@saniyesolak
|
Sellam❤️ Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın✨ Keyifli okumalar diliyorum✨❤️ İZEL İZEM HANCI'DAN; İzel Hancı... Kusursuz zannettikleri hayatın kusurları içinde pençeleşen o zavallı kız çocuğu. Bu bendim. Hancı soyadının tek torunu... Koskoca bir servetin mirasının kalacağı şanslı kız... Yıllarca yurtdışında yaşamış, istediği her şeyi elde etmiş, ayakları yere basmayan, hep havalarda uçan, zengin, şımarık bir kız çocuğu. Dışarıdan görünen buydu. Kusursuz... Peki ya içi? İşte bunu kimse bilmiyordu. İçimde kopan fırtınaları ve ruhumun artık yaralardan çürüklerden görünmeyecek hale geldiğini kimse bilmiyordu. Nereden bilebilirlerdi ki? Gözlerindeki konumum belliydi. Kahraman Hancı'nın biricik kızı...Kahraman Hancı...Babamdı benim. Baba sıfatından öteye gidemeyen, babalığını asla göremediğim babam. Şımarık sanıyorlardı ya beni. Alâkam bile yoktu. Ben babasının saçlarını okşayarak göğsünde uyuttuğu o kızlardan değildim. Zengindim, istediğim her şeyi elde etmiştim ama... Ödediğim ve ödemeye devam ettiğim bedeller elde ettiklerimden katbekat daha fazlaydı. Benden söküp alınanlar... Ama insanlara bunları anlatamazdınız. Anlamazlardı. Gördükleri onlara kendi kafalarından kurdukları gerçeklere inanmaları için yeterliydi. Onlar anlamamak için direndikçe ben de anlatmaktan vazgeçmiştim. Saklanmayı seçmiş, ben nasıl görünmek istiyorsam beni öyle görmelerini sağlamıştım. Bir kız çocuğunun babasından kaçması, babasının kim olduğunu söylemektense kimsesizim demesi ne demek biliyor musunuz Bilemezsiniz. Bildiğinizi düşünürsünüz ama aslında bildikleriniz birer yanılgıdan ibarettir. Acı ile yoğurulmuş şu aciz ruhumda hâlâ tatlı olan bir şeyler varsa hepsi anneme aitti. Annem... Tam bir haftadır ayrıydım ondan ve öyle çok özlemiştim ki... Kokusu burnumda tütüyordu. Daha önce de ondan ayrı kaldığım zamanlar olmuştu evet ama ilk kez bu kadar uzundu bu süre ve daha da uzayacağını bilmek bana hiç yardımcı olmuyordu. Özlem damardan enjekte edilmiş zehir gibi, santim santim karışıyordu her hücreme ve kanım, kalbimde temizlendiğinde tüm özlem kalbime çörekleniyordu. Kalbim acıyordu. Bana kalsa şimdiye kadar çoktan yanına gitmiştim ama babam önümü kesiyordu. Ondan habersiz bunu yapmam yasaktı. Ve bu kesinkes yasağı çiğnersem sonuçların benim için ağır olacağının bilincindeydim. O sonuçlara katlanmak özleme katlanmaktan çok daha zordu... Gözümün önünde sallanan parmaklar beni daldığım düşüncelerin kollarından çekip aldı. "Sen beni dinlemiyor musun?" Gece'nin sesi ile bulunduğum ana geri çekildim. Hemen önümde dikilmiş tek kaşını havaya kaldırmış kısık ela gözleriyle sorgularcasına bana bakıyordu. Neyi sorguluyordu ki? Dinlemediğimi zaten biliyordu. Evimizin salonunda oturmuş bundan sonra izleyeceğimiz yolları konuşuyorduk. Daha doğrusu Gece anlatıyordu Damla ve ben dinliyorduk. Ya da dinlemiyorduk. Zaten bu konuşmaları her seferinde yaptığımızdan artık ezberlemiştik. Bunun farkında olduğu halde ısrarla her seferinde aynı konuşmayı yapmaya devam ediyorsa burada sorun Gece'deydi. O önümde ayakta dikiliyorken ve ben oturarak ondan çok daha küçük görünüyorken, sözlerimin pek etkili olacağını düşünmediğim için ayağa kalktım. Aramızdaki iki adımlık mesafeyi tek adıma indirip önünde durduğumda hâlâ ondan kısaydım. Ama sözlerimin etkili olmayacağı kadar küçük durmuyordum. Dalga dalga yosun tutmuş bir denizi andıran elalarının en içine