Yeni Üyelik
20.
Bölüm

19| HANCILAR...

@saniyesolak

YAZARDAN;

Bir adım... İki adım... Üç adım... Yasemin Koçer'in topuklularının tıkırtısı zemini titretirken, attığı her adımdan özgüven akıyordu. Nasıl akmazdı ki? O bir kraliçeydi. Hayır hayır hayır... O kendine göre bir tanrıçaydı. Herkes ona tapmalıydı...

Yeni yaptırdığı, uzun, koyu kahverengi saçlarını omzundan geriye atıp savurdu ve hazırda açık bekleyen asansörün içine girdi. Hemen arkasından Aksel ve Berat da girdiğinde, genç kız dimdik bir şekilde dikilirken Berat asansörün düğmesine bastı ve kapılar kayarak kapandı. Aynadan Aksel'in gözlerinin içine bakarken onun yüzündeki keyifsiz ifadeyi görmek, gözlerini devirmesine neden oldu. Artık o kadar çok sıkılmıştı ki bu adamın saçma sapan meseleleri olay haline getirmesinden. Eğer işine yaramıyor olsaydı ondan çoktan kurtulmuş olurdu ama yarıyordu işte. Ve onun yerini dolduracak birini bulmak çok zordu... Denemediğinden değil...

"O gün planımı bozan kişiyi hâlâ bulamadın değil mi?" diye sordu. Sesi sabırsızlığının ve tahammülsüzlüğünün somut kanıtıydı. "Bütün emeğimin ve eğlencemin içine eden o aptalı?"

Aksel'in sıkıntıyla başını iki yana salladığını gördüğünde gözlerini kapatıp kendine birkaç saniye zaman tanıdı. Ama Yasemin gibi bir kadın için, istediğini alamamak ölüm ile eş değerdi ve sakinleşmek o kadar kolay olmuyordu. Birilerinin yoluna taş koymaya çalışmasından bile nefret ederken, bunu başarıyor olmalarına asla katlanamıyordu.

"O kadar da önemli değil Yasemin." dedi Aksel. Amacı kızı biraz olsun yumuşatabilmekti. Bu kızın deli tarafına çoğu kez şahit olmuş birisi olarak, onun delirdiği bir olayda özne olmayı hiç istemezdi. "O burslu zaten gitti. Bir daha geri geleceğini sanmıyorum. Kafana o kadar da takma, er ya da geç o olayın failini de bulacağımdan emi..."

"Yeter!" diye bağırıp susturdu onu Yasemin. Başı omzuna doğru yatarken kollarını göğsünde bağladı ve "O kız hakkında herhangi bir bilgi bulabildin mi peki?" diye sordu Aksel'in sözlerini tamamen duymazdan gelerek. Aksel'in hemen yanında duran Berat, ellerini keyifle ceplerine yerleştirip, yanındaki adamın ezilip büzülmesini izledi.

Aksel yine sessiz kaldığında "Merak ediyorum da." diye devam etti Yasemin. "Söylesene Aksel, bu aralar birilerinden dayak yemekten başka becerebildiğin bir şey var mı senin?"

Genç adamın dişlerini sıkmasını, gri gözlerine yerleşen öfkeyi sakinlikle izledi, biraz da keyif alarak. İnsanların duygularına oynayıp, onları oradan vurmak bu hayatta en sevdiği ikinci şeydi. Birincisi ise...

Aksel tam cevap vermek için dudaklarını aralamıştı ki asansör durdu ve kapılar kayarak iki yana açıldı. Yasemin dışarıya doğru bir adım atarken "Bir de bana Güney'e ihtiyacın yok, ben sana yeterim demez misin?" dedi. Sesinde ezici bir ton vardı.

"Sözlerimin hâlâ arkasındayım."

Asansörden çıktıklarında Yasemin bir baş hareketiyle Berat'a gitmesini işaret edince bu sözsüz emri yine bir baş hareketi ile onaylandı. Berat yanlarından ayrıldığında Yasemin Aksel'e dönüp kollarını göğsünde kavuşturdu ve tek kaşını kaldırıp "Güney şimdiye çoktan o kişiyi bulmuştu." diyerek meydan okudu Aksel'e.

Gözlerini kıstı genç adam. "Ne istiyorsun Yasemin? Gidip Güney'in gırtlağına mı çökeyim?"

Onun bu haliyle gözlerini bayan genç kadın, konuyu değiştirip, onunla asıl konuşmak istediği noktaya geldi. "Hafta sonu iş için Seattle'a gideceğiz, hazırlıklarını yap, hiçbir aksilik istemiyorum. Bir aydır içerik yüklemediğim için çoktan yüz sekiz abonem gitmiş."

İş fikri genç adamı fazlasıyla heyecanlandırmış, bu yüzden de tüm keyifsizliği, Yasemin'in sözleri uçup gitmişti. Geriye kalan tek düşünce arzuları ve zevkleriydi. Dudakları iki yana doğru sinsi bir kıvrımla kıvrıldı. "Merak etme bebeğim, öyle bir şey hazırlarım ki hepsi ve daha fazlası tıpış tıpış geri gelir."

"İyi olur."

Genç kadın, son zamanlarda bu adamın başarısızlıkları yüzünden tedirgin olsa da şimdilik ona güvenmeye mecburdu. Şimdilik...

"Şu aradığın herifler... Onlardan haber var mı?"

Genç kız sence der gibi baktı adama, sorduğu soru sanki dünyanın en saçma sorusuymuş gibi. "Elbette... Randevuları tamamen dolu olmasına rağmen beni araya sıkıştırıp öne alacaklar. Sadece onlardan haber bekliyorum."

"Peki ya... Kız gitmişse?"

Omuz silkti Yasemin. Gitmiş olması onun için hazırlanan sonu değiştirmeyecekti.

"İsterse dünyanın öbür ucuna gitmiş olsun, Radarıma takıldı bir kere. Yapmaması gereken birçok şey yaptı. Bunların bir bedeli olmalı öyle değil mi?"

Aksel, genç kızı tepeden tırnağa süzdü ve bir an başını çevirip etrafı kontrol etti. Yeniden kızın gözlerine döndüğünde "Bu bedeli yaptıkları için mi ödeyecek, Yoksa Savaş Kalkavan'ın ilgisini çektiği için mi?" diye sordu kuşkuyla. Ah! İki Kalkavan'dan da nefret ediyordu. Onların da sırasının geleceği günü görmek için yaşıyordu neredeyse.

"Ne fark eder? Bu sorunun cevabı, sonucu değiştirmeyecek."

Başını iki yana salladı Aksel. "Bu adamlar senin sonunu getirecek!"

"Hah!" diye bir tepki verdi genç kız Aksel'in sözlerine. "Benim sonumu getirmeye kimsenin gücü yetmez!"

Ve konuşmanın bittiğini belirtircesine sırtını Aksel'e dönüp yürümeye başladı. Bir top model edasıyla koridorda yürürken, üzerine zırh gibi giydiği öz güveniyle ayrılmaz bir bütündü. Adım sesleri koridorda yankılanıyordu. Koridordan köşeyi döndüğünde, başta her şey normal görünüyordu. Her zamanki gibi... Sonra bir şey dikkatini çekti. Duvardaki boşluk... Adımları yavaşlarken o duvarın önceki halini düşündü. Boş olmaması gerekiyordu. Evet evet... Tam orada kocaman bir logonun olması gerekiyordu. Koçer Üniversitesinin logosu...

Neden olması gereken şey olması gereken yerde değildi?

Kaşları çatılırken bakışlarını etrafta gezdirdi. O an geldiğinden beri ilk defa okulun içinin bu kadar boş olduğunu fark etti. Öğrencilerle dolu olması gereken koridorda iğne atsan yere düşünce sesi yankılanırmış gibi bir sessizlik vardı.

"Burada neler oluyor?"

Tam yeniden köşeyi döndüğünde, önüne serilen camdan duvarın ardından uzanan siyah perdeyi gördü. Devasa boyutta bir perde binanın dış kısmını kaplıyordu.

"Ne oluyor lan burada?" Hemen arkasından gelen Aksel'in sözlerini duymazdan geldi ve geri dönüp yeniden asansöre bindi. Kapılar kapanmadan önce son anda binebilmişti Aksel.

Genç kız hırsla asansörün zemin kat düğmesine arka arkaya basarken Aksel onun eline uzanıp tuttu ve "Sakin ol." dedi. Ama bu pek mümkün görünmüyordu. Yasemin hızla elini çekip genç adamın gözlerinin içine baktı ve "Benim okulumda, benim haberim olmadan bir haltlar dönüyor. Nasıl sakin olmamı bekleyebilirsin ki?" dedi dişlerinin arasından. Gözlerinde yanan öfkenin ateşi genç adamın geri adım atmasına neden oldu. Bu kız sinirlendiğinde onun önünde durmak akıl kârı değildi.

Asansör sonunda durduğunda indiler ve üstteki koridorun aynısı olan yolu hızla adımlayıp ikinci köşeyi döndüler. O perde buradaki camı kapatamamıştı. Camların ardından, tüm öğrencilerin bahçeye toplandığını ve ortalarında büyük bir boşluk bırakıp daire oluşturduklarını gördü. Sadece ardına kadar açık olan ana giriş kapısının önünde kimse yoktu ve o boşluk daireye bir kapı açmıştı. Ve dairenin ortasında...

"Tanrı aşkına bu heriflerin burada ne işi var? Daha iki gün önce kovmadım mı ben bunları?"

Kafası bir hayli karışan Aksel sessizliğini koruyup olacakları bekledi. İçinden bir ses, ki genelde yanılmayan bir sesti bu, dengelerin alt üst olduğunu söylüyordu. Bu heriflerin buraya gelmesini daha farklı bir kavramla açıklayamazdı. Çünkü aklı olan biri, Yasemin Koçer tarafından sadece kovulduğunda kendini şanslı sayar ve bir daha onun karşısına çıkmazdı.

Hızlı adımlarla döner kapıdan geçip bahçeye çıktıklarında kalabalık bir anda sessizliğe gömüldü ve ortadaki sekiz kişiden adı Korkut olan, kollarını arkasında birleştirip alaylı bir surat ifadesi ile Yasemin'e baktı.

"Ooo çakma kraliçe de teşrif etmiş!"

Yasemin duyduğu sözlerle bir an tokat yemiş gibi hissetse de çabuk toparlandı. Biraz öncenin aksine son derece kendinden emin ve yavaş adımlarla merdivenleri indi ve kalabalığa doğru yürüdü. O yaklaştıkça daireyi oluşturan öğrenciler kenara çekilip onun için yol açtılar. Açılan yoldan geçerken etrafındakilerin ondan çekiniyor olması ona tatmin edici bir zevk veriyordu.

Tam ortaya geldiğinde Korkut'un karşısında durup gülümsedi. Bir gülümseme ancak bu kadar aldatıcı olabilirdi.

"Sabah kahvaltıda yürek mi yedin sen?"

