Yeni Üyelik
19.
Bölüm

18| Kapısı Aralanan Sırlar

@saniyesolak

İZEL İZEM HANCI’DAN:

Bazı hisler vardır, hissedersin ama ne olduğunu anlayamazsın. Orda olduğunu bilirsin ama yabancısındır ya hani, tanıyamazsın. Şu an tam olarak bunun pençesindeydim.

Gözlerimi bile kırpmadan karşımdaki resme bakarken kalbimi yoklayan bir duygu vardı, ne olduğunu anlayamıyor, bir isim koyamıyordum. O resmin Bade'ye ait olduğunu düşünmek, kalbimi çevreleyen kasları sıkıyor, kalbimi sıkıştırıyordu. Neydi bunun adı? Aklıma gelen bir şey vardı ama bunu kabullenmek demek, belki de ölüm fermanımı imzalamak demekti. Hayatım karmakarışıktı. Belirli bir düzende ilerliyor gibi görünse de o düzenin içinde öyle bir labirent vardı ki çıkışı bulamıyordum. Ezberlediğim yollarda dönüp dururken bir de öyle duygularla ezberimi bozup iyiden iyiye kaybolamazdım.

Yutkundum. Boğazımı tıkayan bir baskı vardı sanki orda. Kıskançlık... Ne kadar kabul etmek istemesem de buna başka bir ad koyamıyordum. Omuzlarımın çöktüğünü hissettim, aniden bir yorgunluk çöktü üzerime. Onda bu kadar büyük bir iz mi bırakmıştı yani? Devasa boyutta bir resmini çizip yatak odasına asacak kadar...

O olmaması için her şeyimi verebilirdim.

Bunu bana düşündüren şeyin ne olduğu umurumda bile değildi. Bilinmezliğe tahammül edemesem bile bu bilinmezlikle yaşayabilirdim. Sadece o tablodaki resmin Bade olmadığını öğrenmek bana yeterdi.

Bu geceyi bütünüyle düşündüm. Savaş gelmeden önce kâbusun içinde kâbusu yaşıyordum. Elimde bir neşter, zaten kesik olan yaraları daha da derinden keserek ruhumu ölüme sürüklüyordum. Bir ilki yaşamıştım. Beni aramış ve sadece sesimden anlamıştı iyi olmadığımı. Gelmişti... Gece ne durumda olduğumu gördüğü, bildiği halde gelmemişken Savaş sadece sesimi duyup gelmişti. Okyanuslarının serin suyu yaralarımı sarıp sarmalamış, avuç içleri şifa dolu elleri saçlarımı okşamıştı.

Tüm bunlara farklı anlamlar yükleyip haddimi mi aşmıştım?

"Had mi?" İzem'in sesini duydum. "Ne zamandan beri bu konuda endişelenir oldun sen?"

Her zamanki acımasız ses tonu zihnimin içinde yankılandı. Sesinde bir parça hayal kırıklığı, bir parça da alay vardı. Avaz avaz ne kadar zavallı birine dönüşmeye başladığımı haykırıyordu bana.

"Şu haline bir bak... Bir adamı kıskanıyorsun. Üstelik çoktan ölmüş gitmiş bir kızdan."

Bu hastalıklı hissettiriyordu. Zihnimin içinde yankılanan bu ses... Sanki içimde iki farklı kişilik yaşıyordu birbiriyle asla anlaşamayan, birbirinden farklı ama bir o kadar da aynı. Hasta değildim. Aksine ruhumu ikiye bölüp, iki farklı kişiliğe ayırmasaydım işte o zaman hasta olurdum.

İzem acımasızdı... İçinde bir parça bile merhamet yoktu. Bade'den bahsederken, çoktan ölüp gitmiş bir kız derken bahsettiği bir insan değil de bir böcekmiş gibi. İzem bencildi. Kendinden başka kimseyi önemsemez, çıkarları için her şeyi ama her şeyi yapabilirdi. Şeytanla bile anlaşma sağlayabilirdi.

Şimdi zihnimdeki sesin sahibi bana bu resmi parçalamamı söylüyorken yapmıyorsam İzel olduğu içindi. İzem'in aksine İzel içinde merhamet de taşıyordu. Bencilliği sınırlıydı, insanların kişisel alanına saygısı vardı. Bazen ölüme gidebilecek kadar fedakâr olabiliyordu.

Tüm bu özellikleri tek bir karaktere oturtsaydım, sağlıklı bir zihne sahip olmam imkânsız olurdu. Bir yanım öldür diğer yanım yaşat diyorken arada kalan ben yok olur giderdim. İşte bu yüzden İzel ve İzem vardı. Hem aynı kişilerdi hem de farklı...

"Hadi ama İzel... Bu kadar korkak değiliz biz. Tek yapman gereken tabloyu parçalamak... Onu istiyorsan her şeyi ile almalısın. Bu tablo burada durduğu sürece ona kendini hatırlatıp duracak."

Susmak bilmiyor, beni manipüle ediyordu. Bakışlarımı tablodan çekip sırtımı döndüm. İnce bir sızı yeniden kafamın içine sızmıştı. İzem beni çok yoruyordu... Başımı iki yana sallayarak onu yeniden uyutmayı istedim. Bu gece beni rahat bırakmasını diledim. Yapmadı...

"Ya aşağıda sana dokunurken hayal ettiği bu kızsa?"

Bu düşünce zihnimin duvarlarına çarptığında beynimin sarsıldığını hissettim. Bu mümkün olamazdı değil mi? Başımı çevirip yeniden tabloya baktım. Beni öperken bu kadını hayal ediyor olamazdı... Yakıcı bir duygu damarlarımı yara yara ilerleyip kalbime çöreklendi. Tam yeniden tabloya dönüp bir adım atıyordum ki, kalan bir parça mantığım devreye girdi. Şükürler olsun ki...

Durdum... Başımı iki yana sallarken paranoyaklık seviyeme hayretle baktım. Zihnimin kontrolünü ne zaman İzem alsa, ortalık darmadağın oluyordu. Kaostan beslemiyordu kaltak...

Odanın buram buram Savaş kokan havası bir an bana boğucu geldi. Nedeni az daha yapmak üzere olduğum şeydi. Tanrım, ciddi anlamda aptallaşmıştım.

"Hem o zavallı kalbini bu işten uzak tutamıyorsun hem de beni mi yargılıyorsun?"

Pekâlâ, gitmeye pek niyeti yok gibiydi ve o gitmedikçe, ben burada kalmaya devam ettikçe, zihnimi işgal ettiği her an gidip tabloyu parçalamaya biraz daha yaklaşıyordum. Odanın kapısına doğru gidip elimi kapı koluna uzattım. Ama ben daha tutamadan kapı açılıp Savaş göründüğünde elim havada asılı kaldı.

Haylazca parlayan okyanuslarına, beni kapının önünde görünce şaşkınlığın ince tabakası yayıldı, kaşları kalktı. İçeriye girip kapıyı kapatmadan önce omzunun üzerinden dışarıya baktı. Yeniden bana döndüğünde, yüzümde her ne gördüyse, zihninde yanıp sönen soru işaretlerinin gölgesi, gözlerindeki şaşkınlığın üzerine yansıdı.

"Ne oldu?" diye sordu. Dilimin ucuna gelen bir dolu cevabı zorlukla yutup "Hiç," diye mırıldandım. "Sadece susadım, su almaya gidiyordum." Hayır! Ona tablodaki kişiyi şu an bu şekilde sormayacaktım. Sorgulayışımı sorgulayacaktı ve benim onun sorularına verecek bir cevabım yoktu.