baktım, korkusuzca karıştım o yosun tutmuş denize. "Elbette dinlemiyorum Gece çünkü artık sıkıldım. Bahsettiğin tek şey kurallar, kurallar ve kurallar... Bizim umurumuzda olmayan kurallar... Zaten yirmi yıl boyunca bu kuralların esaretinde yaşamadık mı? Şimdi, en azından şu birkaç ay hazır babamdan uzaktayken bırak da biraz nefes alalım. Ne senin canın sıkılsın ne de bizimki..." Bir kaç saniye boyunca yosun tutmuş denizin serin sularında kaldım. Bir şey söylemeyip sadece yüzüme bakmaya devam ettiğinde konuşmanın sonlandığını anlamıştım. Ona arkamı dönüp bir köşede sessizce oturmuş bizi izleyen Damla'ya baktım. Bir haftadır evde tıkılıp kalmak ve sürekli bir antrenman yapmak beni fazlasıyla bunaltmıştı, biraz değişikliğe ihtiyacım vardı. "Alışverişe çıkalım mı?" diye sordum Damla'ya. Benim alışveriş delisi olan arkadaşım dünden razı bir şekilde kalktı oturduğu yerden. Gece harcamalarımızın babamı kızdırdığı hakkında nutuk çekmeye çalışsa da umursamadan evden çıktık. Onun gücü altına saklanmayı sevmiyordum ya da geleceğim olan okulumu onun karşılamasını istemiyordum ama onu sinir edebildiğim ve ucu bana dokunmayan tek etken uçuk harcamalarken bunu da kullanmaktan çekinmiyordum. Değişik bir yapımın olduğunu kabul edeli çok olmuştu zaten. Bir anı diğer anını tutmayan biriydim. Sağı solu belli olmaz diye bir laf vardır ya işte ben tam olarak öyleydim. Kısacası dengesizin önde gideniydim. 💎🎭 Üç saatlik alışveriş turumuzun son durağı olan bir kitapçıdaydık. Okuldan mailime gelen uzun bir alışveriş listesi vardı ve yarına kadar halletmem gerekiyordu. Önümde sıra sıra dizilmiş bir sürü farklı boyutlarda kalemlere bakarken, listede bahsi geçen kalemin hangisi olduğu konusunda en ufak bir fikrim bile yoktu. Hadi ama bana göre hepsi kalemdi ve hepsi aynı görevi görebilirdi. Ne gerek vardı bu kadar çeşit çıkarıp insanların akıllarını karıştırmaya? Yanımda duran Damla'nın da benden pek farklı olduğunu söyleyemezdim. Elini cam tezgâhın üzerine koydu ve yan yana koyulmuş dört çeşit kalemi işaret etti camın ardından. "Şu dört kalem arasında ne gibi bir fark var ki bu şekilde ayırmışlar? Dış renklerinden tut uç kalınlıklarına kadar aynılar. Ki aynı markaya da aitler." Bizimle ilgilenen adam tam kalemlere geçtiğimiz sırada gelen telefonla yanınızdan ayrılmıştı ve alışverişimizin son malzemesi olan kalemi almak için tam olarak on dakikadır adamın gelmesini bekliyorduk. Sıkıntıyla ofladığım sırada hemen arkamızdan önümüze bir gölge düştü. Bize yardımcı olan adama ait değildi bu gölge çünkü o adam benden kısaydı. Bu gölgenin sahibi ise bana üstten bakacak kadar uzun görünüyordu. "En soldaki çok silik bir kalemdir. Taslak için kullanılır. Onun hemen yanındaki taslak bittikten sonra belirginleştirmek için kullanılır, aynı zamanda yapılan hatalar onunla belli olur ve düzeltilir. Onun yanındaki ise tükenmez kalemdir. Çizimindeki hata sayısının sıfır olduğundan emin olduktan sonra kullanılır. Ve en sağdaki de gölgelendirme için kullanılır. Ve evet hepsinin kalınlığı aynıdır. Mimarlık öğrencilerinin hayatını kurtaran bir seridir bu kalemler." Duyduğum kalın kadifemsi ses, önüme düşen gölgenin sahibine aitti. Başımı arkaya çevirdim ve sesin sahibine baktım. Bakış açısını ayarlayamadığım için gördüğüm ilk şey siyah tişörtünü yakasından görünen belirgin köprücük kemikleri ve ademelması oldu. Gözlerim Everest'e tırmanan başarılı bir dağcı edasıyla boynundan yüzüne doğru tırmanmaya