar emindim. Bana bakmadığı için bunu göremiyordu.

"Gerçekten mükemmel bir yetenek, sanki şarkıyı söyleyen kadını canlı olarak dinlemiş gibi hissediyorum."

Sesindeki hayranlık kendimi iyi hissetmemi sağladı. "Biliyorum." diyerek yanıtladım onu kendimden emin bir sesle. Ne? İçimde yatan egoist arada uyanıyorsa bu benim suçum değil!

Araba yolda akıp giderken "Başka sanatçıları da taklit edebiliyor musun, yoksa sadece bir sanatçıya mı özel bu yeteneğin?" diye sordu merakla. Bu yeteneğim oldukça ilgisini çekmiş olmalıydı. Omuz silktim ve "Var birkaç tane daha." diye yanıt verdim çok önemsiz bir ayrıntıdan bahseder gibi tırnaklarımı incelerken. Badem şeklindeki tırnaklarım biraz daha uzamıştı ve üzerlerindeki ojeler hafif hafif aşınmaya başlamıştı. Değiştirmeliydim.

"Bir kez daha dinlemek isterim." diyen sesini duyduğumda gözlerimi ona çevirdim ve kaldırdığım tek kaşımla birlikte, "Üzgünüm ama sizin isteğinize göre hareket etmiyorum Savaş Bey." dedim alayla.

Bir ana hapsolmak istesem o an bu an olurdu muhtemelen. Biliyorum aklında dolanan milyonlarca soru işareti vardı. Ona baktığımda bana hiçbir şey belli etmiyor, o an benimle eğleniyordu ama o anda olmaktan da bir o kadar uzaktı. O hâlâ o kaldırımda bulduğu kıza ne olduğunu merak ediyordu. Onu o hâle neyin getirdiğini... Yine de ona minnettardım. Yanımda olduğu için, bana soru sormadığı için ve aklımı dağıttığı için. Evet belki şu an benliğimden çok uzaktım ama durup dışarıdan bir baktığımda da aslında olmak istediğim kişiydim. Benliğim diye üzerime giydiğim o deri tamamen sahteydi. Babamın ve geçmişimin bana dayattıklarına karşın kendime geçirdiğim bir maskeydi. Ve şimdi maskelerden arınmıştım.

Şu an hangisi doğru hangisi yanlış bunu ayırt etmek için zihnim çok yorgundu bu yüzden bu konunun üzerinde durmadım ve anda kalarak o anın tadını çıkardım. Yarın olduğunda her şey normale dönecek ve bu an diye bir şey olmayacaktı. Şu an bu anı zihnimin içinde dönen o lanet çarkların sesiyle mahvedersem hatırlayacağım iyi bir anım da olmayacaktı. Bu yüzden bir düğmeyi kapatır gibi zihnimin çarklarını kapattım ve yeniden ana odaklandım. Savaş'ın sözleri de işimi bir hayli kolaylaştırdı.

"Fransızcan mükemmel, öyle akıcı ki. Nasıl bu kadar geliştirebildin?"

Sırtımı arabanın kapısına yaslayıp tamamen ona döndüm ve profilini izlerken omuz silktim. Dudaklarımdaki gülümsemeyi bir an olsun silmeden "Ben Fransız vatandaşıyım, ana dilim Fransızca." diye mırıldandım.

Ve onu şaşırtan bir ayrıntı daha. Gerçekten şaşırtan...

Araba bir köşeyi daha döndüğünde ara sokaklardan çıkmıştık ve geldiğimiz yerin biraz önceki yerden çok daha farklı olduğunu anlamamak için aptal olmak gerekirdi. Evine yaklaşıyor olmalıydık.

"Ama Türkçen de mükemmel?" dedi sorar gibi. Bu beni daha çok güldürürken ayaklarımı yavaşça kendime doğru çektim ve onun kucağına doğru uzattım. Bir an kasıldığını hissettim. Bu kez gülüşüm daha sinsi bir hâl alırken bir bileğimi diğerinin üzerine attım ve yeniden omuz silkip "Tıpkı bildiğim her dil gibi." diye mırıldandım.

Gözleri bacaklarıma kaydı. Yer yer sıyrıklar vardı ama hiçbiri önemli değildi. Alt dudağını ağır ağır yalarken içinde istediğim o ateşi yaktığımı biliyordum. Aklımı dağıtmanın en mükemmel yöntemiydi seks. Beni yorduğu kadar dinlendiren... Bakışlarımı bir an olsun ondan çekmezken hareket eden âdem elmasından yutkunduğunu anladım.

İstiyordu... İstiyordum... Bu gece...

Bir elini direksiyondan çekip ayak bileğime yerleştirdi ve kışkırtıcı bir yavaşlıkla yukarı doğru okşadı. Tenime yayılan bir elektrik akımı tüylerimi ürpertirken kesik bir nefes aldım. Kasıklarımdan aşağıya doğru bir sıcaklık iniyor, tüm enerjiyi vajinamda topluyordu. Tanrım, bu kadar basit bir hareketin üzerimde böyle bir etki bırakması normal değildi, olmamalıydı.