Sözlerimden sonra okyanuslarındaki her şey silinip gitti ve ilk girdiğindeki haylaz parıltı yine tüm canlılığıyla ışıldamaya başladı. Dudaklarında can alıcı bir gülümseme vardı. Dudakları... Tanrım Savaş buraya gelmişti peşimden. Ama arkamdaki manzara aklımı öyle bir doldurmuştu ki şehvetten ve tutkudan geriye hiçbir şey kalmamıştı.

"Orada komodinin üzerinde su var." dedi Savaş yanımdan geçip söylediği yere yönelirken. Tereddütle yönümü ona çevirdim ama özellikle tabloya bakmadan doğrudan yüzüne, gözlerinin içine baktım. Söylediği gibi yatağın hemen yanında duran komodinin üzerinde cam bir şişe duruyordu. Savaş şişeyi eline aldı ve aynı zamanda şişenin kapağı görevini gören bardağa suyu doldurup bana doğru uzattı. Tereddüt etmeden aldım. O hiçbir şey anlamasın diye suya ihtiyacım olduğunu söylemiştim ama şu an boğazımın kupkuru olduğunu fark ediyordum. Ve su inanılmaz iyi gelmişti...

Bardağı yeniden Savaş'a uzatırken konuyu ve aklımı dağıtmak için "Güney gitti mi?" diye sordum. Savaş şişenin kapağını kapatıp yeniden komodinin üzerine koyarken başını iki yana sallayıp "Hâlâ aşağıda ve bu gece gidecek gibi de durmuyor. En azından şimdilik." diye mırıldandı ve bana doğru iki adım atıp dibimde bitti.

Yeniden onun eksenine girdiğimde, kokusu beni esir aldığında ve ılık nefesi yüzümü okşadığında kaybolduğunu sandığım şehvet ve tutku ince birer sızı olarak dudaklarıma saldırdılar. Onu öpme isteği ile dudaklarım sızladı. Nefesim yeniden hızlanırken aynı anda, istediğini alamayan İzem'in saldırısına da uğradım.

"Ya şu an sana bu kadar yakınken sende gördüğü o kızsa?"

Göz ardı etmek istedim ve "O zaman sen burada ne arıyorsun?" diye sordum." gülümsemeye çalışarak. Lanet kadın çenesini kapatmalıydı. O tablonun Bade'ye ait olmama ihtimali olma ihtimalinden daha yüksekti.

Savaş'ın dudakları iki yana daha da gerilirken bir an eriyeceğimi sandım. Bu adama gülmek yasaklanmalıydı. Elleri belimi kavrayıp beni kendine çektiğinde bedenlerimiz birbirine yapıştı. Dudakları yanaklarımı sıyırıp kulağıma doğru ilerledi ve kulağımın altındaki hassas noktayı öpüp "Bu gece en azından birimiz için rahat bitsin istedim." diye mırıldandı. Öpücükleri yavaş yavaş boynuma doğru kayarken, ellerimi onun geniş omuzlarıma koyup başımı yana doğru eğdim ve ona daha çok yer açtım. Bundan memnun bir şekilde tenimin üzerine doğru gülümsedi.

"Ah kendini kandırmaya devam et sen."

Tanrım, bana bile acıması yoktu bu kadının. Savaş'ın dudakları çeneme doğru çıkarken derin bir nefesi içime çektim. Pekâlâ buraya kadardı... Daha fazla dayanamayacaktım.

"Savaş." diye mırıldandım. Elleri yavaşça kalçalarıma doğru inerken dudaklarını bir an olsun çekmeden "Hı?" diye mırıldandı. Aklımı işgal eden bu lanet düşünce yüzünden dokunuşlarının bile tadını çıkaramıyordum.

Savaş beni asla takmadan dudağımın kenarını öpüp dudaklarıma uzandığında başımı geriye doğru çekerek "Savaş, bir dakika." diye mırıldandım nefesim hızlanmaya başlamıştı bile. Ne olursa olsun onun dokunuşlarına kayıtsız kalamıyordum.

Dudaklarını tenimden uzaklaştırıp, başını geriye çekip yüzüme baktığında parlayan gözlerine soru işaretleri yeniden yansıdı. Ellerini yavaşça kalçalarımdan çekip güvenli bölgeye, belimin kıvrımlarına yerleştirdiğinde "Sorun ne güzelim?" diye sordu.

Bunu söyleyecek olmak içimdeki egoyu felaket şekilde eziyordu ama tek seferlik buna katlanabilirdim sanırım. Onun nefesiyle sızlayıp kuruyan dudaklarımı ıslattığımda bakışları arzuyla dudaklarıma kaysa da orada çok oyalanmadan yeniden gözlerime çıkıp ilgiyle sözlerimi bekledi.

Başımı çevirip yeniden o tabloya baktığımda, göz ucuyla onun da gözlerimi takip edip tabloya baktığını gördüm. Tam dudaklarımı aralayıp aklımı bu denli kurcalayan o soruyu soracaktım ki o benden önce davrandı. Anlamıştı soracağım soruyu ve ben dile getirmeden beni cevaplamıştı.

"Annem."

Bade diyeceğine öyle çok emindim ki, kulağıma çalınan sözcüklere hazırlıksız yakalandım. Dudaklarım balık gibi açılırken Savaş'ın yüzüne baktım. O hâlâ tabloya bakıyordu. Gözlerinde öyle bir sevgi, öyle bir saygı vardı ki... Bir an karşısında, kollarının arasında titredim. Tanrım, benim aklımdan neler geçmişti.

"Ah, bunu beklemiyordum bak."

İzem'in sesi yeniden zihnimde yankılandığında sinirle alt dudağımı dişledim. Bilinçaltım bir gün beni öldürecekti.

"Çok güzelmiş." diyebildim yalnızca. Pekâlâ düşüncelerimden ötürü bir miktar utandığımı itiraf etmeliyim. "Öyle." diye karşılık verdi Savaş. Annesine aşıktı. Bu o gün o bağımlının söylediklerine verdiği tepkiyle anlamıştım. Annesi ile arasında bir sorun vardı. Şu an bu sorunu daha çok merak ettim ama sormadım. Biri bana babamla aramda olan sorunları sorsaydı berbat hissederdim, bu bana acı verirdi. Bu yüzden bende sormadım.

Savaş okyanuslarını bana çevirdiğinde bir kaşı havalanmıştı ve yüzünde haylaz bir gülümseme vardı. Belimdeki ellerini sıkılaştırıp beni iyice kendine çektiğinde, tablonun kime ait olduğunu, Bade'ye ait olmadığını, öğrenmenin rahatlığıyla kollarımı boynuna doladım. Nedensiz bir şekilde hafiflediğimi hissediyordum.

"Kim sandın?" diye sordu bakışlarının yansımasını sesine vurarak. Ben masumum der gibi gözlerimi irileştirip masum masum gülümserken omuz silktim. "Hiç."

Cevabım üzerine bakışları kısıldığında kaçmanın en lezzetli yoluna başvurdum ve ileri atılıp dudaklarımı dudaklarına yapıştırdım. Artık buraya geliş amacına geri dönebilir miydik?