Karşısındaki adamın yarım ağız gülmesi sinirlerini son derece geren bir olay olsa da bunu ustalıkla gülümsemesinin ardına gizledi. Bir kez cıkladı Korkut kaşlarını havaya kaldırarak. "Dün gece harika bir haber aldım. Hepimiz aldık." dedi arkasında kalan yedi kişiyi işaret ederek. "Şu perdenin ardında seni ne bekliyor biliyor musun?"

Çarpık bir gülümseme ile omzunun üzerinden anlık bir bakışla, neredeyse okulun tüm duvarını kaplayan perdeye bakıp yeniden Korkut'a döndü.

"Bilmiyorum ama, onu asan kişiyi bulduğunda, o perdenin yerine onu asacağımı biliyorum."

Bu sözler üzerine Korkut'un gülümsemesi daha da büyüdü. Başını iki yana sallarken "Miladın doldu Yasemin Koçer." dedi.

Genç kızın gülümsemesi yavaşça kaybolurken, alaylı ifadesiyle, hissettiği siniri gizlemeye çalıştı ama şu an istediği tek şey karşısındaki adamın derisini yüzmekti. Bir kaşı yavaşça havalanırken "Kimmiş benim miladımı dolduracak olan?" diye sordu. Sesinde küçümsemenin kara bulutları kol geziyordu.

Tam o anda, okulu çevreleyen duvarların ardından yükselen yüksek sesli araba sesler ile Korkut, başını kaldırıp sese kulak verdi. Sanki arabalar birbirleri ile yarışıyormuş gibi asfaltta lastikleri çığlık atıyor, gaz sesi tüm sesleri bastırıyordu. Korkut elini havaya kaldırıp "İşte geliyor." dedi keyifle.

Yasemin neler olduğunu anlamaya çalışırken kalabalık biraz daha açıldı ve ortadaki sekiz kişi de kalabalığın arasına karışırken sırayla üç araba arka arkaya giriş kapısından içeriye girdi.

Üç siyah Maserati...

Kaşları çatılan genç kız daha ne olduğunu bile anlayamadan arabalardan öndeki ikisi etrafında birer tur atıp usta bir manevrayla kapının iki yanına park edilirken sona kalan hızla kayarak etrafında dirift atmaya başladığında kabul etmeliydi ki yüreği ağzına gelmişti.

Asfaltta ağlayan lastiğin sesi, ardından bıraktığı o koyu renkli lastik izleri, havayı saran o boğucu lastik kokusu ve her kayışında daha da yoğunlaşan o duman... Sanki Yasemin Koçer için yaklaşan felaketin habercisi gibiydi.

Duman Yasemin'in her tarafını sarıp onu nefes alamaz bir hale getirene kadar durmadı o araba. Genç kız sonunda öksürüp elini önünde sallayarak dumanı savuşturmaya çalıştığında ses azaldı ve araba durdu. Birkaç dakika o dumanın dağılmasını beklerken, hiç kimseden çıt çıkmıyordu. Bugün bu okul ne kadar da çok sessizliğin esiri olmuştu böyle...

Sonunda duman dağıldığında genç kız burnuna yasladığı kolunu çekip hemen birkaç santim ötesinde duran arabaya baktı. Tanrım, eğer araba üç santim daha kaysa ve o hızla ona çarpsa bacaklarını kaybedebilir, daha da kötüsü ölebilirdi. Ölmek, bir kraliçeye yakışmazdı... O an bu korkusunu gizleyemeyip yutkunduğunda arkalarından bir ses daha yükseldi.

"Çakma kraliçemiz korktu galiba?"

Bu ses Korkut'a aitti. Sözleri üzerine etrafındaki kalabalıktan gülme sesleri yükseldiğinde, onun da içindeki öfke yükseliyor, en iyi bildiği şeyi yapmaya tetikliyordu onu.

"Kesin!" dedi bağırarak etrafındaki kalabalığa bakıp. Ve onun tek sözüyle herkes sustu. Yasemin Koçer, korku salmayı iyi beceriyordu. Bir süre daha bakışlarını etrafında tuttu ve ardından arabalara döndü. Şu an tam olarak bir üçgen oluşturmuşlardı. Bermuda şeytan üçgeni gibi...

Ellerini arabaya yaslayıp öne doğru eğildiğinde amacı arabanın içindekini görmekti ama camları kaplayan filmler öyle koyuydu ki, tek gördüğü kendi yansıması oldu. Yine de o cama dikkatle, içinde biriken tüm tehlikeyi ve öfkeyi göz bebeklerinde sahnelerken baktı. Sanki karşısındaki kişinin göz bebeklerinin içine bakıyormuş gibi...

Birbirine senkronize olmuş gibi aynı anda kapı açılma sesleri duyulduğunda genç kız hâlâ elleri hemen önündeki arabanın kaputuna yaslı bir şekilde gözlerini diktiği cama bakıyordu. Arkadaki arabaların kapıları açıldı ve sürücüleri dışarı çıktı. O an gözlerini o camdan ayırıp arkadakilere baktı. Hayır, ikisini de hayatında hiç görmemişti.

Ama çok yakından tanıdığı bir ses "Siktir!" dediğinde, o ikisinin o kadar da önemsiz olmadığını anladı. Başka kim Aksel'i bu şekilde solutabilirdi ki? Ellerini arabadan ayırıp doğrulduğunda göz ucuyla sonunda kalabalığı yarıp ortaya gelmeyi başaran Aksel'e baktı. Kendine yol açan kalabalık, Aksel için tam aksini yapıp geçişini daha da zorlaştırmıştı.

"Onları tanıyor musun?"

Göz ucuyla onun başını salladığını gördü. Hızlı adımlarla yanına geliyordu. Tam yanında durduğunda Yasemin gözlerini ondan çekip yeniden arabadan çıkan ikiliye döndü. Kendi arabalarının kaputuna yaslanmışlar, büyük bir kibir ve özgüven ile dahası nefretle Yasemin ve Aksel'e bakıyorlardı.

"Dahası..." diye söze girdi Aksel ve başıyla hâlâ sürücüsü çıkmamış arabayı işaret etti. "Onu da tanıyorum."

 

💎🎭

 

İZEL İZEM HANCI'DAN

 

Bana beni tanımlayacak bir kelime sorsalar, cevabım elmas olurdu. Bir zamanlar kapkara olan ve zamanla işlenip en değerli hazinelerden birine dönüşen bir elmas... Bunu kendimi çok yüce gördüğüm için ya da egomdan söylemiyordum. Bir nedenim vardı. Tıpkı kendimi İzel ve İzem olarak ayırmamın bir nedeni olduğu gibi.

Doğduğumda ve babam bana ilk baktığında benim değerim o zaman biçilmişti. Kapkara bir kömürden daha fazlası değildim babamın gözünde. İşine yaradığım anlarda alır yakar sonra da acımasızca küllerimi savururdu. Tek bir farkla: bir kömürü bir kez yakardınız ve biterdi. Ben yirmi yıldır yanıyor, yanıyor ve yanıyordum. Savrulan küllerim her seferinde kendini bir şekilde toplamayı beceriyordu ama sonuç hiç değişmiyordu. Ben yine yanıyordum.

Doğduğumda ve annem bana ilk baktığında da değerim biçilmişti. Babamın kararttığı ruhumu alıp ince ince işlemiş kanayan her yaramı sarmış, yeri gelmiş benim yerime kendisi yanmıştı. Koruyamamıştı belki, kurtaramamıştı beni bir canavarın elinden ama çabalamıştı. Çok çabalamıştı. Babamın beni dönüştürmeye çalıştığı şeyden korumak için elinden gelenin fazlasını yapmıştı.

Peki başarmış mıydı?

Bir yanım evet başardı diyordu, sen artık bir elmas gibi parlıyorsun... Başka bir yanım ise hayır başaramadı diyordu, baksana her yanımız simsiyah ve is kokuyor. Bizi soluyan zehirleniyor...

Ama bildiğim bir gerçek varsa o da şuydu. İs kokan yanımı soluyup zehirleniyorsa birileri, bunu sonuna kadar hak etmişler demektir.

Bu yüzden küçükken kendime bir söz vermiştim, içimdeki o değerli yanı keşfettikten hemen sonra... O değeri hiçbir zaman kaybetmeyecek, karanlığın zehrini başkalarına solutsam bile ben hiçbir zaman ciğerlerime çekmeyecektim. İşte İzel ve İzem bu şekilde doğmuştu ve ben o sözüme her zaman sadık kalmıştım. Hayat düz bir zemin üzerine inşa edilen bir şehirse, o söz benim toprağımdı ve köklerim o söze sıkıca bağlıydı. Kendimi değersizleştirmek demek, annemi hiçe saymak, babama boyun eğmek demekti.

Şu an oturduğum arabanın içinde, beni izleyen meraklı kalabalığa ve hemen birkaç santim ötemde duran ikiliye bakarken görünen şey, babama boyun eğdiğimdi. Ama bir farkla... İzel içimde öyle bir kök salmıştı ki ne kadar İzem'e dönüşürsem dönüşeyim onu kaybetmeyeceğimi fark etmiştim tam da bu anın içinde. Yani artık bir gerçeği tüm çıplaklığıyla, bir bahaneye sığınmadan kabullenebilirdim. Ben İzel İzem Hancı'ydım. İyi yanımla ve kötü yanımla, siyahımla ve beyazımla...

Ve şimdi buradaydım. Beni küçümseyenlerin, aşağılayanların ve hor görenlerin karşısında tüm gerçeğimle, başka bir kimliğin ardına saklanmadan...

Önümde duran ikiliden birinin gözlerinden geçen duygunun adı korkuydu. Saf... Elle tutulabilecek bir korku. Aksel Bayzer korkuyordu. Neyden veya kimden bilmiyorum ama iliklerine kadar korktuğunu en yalın haliyle görebiliyordum. Yasemin Koçer ise şaşkındı, anlamaya çalışıyordu ve öfkeliydi. Gözlerinden alev çıkabilseydi milyonluk arabam kesinlikle şu an alevler içinde cayır cayır yanıyor olurdu. Ve geri planda kalan o duyguyu da görebiliyordum; korkuyu...

Dudağımın sağ köşesi sinsi bir kıvrımla yukarı kıvrıldı. Tüm duygularını senden söküp alacağım Yasemin Koçer ve senden geriye bir tek korku kalacak. Tıpkı yanındaki köpeğin gibi sende iliklerine kadar hissedeceksin korkuyu...

Derin bir nefesi ciğerlerime çekip bir süre orada hapsettim havayı. Başımı yukarı kaldırıp içimden beşe kadar saydım ve nefesi geri bıraktım. Birkaç dakika önce Damla ve Gece'nin arabalarından çıktıklarını dikiz aynasından görmüştüm. Şimdi benim sıramdı. Gece'nin nasıl bir şov hazırladığından henüz habersizdim. Sadece girişte benden sağlam bir dirift şovu istediğini söylemişti. Arabanın ortasında Yasemin Koçer'in olacağından bahsetmemişti ama sorun değildi, onu korkutmak bana haz veriyordu. Kısa... Çok kısa bir an, zehirli bir düşünce pençelerini zihnime saplayıp orayı işgal etmeye çalışmıştı. Fısıldadığı tek şey arabayı Yasemin'in üzerine sürmemdi. Şüphesiz ki o sesin sahibi İzem'di. Ama dinlememiştim. Yasemin için işleri kolaylaştırmaya hiç niyetim yoktu.