Eli usul usul bacağımı okşarken o yeniden yola odaklandı ve bana "Kaç dil biliyorsun?" diye sordu. Sesi dalgındı, gözleri yolda olsa da aklı çok başka yerlerdeydi. Dilimin ucunu hafifçe dişlerime sürterken içimdeki sızı ve tenimdeki akım her geçen an daha da artıyordu. Bacaklarımın arasındaki vadinin ıslanmaya başladığını hissedebiliyordum. Oradaki sızı her geçen saniye artıyor, dolma ihtiyacı ile bir nabız gibi atıyordu.

"Yedi."

Bu kez şaşırmadı. Ya tahmin ettiği bir rakamdı ya da ellerinin izlediği yola fazla odaklanmıştı. Avuç içinin sıcaklığı, diz kapağımı aşıp daha da yukarı tırmanırken yerimde kıpırdandım ve dudaklarımı birbirine bastırıp, boğazımı arşınlayan inlemeyi bastırdım. Arabanın içindeki hava bir anda yoğunlaşmaya başlamıştı. Şimdi kucağına otursam ve onu içime alsam, kaza yapma oranımız ne olurdu?

Bu düşünce kasıklarıma bir uyarı daha gönderdiğinde ve oradaki sızı artık yavaş yavaş acıya dönüşmeye başladığında hissettiğim ihtiyaç, kazayı ihtimalini düşünmeme engel olacak kadar fazlaydı. Ama kendimi tuttum. Uzun bir gece istiyordum...

Araba sonunda durduğuna gözlerimi nihayet Savaş'tan alıp geldiğimiz yere baktım. Müstakil evlerin, hepsi birer minik şato gibiydi, olduğu bir yerdi burası. Mahalle diyemiyordum çünkü mahalle kavramı bu yer için fazla sönük ve fazla samimi kalıyordu.

Ön camdan baktığımda yüksek duvarlarını renkli çiçeklerle bezeli sarmaşıkların kapladığı, yana doğru kayarak açılan büyük siyah demir bir kapının önündeydik. Kapı açıldıkça görüş açıma giren ev bana nedense tam olarak Savaş'lıkmış gibi geldi. İki katlı olduğu net bir şekilde belli olan evin kapıya bakan tarafı tamamen filmli camlarla kaplıydı. Ah, beni o camlardan birine dayamalıydı. Bu düşünce nefesimi kesmeye yetti. Şehvet beni kıvrandıracak kadar fazlaydı... Daha önce hiç bu kadar yoğun bir şey hissettim mi hatırlamıyorum ama alt tarafı Savaş bacağımı okşuyordu. Kadınlığımdan bir hayli uzaktı parmakları ama ben biraz daha zorlarsam bu hareket ile orgazm olabilirmiş gibi hissediyordum. Bu Savaş'ın etkisi miydi yoksa uzun zamandır seks yapmadığımdan mıydı? Farkı ayırt edemiyordum.

Kapı ardına kadar açıldığında Savaş arabayı bahçeye doğru sürdü. Evin büyük bir bahçesi vardı ama içinde ağaç ya da boş zamanlarında vakit geçirmek için ekilen çiçekler yoktu. Aksine belirli aralıklarla koyulmuş, her biri özel cam fanusların içine özenle yerleştirilmiş heykellerle doluydu. Tepelerindeki loş aydınlatma, her biri yıldız parçaymış gibi ayrı ayrı aydınlatıyordu hepsini. Ürkütücü bir tarafı olduğu gerçekti çünkü fazla karanlık olan bahçede her biri her an ayaklanabilirmiş gibi duruyordu. Ama bir o kadar da hayranlık uyandırıcı bir tarafı da vardı. Her biri mükemmeldi buna hiç şüphem yoktu.

Heykellerin üzerinde bakışlarımı gezdirirken Savaş'ın kucağındaki ayaklarımı kendime çektim ve koltukta normal bir şekilde oturdum. Savaş'ın gözlerini üzerimde hissetsem de ona bakmayı reddederken heykelleri incelemeye devam ettim. Araba evin tam önünde durduğunda ben hâlâ gözlerimin değdiği noktadaki heykelleri incelemekle meşguldüm.

"Hoşuna gitti sanırım?" diye sordu Savaş. Emin olmamakla birlikte sesinden bana akan bir gurur vardı sanki. Heykelleri beğenmem onun gururunu okşamıştı.

"Çok güzeller." dedim gerçek düşüncelerimi saklama gereği duymadan. "Hepsini sen mi yaptın?"

Sonunda odağım Savaş'a dönmüştü bu soruyu sorarken. Başını sallayıp onayladı beni, tam gözlerimin içine bakarken. Ben ise bakışlarımı onun okyanuslarından çekip arabanın kapısını açtım ve yeniden heykellere odaklandım.

Çok fazla heykel vardı. Bazıları büst şeklindeydi bazılarının ilham kaynağı hayvanlar olmuştu. Ama bazıları... Görünüşte ne kadar anlamsız gibi görünseler de en çok anlam onlarda gizliydi. Bir sanatçı sanatının içine kendini gizlemeyi çok severdi onu gerçek sanat aşıkları anlayabilsin diye. Ve Savaş'ın da bu yola başvurduğunu görebiliyordum. Başka zaman olsaydı her birini teker teker inceler ve onun sakladığı anlamları bulur çeker alırdım ama şu an değil. Bu haldeyken değil... Göğüs uçlarım bile sertleştiği için acırken değil...