başladı yavaşça ve soluklandığı noktada pürüzsüz, kemikli çenesi vardı. Hedefe doğru temkinli adımlarla çıkarken uğradığı noktalar; dolgun ve hatları belirgin dudakları, dudakları ile burnu arasındaki o kusursuz vadi, kemikli olmasına rağmen şimdiye kadar gördüğüm en kusursuz burun... Hedefe ulaştığım noktada ise gözlerimi karşılayan şey okyanus kadar koyu mavi, güneş kadar parlak gözleriydi. Kemikli yüz hatlarına sahip olan bu adamın bakışları yumuşacıktı. O hatlar bile sertleştirememişti bakışlarını. Yirmi ile yirmi beş arasında olmalıydı yaşı. Gözleri doğrudan Damla'ya bakarken bilgili olduğunu belli edercesine konuşmaya devam etti. "Eğer mimarlık öğrencisiysen dördünü de alman gerek; lazım olacak. Değilsen ve çizim yapmaya yeni başlayacaksan hiç onlara bulaşma derim, kullanması oldukça zordur ve onlarla resim çizebilmen pek mümkün değil. Onların üst tarafındaki kalemler yeni başlayanlar için idealdir. Yumuşak ve kolay silinebilir, ayrıca iz bırakmaz." Damla gözlerini bile kırpmadan karşısındaki adama bakıyordu. Benim kadar onu da etkilemişti bu konudaki bilgisi. Belki de benden daha fazla etkilemişti. Sözlerinin etkisinden çıkıp elimdeki telefonun şifresini girdim. Burada çalışan adamın geleceği yoktu ve bu karşımızdaki adam bu konuda oldukça bilgili göründüğüne göre bana yardımcı olabilirdi. Listeyi açıp kalemlerin olduğu kısma kadar kaydırıp telefonu onun yüzüne doğru tuttum. "Peki burada bahsi geçen kalemler hangileri?" Telefonu elimden aldığında bakışlarım yüzünden ellerine kaydı. İnce, uzun ve kemikli parmaklarına bu işin ehli olduğunu belli edercesine kalem izi yuva yapmıştı hafifçe. Tanrım elleri bile güzeldi o ize rağmen. Bakışlarım kendi ellerime kaydı. İnce uzun parmaklarımın pek düzgün durduğunu söyleyemezdim. Aldığım eğitimler avuç içlerime nasırlar işlemişti hafif hafif. Yılların alışkanlığı, dışardan bakıldığında onları belli etmiyordu ama dokunduğun zaman orda olduğunu hissediyordun. Yapılan bakımlar bile onları silemiyordu. İki ay önce kökten çıkan tırnağın kendini yeni yeni toparlıyor diğerlerinin boyuna ulaşmaya çalışıyordu. Tırnağı kırılınca ağlayan kızların aksine, o an acıyan canım için bile ağlamamıştım. Aksine basit bir yara bandı sarmış ve eğitime devam etmiştim. Benim yerime ağlayıp üzülen Damla olmuştu. Yaptığım şeyin saçmalığı ellerimi ikinci kez çevirdiğimde suratıma çarptı ve parmak uçlarımı avuçlarıma gömüp yeniden karşımdaki adama verdim dikkatimi. Parmakları ekranda geziyordu. Kaşlarımı çatıp başımı uzattım ve ne yaptığına baktım. Listeyi baştan sona inceliyordu dudaklarındaki kibirli sayılabilecek gülümseme ile. Damla olaydan tamamen kopmuş bir şekilde adamı süzerken adam telefondan başını kaldırıp ona baktı ve "Koçer Üniversitesine mi gideceksin?" diye sordu. Alık alık bakan Damla bir an "Ha?" diye bir tepki koysa da anında kendini toparladı ve başını hafifçe iki yana salladı. "Iıı... Ben değil o gidecek. Mimarlık okuyacak olan da aslında o." Mahcup ve utangaç gülümsemesi ile beni işaret ediyordu. Adam onun sözleri ile bana döndü ve telefon elindeyken tezgâha doğru ilerledi. Bakışlarım dikkatle onu takip ediyordu. Hangi okula gideceğimi nereden bilmişti? Arkasında kaldığım için omzunun üstünden bana bakıp, sanki aklımdan geçen soru alnımda yazıyormuş ve oradan okumuş gibi cevap verdi sesli bir şekilde dile getirmediğim soruya. "Bende o okula gidiyorum ve sana bu listeyi hazırlayan hoca benim de