Gece bana evden çıkmadan önce yapmam gerekenleri söylediğinde bir an onun da benimle bu şova katılacağını düşünmüştüm ama beni şaşırtmamıştı. Gece asla dirift atmazdı. Hız yapmayı ne kadar severse sevsin tehlikeli manevralardan kaçınırdı. Prensip meselesi olduğunu söylüyordu ama bence korkuyordu. Ve Damla... Muhtemelen ilk tura girdiğimiz an takla atmış olurdu. İyi bir sürücüydü ama iyi oluşunun nedeni tehlikeye atılmadan, hız yapmadan son derece dikkatle araba kullanmasından kaynaklanıyordu. Bu yüzden bunu tek başıma yapmıştım ve bence fena sayılmazdım. Ah kimi kandırıyorum ki? Yasemin Koçer'in ardından görünen yerdeki lastik izleri ne kadar mükemmel olduğumu açık açık söylüyordu.

Omuzlarımı dikleştirip hissettiğim gerginliği bir kenara iterek terleye avuçlarımı minik şortuma sildim ve daha fazla beklemeden uzanıp arabanın kapısını açtım. Kapı yukarıya doğru kayarken tüm sesler susmuş, tüm nefesler tutulmuş, tüm gözler bana dönmüştü. Bunu iliklerime kadar hissedebiliyordum. İlgi odağı olmaktan nefret ederken, şu an hayatım boyunca hiç olmadığım kadar çok ilgilerin odağında olduğumu söylüyordu algılarım bana. Arabadan çıkarken özellikle etrafımızı çevreleyen kabalıktan uzak tuttum gözlerimi. Hissetmek başka bir şeydi ama görmek... Bambaşka. Gözlerimi tek bir noktaya sabitledim. Beni görenlerin dudaklarından dökülen şaşkınlık nidaları, birbirlerini dürtüklemeler ve fısıldaşmalar... Hepsini görmezden gelip tek bir şeye odaklandım. Yasemin'e.

Beni gördüğü anda ilk önce dudakları aralandı, kaşları çatıldı ve sorgular gibi başı hafifçe döndü. Sonra kahveleri arabaya kaydı kısa bir süre ama birkaç saniye içinde yeniden bana çevrildiler. Bir an bile çekmedim gözlerimi ondan, verdiği tüm tepkileri kaçırmadan izledim ve gösterdim kim olduğumu, başından beri kiminle uğraştığını. Üstünlük bendeydi... Güç bendeydi... İnisiyatif bendeydi... O ise koca bir hiçten ibaretti.

Arabanın kapısını kapattım ve birkaç adım atıp arabanın önüne dolandım. Ben adım attıkça Yasemin olanları kavrıyor ve bir adım bir adım daha derken gerileyip aramızdaki mesafeyi koruyordu. Kalçamı arabanın kaputuna yaslayıp kollarımı göğsümde kavuşturduğumda gözleri baştan sona beni süzdü. "Ne bu şimdi?" diye sordu hâlâ dirayetli davranmaya, sanki bu olanlardan hiç etkilenmemiş gibi yapmaya devam ederken ve gözlerinden ses tonuna kadar her zerresiyle benden iğrendiğini bana ve diğerlerine gösterirken. Sessizliğimi korurken dudağımın bir köşesi yukarıya doğru kıvrıldı ve gözlerim birer ayna misali, o bana nasıl bakıyorsa aynen öyle baktılar ona. Ben sustukça onun gözlerindeki yangın daha da harlandı, öfke içini daha da yaktı. "Ne yaptığınızı sanıyorsunuz siz?" konuşurken birbirine bastırdığı dişlerinin arasından, içindeki tüm yangını sesine yansıtarak benden bir cevap almayı bekliyordu ama hayır... Sadece susup yüzüne baktım.

Sessizliğim zamanla birlikte ne kadar uzadı bilmiyorum ama arkasına aldığı okulun kapısındaki hareketlilik dikkatimi çektiğinde gözlerimi sonunda onun yüzünden ayırıp kapıya çevirdim.

Savaş...

Ordaydı. Omzunu kapıya yaslamış olanları izliyordu. Dudağımın bir köşesi onu görmemle kıvrılırken, ona baktığımı fark ettiğinde gülümsedi ve göz kırptı. Burada olduğunu görmek gerginliğimi bir sünger gibi çekip aldı benden. Rahatladığımı hissettim. Gülüşüm genişlerken onu taklit edip göz kırptım ve yeniden kahvelerimi ondan çekip, zihnimi Savaş'tan uzaklaştırıp olduğumuz ana sürükledim.

Yasemin'e geri döndüğümde dik bir şekilde çenesi havada omzumun üzerinden bir noktaya bakıyordu. Neye baktığını anlamak için dönüp bakmama gerek kalmadan Gece gelip yanımda durduğunda Yasemin'in gözleri Gece'yi takip etmişti. Kalın kaslı kolu omzuma dolanırken hemen diğer tarafında da Damla duruyordu. Aramızda yaşananlar ne olursa olsun, bir şeyleri hâlâ atlatamamış olsak bile şu an yan yana durabiliyorduk. Önemli olan da buydu zaten...

Aramızdaki bakışma zamanın içinde uzayıp giderken Yasemin ifadelerini son derece ifadesiz tutmaya gayret etse de yüzünün alt metninde öfke yatıyordu. Ama hemen yanında duran beyaz süs köpeği... Tanrım daha şimdiden bu kadar tedirgin olmasına neden olan neydi? Gece'den ödü kopuyor gibi duruyordu. Tamam Hazal'ın evinde karşılaşmışlardı ama suratına bakınca herhangi bir hasar almadığını görebiliyordum. O zaman onu bu kadar korkutan neydi?

Yasemin kollarını göğsünde kavuşturup başını sağ omzuna doğru yatırdı. Yaydığı auraya uygun bir görüntü sergiliyordu. "Bu ucuz şovla tam olarak nereye varmak istiyorsunuz?" diye sordu yüzünden okuduğum tüm o sinir harbine rağmen sakin bir ses tonuyla. Bence biraz daha sessiz kalırsak saçını başını yolmaya başlayacaktı. Bana göre hava hoştu, izlemek eğlenceli olurdu. Hiçbir şey söylemeden sessizliğime sımsıkı sarılarak sadece gözlerinin en içine baktım. Sessizlik bazen en büyük cevaptı ve sessizlik bazen de ardından büyük fırtınalar getirip her şeyi alaşağı eden hafif bir meltemdi. Benim sessizliğim Gece'nin estireceği fırtınaların yumuşak rüzgarıydı. Bu yüzden sadece susup Gece'yi bekledim.

Gece kolunu omuzumdan çekip ortaya doğru bir adım attığında Yasemin'in gözleri onun hareketlerini takip etmeye devam etti. Bakışlarım etrafta olsaydı eminim ki pek çok kızın beğeni ile onu süzdüğünü görürdüm. İlgi çekici bir adamdı. Çocukluğum onunla geçmemiş olsa ona daha farklı yaklaşırdım muhtemelen ama... Ah hadi ama o Gece'ydi. Benim başımın lanet olası belası.

Gece tüm bakışların üzerinde olduğundan emin olduktan sonra doğrudan karşısına bakıp başını bir kez indirdi ve aynı anda önündekiler kenara doğru çekilip arkalarındakilere yol açtılar. Açılan yoldan, birkaç kişi ellerinde beyaz çuvallarla ortaya geldiler. Bunlar Yasemin'in okuldan kovdurduğu ama Gece'nin geri aldırdığı çocuklar olmalıydı. Eh en azından o kadarını biliyordum. İçlerinden birisi yamuk bir sırıtışla Yasemin'i baştan aşağı süzdüğünde gözlerindeki aşağılama çok netti. Bu ifade karşısında Yasemin'in titrediğini gördüm. Öyle zayıf bir andı ki belki de bu benim göz yanılmamdı.

Aynı çocuk keskin bakışlarını Yasemin'den çekip Gece'ye çevirdiğinde, Gece bir kez daha başını sallayıp ona işareti verdi ve çocuk bir anda çuvalın alt kısmından tutup havaya kaldırdı. Çuvalın içindekiler yere bir dağ halinde dökülürken diğerleri de ellerindekileri aynı yere döküp ortada bir yığın haline getirdiler. Bunlar okulun her tarafını itinayla süsleyen Koçer Üniversitesi amblemleriydi.

Yasemin Koçer bunu fark ettiğinde gözleri irileşti ve "Bu ne cüret?" diye deyim yerindeyse hırladı. Ama onu kimse takmıyor, daha çok görmezden geliniyordu. Gece'den işaret alan çocuk yeniden kalabalığın arasına karışıp birkaç saniye içinde elinde kırmızı bir bidon ile geldiğinde o bidonun içinde benzin olduğundan hiç şüphem yoktu. Çocuk bidonun kapağını açıp sarımsı sıvıyı yığının üzerine dökerken Yasemin "Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz?" diye bağırdı. Gözlerinde dehşetin emareleri ile etrafına bakıp birilerinin bu duruma müdahale etmesini bekledi ama herkes sadece izlemekle yetiniyor, bir sonraki hamlenin ne olacağını bekliyorlardı. Havayı saran keskin benzin kokusu burnuma dolduğunda düşündüm. Yasemin'in şu an ne hissettiğini düşündüm. Yaşattığı çaresizliğin çeyreği kadar bile olsa çaresizlik hissediyor mu diye düşündüm. Hissetmeliydi... Çok daha fazlasını hissetmeli, o çaresizlik tarafından yutulmalıydı.

"Biri şunu durdursun hemen!" diye bağırdı. Emirler havada asılı kalıyor, kimseye geçmiyordu. Çarklar tersine dönmeye başlıyor, Yasemin insanlardan medet umarken kimse ona elini uzatmıyordu. Gözleri hızla etrafını tarıyor, durduğu yerde dönüp herkese tek tek bakıyordu. Gece cebinden bir çakmak çıkardığında Yasemin Aksel'e bakıp "Bir şey yapsana." dedi yalvarırcasına. Ama Aksel bile onu duymuyor, hareket bile etmeden öylece durup Gece'ye bakmaya devam ediyordu.

"O lanet çeneni kapatır mısın? Beynimi siktin." dedi Gece gayet rahat bir şekilde eğlendiğini belli ederek. İşte bu, gerçekten Yasemin Koçer'in dehşete düştüğü noktaydı. Ne yapsa ya da ne söylese faydasız olduğunu gördüğü bu nokta... Gece çakmağı çaktı ve yığının üzerine attı. Çok değil, saniyeler içinde alevler yığını sararken kapkara bir duman alevlerden yükselmeye başladı. Havayı saran plastik kokusu, aynı zamanda Yasemin Koçer'in devrinden gelen yanığın kokusuydu. Onun devri kapanıyordu.