"Hepsi bu kadar mı?" diye sordum ona. Aslında merak ettiğim bu değildi. Onun bir gece içinde ne kadar dayanabileceğini merak ediyordum mesela... Sadece eve girmeyi bekliyordum.

"Hayır, bunlar sadece ödül aldıklarım."

Ah, işte bu beni düşüncelerimden çekip çıkarır.

Bakışlarım hızla ona döndüğünde kollarını göğsünde bağlamış bir halde hemen yanımda dikildiğini gördüm. Kol kasları gerilmişti ve damarları belirginleşmişti. Uğruna ölünecek bir görüntü olduğunu söylemeliyim...

"Bütün bu heykellerin hepsinden ödül mü aldın? Toplam kaç tane var?"

"Otuz yedi."

Tek söyleyebildiğim "Vay canına." oldu. Başka ne söylenirdi bilmiyorum ama çok başarılıydı bunu biliyordum. Bakışlarım yeniden bahçede dolaştı. Otuz yedi heykel, otuz yedi ödül... Yirmi iki yaşında elinde tuttuğu bu başarı gerçekten taktir edilesiydi.

Savaş'ın ellerini belimin iki yanında hissettim ardından hafifçe beni kendine doğru çekti ve çenesini başımın üstüne bastırdı. Nefesi saçlarıma doğru akarken, "Hadi içeriye girelim, yaralarınla ilgilenmeliyiz." diye mırıldandı.

Kıyafetlerimin üzerinden bile olsa ellerinin tenimde bıraktığı sıcaklığı net bir şekilde hissediyordum. Yavaşça kollarının arasında döndüm ve onun yüzüne bakarken ellerimi kaldırım omuzlarına yerleştirdim. Belimdeki tutuş daha sahiplenici bir hâl aldı.

Sağ elim tam olarak kalbinin üzerinde dururken, avcuma çarpan nabız her geçen saniye daha da hızlanıyordu. Onu avucumda hissetmek, yaşamı avucumda hissetmek gibiydi.

Sol elim yavaşça ensesine doğru kayarken, ayak parmaklarımın üzerinde yükseldim. Dudaklarımızın arasında birkaç santim mesafe kalana kadar, verdiği nefes aldığım nefes olana kadar ona yaklaştım. Sonra durup tam gözlerinin içine baktım.

"İlgilenmeni istediğim şey yaralarım değil, yaralar umurumda bile değil Savaş."

Ve dudaklarımı dudaklarına bastırdım. İşte o an ihtiyacım olan tek şey buydu. Onu öpmek, onun tarafından öpülmek... Elimin altındaki kalbi hızlanmaya devam ederken kollarını belime doladı bu kez ve beni tamamen kendine bastırıp dudaklarını araladı. Alt dudağım yuvasını bulmuş gibi dudaklarının arasına yerleşirken, çoktan üst dudağını dişlerimin arasına alıp hafifçe ısırmıştım bile. Kanım kaynıyordu sanki, dünya dönüyor ve yer ayaklarımın altından kayıyordu.

Alt dudağımı hafifçe ısırıp çekiştirerek bıraktı ve üst dudağımı dudaklarının arasına yerleştirdi. Dudaklarımdan yayılan sızı tüm bedenimden geçiyor, kasıklarımda toplanıyordu. Önce sert ısırıklarla dudaklarıma darbelerini indiriyor ardından diliyle okşayarak beni bambaşka bir zevkin kollarına itiyordu. Belimdeki ellerinden biri aşağıya doğru inip kalçamı avuçladığında boğazımdan bir inleme kaçtı onun ağzına doğru. Sert bir nefes verip kalçamı okşarken başını yana yatırıp kendine daha çok yer açtı ve dilini ağzımın içine itip damağımı yaladı.

Ellerim çaresizlikle saçlarına tutunurken dilini geri çekmesine izin vermeden dişlerimle yakaladım ve emdim. Bu hareketim onu da inletti. Sert erkeksi sesinden dökülen o tatlı inlemenin hedefi doğrudan vajinamdı. Oradaki sızı artık beni kıvrandırıp yalvartacak kadar fazla ve yoğundu.

Diğer elini de kalçama indirip sertçe sıktığında artık kalbim patlayacakmış gibi hissediyordum. İçeriye girmeyi bile bekleyemeyecek bir halde çaresizce, hemen şuraya yatırıp beni doldursun istiyordum.

Aniden havalandığımda öyle hazırlıksızdım ki dudaklarım dudaklarındayken boğazımdan yukarı bir çığlık yükseldi ve onun dudaklarına çarptı. Ellerim anında ona daha sıkı yapıştı ve bacaklarımı beline dolayıp adeta bir koala gibi sarıldım ona. Amacı da buydu zaten. Dudakları dudaklarımdan bir an olsun ayrılmıyor, iki dudağımla da eşit şekilde ilgileniyordu. Dişleri ile önce zedeliyor, dili ile yumuşatıyor ve tatlı diyemeyeceğim bir yoğunlukta öpüyordu. Aynı şekilde karşılık veriyordum. Arada dili dilimin üzerinden kayarak beni inletiyordu, her inleyişimin karşılığında ondan da bir inlemeyi ben koparıyordum.