Savaş memnuniyetle mırıldanırken alt dudağımı büyük bir açlıkla kavrayıp emdiğinde son birkaç dakikadır kendini gizleyen şehvet bana geri döndü ve kasıklarımda bir sızı olarak patladı. Yavaşça beni döndürüp geri geri yürütürken bir an olsun dudaklarımı bırakmıyor, sırayla dudaklarımı önce dişliyor sonra da emiyordu. Kollarımı tamamen boynuna sararak bir elimi saçlarından geçirip başımı sola yatırdığımda, bacaklarım yatağa değdi ve Savaş üzerime eğilip beni geri geri yatırdı. Sırtım yatakla buluştuğunda geri geri kayarak yatağa tamamen yerleştim. O anlarda Savaş'ın dudakları dudaklarımdan ayrılmış çenemden boynuma doğru kaymıştı.

Üzerimde tişört olmasına rağmen, yakıcı nefesini göğüslerimde hissettim. Bir süre orada soluklanıp herhangi bir atakta bulunmadığında altında ihtiyaçla kıvranıp başımı kaldırıp ne yaptığına baktım. Gözlerini kaldırmış bana bakıyor, beni okyanuslarının derinlerine doğru çekiyordu sanki. Ona baktığım an başını eğdi ve tişörtün üzerinden sol göğsüme öpücük kondurup göğüs ucumu ağzına aldı. Bir an olsun gözlerini gözlerimden çekmeden yaptığı bu hareket öyle tahrik ediciydi ki göğüs ucumdan kasıklarıma doğru bir sızı aktı. Sol göğsümü rahat bırakıp diğerine geçtiğinde ve onu emmeye başladığımda sanki doğrudan temini emiyormuş gibi bir his verdi ve sertçe inledim. Sonra yeniden diğer göğsüme geçti. Başım dönüyor, kalbim dudaklarına doğru öyle hızlı atıyordu ki, hissettiğim yoğunluk yüzünden aklımı kaçırmak üzereydim. Sırayla her iki göğsümle de eşit şekilde ilgilenirken yavaşça yan tarafıma geçip üzerimden çekildi. Nefesi göğüslerimden uzaklaşıp yeniden yüzümü okşadığında, ne zaman başım yatağa düştü ve ne zaman gözlerim kapandı hiç bilmiyorum ama onun nefesini hissettiğim an gözlerimi açıp onun okyanuslarına baktım. Orda gördüğüm açlık memnuniyetle mırıldanmama neden olurken, başımı kaldırıp yeniden dudaklarını öpmek istedim ama geri çekilip buna izin vermedi. Bir kolunu başımın yanında dirseğinden yatağa yaslarken diğer eli yüzüme uzandı ve işaret parmağı ile orta parmağını dudaklarıma yaslayıp dudaklarımı tüy hafifliğinde okşadı. Parmakları dudaklarımdan çeneme, oradan boynuma ve iki göğsümün arasından karnıma doğru inerken öyle yavaştı ki, kıvrandım. Başı hemen başımın üzerinde dudakları öpeceğim kadar yakın ama öpmeme izin vermeyecek kadar uzaktı. Aldığım nefesler verdiği nefes, verdiğim nefesler aldığı nefesti. Gözlerini bir an olsun gözlerimden ayırmıyordu.

Parmakları göbek deliğimin etrafında kışkırtıcı bir yavaşlıkla dolandığında sert bir nefesle göbeğim içeri doğru göçtü. Avucunu tamamen karnıma yaslayıp aşağı doğru kaydırdığında beklentiyle alt dudağımı ısırdım. Eli kadınlığıma inip orayı avuçladığında hissettiğim baskı tenimin altında volkanların patlamasına neden oldu, nefesim kesildi.

"Savaş!" dedim sesim neredeyse yalvarır gibi çıktı. Sesimle birlikte gözleri koyulaştı. Başı hâlâ başımın üzerindeydi ve lanet olsun ki verdiği nefesle dudaklarım ihtiyaçla sızlarken beni öpmek için herhangi bir hamlede bulunmuyordu. İşkence gibiydi...

Parmakları üzerimdeki şortun çizgisine gelirken üzerimdeki tişörtünün içine sızmış, eliyle birlikte tişörtü de sıyırmıştı. Yavaşça önce şortun ardından külotumun içine sızdı o parmaklar ve klitorisime sürtündüler. İçimde kaynayan o lav, tenimden dışarı taşıp her zerremi yakıyor sandım.

"Bir gün..." diye fısıldadı. "Burayı kana kana içeceğim." Dudaklarından çıkan her bir kelimeyi yuttum sanki. Bir elimi ensesine yerleştirip onu kendime doğru çekmeye çalıştım ama yine başını çekip bana engel oldu. Klitorisime hafif hafif baskı uygulayan parmakları bendeki tüm gücü çekip almıştı sanki. Başımın tepesinde duran eli yavaşça saçlarımın arasına karışırken "Sabırlı ol bebeğim." diye mırıldandı. Kıvranmam ona keyif veriyordu. "Ben buraya seni tamamlamaya geldim."

Aynı anda parmakları klitorisimden aşağıya doğru inip girişime sürtündüğünde parmaklarına bulaşan sıvıyla dudaklarını yalarken "Siktir sırılsıklamsın, çoktan hazırsın." diye fısıldadı. Çarşafı sıkan ellerimi onun koluna dayayıp uyarırcasına tırnaklarımı tenine sapladım ve "Lanet olsun Sav..." Cümlemin devamını getiremeden aniden, hızla iki parmağını içime doğru kaydırdığında gözlerim kaydı ve sertçe dudaklarımı ısırıp inledim. Bacaklarım anlık bir kasılma ile titredi. O kasılmayla Savaş'ın içimdeki parmaklarını da sıkıştırmıştım. Savaş alnını alnıma yaslarken "Siktir İzel, o gün geldiğinde bunu penisime de yapmanı çok isterim." diye mırıldandı. Parmaklarını çekip yeniden hızla içime ittiğinde bir kez daha inledim. "Eğer şu an... Beni beceren şey... Parmakların değil penisin olsaydı... Bu şeyi penisine yapmış olacaktım zaten..."

Kesik kesik nefesim yüzünden cümlelerim de kesik kesikti ama o beni anladı. Hep anlıyordu zaten...

"O anı böyle sıkıştırılmış bir anda yaşamak istemem." diye mırıldandı burnunu burnuma sürtüp. Parmaklarını hızla içimde kaydırmaya başladığında "Bu cennete hak ettiği ilgiyi hak ettiği gibi vermeliyim öyle değil mi?" diye mırıldandı. Sözleri beni daha çok inletirken yeniden onu öpmeye yeltendiğimde bir kez daha kaçırdı benden dudaklarını ve en sonunda dayanamayıp tırnaklarımı onun tenine saplarken "Lanet olsun Savaş ver şu dudaklarını bana." diye bağırdım nefes nefese.

"Hayır!" dedi net bir sesle. "Odaklandığın tek şey içinde hareket eden parmaklarım olacak." Parmakları... Odaklanılmayacak gibi değildi ki. Hızla hareket ediyor bazen kıvrılıp duvarlarımı daha da geriyor, G noktasına baskı yapıyorlardı. Bunun çok daha fazlasını yaşamama rağmen iki parmağın bana yaşattığı bu zevk aklımı kaçırmama neden olacaktı. Gözlerimin içinde yıldızlar parlıyor, altımızdaki yatak kayıyordu sanki. Zevk her yerime yayılıyor, yayıldığı yerden damarlarıma sızıp kalbimde patlıyordu. Kalbim göğsümü delip bağımsızlığını ilan edecek kadar hızlı atıyordu.