"Güvenlik nerede?" diye çığlık attı Yasemin son bir çabayla. "Benim okulumda bana yapılan bu saygısızlık da ne böyle?"

Deli gibi gözleri ile etrafı tarıyor ve ona yardım edecek birilerini arıyordu ama kimse, hiç kimse kılını bile kıpırdatmazken bazıları onun bu haline gülmeye başlamıştı. Ah, güç ondayken onun için ölecek olan topluluk şimdi Yasemin ile alay ediyordu. İnsanlar ne kadar iki yüzlü yaratıklardı öyle...

"Boşuna arama!" diye seslendi Gece. Yasemin etrafına bakınıp durmayı kesip gözlerini bu kez Gece'ye çevirdi. Nefretin en koyu hali o gözlerin irislerine bulanmış kahveleri daha da koyulaşırken beyazları kızarmıştı.

"Ordalar."

Gece eliyle yukarıyı işaret etti, devasa bir perdenin olduğu binanın tepesini. Yasemin ile birlikte tüm kalabalığın başı, Gece'nin işaret ettiği yere çevrildi. Üç güvenlik görevlisi, duvar boyunca belirli aralıklarla, perdenin kenarında hazır ol da Gece'den gelecek işareti bekliyorlardı. O perdenin ardında gizlenen şeyi biliyordum. Ve eminim ki beni şaşırttığından daha çok Yasemin'i şaşırtacaktı o giz...

"Şaka mı bu?" diye soludu sertçe. "Babamı arayıp onları kovmasını söyleyeceğim."

Bunları söylerken aynı anda elindeki çantasından telefonunu çıkardı. Parmakları hızla ekranda dolanırken "Bunu tavsiye etmem." dedi Gece. Eğleniyordu, hem de çok eğleniyordu. Yasemin'in parmakları durakladığında devam etti. "Burada işimiz bitene kadar babana ulaşamayacaksın. Ondan sonra zaten konuşmak için bir hayli zamanınız olacak."

İşte şimdi Yasemin Koçer de korkmaya başlamıştı. Hemen yanında duran, konuşmayan hareket dahi etmeyen Aksel'e "Git Berat'ı bul. Ya da Caner'i." dedi. Aksel başını sallayıp geriye doğru bir adım attığında "Yerinde kal." diye sertçe emretti Gece. Yosun tutmuş denizleri kısa bir an Aksel'e dönmüş emrini bakışları ile desteklemişti. Aralarında sessiz bir bakışma geçti. Belki biz bir şey anlamadık ama onların dilinde çok şey anlatıyordu bu bakışma. Aksel'in adımları kesilmiş, yüzü saçları ile aynı renge bürünmüştü.

Gece onun anladığından emin olduktan sonra sert bakışlarını Yasemin'e çevirdiğinde hızla ifadesini değiştirip yine o eğlenen haline döndü. Tanrım gözüme bir an psikopat gibi görünmüştü. Ah... Gerçi... Onun psikopat olma ihtimali... Ah... İhtimallerin canı cehenneme. Gece bir psikopattı. Her zaman olmaması bu gerçeği değiştirmiyordu.

"Bak seni bir zahmetten daha kurtarıyorum. Ah o kadar iyiyim ki öleceğim iyiliğimden."

Bu sözleri beni güldürdü. Ortamın hakimiyetini eline almayı öyle iyi beceriyordu ki, ondan başka hiçbir şey önemli değilmiş gibi oluyordu o dikkatleri üzerine çektiğinde. Ve insanları kendi istediği kalıbın içine sokmayı çok iyi biliyordu. Yasemin bunun canlı örneğiydi.

"Korkut, getirin oğlum."

Gece gözlerini bir an olsun Yasemin'den ayırmadan Korkut denen çocuğa emri verdiğinde, biraz önce Yasemin'i süzen çocuk sinsi bir sırıtmayla ellerini birbirine sürtüp "Zevkle." dedi ve çuvalları getiren çocuklarla birlikte güvenlik kulübesine doğru ilerlediler. Çok değil bir dakika sonra her biri kulübeden, enselerinden tutup sürükledikleri adamlarla çıkagelmişti. Onları tanıyordum. İlk zamanlar Yasemin'in etrafında gördüğüm o gruptu. Berat da aralarındaydı ve o gün otobüs şoförü beni yolda bıraktığında Berat'ın yanında olan çocukta. Hepsi ortaya getirilirken en son çıkan iki kişi kaşlarımı kaldırmama neden oldu. O otobüs vakasının olduğu gün okuldan olmayan ikiliydi bunlar. Gece bu herifleri nasıl bulmuştu Allah aşkına? Hepsi bir hayli hırpalanmış görünüyordu. Yüzlerindeki açık yaralardan sızan kanlar hâlâ kurumamış, tazeydi. İşte bu bana da sürpriz olmuştu.

"Tam kadro buradalar öyle değil mi Yasemin Koçer?"

Yasemin hiçbir şey söyleyemeden öylece karşısına dizilmiş perişan haldeki adamlarına bakıyordu. Bu noktadan sonra ne diyebilirdi ki. Benimle uğraşırsan Gece Hancı ile uğraşmak zorunda kalırdın ve Gece Hancı ile uğraşmayı kimse istemezdi.

Gece yavaş adımlarla ayakta duran ikilinin etrafında dolanırken Aksel'in arkasında durup kulağına doğru eğildi ve bir şeyler fısıldadı. Ne dediğini kimse duymadı ama söylediği şeyin Aksel'i titrettiğini eminim ki herkes görmüştü. Aksel saniyeler içinde ileri doğru adımlayıp diz çöken adamların sonuna geçti ve onlar gibi diz çöktü.

Yasemin büyük bir hayal kırıklığı ile Aksel'e bakarken bu sesine de yansıdı ve "Aksel?" dedi sorar gibi. "Kalk ayağa ve yanıma gel."

"Sende bugün hep boşuna bir çaba içerisindesin ama olmaz böyle."

Gece alenen Yasemin ile alay ederken Yasemin öfke ile burnundan soluyup ne yapacağını düşünüyordu ama zihnindeki çıkmazları görebiliyordum. Son bir çaba ile sıkılı dişlerinin arasından "Aksel." diye tısladı genizden gelen bir sesle. Ama Aksel kalkmadı.

"Kalkamaz." dedi Gece Yasemin'e cevap niteliğinde. "Kişisel algılama. Bu onunla benim aramda. Ben söyleyene kadar oradan kalkamaz ve şu işe bak ki bugün hiç de ona kalk diyesim gelmiyor."

Yasemin Gece'ye döndü. "Tüm bunlar onun için mi?" dedi eliyle beni işaret ederken. "Söylesene otoparkta bir arabanın içinde Savaş Kalkavan ile öpüştüğünü biliyor muydun?"

Sanki elindeki son koz buymuş, Gece bunu öğrenirse beni yüz üstü bırakacakmış gibi hırsla söylemişti bu kelimeleri. Ne diyeyim? Buradan bakınca tam bir aptal gibi görünüyordu. Gece de bunu anlamış gibi güldü. Ellerini arkadan bağlayıp başını iki yana sallarken "Sadece öpüşmek ile kaldıysa bu iyi. Evde daha fazlasına şahit oldum ve inan bana gözlerimi oyasım geldi. Ben kıskanç bir ağabeyim ve kardeşimi herifin biriyle öpüşürken görmek hoş değil. Ama ne yaparsın o yetişkin biri, engel olmak zor." diye mırıldandı. Başkası değil ama ben bu durumun onu rahatsız ettiğini anlamıştım. Konu biriyle olan birlikteliğim ya da seks hayatım değildi, konu o kişinin Savaş Kalkavan olmasıydı. Gece'yi rahatsız eden tam olarak buydu.

Duydukları ile ağzı bir karış aşılan Yasemin, son umudunu da kaybetmişti. Ve şimdi geriye kalan şey çaresizlikti. Evet, işte hissetmesini istediğim o çaresizlik yüzüne asılmış durumdaydı. Bana atmaya çalıştığı o taşı havada yakalayıp, kollarımı çözdüm. Kalçam arabadan ayrılırken iki adım öne çıkıp karşısında durdum. "Ne sandın?" diye sordum kahvelerini kahvelerimle karış karış gezerken. "Beni kendinle mi karıştırdın? Ben senin gibi, gücümü bacaklarımın arasından almıyorum Yasemin."

Gözleri öfkeyle koyulaşırken "Bunun bedelini ödeyeceksin. Yemin ederim çok fena ödeyeceksin." diye tısladı suratıma karşı. Tehdidinin üzerimdeki etkisi sıfırdı. Göğsünden sarkan uzun kahverengi saçlarından bir tutamına uzanıp parmağıma doladım. En son elimde kaldıktan sonra yeniden yaptırmıştı. "Hmm." diye iç çekip derin bir nefes aldım ve üç kez cıkladım. "Bence senin bana bedel ödetmekten daha ciddi sorunların var." Saçlarını bırakıp bir adım geri çekildim ve Gece'ye dönüp "Sıkıldım. Bitir artık." diye yakındım şımarık bir kız çocuğu gibi. Gece'nın sırıtışı genişledi. Yosun tutmuş denizlerine çöken keyif benimle aynı fikirde olduğunu söylüyordu. Elini cebine götürdü ve telefonunu çıkarıp birini aradı. Söylediği tek şey "İndirin." oldu. Ardından telefonu kapatıp Yasemin'e baktığında Yasemin gelecek olan şeyin onun için hiç iyi bir şey olmadığını anladı. Bunu kahvelerinde gördüm.

"Şimdi..." dedi Gece fısıldar gibi. Sesi öylesine gizeme batmıştı ki bu Yasemin'i daha da gerdi. "Gerçek bir şov görmek ister misin?" Kısa bir esle birlikte gizemi artırıp devam etti. "Arkanı dön ve perdenin ardında ne var bir bak."

Yasemin'in nefes alışverişleri derinleşip nefesindeki titremeler belirginleşti. İstemeye istemeye döndü arkasını ve okulu kaplayan o perdeye baktı. Tam o anda siyah perdeyi yukarıya bağlayan ipler çözüldü. Görevliler aynı anda ellerinden bıraktıklarında havada süzülerek inen o siyah perde, ardında gizlediklerini ortaya serdi ve Koçer Üniversitesi yazısının yerini alan Hancı Üniversitesi yazısı gözler önüne serildi.

"Hayır!" diye fısıldadığını duydum Yasemin'in ağlamaklı bir ses tonuyla. Hemen ardından Gece "Evet!" diye karşılık verdi. "Tam şu andan itibaren, babanın elinde olan tüm mal varlığı; okullarınız, şirketleriniz ve otelleriniz, yazlık ve kışlıklarınız..." Birkaç saniye durup ellerini iki yana kaldırdı ve "Hepsini saymakla uğraştırma beni, sen ne demek istediğimi anladın." deyip güldü. Elleri yeniden kotunun ön ceplerine yerleşmiş, dudağında serseri bir kıvrım vardı. Konuşmaya başladığında, asıl can alıcı noktaya gelmişti. "Yasal olarak Kahraman Hancı'ya ve onun kızı olduğu için otomatik olarak İzem Hancı'ya devredilmiştir."