Yürümeye başladığında gözlerimi açmadım ya da dudaklarımı çekmedim, öpmeye devam ettim. Onun da çekilmeye niyeti yok gibiydi. Beni öpmeye devam ederken adımları kendinden emindi. Elleri kalçalarımın altından tutarak beni sabitlerken bir yandan da tuttukları noktayı okşuyorlardı. Tanrım bu beni öyle çıldırtıyordu ki bacaklarımı sıkarak kadınlığımı onun sert karın kaslarına doğru bastırmaktan kendimi alamıyordum.

Sırtım bir duvarla buluşunca bir kez daha inledim. Artık dayanabileceğime dair tüm umutlarım uçup gitmişti. Tek istediğim sona ulaşmaktı. Bu yüzden o dudaklarımı emerken öpüşlerim sekteye uğruyor ve kendimi ona sürtmek için çabalıyordum.

Bir anda dudaklarını dudaklarımdan çekti. O an gözlerimi açıp gözlerinin içine baktım. Tepemizden bize vuran ışık bana onu net bir şekilde gösteriyordu. Hemen kapısının yanındaydık. Camdan duvara yaslanmıştım. Tıpkı istediğim gibi...

Gözleri öyle koyuydu ki, okyanuslarında dalga dalga dolaşan şehvetin kıvılcımlarını net bir şekilde görüyordum. Dağılan tek ben değildim, beraberimde onu da dağıtmıştım. Dudaklarım iki yana kıvrılırken ellerinden birisi kalçamdan ayrıldı. Ne yaptığını anlamak için uğraşmadım, daha çok onun dudaklarına yeniden yapışmaya odaklıydım. Öyle eşsiz bir tadı vardı ki duyabileceğimi sanmıyordum. Ama beni şaşırtarak başını çevirdi ve ona uzanan dudaklarım yanağı ile buluştu. Umursamadan yanağını öptüm. Dudaklarımı tenimden çekmeden aşağılara doğru inmeye başladığımda öptüğüm noktalara dilimle ıslaklık da bırakıyordum aynı anda. Kaslarının gerilişini net bir şekilde hissettim. Etkilenişini... Bu bana haz verdi. Boynuna doğru indiğimde tenini hafifçe dişlerimin arasına aldım ve dilimle üzerinden geçtim. Nefesi her geçen saniye daha da hızlanıyordu. Tuttuğun noktayı bırakıp başka bir noktaya aynı şeyi yaptığımda kalçamdaki elini uyarırcasına sıktı. Doğruyu söylemek gerekirse bu canımı yakmıştı, ama acının getirdiği o zevk acıdan çok daha fazla yoğundu.

Dudaklarım sinsice iki yana kıvrılırken boynu ile omzunun kesiştiği noktaya da bir ısırık bırakıp ardından aynı noktayı yaladım. Dilimi teninden ayırmadan yukarıya doğru kaydırdığımda genzinden gelen hırıltılı bir ses, ilkel bir arzuyla inlememe neden oldu. Başı kapıdan tarafa dönük olduğu için rahatça kulak memesini dudaklarımın arasına alıp emdim.

"Hemen şu an boşalmamı istiyorsan durma devam et." diyen sesini duyduğumda kapanan gözlerim aralandı ve uslu bir kız gibi dudaklarımı üzerinden çektim. Gecemin kısa sürmesini hiç ama hiç istemezdim.

Sonunda başını çevirip bana baktığında ve eli yeniden kalçama yerleştiğinde başımı arkamdaki duvara yaslamış onu izliyordum. Dudaklarıma kısa bir öpücük kondurup geri çekti başını. Evin kapısını açmıştı ama girmek için bir çaba harcamadan öylece yüzüme bakıyordu.

Hızlı nefeslerimiz birbirlerine karışırken bir eli yeniden kalçamdan ayrıldı ve yanağıma yerleşti. Baş parmağı usul usul konduğu noktayı okşarken "Şu an bunu yapmak yanlışmış gibi geliyor." diye fısıldadı. Gözlerindeki ve sesindeki istek öyle baskındı ki... Yutkundum. Ensesini okşarken "Neden?" diye sordum tıpkı onun gibi fısıldayarak. Yanağıma bıraktığı tüy gibi dokunuşların ardından parmakları tenimden ayrıldı ve yeniden kalçama yerleşti. Beni hafifçe yukarı kaldırıp daha iyi bir şekilde duvara sabitlerken yeniden ona sürtündüğüm için bir kez daha dudaklarımdan bir inleme kaçtı. Durmamalıydı... Alnını alnıma yasladı.

"Mükemmel rol yapıyorsun ama hâlâ iyi olmadığının farkındayım İzel. Duygusal bir boşluktasın ve bu senden yararlanmak olurmuş gibi geliyor."

Aldığı derin nefesler yüzüme aktıkça tenimi yakıyordu. Sözlerinin büyük ölçüde doğru olduğunu kabul etmeliyim. Hâlâ iyi sayılmazdım ve duygusal bir boşluktaydım. Ama benden yararlanmıyordu, bunu ben istiyordum. Onu buna ikna etmek zor olurdu zaten benim de o kadar gücüm yoktu şu an, aklım başımda değildi. Bu yüzden saçlarında dolanan elimi yanağına doğru kaydırıp yanağını okşarken "O zaman izin ver ben senden yararlanayım." diye fısıldadım.