Parmakları daha da hızlandı, hissettiğim zevkin daha da üstüne çıktığımda bacaklarım kasılmaları bir kenara bırakmış artık orantısız bir şekilde titremeye başlamıştı. Çok yakındı. Başımı iyice yastığa gömdüğümde alt dudağımı öyle sert ısırdım ki damağıma kanın o metalik tadı yayıldı.

Savaş'ın parmakları hızlandığında titremelerim de arttı, orgazm çok yakındı. Gözlerimi açık tutmak artık imkânsız hâle geldiğinde ihtiyaçla "Savaş!" diye inledim. Yükseliyordum ama bir türlü düşemiyordum. Düşmeye ihtiyacım vardı...

Savaş bir kez daha sertçe parmaklarını içime itti ve geri çıkardığında tamamen çıkarmıştı. İstediğini alamamış olmanın acısıyla sitem edercesine inlediğim sırada o parmaklarını klitorisime bastırıp o noktayı sertçe okşamaya başladı. Bacaklarımla birlikte tüm bedenim titredi. O hızlandıkça ben zirveye yaklaştım... Yaklaştım... Yaklaştım... Ve en sonunda istediğimi alıp o zirveden aşağıya doğru hızla düşmeye başladım. Orgazm çok şiddetli geldi. Son damlamı akıtana kadar Savaş klitorisimi sertçe okşamaya, o noktada halkalar çizmeye devam etti.

Sonunda bittiğinde artık ayakta duracak, ona tutunacak halim kalmamıştı. Kolum gücünü kaybetti ve ensesinden sıyrılıp yatağa düştü. Sertçe yutkundum. Bu geceden beklentim belki bu değildi ama, ziyadesiyle iş görmüştü.

Alnını alnımdan çektiğinde gözlerimi açıp yüzüne baktım. Bakışları öyle yoğun bir şekilde dudaklarıma bakıyordu ki. Dudaklarım hem ısırdığımda açılan o minik yarıktan dolayı hem de onu öpmenin arzusuyla sızlıyordu. Dilimi dudaklarımda gezdirdiğimde damağıma yayılan o metalik tat daha da yoğun bir hale geldi. O mimik yarıktan yeniden sızmaya başlayan kanı hissedebiliyordum. Elimi oraya bastırmak için kaldırdığımda Savaş hızla elini iç çamaşırımın içinden çıkarıp bileğimi tuttu. Başını eğip hiç beklemediğim bir şey yaptı ve dudağımı yaladı. Kaşlarım kalktığında şaşkınlığı soluyordum. Tatlı tatlı dudaklarımı öpmeye başladığımda aynı tempoyla karşılık verdim. Geri çekildiğinde bana olan bakışları... Büyülenmiş gibiydi.

"Çok güzelsin..." diye fısıldadı.

Mayışmış halimle bir kez daha dudaklarımı yalayıp gülümsedim ve "Biliyorum." diye fısıldadım tıpkı onun gibi, gülüşü görülmeye değerdi. Birbirini kovalayan birkaç saniye boyunca birbirimize baktık. Ama sonra onun aklına gelen bir şeyler onun durgunlaşmasına neden oldu. Yüzündeki gülümseme yavaşça silinirken bakışları derinleşti. Hayır arzuyla ya da istekle değil, zihnimin içini görmek istermiş gibi derinleşti...

"Bu gece ne oldu İzel?" diye sordu. Tüm gece boyunca merak ettiğinin bu olduğunu ama beni düşündüğü için sormadığını zaten biliyordum. Artık daha fazla dayanamamış ve merakına yenilmiş olmalıydı. Yüzümdeki gülümsemeyi korumaya çalıştım ama biliyorum ki gözlerime çöken hüzün beni ele verdi. Omuz silkip önemli bir şey değilmiş gibi "Bir şeyler oldu işte." diye mırıldandım. "Bu konu hakkında konuşmak istemiyorum Savaş. Hele de şu an."

Gözlerinde ısrarın kalın çizgilerle atılmış imzası olsa da saygı duydu ve başını sallayıp onayladı beni. Derin bir nefes alıp "Teşekkürler. Her şey için..." diye fısıldadım. Rahatsızlığımı gördü, önce gülümsedi ardından gülümsemesi haylaz bir sırıtışa döndü ve alt dudağını dişlerinin arasına aldı. Gözlerinde yeniden o çok hoşuma giden parıltılar parlamaya başlamıştı. "Benim için bir zevkti."

Rahatlamanın verdiği etkiye bir de Savaş'ın saçlarımda dolanan parmakları eklenince uykunun yavaşça üzerime doğru çöktüğünü hissettim. Başım yavaşça yana dönerken ağırlaşan gözlerimi artık açık tutmakta zorlanıyordum. Her şey üst üste gelince yorgun düşen bünyem artık ayık kalamıyordu.

Savaş'ın yumuşak dudaklarının hafif baskısını yanağımda hissettim. Bir süre o şekilde kaldıktan sonra nefesi tenime doğru fısıldadı.

"Penso di essermi innamorato di te..."

Sözlerinin hemen ardından yanımdan kalktı ve üzerimi örtüp odadan çıktı. Zihnim söylediği cümleyi algıladığında kalbim çok hazırlıksızdı. Kapanan gözlerim yeniden açıldığında, onun bıraktığı boşluğa öylece bakakaldım. Belki bilmediğimi düşünerek İtalyanca söylemişti belki de uyuduğumu düşünerek, bilmiyorum.

Ne hissetmeliydim?

Ne düşünmeliydim?

Bilmiyorum…

Kalbimdeki kasılma, cümlenin onu heyecanlandırdığını haykırıyordu ama zihnim çığlık çığlığa bunu reddediyordu. Olmazları sıralıyor, mantıklı davranmamı söylüyordu.

Gerçeğini unutma... Savaş o halimizden nefret eder...

Burada kalıcı değiliz yakında gideceğiz...

Bizim hayatımızda öyle duygulara yer yok...

Canın çok fena yanacak...

Yutkundum. Zihnim ve mantığım yeniden kanlı bir savaşa girerken bir elimi zorlukla kaldırıp saçlarımın arasından geçirdim.

"Sanırım sana âşık oluyorum..."

Cümle defalarca kez zihnimde yankılandı. O yankılandıkça içimdeki savaşın şiddeti arttı. Aldığım derin nefesler ciğerlerime yetmiyormuş gibi her seferinde daha da derin bir nefesi içime çektim. Savaş bombayı tam kalbimin ortasına bırakıp gitmişti ve ben buna asla ama asla hazır değildim.

Yatakta yan döndüm, bacaklarımı karnıma çekip cenin pozisyonu aldım. Kollarımı bedenime sarıp gözlerimi kapattım. İçimde nasıl bir savaş olursa olsun, aldığım her nefeste Savaş'ın kokusu varken, uyku beni çepeçevre sardı ve içine çekti. Ve ben içimdeki harbe rağmen hayatındaki en huzurlu uykulardan birine yattım.

 

💎🎭

 

Zihnim yavaşça uyanmaya başlarken kapalı göz kapaklarımdan içeriye sızmaya çalışan ışık huzmesi, gözlerimi açmaya zorluyordu beni. Uyanmak istemiyordum. Yeniden o huzurlu uykunun kollarına atılmak ve sonsuza kadar orda saklanmak istiyordum. Hiç kimse benden bir şey beklemesin, beni kendi halime bıraksınlar, hiçbir şey düşünmek zorunda kalmayayım. Evet, yapmak istediklerim tam olarak bunlardı.