"Bu mümkün değil." Daha çok kendini inandırmak ister gibi çıkan sesine karşın Gece "Hatırla." diye fısıldadı. "Sekiz yıl önce baban işleri batırıp iflas etmişti öyle değil mi? Beş kuruş paranız kalmamıştı, bir damla suya muhtaç durumdaydınız. Sence Sadık Koçer bir yılda nasıl toparladı bu durumu?"

Bir dakika durup Yasemin'e süre tanıdı. Bunu yaparken onun yüzündeki yıkımı keyifle izliyor devamı için can atıyordu. Yasemin Koçer susmaya devam ettiğinde Gece yeniden konuşmaya başladı.

"Ben söyleyeyim. Kahraman Hancı'ya destek vermesi için it gibi yalvardı. Ordaydım. O halini görmeliydin, kesinlikle acınasıydı."

Bakışlarını Yasemin'den çekip yeniden okula çevirdi ve devam etti.

"Kahraman Hancı'nın desteği ile yeniden toparladı. Ama sonra Yasemin... Kahraman Hancı kızına yapılan nezaketsizlikleri öğrendiğinde desteğini verdikleri ile birlikte geri çekti ve bakalım." Şaşırmış gibi "A-ah" dedi ardından güldü. "Elinizde hiçbir şey kalmamış. Hem de hiçbir şey..."

Benim bilgimin olmadığı bir konuydu ama ilgimi çektiğini söyleyebilirdim. İşler daha da ilginçleşiyordu.

"Tüm bunlar..." dedi Yasemin. Konuşmakta zorlanıyor gibi bir hali vardı. Kızaran gözlerini bana çevirdi, kendini o kadar çok sıkıyordu ki makyaja rağmen teninin kızardığını görebiliyordum. "Gerçek değil. Yalan söylüyorsun. Hayır gerçek olamaz. Bu imkânsız."

Sayıklıyordu.

"Gerçek olduğunu biliyors..."

"O Kahraman Hancı'nın kızı olamaz."

Neredeyse çığlık atarcasına bağırdığında, avuçlarımı kulaklarıma bastırma isteği ile doldum ama kendimi tuttum. Gece'nin gözleri bana döndüğünde konuşma sırasının da bana geçtiğini anladım.

"Sadece bir harf... Sizi o ihtimalden o kadar uzaklaştırdı ki gerçeğe kördünüz. Seni uyarmıştım. Burslu olmam seni yanıltmasın beni diğerleri ile karıştırma demiştim. Beni dinlemeyerek hayatının hatasını yapan sendin."

Sözlerimden sonra Yasemin hızla bana doğru bir adım atıp işaret parmağını tehdit eder gibi havaya kaldırdı. "Seni araştırdık Allah'ın belası. Hakkında bilinen hiçbir şey yoktu. Kahraman Hancı'nın kızı olduğuna dair hiçbir şey. O yüzden bu gerçek değil, beni buna inandıramazsın."

Bir adım atıp aradaki mesafeyi kapattım ve yavaşça etrafında dolanmaya başladım. Attığım her adımda dudaklarımdan dökülen sözcükler, Yasemin'in beynine harf harf kazındı.

"Bu gerçek. Senin elimde kalan saçların kadar gerçek. Hazal'a yaptığınız o iğrençlik, Bade'nin oyulan gözleri kadar gerçek. Hatta ve hatta Güney Kalkavan'ın senin kıçına attığı tekme kadar gerçek Yasemin. Ben İzel İzem Hancı'yım."

Tam arkasına geçip ellerini yavaşça omuzlarına yerleştirdim ve sıktım. İrkilirken aldığı nefesler daha da ağırlaştı. Kulağına doğru eğilip, gözlerim tam karşıdaki bir noktaya bakarken "Ve sana, yaptıklarının her birinin hesabını tek tek soracağım." diye fısıldadım. Ellerim omuzlarından çekildi, bir adım uzaklaşıp geriye döndüm ve ondan uzaklaşmaya başladım. Bunlar benim bahanemdi. Ona soracağım her hesap beni babamın gölgesine sokulmaya zorladığı için olacaktı.

Üçüncü adımı atmıştım ki havayı yüksek sesli bir kahkaha kapladı. Durdum. Bu gülüşün ardından birkaç sözün geleceğine emindim. Ona dönmeden ileriye bakarak, ki baktığım yerde. Savaş vardı, söyleyeceği şeyleri bekledim.

"Elimdeki her şeyi aldığınızı mı sanıyorsunuz? Sizce ben sekiz yıl önceki o olaylardan sonra bazı konularda babama bel bağlar mıyım? Her kim olursan ol, sen beni yenemezsin. Neden biliyor musun? Sen şu an tüm kartlarını açtın ve benim elimdeki kartları da aldığını sandın. Ama benim hâlâ açılmamış kartlarım var. Onları açtığım zaman geriye senden, sizden hiçbir şey kalmayacak İzel İzem Hancı!"

Ve arkasını dönüp okuldan çıkıp gitti...

Tüm kartlarımı açmış mıydım? Hayır hiç sanmıyorum. Durumumuz sandığından daha fazla eşit Yasemin Koçer. Senin kadar benim de açılmamış kartlarım var. Kendimin bile açmadığı kartlarım...

 

💎🎭

 

Bu berbat bir fikirdi... Ve böyle olacağını bile bile yaptım. Hiç kimseye bakmadan doğrudan karşımdaki duvara baksam da üzerimde gezinen gözlerin her birini hissediyordum. Tüm sınıf dersi boş vermiş bana odaklanmış durumdaydı. Acaba bakarken kafamın üzerinden çıkan dumanları da görüyorlar mıydı? Sinirlerim öyle gerilmiş durumdaydı ki her an birilerine dalabilirdim.

Elimin üzerinde bir sıcaklık hissettiğimde irkilerek gözlerimi o duvardan çekip yanıma baktım. Savaş uzanıp elimi eline almış, avucuma gömdüğüm parmaklarımı teker teker çözüyordu. Avuç içim açığa çıktığında, zarif parmakları yavaşça tırnaklarımın bıraktığı izlerde gezinirken "Rahatla biraz." diye fısıldadı. Gözlerim onun okyanuslarından sıyrılıp sınıfa kayarken "Söylemesi kolay." diye karşılık verdim.

Tek kaşı havalandı. "O kadar da kötü değil." deyip başını çevirdiğinde her bir gözün bizde olduğunu görünce fikrini değiştirip "Pekâlâ o kadar kötüymüş." dedi.

Derin bir nefes alıp aklına bir fikir gelmiş gibi dudağı kıvrıldı ve elini elimden çekip, önümdeki henüz açılmamış olan büyük çizim defterini açtı. Açtığı ilk sayfada derste hocanın çizdirmeye çalıştığı bir çizim vardı ama bence ona çizim demek doğru olmazdı, daha çok saçmalık gibi duruyordu. Savaş kısa bir an gözlerini sayfada gezdirip "Darbelerin fazla çekingen." diye bir yorumda bulundu. Ne demek istediğini anlamasam da karşılık vermedim. Profesyonel olup pek çok ödül kazanan oydu.

"Akşam bunun üzerinde çalışırız." deyip sayfayı çevirdi ve boş sayfa açıp defteri önüme itti. "Çizmek çok fazla odak ister. Bu yüzden çizim yaparken etrafındakilere dikkat etmez ya da zamanın nasıl geçtiğini anlamazsın. Tek yapman gereken kâğıda ve kaleme odaklanmak. Başladığında her şey silinecek inan bana, rahatladığını hissedeceksin."

Bir uzattığı kaleme bir de yüzüne bakıp tek kaşımı kaldırdım. Derse şimdiden başlıyorduk yani? Kalemi elinden alırken tereddüt içindeydim. Çizim yapmak... Bana Savaş'ın sandığından daha zor geliyordu çünkü en son zorunluluk hissetmeden isteyerek çizdiğim şeyin sonu hiç iyi gitmemişti. Ne zaman önüme bir kalem ve kâğıt alsam ve bu kez olacak desem, seslerin ve görüntülerin şiddetli saldırısına uğruyordum. Çok küçüktüm belki o zamanlar ama hissettirdikleri çok büyüktü.

Bir süre kâğıt ile kalem arasında mekik dokudu kahvelerim ama o kalem o kâğıda asla değmedi. Bakışlar hâlâ üzerimdeydi ve odaklanmak, o bakışların baskısı altında zordu. En sonunda, sabrımın sonuna geldiğim noktada dayanamayıp avucumu sertçe masaya vurdum. Avuç içimdeki kalem kâğıt ile tenim arasında sıkışmıştı. Gürültülü bir ses sınıfı doldurduğunda hoca bile dersi anlatmayı kesip bana baktı.

"Hepiniz. Önünüze. Dönün."

Sakin ses tonum, sınıfa pek sakin gelmemiş olacak ki alelacele hepsi bakışlarını benden çekip önlerine döndüler. Hoca ise hâlâ susmuş bana uyarırcasına bakıyordu. Tek kaşımı kaldırıp 'Ne var?' dercesine ona karşılık verdiğimde pes edip önüne döndü.

"Seni merak ediyorlar."

Savaş'ın nefesi kulağıma vururken, söylediği sözleri anlamak biraz zor oldu. Ne ara bu kadar yaklaşmıştı hiç haberim yoktu? Başımı çevirip ona baktığımda burnum burnuna sürtündü. Yamuk bir gülüşle bana bakarken, ona döndüğüm için şimdi ılık nefesi yüzüme, dudaklarıma, çarpıyordu. Dudaklarımın kuruduğunu hissettiğimde onları ıslatmamak için kendimi tuttum. Bu kadar kolay etkileniyor olmaktan nefret ediyordum.

Boğazımı temizleyip ondan uzaklaştım. O şekilde kaldığımız taktirde onu öpmem kaçınılmazdı ve sınıfa böyle bir manzara ziyafeti vermeye gerek yoktu.

"Daha önce etmiyorlardı ama." derken sesim isteğim dışında olması gerekenden fazla sert çıkmıştı. Etmiyorlardı çünkü onlara göre bir özelliğim yoktu. Görülmeye, merak edilmeye değer birisi değildim. "Şimdi de etmemeliler." Bunu istemiyordum. Kimsenin ilgi odağında olmak istemiyordum.

Omuz silkti ve "Hak ver onlara." dedi Savaş gözlerimin içine bakarken. Okyanuslarına çöken sakin hava bana da işliyor, sakinleştiriyordu. "Sen bir gecede tüm dengeleri altüst ettin."

Başımı iki yana sallarken "İki yüzlü hepsi." diye mırıldandım. İtiraz etmeden önüme uzanıp kalemi yeniden eline tutuşturdu. Gözleri ile kâğıdı işaret ederek "O zaman onları görmezden gel ve çizmeye odaklan." dedi.

Sorun da buydu. Ben çizmek de istemiyordum ki. Ah şu an bana iyi gelecek bir şeyler biliyordum ama... İç çekip Savaş'ın ısrarlı bakışları altında kalemi daha sıkı kavradım ve kâğıda döndüm. "Ne çizeceğim?"