Bakışlarına düşen şaşkınlığın damlaları kısa sürede sağanak haline dönüştü ve okyanuslarında bir fırtına çıktı. Dudakları yeniden dudaklarımı kavrarken sırtımı duvardan ayırdı ve yeniden ilerlemeye başladı. Kapıdan geçtiğimizde kısa bir an duraksadı, gözlerimi açıp ne yaptığına bakmadım. Sadece onu öpmeye devam ettim. Öpüşmemiz öyle derin ve yoğun bir hâl almıştı ki bana nefes almayı unutturuyordu. Saniyeler içinde duvar gibi camdan olan kapının çarpma sesini duydum. Kırılır diye düşünmüştüm ama sağlamdı, kırılmadı.

Savaş hız kesmeden ilerlerken alt dudağımı, sertçe ısırdığında tırnaklarım ensesine battı ve aynı anda inledik. Sırtım yumuşak bir zeminle buluştuğunda dahi gözlerimi açmadım ama yatakta olmadığımızı hareketlerimizi kısıtlayan koltuk arkalığından anlayabiliyordum. Sonunda bacaklarımı belinden çözdüğümde bir ayağım doğrudan zemine inerken diğeri hâlâ koltuğun üzerindeydi. Ağırlığını tamamen üzerime vermeden başını sağa yatırıp kendine daha çok yer açtığında dillerimiz bir kez daha birbirine dolandı. Dilini kendime doğru çekerken dudağıma yaptığı gibi sertçe ısırdım ve ardından acısını almak ister gibi emdim. Bu onu inletti. Dudaklarım iki yana kıvrıldı ve keyifle kollarımı tamamen boynuna dolayıp onu daha çok çektim kendime. Ağırlığını biraz daha verdi üzerime ve göğüslerim göğüslerinin baskısıyla ezildi.

İçimdeki tüm enerji kadınlığımda toplandı bu kez de tüm algılarım o noktadaydı. İhtiyaç, çok fazlaydı. Altında kıvrandım ve kalçamı kaldırıp onun sertliğine bastırdım. Dudakları dudaklarımdan uzaklaşıp çeneme doğru indiğinde bir an duraksadı. Başını çekmeye çalıştığında kollarımı çözüp ona izin verdim. Gözlerimi açıp ne yaptığına baktığımda okyanuslarının çenemde gezindiğini gördüm. Düştüğümde çeneme açtığım yaraya bakıyordu. Hâlâ kalçamda duran elleri yerlerini terk ettiklerinde neredeyse homurdanacaktım. Birini çekmesi sorun değildi ama ikisini çekmesi sorun edebileceğim bir ayrıntıydı. Onları orada çok sevmiştim.

Bir eli yavaşça çeneme yerleşti ve çenemi yukarı kaldırmamı sağladı. Gözlerim bir an olsun yüzünden ayrılmıyor, büyük bir merakla ne yapacağını görmek için bekliyordu. Baş parmağını oradaki sıyrıklar üzerinde gezdirdiğini hissettim. Dokunuşu yarayı hafifçe sızlattı ama canımı yakmadı. Şu an canımı yakan tek şey kadınlığımdaki kasılmalardı.

"Acıyor mu?" diye sordu gözlerini gözlerime çevirerek. Yutkundum ve "Kadınlığım kadar değil." diye mırıldandım. Dudağının bir kenarı yukarı kıvrılırken yavaşça eğildi ve çeneme nazik bir öpücük kondurup boynuma yöneldi. Islak öpücükleriyle birlikte altında daha çok kıvrandım ve onu yeniden kendime bastırma ihtiyacı ile koltuğun üzerinde duran bacağımı bir kez daha beline sarıp ayağımla kalçasını aşağıya doğru bastırdım, kalçalarımı da kaldırdığım zaman pantolonunun sert kumaşı tam olarak klitorisime sürtündü ve o noktadan tenime yayılan elektrik beni titretti. Güçlü bir inlemeye engel olamadım.

Dudakları boynumda oyalanırken elleri belime kayıp üzerimdeki sweatshirtün eteklerinden içeriye sızıp çıplak tenimle temas etti. Sıcacık avuçları karşısında karnım içeriye doğru göçtü. Eli yukarıya doğru kayarken beraberinde kumaşı da götürüyor temin açığa çıkıyordu. Alt dudağımı dişlerimin arasında ezip, ona kolaylık sağlamak için hafifçe yukarı kaldırdım üst bedenimi. Ben kalkar kalkmaz sweatshirtün iki yanından tuttuğu gibi başımdan çekip çıkardı.

Hemen üstümde beni izliyordu. Okyanusları önce topraklarımı ıslattı ardından yavaşça aşağıya, göğüslerime doğru kaydı. Bakışının değdiği noktalar karıncalanıyordu sanki. Bir süre göğüslerimi izledi. Zaten koyu olan bakışları daha da kararmıştı. Eli tüy hafifliğinde sütyenimden taşan kısımları okşarken "Çok güzelsin." diye fısıldadı, ardından parmağının okşadığı noktaya yumuşak bir öpücük kondurdu. Sadece gülümsemekle yetindim. Bunu bana mı söyledi yoksa göğüslerime mi bilmiyorum.

Bir dakika sonra kaşları çatılırken yüzünü hafifçe sol tarafıma doğru eğdi ve dikkatle oradaki bir noktaya baktı. Güldü... Gerçekten kahkaha atarak güldü. Gülüş sesi kalbimi hızlandırırken başımı kaldırıp neye güldüğünü anlamaya çalıştım ama baktığı noktada hiçbir şey göremedim.