Ama yapmak zorunda olduklarım...

Derin bir nefes aldım ve sonunda pes ederek gözlerimi açtım. Görüş açıma ilk giren şey, odanın bir duvarını kaplayan camdan yansıyan güneşin gözlerime iğne misali batan ışınlarıydı. İnleyerek gözlerimi kapattım ve diğer tarafıma döndüm. Tanrı aşkına Savaş bu ışınlara her sabah nasıl katlanıyordu? Gözlerimi oymak ister gibi bir halleri vardı.

Savaş...

Dün gece söylediği o son sözler...

Mideme bir yumruk yemiş gibi hissettim. Boğazıma yapışan iğrenç bir yumru vardı, ne kadar yutkunursam yutkunayım gitmiyordu. Doğruluğunu inkâr etmeye çalışsam da sesi hâlâ kulaklarımda, o kelimeler dudaklarından dökülürken çıkan nefesi hâlâ temindeydi. Bana yaşattığı orgazm kadar gerçekti.

Aklım ve kalbim hâlâ dün bıraktığım yerde birbirleri ile olan kavgalarına devam ediyorlardı. Biri onun aşkı karşısında heyecanlanırken diğeri inatla reddediyordu. En mantıklı savunmalarıyla üstünlük sağlamaya çalışıyordu.

Kuruyan dudaklarımı ıslattım. Huzurlu bir uykudan sonra dinlenmiş olmalıydım ama kendimi hiç de dinlenmiş gibi hissetmiyordum. Savaş'ın bıraktığı bu bomba patladığında, o patlamayla parçalara ayrılacak olan parçam hangisiydi? Aklım mı yoksa kalbim mi?

Ah! Tüm bilinmezliklerin canı cehenneme!

Başımı iki yana sallarken üzerimdeki yorganı attım ve yataktan kalktım.

"Bugün değil İzel, bu konu bugünün konusu değil."

Kendi kendime fısıldadığım bu sözcüklerden sonra, çıkış kapısından ayrı, odada yan yana duran iki kapıdan soldakini açıp içeriye baktım. Kapıyı açtığım an odaya hâkim olan yağmur sonrası toprak kokusu burada daha da yoğunlaştı. Burası Savaş'ın giysi odasıydı. İçimdeki meraklı kedi odayı karıştırmam için zihnimi tırmalayıp dursa da patlamak üzere olan mesanem bana bunun tam tersini söylüyordu. Bu yüzden odadan çıkıp kapıyı kapattım ve hemen yanındaki kapıyı açtığımda beni beyaz mermerli banyo karşıladı. İşlerimi halledip aynanın karşısına geçtiğimde, dün geceden yüzüme emanet kalan tek şeyin kızarık gözlerim olmasını memnuniyetle karşıladım. Ağladığım zaman şişmeyen gözlere sahip olduğum için kendimi şanslı saymalıydım.

Bugün tamamen kusursuz görünmeliydim...

Derin bir nefesi içime çekip musluğu açtım ve avuçlarıma dolan suyu yüzüme çarptım. Soğuk su tüm sinir uçlarını uyarırken öyle iyi geldi ki. Islak elimin tersiyle, boynumdaki artık neredeyse kaybolmuş olan kan izlerini de temizlediğinde çok daha iyi görünüyordum. Çenemdeki yara kabuk bağlamıştı bile ve muhtemelen üç gün sonra orada yara olduğunu bile hatırlamayacaktım.

Elimin etrafına bir miktar tuvalet kâğıdı doladım ve biraz suyla ıslatıp, kapağını kapattığım klozete oturdum. Bacaklarımdaki çoğu sıyrık kanamamıştı bile.

Elimdeki ıslak peçete ile bacaklarımı silip kuru olanlar da kuruladığımda yaralar görünmüyor sayılırdı. Bir miktar da olsa rahatlamış hissederek banyodan çıktığımda görüş açıma giren ilk şey dünkü portre oldu. O yeşil gözler... Savaş'ın annesi... Afrodit kadar güzel bir kadındı... Savaş gözlerini annesinden almadıysa bile yüzünün güzelliği kesinlikle annesinin eseriydi... O resme bakarken farkında olmadan dudaklarım iki yana kıvrıldı. Bu konuda Savaş ile çok benziyorduk; ikimiz de annemize aşıktık...

Başımı iki yana salladım ve gözlerimi portreden çekip yatak odasından çıktım. Savaş neredeydi acaba?

Merdiveni inerken hemen sağ taraftan gelen iki cam bardağın birbirine çarpma sesi ile o tarafa yöneldiğimde adımlarım beni mutfağa taşıdı. Ve onu gördüm. Bir masanın başında dikilmiş elindeki su bardaklarını masaya koyuyordu. Beni fark etmemiş gibi arkasını döndü ve ocaktaki tavanın içinde her ne varsa onu dikkatle karıştırdı. Sonra hemen yanında duran kesme tahtasının üzerindeki bıçağı alıp domatesleri dilimlemeye başladı. Öyle oraya ait görünüyordu ki mutfakta asla sırıtmıyordu. Üzerinde beyaz bir tişört altında da gri bir eşofman altı vardı. Önlük takmamıştı ama tişörtünde tek bir leke bile yoktu, üstelik masaya baktığımda üzerinin resmen donatılmış olduğunu görüyordum ama mutfakta herhangi bir dağınıklık, hatta tezgâhta bir tane bile bulaşık yoktu. Damla ne zaman yemen yapsa mutfak savaş alanına dönerdi oysaki...

Dün gece ya bilmediğimi sanarak ya da uyuduğumu düşünerek söylediği o tek cümle, şu an ona bakarken bir kez daha zihnimde yankılandı. İçimdeki savaş hâlâ bitmemişti. Ne hissetmeliydim? Ne demeli ya da ne yapmalıydım? Ya da... bir şey yapmalı mıydım cidden? Hayır hayır hayır... Duymamış gibi davranmak en mantıklısıydı, bilmiyormuş gibi...

Verdiğim kararla birlikte derin bir nefes aldım ve duruşumu dikleştirip boğazımı temizleyerek varlığımı belli ettim. Bir anda başını kaldırıp duyduğu sesin kaynağına, yani bana, baktı ve anlık bir şaşkınlığın ardından yüzünü bir gülümseme kapladı. Okyanusları yine ışıl ışıl parlıyordu. Güldüğü an kırışan göz kenarları o kadar seksi görünüyordu ki, tam o an gidip onu öpmek istedim. Belki ardından ateşli bir mutfak seksi yapar, dünkü yarım kalmışlığımızı tamamlardık. Ah gerçi o kendini bir kenara bırakıp benimle ilgilenecek kadar nazik bir erkekti. Tanrı gerçekten Savaş'ı en boş zamanında özenle yaratmış olmalıydı...

"Uyanmışsın, günaydın." diye seslendi yaptığı işe geri dönerken. Elindeki domatesi dilimlemeyi bitirdiğinde yeniden ocağa dönerken "Rahat uyuyabildin mi?" diye sordu. Omzumu kapı kenarına yasladım ve kollarımı göğsümde bağladım. Tavada her ne varsa onu karıştırmayı bırakıp ellerini tezgâha yasladı ve bana baktı. Oyunbaz bir şekilde alt dudağımı sarkıttım ve "Sen gelene kadar gayet rahattım aslında." diye yalan söyledim, o da bunun farkındaydı.