Bir süre düşündü. Yüzünün her bir kıvrımından düşünceli ifadesi okunuyordu. Çok değil birkaç dakika sonra "Şu an nasıl hissediyorsun?" diye sordu. Ne yapmak istediğini anladığımda ciddi bir şekilde durup düşündüm ben de. Şu an ne hissediyordum? Tek bir kelimeye sığdırmak gerekirse karmakarışıktım... Karmakarışıklığın resmi çizilebilir miydi? Hiç sanmıyorum. Gerçi, Savaş'a bıraksam eminim o çizerdi ama ben çizemezdim. Bu yüzden kendimi düşünüp, en kolay şekilde özetledim hislerimi ve "Kapana kısılmış gibi..." dedim onun yüzüne bakmadan. Muhtemelen beklediği cevap bu değildi ama başka ne diyebilirdim bilmiyorum.

Eli çeneme uzandığında başımı çevirip ona bakmamı sağladı. Okyanusları kısılırken "Neden?" diye sordu. Yalnızca omuz silkmekle yetindim. Aldığı derin bir nefesle göğsü şişerken "Bu dün gece ile mi ilgili yoksa kimliğini açıklamanla mı ilgili bu his?" diye sordu. Gerçekten merak ediyor, o sorunu bulup ortadan kaldırmak istiyor gibi görünüyordu.

"İkisi de..."

Parmağı usulca çenemi okşarken okyanusları yüzümde karış karış gezdi. "Dün gece olanlar... Anlatmak ister misin?" Anında başımı iki yana salladım. O gerçeği bir başkasına sesli bir şekilde söyleyemezdim, o kadar cesur değildim. Bu kendimi fazla zayıf hissettirirdi ve ben zaten dün gece Savaş'ın karşısında yeterince zayıftım.

"Pekâlâ." diyerek kabullendi parmağı hâlâ çenemi okşamaya devam ederken. "Zorlamayacağım, muhtemelen ters teper. O yüzden çizime odaklanalım. Kapana kısılmış gibi hissediyorsan kafes çizmeyi dene. Sonra kendini o kafesin içinde hayal et. Unutma kalem senin elinde. Kafesin kapısının açık ya da kapalı olmasına sen karar vereceksin. Resim bazen bilinçaltımızı kandırma yolumuzdur. Kandır zihnini..."

Başka bir şey söylemeden önüne dönüp beni kalem ve kâğıt ile baş başa bıraktı. Blok yapılan tüm ders boyunca ben başımı kâğıttan kaldırmadım ya da Savaş bana bakmadı. En sonunda hoca dersi bitirip çıktığında sanki konuşmalarımızı beş dakika önce yapmışız gibi hissetmiştim ama aradan bir buçuk saat geçtiğini biliyordum. Savaş haklıydı, gerçekten odaklandığında zaman ve mekân fark etmiyordu. Ya da sana dönüp duran bakışlar...

"Kapı çizmek yerine kafesi parçalamak... Tam olarak senden beklediğim bir şeydi."

Çenesini omzuma yaslayıp resme baktığını fark edince resmi çekip bakmasına engel oldum.

"Henüz bitirmedim."

Gülüşü doldu kulağıma.

"Bana bitmiş gibi göründü."

Başımı iki yana salladım ve kâğıdı masaya koyup köşesine süslü bir el yazısıyla İzel İzem Hancı yazdım. Kapısı kapalı olan kafesin üst kısmının büyük bir bölümünü parçalanmış olarak çizmiştim. Savaş bana kendini içinde hayal et dediğinde kapıyı doğrudan açık çizmek doğru gelmemişti. Hayat hiçbir zaman, beni bir kafesin içine koyduğunda elime bir kalem verip kapıyı sen çiz dememişti. Gevşeyen o sınırlar, ben o kafesi parçaladığım için vardı.

"Bunu istiyorum."

Hâlâ çenesi omzuma dayalı olan Savaş'ın fısıltısı doğrudan kulağıma dökülüyordu. "Ne?" diye sordum ne demek istediğini anlayamadığım için. Elini uzatıp karakalem çalışmasının üzerinde gezdirdi parmaklarını ve "Bunu istiyorum." dedi bir kez daha. Ve bu iki sözcük beni güldürdü. Başımı iki yana sallayıp, "Hayır bu çok kötü." dedim. Öyleydi. Şekiller birbiri ile bağdaşıp bir biçim oluşturmuştu ama estetik namına hiçbir şey yoktu çizimde.

"Evet çok kötü. Sen kaleme değil kalem sana hükmetmiş. Kalemi o kadar bastırmışsın ki bazı yerlerde silgi izleri kalmış ama... Onu çizeni tam olarak yansıtan bir çizim. Bu yüzden istiyorum. Baktığımda hatırlayacağım şey bugün ve sen olacağın için..."

Gafil avlayan cümleleri kalbimin atışını hızlandırdı. Boşluğumdan yararlanan Savaş benden uzaklaşıp defteri aldı ve hızla sayfayı defterden koparıp kendi defterin arasına koydu. İtiraz etmek istercesine "Daha iyisini çizdiğimde onu veririm." desem de "Hayır." diye karşılık verdi kararlı bir sesle.

Tam yeniden itiraz etmek için dudaklarımı aralıyordum ki üzerimize düşen gölge dudaklarımı birbirine bastırmama neden oldu. Gözlerimi Savaş'tan ayırıp gölgelerin sahibine, hemen yanımızda dikilen üç kıza çevirdim. Her birinin gözlerinde iki duygu vardı; çekingenlik ve cesaret... Evet, ikisi bir aradaydı.

"Şey..." diyerek söze girdi ortada duran. Dümdüz sarı saçlarının uçları kızıldı. Hoş göründüğünü mü düşünüyordu acaba? Bana göre korkunç görünüyordu da... "Ben Gizem. Bu Yonca bu da Beril..." Kendilerini tanıttığında, lafın nereye varacağını merakla bekleyerek tek kaşımı kaldırdım. Elleri önünde birleşip parmakları ile oynarken bakışlarım onun cesaretini söndürmeye başladığında yeniden "Şey..." dedi ne diyeceğini bilemeyerek.

"Sadede gel!" diye karşılık verdim sabırsızca. Başımda dikilmeleri yetmiyormuş gibi bir de saçma sapan laf dolandırmalara ya da kekelemelere katlanmak zorunda kalmak istemiyordum.

"Ben sadece yanında olduğumuzu söylemek istemiştim... Bir şeye ihtiyacın olursa falan..."

"Olmaz!"

Ve tüm bu zırvalıklara da katlanmak istemiyordum. Kesinkes sesim lafları ağzına tıkadığında dudakları şaşkınlıkla aralandı. Kısık bakan gözlerim dikkatle onları süzerken çok da uzak olmayan bir geçmiştin onları hatırladım, kafeteryada bana gülerken...

"Sizi hatırlıyorum..." dedim sesimin sorgulayan tonuna engel olma gereği duymadan. "Kafeteryada tepemden aşağı dökülen tüm o şeylere rağmen sadece gülüp alay ettiğinizi hatırlıyorum. Acıyan bakışlarınızı... Sonra Hazal tüm herkesin ortasında tacize uğrarken, belki bir gün bizim başımıza da gelir mi diye düşünmeden olanları eğlenerek izlemenizi..."

Sarılı kırmızılı kafa, adını söylemişti ama hatırlama zahmetine girmedim, bu ayrıntıları hatırlıyor olmama daha da şaşırırken bu kez oturduğum yerden onu tepeden tırnağa ezici bakışlarla süzen bendim. "O saçlarla hatırlanmayacağını mı düşündün gerçekten?" dedim şaşkınlığını atmasına yardımcı olarak. Eli otomatik olarak saçlarına gittiğinde hiçbir şey söyleyemedi. Tüm cesareti kırılıp tuzla buz olmuştu.

"Bir daha sizi etrafımda görmeyeyim."

Ve hepsi son sözlerimle birlikte koşarcasına çıkıp gittiler.

"Kafeteryada olanları bu kadar fazla takacağını düşünmemiştim."

Sözlerine inanamıyormuş gibi Savaş'a baktım ve "O iğrenç koku iki gün boyunca saçlarımda kalırken ne kadar delirdiğime dair bir fikrin var mı senin?" dedim şaşkınca.

Güldü, gülüşü beni de güldürdü... Yüzünü saçlarıma gömerken "Şimdi çok güzel kokuyorlar. Ama tanımlayamıyorum bu kokuyu. Pek çok kokunun bir araya gelip oluşturduğu eşsiz bir şey gibi..." dedi derin derin nefeslerle kokumu anlamaya çalışırken.

"Bakım yağlarından kaynaklı. Bilirsin Fransa koku konusunda kendini aşmış bir ülke. Yani ne koktuğumu tam olarak bende bilmiyorum, tek bildiğim çiçeksi hafif ama hoş bir kokunun ortaya çıktığı. Beni rahatlatıyor..." diye cevap verdim dudaklarımda bana bulaştırdığı gülüşün kırıntılarıyla.

Başını geriye çekerken "Kokuların diyarından gelen kız benim kokumu çalmayı düşündüğünü söyledi. Gerçekten gururlanmalıyım galiba." dedi sabahki konuya atıfta bulunarak. Gözlerimi devirip onu ittim ve "Senin kokun başka..." dedim isyan edercesine. "Kimse ıslak toprak kokusunu şişeleyemez ama senin tenine hapsolmuş gibi. Bu da huzur verici. Yani her yağmur yağdığında hissettirdiği gibi..."

Yalandı... Her yağmur yağdığında huzur falan bulmazdım. Bazen huzur verirdi bazen de canımı yakardı. Ama Savaş muhtemelen her daim huzur veren taraf olurdu. Tam olarak bu yüzden kokusunu çalmak istiyordum ya zaten. Keşke mümkün olabilseydi, yapardım.

"Yani konu benim kokum değil, ıslak toprak kokusu öyle mi?" diye sorarken sesi alınmış gibi çıkıyordu ama gözlerindeki parıltıları görebiliyordum. Halinden memnundu. Başımı sallayıp onu onayladığımda "Yalancı..." deyip yüzüme doğru eğildi. Ilık nefesini dudaklarımda hissettiğimde içim beklentiyle doldu. Dudakları bağımlılık yapıyordu...

Nefeslerimiz birbirine karışırken tam dudaklarımız birbirine değecekti ki yalancı bir öksürük sesi yeniden ayrılmamıza neden oldu. Boğazımı temizleyip gelene baktığımda kızıl saçları ile Hazal'ı görmek gülümsememi sağladı. Bize doğru yaklaşırken "Otobüsü kaçırdığım için bileklerimi kesmek istiyorum." diye yakındı. "O anları görmek isterdim."

Omuz silkip "Çok da görülmeye değer bir şey yoktu." diye mırıldandım. O hemen önümüzdeki sıraya otururken kapıdan giren Damla'ya gözüm kaydı. Tereddüt ede ede atıyordu adımlarını, yüzünde zoraki bir gülümseme vardı. Her an kaçıp gidecekmiş gibi duruyordu. Konuyu daha fazla uzatmak istemediğim için ona elimden geldiğince samimi bir şekilde gülümsedim. Bu şey uzadıkça canı yanan ben olacaktım ve artık acımaktan yorulmuştum.