"Neye gülüyorsun?" diye sordum dayanamayarak. Gözleri sonunda göğüslerimden ayrılıp gözlerime çıktığında oradaki haylaz parıltılar, söyleyeceklerinin pek de hoşuma gitmeyeceğini söylüyordu bana. Alt dudağını ısırdı ve bakışları yeniden göğüslerime kayarken "Bunu üzerinde görmeyi bir hayli hayal etmiştim elime aldığım o gün ve ondan sonra." diye mırıldandı. Göğsümün üst kısmını okşayan eli yavaşça sütyenin üzerinden kaydığında, büyük bir istekle göğüslerimi ellerine bastırmak istedim. Şu an ondan gelecek en ufak bir harekete muhtaç hissediyordum. Öyle ki sözlerini kavramakta zorlanıyordum.

Eli sütyenin kopçası boyunca sırtıma doğru uzandığında bir kez daha hafifçe doğrulup ona yer açtım. Sütyenin klipsini açtığında "Onu kendi ellerimle çıkarmayı..." diye devam etti sözlerine. Yangının içinde kalmış gibi hissediyordum kendimi. Yavaşça üzerimden doğrulduğunda beraberinde sütyeni de ayırmıştı tenimden ve karşısında göğüslerim çıplak kalmıştı. Utanmadım. Aksine bakışlarındaki o şehvet yutkunmama neden olurken parmaklarım yavaşça göbek deliğimden yukarıya doğru tenimi okşayarak kaymaya başladı ve orta parmağım göğsümün ucunda bir daire çizdi. Bakışları daha da karardı. Elinde sallanan sütyenime bakarken, şehvetin bulandırdığı aklım nihayet söylediklerini algıladığında "Elindeki o sütyen değil." diye mırıldandım. Mırıldanmaktan daha ötesini yapamıyordum çünkü sesimin titreyeceğimi biliyordum. Dudaklarındaki gülümsemeden bir şey kaybetmeden sütyeni yere bıraktı ve kendi tişörtünü de ensesinden tutup üzerinden sıyırdı. Soluğum kesildi. Kaslarını daha yakından görmek, ne kadar kusursuz olduğunu... Nefesimi kesti.

"Evet o. İz bırakmak için köşesinde minik bir delik açmıştım. Kararlıydım onu üzerinde görmeye. Ama şansa bak, uğraşmama bile gerek kalmadı."

Sözleri beni güldürürken aynı zamanda yaptığı şeyin şaşkınlığını yaşıyordum.

"Sütyenimde bir delik açtığın için bana bir sütyen borçlusun. O şey bir servet değerindeydi."

Sözlerimin üzerine bir eli uzandı ve köprücük kemiklerimden aşağıya doğru kayarak iki göğsümün arasından geçip karnımda durdu. Usul usul karnımı okşarken "Böylesi eşsiz bir ten daha azını hak etmezdi zaten." diye fısıldadı. Fısıltısından kopan parçalar kasıklarıma saplanırken gözlerindeki ifade büyülenmiş gibiydi. Ona bakarken ben nasıl büyülendiysem o da bana bakarken büyülenmişti.

Elimi göğsüne koyup oradan aşağıya doğru kaydırdığımda teninin altındaki kasların kasılışını izledim. Sol göğsündeki alt alta sıralanmış dört tarihi hatırlıyordum. Neyin tarihleri olduğunu, gördüğüm ilk andan beri merak ediyordum. Parmaklarım yavaşça dövmenin üzerine kaydı ve bir süre o noktada asılı kaldı.

"Bunlar, neyi temsil ediyor?"

Gözlerim bir yüzünde bir dövmede gezinirken o başını eğdi ve göğsüne baktı. Başını yeniden kaldırdığında orada bir çocuğun yıkımına şahit olduğuma yemin edebilirdim. Ama bunu çok iyi gizleyip yeniden şehvete buladı bakışlarını.

"Şu an..." dedi durumumuzu işaret ederek. "Bunu konuşmak için hiç doğru bir zaman değil."

İtiraz etmek için dudaklarımı araladığımda, dudaklarım onun dudakları tarafından örtüldü ve itirazlarım şehvet tarafından eritilip dövüldü.

Çok daha haşin, sert bir hal almıştı öpücükleri. Dilini her ağzımın içinde hissettiğimde ve dişlerini her dilime geçirişinde inlemelerim biraz daha artıyordu. Çıplak göğüslerimde ellerini hissettiğimde daha sert inledim. Onları sertçe sıktığında acının ve zevkin harmanlandığı o his beni yeniden titretti. Dudakları dudaklarımdan aşağıya doğru kayarken başımı tamamen koltuğa bastırıp göğüslerimi ona doğru kaldırarak onu yönlendirdim. Hızlı ve derin nefeslerini göğüslerimde hissederken bir şey oldu. Göğüslerim onun dudakları ile kutsanamadan kapı çaldı.