Dudağının bir kenarı yukarıya doğru kıvrılırken tek kaşını kaldırdı ve "Bahse girerim ben geldikten sonra çok daha rahat uyumuşsundur İzel?" dedi. Sesinden akan meydan okuma somut bir şekilde görünüyordu. Haklıydı. İnkâr etme gereği görmeden omuz silkip "Kokunun bu kadar güzel olması benim suçum değil." diye mırıldandı. "Bu arada giderken parfümünü çalmayı düşünüyorum."

Ellerini tezgâhtan ayırdı ve yeniden tavaya dönüp içine birkaç baharat atıp yeniden karıştırdı. Bir insan yemek yaparken bile seksi görünmeyi nasıl başarabilirdi ki?

"Şansına küs." dedi tavanın kapağını kapatıp yeniden bana dönerken. "Ben parfüm kullanmıyorum. Çok istiyorsan direkt beni çalman gerekecek."

Sözleri şaşırmama neden olurken sonda yaptığı espriyi görmezden geldim ve "O kokunun teninin kokusu olduğunu mu söylüyorsun?" diye sordum şaşkınlığımı sesime yansıtarak. "Hayır bu mümkün değil, hiç kimse o kadar güzel kokamaz."

Ciddiyetle söylediklerim onu güldürdü. "İltifatın için teşekkürler."

Omzumu kapının pervazından ayırdım ve ona doğru hızlı adımlarla ilerleyip, tişörtünün yakalarından tuttum. Parmak uçlarımda yükselip burnumu boynuna yaslarken sessizce beni izliyordu. Ah Tanrım! Kokusu tapılasıydı.

Burnumu boynundan çekip yüzüne bakarken bir hayli ciddi görünüyordum ama o gülmemek için yanağının içini dişliyordu. Gözlerinde ise neşeli kahkahaların yankıları vardı.

"Koku filmini izledin mi?" diye sordum tek kaşımı kaldırırken? Ağır ağır başını sallayıp onayladı beni. Başımı omzuma doğru yatırırken "Jean-Baptiste Grenouille'nin kadınlara yaptığı şeyi sana yapmamam için tek bir neden söyle bana?" dedim kısık bir ses tonuyla.

Ellerini belimin kıvrımlarına yerleştirdi ve "Çünkü sen bir katil değilsin." dedi geriye doğru bir adım atarak beni de beraberinde yürütürken.

"Çünkü seninle sevişmemiz gereken konular var."

Bir adım daha geriledik. Gözleri dudaklarımı bulurken son söylediği cümlenin heyecanıyla dudaklarımı yaladım. Kesinlikle sevişmemiz gereken konular vardı.

"Çünkü..." dedi bir adım daha gerileyerek.

"Sana resim çizmeyi öğreteceğim ve derslerimiz bugün okul çıkışı başlıyor."

Evet şu mesele... Aslında okul çıkış saatinden bir saat sonra bizim antrenmanımız başlıyordu. Uzun bir koşu maratonu bizi bekliyor olacaktı ama... Bugün bunu atlasam kim ne diyebilirdi ki?

"Siz nasıl isterseniz hocam."

Gülüşü genişlerken burnumun ucuna hafif bir fiske vurdu ve "Hadi masaya geç." dedi başı ile yan tarafımızı işaret ederken. Bu kez uslu rolünü üstlenip bir sandalyeyi çektim ve oturdum. Masada yok yoktu. Öyle ki krep bile yapmıştı. İçimden bir ses, benim için bu kadar uğraştığını, yalnız olduğu zamanlarda basit şeylerle kendini geçiştirdiğini söylüyordu ve bu da kalbimde, yeni yerler keşfedip, keşfettiği o yerlerde kök salmasına neden oluyordu. Bu hisler bana öyle yabancıydı ki içten içe korkutuyordu.

Bazı anlarda düşünmek, insanın kendine yaptığı en büyük kötülüktü çünkü düşüncelerin ucu bucağı hiçbir zaman gelmez, her düşünce yeni bir düşünceyi doğururdu. Bir zaman sonra, bir bakmışsınız kaybolmuşsunuz. Yolunuzu bulmaya çalıştığınızda ise kendi kendinizin düşünceleri sizin önünüzde engel duruyor. İşte tam o anda yeni bir duygu doğuyor ve o duyguya da çaresizlik diyorlar.

Bu yüzden düşünmeyi bir kenarı bıraktım ve âna odaklanıp ânın tadını çıkardım. Mesela masayı görmeden önce, midemde tek bir hareket bile yokken, şu an midem açlıkla kasılıyordu. Dün yediğim öğle yemeğinden bu yana hiçbir şey yemediğimi hesaba katarsak bu o kadar normaldi ki. Uzanıp, salam tabağından bir tane salamı elimle aldım ve hızla ağzıma attım. Ne? Oturup bir de Savaş'ı mı bekleyecektim?

Birkaç dakika sonra Savaş bir elinde dilimlediği domates salatalıkları koyduğu tabak, diğer elinde de çaydanlıkla gelip masada hemen karşıma oturduğunda, ben çoktan kahvaltıma başlamıştım bile.

Kısa süreli bir sessizliğin ardından, "Bugün büyün gün ha?" diye sordu ince belli bardaklara çayları doldururken. Ortaya koyduğu tavanın içindeki omletten bir parça kesip önündeki servis tabağına alırken gözlerimi devirdim.

"Büyük ki ne büyük!" derken sesim son derece alaylıydı. Bana uzattığı bardağı alıp dudaklarıma götürdüğümde daha ilk yudumu alamadan dilim yandı ve bardağı hızla masaya bırakıp elimle ağzımı yelledim. Lanet çay!

"Bunu niye bu kadar sorun yapıyorsun ki? Bırak okuldakiler sana sen bir tanrıçaymışsın gibi davransınlar. Eminim görmezden gelmekte bir hayli başarılı olursun."

Ben mutfağa ilk girdiğimde, Savaş'ın masaya koyduğu su bardaklarına, hemen yanlarında duran sürahiden su doldururken anlık olarak bakışlarımı Savaş'a çevirdim.

"Elbette görmezden gelebilirim. Ama beni geren şey o değil. Hayatımın yüzde yetmişinde ben İzel'dim. Bilinmeyen... Anonim... Medyanın ve insanların ilgisinden tamamen uzak, silik, kendi halinde biriydim yani anlayacağın. Şimdi tüm bunlar bir kenarı itilecek ve gözler üzerime dönecek... Parmakla gösterenler bile olacak." Gözlerimin önüne gelen görüntüler başımı döndürürken sıkıntıya bir nefes aldım. "Anlıyorsun değil mi?"

Birileri tarafından anlaşılmaya ihtiyacım vardı çünkü insanlara göre benim yaptığım aptallıktı. Dünya'nın merkezine oturabilecekken bunu elimin tersiyle bir kenarı itmem aptallıktı.

Ah sikmişim o insanları. Hiç kimsenin ne düşündüğü umurumda değildi, hiçbir zaman da olmamıştı. Ama Savaş... Savaş aptal olduğumu düşünsün istemiyordum. Yani hayır, birileri tarafından değil, Savaş Kalkavan tarafından anlaşılmaya ihtiyacım vardı.