Gülümsememle rahat bir nefes aldı ve adımlarını daha emin bir şekilde atıp "Gerçekten beni öldürmek istemenden korkuyordum." diye mırıldandı yanıma gelirken. Elleri omuzlarımdan boynuma dolanmış bir şekilde bana sarıldı.

"Seni öldürmek istemem hiçbir zaman." diye karşılık verdim önüme uzanan ellerini tutup. Ne olursa olsun o benim kardeşimdi ve asıl suçlunun kim olduğunu bilirken ona kızgın kalmak anlamsızdı.

"Özür dilerim."

Başımı iki yana sallayıp "Dileme, senin suçun değildi." dedim. Babamın bana yaptığı her haksızlık için özür dileyecek olsa ömrü boyunca susmaması gerekirdi.

Yoğun bakışları üzerimizde hissedince gözlerini kaldırıp baktığımda topraklarım okyanusa döküldü. Gözleri Damla ile benim aramda geziniyordu. Düşünceli görünüyordu. Dün geceyi düşündüğünden emindim, neler olmuş olabileceğini... Ve şu an bizim halimizden konuyu Damla ile bağdaştırdığını...

"Selam Savaş." dedi Damla'da onun bakışlarını fark ederek. Savaş düşünceli halinden sıyrılmadan gülümseyip başını sallayarak karşılık verdi ona.

Hazal ortama bir anda çöken garipliği fark edip dağıtmak için hızla ayağa kalkıp ellerini birbirine vurdu ve "Hadi gidip bir şeyler içelim." diye teklifte bulundu. Hiçbirimizin yapacak daha iyi bir işi olmadığından başımızı salladık. En azından Gece gelip başımıza üşüşmeden biraz da olsa normal vakit geçirebilirdik öyle değil mi?

 

💎🎭

 

Son dersim de bitip çıkış saatim geldiğinde, artık parmağıma kalemin izi oturmuş haldeydi. Günün geri kalanı da sabahki olan olaydan farksız değildi. Pek çok kişi yanıma gelip kendini tanıtmaya, arkadaş olmaya çalışmıştı. Samimiyetsiz samimiyetlerin arasında boğulduğum bugünü, neyse ki sakinliğimi korumayı başarıp kimseye dalmadan bitirmiştim. Bu süreçte hayatımı kurtaran şey Savaş'ın tavsiyesiydi. O yüzden tüm günümü deftere bir şeyler karalayarak geçirmiştim.

Eşyalarımı toparlayıp sınıftan çıktığımda telefonuma gelen mesaj, asansörlerin önünde duraksamama neden oldu. Gece'dendi. Otoparkta beni beklediğini söylüyordu. Savaş ile derslere başlayacaksak Gece'yi atlatmam gerekecekti. Zordu ama altından kalkamayacağım bir şey değildi. Asansörü çağırıp beklemeye başladım. Aynı anda telefonuma bir bildirim daha geldi. Damla'dandı.

'Savaş ve Gece şu an otoparkta. Ortaklık karışacak gibi duruyor ona göre hazırlıklı ol!'

Mesajı üst üste iki kez okudum yazılanlardan emin olmak için. Ne demek Savaş ile Gece otoparkta? Ve ne demek ortalık karışacak gibi duruyor? Kaşlarım çatılırken küçük bir sıkıntı içimi yokladı. Hâlâ gelmeyen asansörün düğmesine üst üste birkaç kez daha basıp Damla'ya karşılık olarak 'Ne konuşuyorlar?' diye sordum, anında cevap verdi.

'Hiçbir şey! Ama Gece'nin bakışlarında bir şey var. Acele et İzel!'

İşte bu iyi değildi. Hem de hiç... Senin derdin ne Gece? Ne yapmaya çalışıyorsun?

Bazı anlarda yaşanacak olanları yaşamadan önce hissettiğiniz oldu mu hiç? Şu an içime çöreklenen sıkıntı, yaşanacakların habercisi gibiydi. Öyle ki otoparka uğramadan direkt okuldan çıkıp ortadan kaybolmak istememe neden oluyordu. Ama Savaş'ı Gece'nin eline bırakamazdım. Eminim Savaş başının çaresine bakabilirdi, tabi Gece'nin sınırları olsaydı...

Asansör sonunda geldiğinde hızla içine girip otopark katına bastım. Hissettiğim o sıkıntı gittikçe büyürken ağırlığımı bir ayağıma verip diğeri ile yerde ritim tuttum. İlk ve son karşılaşmalarında olanları, Gece'nin unuttuğunu ya da umursamadığını bu yüzden peşini bıraktığını düşünmüştüm. Yanılmamış olmayı diliyordum ama içimden bir his yanıldığımı söylüyordu. Gece Hancı hiçbir şeyi unutmaz ya da gururu söz konusu olduğunda umursamamazlık yapmazdı.

Gerginlik parmak uçlarıma kadar tenimi karıncalandırıyordu. Bugün bu asansör hiç olmadığı kadar yavaş mıydı yoksa bana mı öyle geliyordu? Elimle ensemi ovalarken derin bir nefes alıp başımı kaldırdım ve kendi yansımama baktım. "Sakin ol!" diye fısıldadım kendi kendime. "Sakin ol... Hiçbir şey olmayacak!"

Asansör durduğunda duruşumu dikleştirip çıktım kabinden ve ileride görünen üçlünün yanına doğru hızla yürümeye başladım. Gece ve Savaş aralarında belli bir mesafeyle karşılıklı dururlarken Damla ortalarında gergin bir şekilde bekliyordu. Gözleri beni bulduğunda alt dudağını dişledi sıkıntıyla. "Ne oldu?" dercesine başımı salladım ama sadece kafasını iki yana sallamakla yetindi.

"Bizde seni bekliyorduk İzel!"

Gece'nin gizle örtülmüş sesinden ne anlam çıkarmalıydım? Ya da cümlelerinden... Gözlerim Savaş'a kaydı. Son derece rahat bir şekilde duruyordu Gece'nin karşısında. Okyanusları kısaca bana kaydı ve gülümsedi. Beş N bir K sorularını artık geçmiştim, bu adamın ruh hali benim ruh halimi de etkiliyordu. Yanlarına vardığımda sıkıntı hâlâ içimde gezinse de daha rahat hissediyordum kendimi.

"Ne oluyor burada?"

Gece'nin bakışları bana kaydığında yosun tutmuş denizlerinde yıkımı gördüm. Hayır, kendi yıkımı değildi, başka birisinin yıkımı şu an iki dudağının arasındaydı. Belki de benim yıkımım...

"Konuşuyoruz. Hani senin odanda, bu işin peşini bırakmayacağımı söylemiştim ya."

Rahatlığım kısa sürdü. Onun bu alaylı ifadelerini tanıyordum. O bakışını... Mimiklerini...

Verdiğim derin nefeslerle kuruyan alt dudağımı ıslatıp "Çok yorgunum bir an önce eve gidebilir miyiz? Her ne derdin varsa sonra halledebilirsin." dedim onu engellemek isteyerek. Bir delilik yapmasından korkuyordum. Savaş gayet rahat bir şekilde meydan okurcasına Gece'ye bakarken onun adına korkuyordum...

Cıkladı Gece arka arkaya başını iki yana sallarken. Dudağının sağ köşesi yukarıya doğru kıvrıldı ve gözleri karardı. "Biliyor musun Savaş? Benden sır saklamak imkânsızdır." dedi beni tamamen görmezden gelerek. Ne demek istediğini anlamadım ama Savaş anladı. Gözleri kısılırken durduğu yerde dikleşip kaşlarını kaldırdı. Elleri kotunun cebindeyken ve karşısındaki adamın tehlikesinden bir haberken öyle güçlü görünüyordu ki.

"Aferin sana!" diye karşılık verdi Savaş. Hayır hayır hayır... Şu an Savaş'ın alttan alması gerekiyordu. Zaten egosu zedelenen bir Gece söz konusuyken onu bu konuda daha da vurmaması. Ya da ben buradan Gece'yi uzaklaştırmalıydım. Göz ucuyla Savaş'a baktığımda kendinden taviz vermeye niyetinin olmadığını görmek beni ikinci seçeneğe doğru itti.

"Gece lütfen gidebilir miyiz?"

"Senin hakkında da çok şey öğrendim mesela?"

Tanrım... Şu an resmen görmezden geliniyordum. "Gece!" diye tısladım dişlerimin arasından. Ama hayır... Bir kez bile dönüp bakmadı. Sanki yokmuşum gibi davrandı.

Savaş alaylı bir "hah" sesiyle gülerken "Bir kez daha aferin sana." dediğinde en azından o beni görmezden gelmez diye düşünüp ona döndüm ve "Savaş lütfen arabana binip gidebilir misin? Sonra haberleşiriz." dedim. Okyanusları bana kaydı ve başını iki yana sallayıp "Sakin ol!" diye fısıldadı gülümseyerek. Gece'nin sözleri ona hiç geçmemiş gibi, bana bakarken gözlerindeki ışıltılar ihtişamlarını koruyorlardı. Sonra gözleri yeniden Gece'ye döndü ve "Sadede gel." dedi sakince. "Ne istiyorsun?"

Derin bir nefesle kalçasını arkasında duran arabaya yaslayıp "Hmm!" diyerek iç çekti. Gözleri kısılırken "Bir şey istediğimi de nereden çıkardın?" diye sordu?

"Neden buradayız?"

Gece'nin sırıtışı genişlerken "İstemek için değil, söylemek için." dedi. Neyi söyleyecekti? Kaşlarım çatıldı. Her nedense bunun benimle ilgili olduğunu hissettim o an. Savaş'a gerçeklerden bahsetmezdi değil mi? Ondan sakladıklarımdan? Hayır bahsedemezdi. O sır benim kadar kendini de ilgilendiriyordu. Beni yakacağı kadar Gece'yi de yakardı. Hayır onu söyleyemezdi ama başka ne vardı ki söyleyebileceği?

"Ne söyleyeceksin?"

Savaş zihnimdeki soruya tercüman olduğunda Gece alt dudağını dişleyip "Sana pek çok açıdan zarar verebilirim biliyor musun?" diye sordu. "Pek çok açıdan canını yakabilir, çok ileri gidebilirim. Alının ortasına bir kurşun sıkacak kadar ileri. Gözümü bile kırpmam..." Durup birkaç saniye es verdiğinde Savaş sessizliğini koruyup devamında gelecek olanları bekledi. En az benim kadar merak ettiğinden emindim.

"Ama yapmayacağım. Sana fiziksel bir acı vermeyeceğim. Çünkü fiziksel acılar geçicidir çabuk iyileşir." Yosun tutmuş denizleri bana kaydı ve cümlelerine devam etti. "Görüyorum ki benim sevgili kardeşime karşı bir hayli yoğun hislerin var. İşte seni tam olarak buradan vuracağım."