Kapalı gözlerimi aralayıp ona baktığımda, başını kaldırmış kapıya doğru baktığını gördüm. Yattığım yerden doğrulup kapıya doğru baktığımda cam kapıdan hiçbir şey görünmüyordu. Aslına bakarsanız cam duvardan dışarısı görünmüyordu. Bunun nasıl mümkün olduğuna kafa yormayı sonraya bıraktım ve kahvelerimi Savaş'a çevirip "Açma." diye fısıldadım. Zil sesi susmuştu. Onun da gözlerinde en az benimki kadar huysuz bir ifade vardı. Yarım kalmak istemiyordu, yarım kalmak istemiyordum. Ah, ön sevişmeyi bu kadar uzun tutmamalıydık.

Bir süre ses gelmeyince rahatlayarak yeniden dudaklarıma uzandı ama dudaklarımız birbirini bulamadan zil sesini bir kez daha duyduğumuzda ve bu kez aralıksız çaldığında aynı anda "Siktir." diye inledik.

"Bu gelen Güney. Ondan başka kimse bu şekilde çalmaz." dedi. Sesindeki siniri elle tutulurdu. Kaşların kalkarken, "Ah Güney'se açmana hiç gerek yok o zaman Savaş. Defolup gider birazdan." dedim sinirle. Bölündüğümüz yetmiyormuş gibi bir de o piç yüzünden bölünmüştük.

Başını iki yana sallayıp gülerken üzerimden kalktı ve yere eğilip biraz önce bıraktığı tişörtünü bana uzattı.

"Gitmez. O kapıyı açana kadar o zil ile beynimizi sikmeye devam eder."

Uzattığı tişörtü başımdan geçirirken haklı olduğunu kendim deneyimledim. Çünkü zil hâlâ çalmaya devam ediyordu ve gerçekten de beynimizi sikiyordu.

"O zili onun götüne sokabilirim." diye homurdandım. Bacaklarımın arasındaki sızı, beklentiyle Savaş tarafından geçirilmeyi bekliyordu ama gelin görün ki yarım kalmak zorunda bırakılıyorduk.

Tişörtü giydiğimde koltukta oturuyordum ve Savaş da hemen önümde dikiliyordu. Benden daha farklı bir durumda değildi. Bir eli yanağımı okşarken eğilip alnıma bir öpücük kondurdu ve "O aptal sonunda Yasemin'in kıçına tekmeyi basabilmişken onu bir daha onun kollarına itemem İzel. Şu an benden başka kimsesi yok. Üzgünüm güzelim, telafi edeceğime söz veriyorum." dedi dudakları alnımdayken. Başımı sallamakla yetindim. Telafi etse iyi olurdu...

O kapıyı açmak için gittiğinde sonunda evini inceleme fırsatı bulabildim. Sadece ön tarafa bakan duvar camla kaplıydı. Geri kalanı normal duvardı. Salona gümüş, mavi ve krem tonları hakimdi ama duvarları süsleyen tablolar kesinlikle bu renklerle tezat bir uyum içinde odayı süslüyordu. O tabloların hepsini Savaş'ın yaptığından adım kadar emindim. Odanın hemen köşesinden yukarı uzanan merdivenleri gördüm ve merdivenlerin altından devam eden koridoru.

Salon çok büyük değildi. Koridorun devam ettiği duvarda büyük bir akvaryum vardı, içinde renkli küçük balıklar olan. Bu dudağımı kıvırmama neden oldu. Gözlerinden olsa gerek onu su, deniz ya da okyanus ile çok fazla bağdaştırmıştım. O akvaryumu orda görmek beni hiç şaşırtmamıştı.

Beni şaşırtan şey, akvaryumun iki yanından uzanan ve tepede birleşen raflardı. Ödüllerle dolu olan raflar... Pekâlâ bahsettiği otuz yedi ödülün hepsi burada olmalıydı. Ve daha fazlası... Evet otuz yediden daha fazla ödül vardı. Kaç yaşında başlamıştı o bu işlere de bu kadar çok ödülü vardı?

Adımlarım istemsizce o yöne doğru ilerledi. Bazı ödüllerden üç bazılarından beş tane falan vardı. Aynı yarışmanın farklı yılları olmalıydı. Rafların hemen önünde durduğumda ödüllerin tarihlerine göre saat yönünde dizildiğini fark ettim. Eski ödüllerin arasında birkaç tane üçüncülük görsem de tarihler yakınlaştıkça ikincilik bile yoktu. Hepsini birincilikle kazanmıştı. Dudaklarım iki yana kıvrıldı. Annesinin çizimlerini taklit ede ede kendini geliştirdiğini söylemişti. Onunki gerçek bir başarı öyküsüydü.

"Onlarla kızları etkilemeye bayılır."

Duyduğum sesle birlikte gözlerimi devirip arkamı döndüm ve Güney'i gördüm. Bakışları tepeden tırnağa beni süzerken "Anlaşıldı kapının neden geç açıldığı, anlaşılan önemli bir şeyleri bölüşüm." dedi sırıtarak. Bana göre bu cümlenin tercümesi gel benim suratıma iki tane çaktı.

Yarım kalmış olmanın gerginliği hâlâ üzerimdeydi. Bu yüzden sessizce yüzüne bakmaya devam ettim.

"Siktir." dedi gülerek. "İkiniz de beni öldürmek ister gibi bakıyorsunuz."