"Anlıyorum." dedi. Doğruyu söyleyip söylemediğinden emin olmak için gözlerimi yüzünde tuttum. Ona güvenmemi istiyormuş gibi, ben ona bakarken bir an olsun bakışlarını kaçırmadan, topraklarımı okyanusları ile yıkadı. Ve ben o gözlerde samimiyeti gördüm... Dudaklarım istemsizce iki yana doğru kıvrılırken, onun beni anladığında emin olarak gözlerimi ondan çekip kahvaltıma döndüm.

Kısa bir sessizlik yine kahvaltıda bize eşlik etti ama çok sürmeden Savaş'ın o güzel sesi kulaklarımı yeniden okşadı.

"Bu kadar zaman... Nasıl anonim kalabildin? Yani çoğu magazin sitelerinde baban ile ilgili boy boy haberler var. Annenle ilgili bile yapıldı ama sen hiçbirinde yoksun. Gece ya da Damla da yok mesela. Bilinen tek bir şey var o da Kahraman Hancı'nın İzem adında bir kızının olduğu. Ama tek bir resmin bile yok. Evlatlık aldığı çocuklar kimse tarafından bilinmiyor. Gizli kalmayı nasıl başardınız?"

Sesi de bakışları da son derece meraklıydı. Bir an bunları ona anlatıp anlatmamak konusunda tereddüde düşsem de en sonunda omuz silkip anlatmaya karar verdim.

"Gece işinde çok iyi bir hacker. Ve babamın elinde onun gibi beş tane daha var. Korkunç bir teknoloji ile pek çok şeyi denetim altında tutabiliyor, çok gizli şeylere çok kısa sürede erişim sağlayabiliyorlar."

Anlık bir duraksamayla elimle kendimi gösterdim ve "Şekil A'da görüldüğü gibi." deyip devam ettim. "Kahraman Hancı, ekip tarafından internet için mimlenen bir isimdir. Onun hakkında yapılan haberler, haber sitelerinden önce ekibin önüne düşer haliyle eğer istenmeyen bir haber varsa saniyeler içerisinde, hiç kimse görmeden silinir."

Söylediklerim onu o kadar şaşırtmıştı ki şaşkınlığını gizleme gereği bile görmedi. "Vay be!" diye bir tepki koyuverdi en sonunda. "Bu kadarını beklemiyordum. "

Hiç kimse beklemezdi. Ama babam işlerini sağlama almayı severdi. Çalınan yüzlerce, milyon dolarlar değerindeki elmaslarla ilgili yapılan haberlerde, adının baş harfinin dahi geçmediğinden emin olmak isterdi. Yakalanma ihtimalimize karşı, bizi medyadan ve dünya basınından uzak tutmak onun en büyük gayesiydi.

"Peki ama neden sen gizlisin? Baban senin tanınmamanı neden istesin ki? Özellikle kendisi bu kadar göz önünde olmayı severken?"

"Bunu ondan ben rica ettim. Onun soyadının bana getireceği ayrıcalıkları istemiyorum. Bir şeyi başarıyorsam, insanlar buna babasının torpili diyememeli. Örnek, şu anki okul... O bursu ben kendim kazandım Savaş. Babamın desteği ile değil tamamen kendi çabamla. Ama bugün o okula İzem olarak girdiğim an bu da değişecek."

Hayır, babamdan böyle bir şeyi ben rica etmemiştim. Bu tamamen onun menfaati için yapılan bir şeydi ama benim de yararıma olmuştu. Gözlerim onun okyanuslarında asılı kalırken, onun gözleri benim yüzümün her bir kıvrımında geziyordu.

"Hayran olunasısın."

İki kelime... Bir insanın kalbinin temposunu bu kadar değiştirebilir miydi? Hızla göğsümü dövmeye başlayan kalbim bana bunun cevabını veriyordu. Ne söyleyeceğimi, nasıl bir karşılık vermem gerektiğini bilemeyip işi alaya vurdum ve "Elbette öyleyim." dedim.

Gülerek başını iki yana salladı ve "Bayılıyorum bu mütevazı hallerine." deyip çayından bir yudum aldı. Benim aksime o kendini yakmamıştı.

O an aklımda geçmişten gelen bir anı dolandığında, birden bu anıyı onunla paylaşmak için delice bir istek duydum. Doğru veya yanlış düşünmeden o isteğe boyun eğdim ve "Ah, bak bir keresinde ne oldu biliyor musun?" diyerek girdim konuya.

"İki yıl kadar önce bir magazin sitesi, benim sokakta çekilen bir fotoğrafımı haber yaptı; ünlü iş adamı Kahraman Hancı'nın kızı İzem Hancı diye. Tabi ki haber ilk önce ekibin önüne düştü ve haberi sildiler. Ama magazinciler bu kez hazırlıklıydı. Kaldırılır kardırılmaz yeniden yayınladılar. Üstelik bu kez iki farklı başlık halinde. Yeniden silindi. Ama haber ajansı pes etmedi ve yeniden yayınladılar..."

Kısa bir esle onun tepkilerini ölçtüğümde beni ilgiyle dinlediğini ve devamında gelecekleri büyük bir merakla beklediğini görmek, beni daha da heveslendirdi. Dudaklarımdan çıkan her kelime sanki çok önemliymiş gibi tepkiler vermesi kalbime iyi gelmiyor ritmini düzelmeden yeniden bozulmasına neden oluyordu.

"Bu kez ekip haberi silmedi." diyerek devam ettim anlatmaya. "İçeriğini değiştirdiler... Haber ajansı benim haberimi yaptığını zannederken aslında yayınlanan haber, o ay en çok izlenen porno filminin haberiydi, fotoğrafımın olduğu yerde de o porno filmi vardı."

Kahkahası mutfakta yankılandığında onunla birlikte bende kahkaha attım. Gülüşlerimiz birbirine karışırken belki de hayatımın en rahat anlarından biriydi o anlar. İçimde başlayan savaşın sona erdiğini fark ettiğim anda o andı. Onun yüzüne bakakaldım. Kalbimin sesi kulaklarımda çınlarken mantığım kaybolmuş gibiydi, sesi soluğu çıkmıyordu. Canımın yanacağını, yanlış olduğunu bile bile savaşı kalbimin kazanmasına izin vermiş, ilk defa kendi kalbimi kendim bile isteye kırmayı göze almıştım...

 

💎🎭

 

Savaş ile birlikte geçirdiğimiz o eğlenceli anlar şimdi çok uzak bir geçmişte kalmış gibiydi. Oysaki sadece kırk beş dakika önce onun mutfağında gülüşlerimiz eşliğinde kahvaltı etmiştik.

"Geldik abla!" dedi taksici uyarırcasına, bu tavrına gözlerimi devirmeden edemedim.

"Kör değilim, görebiliyorum."

Derin bir nefes aldım ve telefon kılıfımı çıkardım ve arkasında duran iki yüzlüğü adama uzattım. Adamın parayı görünce gözleri parlarken "Bozuğum yok be ablam!" demesi, kaşlarımı kaldırmama neden oldu. Daha biraz önce sayıp cebine soktuğu bir tomar parayı görmeseydim belki ona inanabilir ve üstü kalsın diyebilirdim. Bu benim için hiç sorun olmazdı, tabi beni kandırmaya çalışmasaydı. Dudağımın sağ kösesi yavaşça yukarı doğru kıvrılırken sırf işi inada bindirdiğim için, "İbanını söyle!" dedim. Adam şok olmuş bir şekilde başını çevirip bana bakarken, "Anlamadım?" dedi sorarcasına. Tek kaşımı kaldırıp tüm ciddiyetimle adamın yüzüne bakarken "Bozuğun yokmuş ya, parayı buradan atayım." dedim çok yanlış gününde çok yanlış kişiye bulaşan bu adama. Kandırılmaktan nefret ediyorum!