İnanamayarak Gece'ye baktım. Bu ne demekti? Nasıl benden vurabilirdi ki Savaş'ı? Ya da bunu yaparken bana ne olacağını düşünüyor muydu peki? Kalbimin sıkıştığını hissettim. Karanlık ruhumun her bir köşesine çöküp beni kör bıraktığında bir kez daha uyarırcasına "Gece!" dedim ama bana mısın demedi.

Savaş'ın gözleri Gece'nin sözleri ile bana döndü. O yoğun bakışları sırtımda hissedebiliyordum ama dönüp bakamadım yüzüne. Öylece Gece'ye baktım yalvarırcasına. Susmalıydı. Devam etmemeli beni bu işkenceden kurtarmalıydı. Biliyordum. Söyleyeceği şeyden sonra Savaş'ın benden uzaklaşacağını biliyordum ama bunu istemiyordum. Ondaki huzur bana kendimi iyi hissettiriyordu, güvende ve özgür hissediyordum onun yanında. Bunu kaybetmek istemiyordum.

Lütfen Gece... Bunu bana yapma... Lütfen...

"Sence İzel neden senin yanında? Neden ona yaklaşmana, dahası dokunmana izin veriyor?"

Bildiğim cevap gözlerimi kapatmama neden oldu. "Gece lütfen yapma..." diye fısıldadım. Beni duyduğunu biliyordum ama umursamıyordu. Ondan başka kimse konuşmuyordu o ise avucunda tuttuğu gücün tadını çıkarıyordu.

"Ben söyleyeyim," dedi kendi sorusuna kendi cevap vererek. "Babasına ve bana olan inadı yüzünden sana katlanıyor. Çünkü ona en başında senden uzak durmasını söyledik ama İzel'i az çok tanımışsındır. İşi genelde inada bindirir ve inadı uğruna saçma sapan şeyler yapabilir."

"Gece sus." diyebildim zorlukla. Savaş buna alınmazdı öyle değil mi? Bu konuda gurur yapmazdı yani?

"İzel?"

Kısık ses tonu bana düşüncelerini anlatmasa da sorgular bir tonda çıkmıştı. Derin bir nefesi ciğerlerime çekip orda tuttum ve yavaşça Savaş'a döndüm. Umutla bakıyordu bana. "Doğru mu bu?" diye sordu. Yalanlamamı ister gibi bir hali vardı. Sanki doğru değil desem bana hemen inanacak gibi... "Her şey inat için miydi?"

Başımı iki yana salladım ama cevap veremedim. Dudaklarına bir gülümseme yayılırken gözlerindeki parıltılar yavaş yavaş söndü. Elini uzatıp yanağımı okşadığında bu hareketi canımı yakmıştı. "Hiçbir şey hissetmedin mi?"

Cevap veremedim. Ne demem gerektiğine dair en ufak bir fikrim yoktu. Daha bunu cevabını ben kendi içimde bulamamışken nasıl Savaş'a söyleyebilirdim ki? Sadece hissettiğimi biliyordum. Bir şeyler vardı ama o şeylerin adı neydi işte onu bilmiyordum.

"Hissettin." diye fısıldadı Savaş baş parmağı usulca elmacık kemiğimin üstünü okşarken. "Hissettiğini biliyorum. Kendi içinde yaşadığın o karmaşayı da görebiliyorum. Sorun değil. Zamanımız var."

"Yok!" diyerek araya girdi Gece. "Hiç zamanınız yok!" Sesi öylesine eğlenir gibi çıkıyordu ki gözlerimi kapattım. Pes etmiyordu... Bizi bizimle bırakmıyordu kanatana kadar durmuyordu. Yutkunup "Gece!" dedim zorlukla. Kalbimde bir oyuk açılmış gibiydi ve Gece'nin sözleri açmıştı onu oraya. Savaş ise yeniden doldurmuştu. Sorun değil demişti. Gitmiyordu. Benden uzaklaşmıyordu. Onun yanında biraz da olsa kendi hayatımın gerçeklerinden uzaklaşabiliyorken onun benden gitmesinin beni boşluğa düşüreceğini biliyordum. O boşluğu istemiyordum. Savaş'ın yağmur sonrası toprak kokusunu istiyordum sadece. O kokuya gizlenen huzuru...

"Bu ne demek?" diye sordu Savaş elini yanağımdan çekip Geceye dönerek.

"Bu şu demek Savaş Kalkavan; tam olarak bir ay sonra buradan gidiyoruz. İlk geldiğimiz gün burada kalıcı olmadığımızı biliyorduk. İzel sana bunu söylemedi mi?"

Gece intikamını Savaş'tan mı alıyordu yoksa benden mi emin olamıyordum çünkü söylemediğimi bal gibi biliyordu. Kimin canını yakmak istiyordu? Savaş'ınkini yakmak istiyorsa başarıyordu çünkü okyanuslarındaki tüm parıltılar sönmüştü şimdi. Bakışlarındaki umut kırılıp etrafa dağılmıştı. Bana dönen gözleri artık daha uzak bakıyordu. O oyuk artık eskisinden daha da derindi sanki. Hayır hayır kalbim yerinden sökülmüş gibi hissettiriyordu. Bir ay... Bir ay bize yeter miydi? Bana yeterdi. Hiçbir mutluluğum, huzurum o kadar uzun sürmemişti ama Savaş'a yetmeyeceğini görebiliyordum. Dahası bunu ona söylemediğim için kararan gözlerine çöken hayal kırıklığını...

"Neden söylemedin?" diye sordu ışığı sönmüş bakışlarıyla gözlerimin içine bakarken.

"Önemli olduğunu düşünmedim." diyebildim sadece.

"Neyin?"

Sesleriniz fısıltıdan ibaretti? Susup sadece yüzüne bakarken dokunsalar ağlayacakmış gibi hissediyordum. Aramıza açılan o görünmez mesafeyi her zerresiyle hissediyordum.

"Neyin önemli olduğunu düşünmedin İzel? Dün gece sana söylediğim şeyi duyduğunu da anladığını da biliyorum. Sence önemli olmayan neydi?"

Bazen kelimeler size düşman olur, kendinizi anlatmanıza izin vermezlerdi. Şimdi konuşsam muhtemelen benden çıkan kelimelerim aleyhime şahitlik ederdi, her şeyi daha da batırırdım. Bu yüzden sustum. Gözlerimi yere dikip öylece ayakkabılarıma baktım. Gözlerindeki parıltıların benim yüzümden söndüğünü görmek canımı yakıyordu. Tüm bu duygu seline ne ara hangi zaman diliminde kapıldığımı bilmiyordum ama ilk defa annemden başka biri için canım bu kadar yanıyordu.

"Susacaksın? Pekâlâ... Anlıyorum seni. İnat uğruna yaklaştığın biri ile ilgili hiçbir şey önemli olmamalı senin için."

Gözlerimi kapattım. Parmaklarım avuç içlerime doğru göçerken tırnaklarım etimde yuva yaptı ama battığı şey avucum değil de kalbimdi sanki.

Başka bir şey söylemedi, benim de söylememi beklemedi. Otoparkın zemininden yükselen adım sesleri gözlerimi açtırdı bana. Başımı kaldırıp baktığımda, onun bana sırtını dönüp yavaşça benden uzaklaşmasını izledim. Attığı her adımda aramızdaki o görünmeyen mesafe daha da açılıyor bir uçurum haline geliyordu. Huzur benden adım adım uzaklaşırken beni huzursuzluğun avuçlarına bırakıp açık hedef haline getiriyordu ama durup da itiraz edemiyordum. Hayır diyemiyordum, susmayacağım, inat uğruna değildi, önemliydin... Diyemiyordum.

Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum; belki bir dakika belki on dakika... Gözlerim öylece Savaş'ın bıraktığı boşluğa dalmış, birkaç dakikada nasıl bu hale geldiğimizi düşünüyordum. Kalbimin benden habersiz nasıl onu bu kadar içeriye aldığını ve şimdi nasıl bu kadar acıdığını... Aramızdaki isimsiz şeyin sadece tensel olduğunu düşünmek benim düştüğüm bir yanılgı mıydı yani? Daha fazlası mı vardı? Olmalıydı ki şu an kalbim sökülmüş gibi hissediyordum.

"Senin için en iyi olan bu İzel." dedi Gece. Sesi boş otoparkın içinde yankılandı. Benim için en iyisi buydu demek... Gece Bey buna karar vermişti yani? "İnan bana güzelim. Gittikçe kapılıyordun o herife. şık oluyordun İzel. Belki de oldun çoktan. Gittiğimiz zaman daha çok canın yanacaktı çünkü ilişkiniz ilerlemiş, adı konulmuş olacak..."

"Yeter!"

Zorda olsa konuşabildiğime sevindim. Kuruyan dudaklarımı ıslatıp yutkundum ama boğazım da dudaklarım kadar kuruydu. Gözlerimi Savaş'ın bıraktığı boşluktan çekip Gece'ye döndüm. İfadesiz bir şekilde beni izliyordu. Neden? diye sorarcasına baktım ona. Neden iki dakika da olsa mutlu olmama izin vermiyordu?

"Benden nefret ediyorsun değil mi?"

Ona karşı olan tüm kırgınlığım üst üste dizilip bu soru cümlesinin üzerine bindiğinde Gece kaşlarını çattı. Başını iki yana sallarken "İzel?" dedi sorarcasına ve bana doğru bir adım attı ama elimi hızla kaldırıp onu durdurdum.

"Ediyorsun. Etmesen neden birazda olsa huzur bulduğum birini benden uzaklaştırmak için bu kadar çaba sarf edesin ki? Neden birazcık mutluluğu bana çok göresin?"

Anlamıyormuş gibi yüzünü buruşturup "Amacım bu değildi." dedi. "O herifin canını yakmaya seni de oluru olmayan bu ilişkiden kurtarmaya çalışıyordum ben İzel.

Dudaklarıma buruk bir tebessüm yerleşti. Herkes iyiliğimi düşünüyordu ama benim iyiliğim için seçtikleri yolda beni bekleyen şeyler hep yalnızlık, acı ve kuru bir soğuk oluyordu. Şimdi kendi yolumu bulduğumda ise onun önüne aşamayacağım barikatlar kuruyorlar ve beni o yoldan döndürüyorlardı...

"Biliyor musun?" diye sordum, hissettiğim tüm o şeylere rağmen sakin bir sesle. "Adının anlamını çok iyi taşıyorsun. Sen gece kadar karanlık ve anlaşılmazsın. Ne getireceğin hiçbir zaman belli değil. Ama senin geceden en büyük farkın ne biliyor musun Gece? Sana hiçbir zaman ay doğmayacak. Gecenin sonunda seni bekleyen bir sabah, dünyanı ısıtacak bir güneşin olmayacak. Daima karanlıkta kalacaksın. Ama işin kötü yanı bu değil. Ne biliyor musun? Sen karanlıkta kalmaya devam ettikçe bizi de o karanlığa sürükleyeceksin. Hiçbirimiz kurtulamayacağız, o karanlık hepimizi boğacak. Ta ki birimiz ölene kadar."

Ta ki ben ölene kadar...

Loading...
0%