Hemen arkasından Savaş göründüğünde onda olan bakışlarım Savaş'a kaydı ve işaret parmağım ile aşağılarcasına Güney'i işaret edip "Şu tecavüzcü sapık gittiğinde haber ver olur mu? dedim tıslarcasına. Hazal'a yaptırdığı şeyi unutmamıştım. Kahvelerim yeniden Güney'e döndüğünde ona tiksintiyle baktım. "Bu şeyi burada görmek midemi bulandırıyor da."

Savaş bana doğru gelirken Güney'in yüzündeki tüm sırıtma yok oldu. Yerini alan ifade... Neredeyse kedere yakındı. Göğsüne bağladığı kollarını çözerken mavilerine yayılan acıyı gördüm. Dudakları buruk bir gülümseme ile kıvrılırken ifadelerini saklamaya çalıştı ama başarılı olamadı. Aslına bakarsanız biraz sarhoş gibiydi.

"Şu konuya bir açıklık getirelim o zaman." dedi yüzündeki ifadenin aksine güçlü bir sesle. "O kıza o şeyi yaptıran aslında ben değildim."

Bana doğru gelen Savaş onun sözleri ile olduğu yerde kalakaldı. İstemsizce kaşlarım çatılmış, Güney'in yüzünü incelerken yalan söylediğine dair bir iz arıyordum ama yoktu. Dürüst görünüyordu.

Savaş başını çevirip ona baktı birkaç saniye. Bu süreçte parmakları avucuna doğru göçmüş ve yumruklarını sıkmıştı. Yeniden bana döndüğünde okyanuslarında ona olan inancı gördüm. Dahası Güney'in doğruyu söylediğini gördüm.

"Ah, elbette sen değildin." dedi sıktığı dişlerin arasından. İfadelerini ele geçiren duygunun adı hayal kırıklığıydı.

Tek kaşım havaya kalktığında "Madem sen değildin o zaman o gün neden öyle söyledin? Üstelik Savaş seni döverken de pek aksini söylüyor gibi görünmüyordun?" dedim. O herife inanmıyordum.

Omuz silkti sadece. "Onu korumam gerekiyordu. Bu kez onu Savaş'ın elinden ben bile kurtaramazdım."

Ah kimden bahsettiğini elbette anlamıştım. Yasemin Koçer'den bahsediyordu. Hazal'ın başına gelenlerin faili Yasemin'di ve Güney suçu üstlenerek Yasemin'i korumuştu. Savaş'tan...

"Şu anda da kurtaramayacaksın." diye tısladı Savaş ve adımlarına yeniden yön verip tam önümde durdu. Okyanuslarında öfkeyi gördüm. Şehvetle parlayan o gözler şu an kapkaranlıktı. Güney'e öfkeliydi, Yasemin'e öfkeliydi. Ama bence en çok kendine öfkeliydi bunu daha önce fark edemediği için.

Yanaklarım avuçlarında hapsedildiğinde kısa bir an okşadı elmacık kemiklerimin üzerlerini ve "Yukarı çık." dedi arkamdaki merdivenleri işaret ederek. "Soldaki oda misafir odası ama ben benim odamda uyumanı tercih ederim o yüzden sağdaki odaya gir."

Benden beklenmeyecek bir usluluk ile başımı sallayarak onaylarken "Sen gelecek misin?" diye sordum beklentiyle. Ne? Kasıklarımdaki sızı hâlâ varlığını koruyordu.

Dudakları iki yana kıvrılırken burnundan verdiği sert bir nefesle güldü. Eğildi ve dudaklarıma kısa bir öpücük kondurup beni bıraktı ama soruma yanıt vermedi. Bu gelmeyecek demekti sanırım. Pekâlâ, bu biraz reddedilmişim gibi hissettirdi.

Onlara arkamı dönüp merdivenleri hızlı adımlarla çıktım. Farkında olmadan sert atıyordum adımları. Bence şu an Savaş'ın yapması gereken tek şey Güney'i kovup yanıma gelmekti ama gelmeyeceğini biliyordum. En azından bir süre...

İnadına soldaki odaya girmeyi istesem de merakım ağır bastığı için sol taraftaki odanın kapısını aralayıp içeri girdim. Aşağıdan çok da farklı olmayan bir oda karşıladı beni. Bir duvar boydan boya camdı yine. Bir köşede krem rengi örtülerle kaplanmış kocaman bir yatak vardı. Başka bir köşede ise L şeklinde siyah bir koltuk, koltuğun önünde ise boş bir şövale duruyordu. Şövalenin sağ tarafında yuvarlak bir sehpanın üzerine ise bir sürü kalem serpiştirilmişti. Bu odanın duvarlarında da bir sürü resimler görmeyi bekledim ama yoktu. Sadece bir duvarda büyük bir tablo asılmıştı. Tabloda bir kadın vardı, genç görünen bu kadın, koyu saçları, zümrüt gibi yeşil gözleri ve bembeyaz teni ile çok güzel bir kadındı. Arka planı simsiyah boyanmış olan tablo, kadının saf güzelliğini daha da ortaya çıkarıyordu.

Kimdi bu kadın? Zümrüt yeşili gözler... Yeşil gözler... Aklıma gelen isim kaşlarımı kaldırmama neden oldu. Ondan dinlediğim birinin gözlerine benziyordu. Bade'nin... Savaş gözlerine hayran diye Yasemin'in gözlerini kalemle oyduğu kızın.

Bu resim Bade'nin miydi yani?

Loading...
0%