Adam boğazını temizleyip önüne dönerken "Şimdi bir düşündüm de." diyerek kıvırdı lafını ve cebindeki parayı çıkardı. İşte böyle yola getirirler adamı aslanım!

Sonunda taksiden indiğimde ayaklarım geri geri gitmeyi dilese de kapının önüne gelip zili çaldım. Beşinci saniyede kapı telaşlı bir Damla tarafından açılmıştı. Gözleri bedenimi tararken, bana sarılmak istediğini ama dün yaşananlardan dolayı cesaret edemediğini biliyordum.

"Hoş geldin..." derken sesi neredeyse bir fısıltıdan ibaretti. Onu görmek her zaman iyi gelirdi bana ama bu kez gelmiyordu. Aklımda hep, cuma günü onun annemi görmeye gideceği ama benim gidemeyeceğim gerçeği dolanırken, ben bunu henüz hazmedememişken. iyi geleceğini de sanmıyordum.

Bu yüzden sadece başımı sallamakla yetinip yüzüne bakmaktan kaçınarak içeriye girdim. Tam odama çıkmak için merdivene yöneliyordum ki cılız sesi beni durdurdu.

"İzel konuşabilir miyiz?"

Sırtım ona dönükken öylece basamaklara bakıp bir süre sustum. Konuşabilir miydik? Konuşsak ne diyecektik ki? Kalbim bu kadar kırıkken, onun kalbini kırmadan onunla konuşabilir miydim?

"Şimdi değil Damla!" dedim sadece ve basamaklara ayak bastım. Ama pes etmek istemiyormuş gibi yeniden konuşun beni bir kez daha durdurdu.

"Yaraların var... İyi misin?"

Bu kez omzumun üzerinden baktım ona... Bütün gece uyumamış olacak ki gözlerinin içi kıpkırmızı ve şişti. Her daim bakımlı olan parlak sarı saçları şu an bir hayli dağınık duruyordu. Dağılan tek ben değildim anlaşılan, en az benim kadar o da dağılmıştı. Bir an gidip ona sımsıkı sarılmak istedim ama o kadar çok birikmişim vardı ki, hepsi önümde barikat oldu ve ben gidemedim.

"Kalbim kadar acımıyorlar." diye mırıldandım. Cevabım gözlerini doldururken yaşlar kirpiklerine tutunamadı ve yanağına doğru kaydı. İç çekip, "Bana biraz zaman ver olur mu Damla!" dedim. Sesim artık çok güçsüz çıkıyordu. Sanki bacakları kırılmış, koltuk değneklerini de kaybetmiş gibi... Başını sallayıp cevaplandırdı beni.

"İkiniz de toparlayın kendinizi. Okul saatiniz yaklaşıyor ve bugün büyük gün!"

Gece'nin sesi evin içinde çınladığında nerede olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu. Ortalıkta olmasa bile kontrolü elinden asla bırakmıyordu.

Büyük gün...

Ah! Gerçekten mi? Neresi büyüktü Allah aşkına. Lanet olası bir gündü işte...

Sert adımlarla hızla merdivenleri çıkıp odama daldığımda artık yeter diye çığlık atmak istiyordum. Sırtımı kapıya yaslayıp başımın arka kısmını hafif hafif kapıya vururken az da olsa nefes almaya çalıştım. En azından Gece karşıma çıkıp gece ile ilgili sorular sormamıştı, eh bu da bir şeydir.

Sırtımı kapıdan ayırıp ellerimi üzerimdeki tişörtün eteklerine götürdüm ve bir çırpıda çıkardım. Savaş'ın parfümünü çalamamıştım belki ama buram buram o kokan tişörtü benimle gelmişti. Özenle yatağın üzerine koydum onu. Yaptığım belki aptallıktı belki değildi ama bu aralar bana iyi gelen sayılı şeylerden biri bu kokuyken başka ne yapmam beklenebilirdi ki?

Kendimi hızla banyoya atıp sıcak duşun altına girdiğimde tenimi yalayıp geçen sıcak su, tüm kaslarımı adeta yeniledi. Bir süre suyun tenimde dans etmesine izin verdikten sonra saçlarımı şampuanlayıp duştan çıktım. Hazırlanmaya başlamalıydım...

Gevşeyen kaslarımla rahatlarken kollarımı yukarı doğru kaldırıp bedenimi esnettim. Ardından omuzlarımı ileri geri hareket ettirip boynumu çıtlattım ve dolaptan aldığım havluyla bedenimi kurulayıp nemlendirici ile özenle nemlendirdim. Tenim yumuşacık ve parlak bir hale gelirken dudaklarımdan memnuniyet dolu bir mırıltı çıktı.

Beklemeden fön makinasını fişe takıp havluyla suyunu aldığım saçlarımı işkence gibi gelen bir süre boyunca iyice kuruttum, ardından da dümdüz olana kadar saçlarıma fön çektim.

En sonunda fön makinesini kapattığımda saçlarımın düzlüğü dudaklarımı kıvırmama neden oldu. Çektiğim işkenceye değmişti en azından. Parmaklarımı birkaç kez aralarından geçirip taradıktan sonra, ön kısmından iki perçemi çehreme doğru saldım. Geriye kalan saçları tepemden sımsıkı bir atkuyruğu yapıp saç kremi ile bağımsızlığını ilan eden birkaç tel saçı sabitlediğimde saçlarımla işim bitmiş ve sonuç beni oldukça memnun etmişti.

Sıra makyaja geldiğinde birkaç dakika durup aynadan yüz hatlarımı izledim ve nasıl bir makyaj yapmam gerektiğine karar verdim.

Yüzüme makyaj bazını sürdükten sonra fondöten ile cildimdeki olmayan kusurları kapattım. Kontör ve aydınlatıcı yardımıyla yüz hatlarımı daha da keskinleştirip, toprak tonlarındaki farı göz kapaklarımın tamamına yaydım ve siyah bir farı kirpik diplerime sürüp eyeliner etkisi verdim. Göz pınarlarıma minik birer vücut taşı da yapıştırdığımda göz makyajım da tamamdı. Son olarak da koyu renk bir dudak kalemi ile dudaklarımın çerçevesini belirginleştirip kan kırmızısı bir ruj sürdüğümde makyajım tamamen bitmişti.

Banyodan çıkıp doğrudan dolaba girdim. Siyah dantelli braleti üzerime geçirdiğimde, tenimi saran kumaşın dokusunda bir süre parmaklarımı gezdirdim. Ah! Savaş bunu üzerimde görse eminim delirirdi. İşaretlediği o sütyenin aksine, bu bralet gerçekten seksiydi. Derin bir iç çekişle ellerimi kumaştan çekip giyinmeye devam ettim.

Aynadan son halime bakarken evet dedim içimden tam olarak bu olmalıydı. Kombinimin son parçasını, dizlerimin iki parmak üzerinde biten topuklu siyah çizmeleri de giydiğimde artık tamamen hazırdım.

İzem'i mi istiyorlardı alacaklardı. Savaş mı istiyorlardı? Savaştan daha fazlasını verecektim onlara. Beni tanımak mı istiyorlardı, tanıdıklarına pişman olacaklardı...

Söz veriyorum...

Loading...
0%