derslerime giriyor. Hocayı iyi tanırım. Verdiği bu listedeki ürünlerin hepsi çöp aslında. Markalarla anlaşması var ve öğrencileri bu ürünleri almaya mecbur bıraktığı için markalardan para alıyor. Reklam anlaşması gibi düşün." Bu sözlerinden sonra olanlar sanki hayal ürünümdü. O önden ilerlemiş ve aldığımız tüm malzemeleri yerlerine düzgünce bırakıp yenilerini almış, bütün listeyi tamamlamıştı. Tüm ürünlerin yerlerini ezbere biliyor olmalıydı ki bizim bir saat boyunca toparlayamadığımız listeyi o on beş dakika içinde tamamlamıştı. Öyle ki burada çalışan adamdan daha çok hakimdi buraya. Hızı ve bilgisi başımı döndürmüştü açıkçası. Ürünler kasadan geçtiğinde ortaya çıkan rakam dudak uçuklatan cinsten olsa da sorun değildi. Para hiçbir zaman sorun olmamıştı benim için. Kahraman Hancı'nın köpeği olduğu o parayı har vurup harman savurmayı, gereksiz şeylere harcamayı seviyordum. Ona hiçbir şekilde zarar veremediğim için acısını bu şekilde çıkarıyordum yaşattıklarının. Çıkan faturaya bir düzine de okuma kitabı ekledim. Kendime ait bir kütüphanem vardı Fransa'daki evde ve benim için bir tutkuydu o kütüphaneye yeni kitaplar eklemek. Burada hiç kitabım yoktu, bu benim için büyük bir eksikti. Fatura kesildiğinde ücreti ödedim ve poşetleri toparlamaya başladım. O kadar çok poşet olmuştu ki ne Damla ne ben yetiyorduk poşetlere. Çalışan adam ise yine ortalardan kaybolmuştu. Tanrım! hep böyle mi yapıyorlardı burada? Fransa'da bir mağazaya girdiğiniz zaman çalışanlar kıçınızdan ayrılmıyorlardı. Bunu bazen gereksiz bir ürünü öve öve bitiremeyip fazladan ürün satmak için, çoğu zamanda içeriye giren müşterilere güvenmedikleri için yapıyorlardı. Sıkıntıyla ofladım. Birkaç tur dönecektik anlaşılan. Zaten araba hemen karşı kaldırımda duruyordu. Çok da zor olmayacaktı. Birkaç poşeti omuzlayıp mağazadan çıktım ve kaldırımdan yola yaklaşıp arka arkaya geçen üç arabayı bekledim. Beklerken bakışlarım arkamdaki kitapçıya gittiğinde biraz önce bize yardım eden adamla Damla'nın konuştuklarını gördüm. Fazla dikkat etmedim onlara, yolda araba kalmamıştı ama ileriden konvoy şeklinde gelen bir araba topluluğu görülüyordu. Bir de onları beklemek istemediğimden hızla yolun karşısına geçip arabaya ulaştım ve poşetleri yere bırakıp Maserati’nin kilidini açtım. Yanımdan sırayla geçen arabalar hızlıydı ve rüzgârı saçlarıma çarpıyordu. Hızla poşetleri arka koltuğa yerleştirip karşı kaldırıma baktığımda Damla orda arabaların geçmesini bekliyordu ama yalnız değildi. Mavi gözlü, adını bilmediğim, bize yardım eden adam da yanındaydı ve ellerinde bir dolu poşet vardı. Kalan poşetlerimizi o almış olmalıydı. Tanrım! Durup dururken bu kadar yardımcı olmaya çalışması normal miydi? Yoksa altından bir şeyler çıkar mıydı? Bu kadar iyilik yapmaya meraklı olması bende ister istemez şüphe uyandırıyordu. Arabalar sonunda bittiğinde hızlı adımlarla yanıma geldiler. Tüm poşetler arabaya yerleştiğinde aklımı meşgul eden bir düşünce çakılıverdi zihninin ortasına. Biz şimdi bu adamla aynı okula gidecektik ve benim kimliğim saklı kalacak; basit, burslu bir öğrenci olarak görünecektim. Bu adını bilmediğim adam beni açık eder miydi ki? Zihnim bunlarla meşgulken Damla'nın, "Bize o kadar yardımcı oldun daha tanışamadık bile. Ben Damla." diyen sesini işittim. Dudaklarına yeniden samimi bir gülüş yayıldı karşımdaki adamın. Damla'nın uzattığı eli nazikçe sıkıp, "Memnun oldum Damla, Ben de Savaş." dedi. Savaş... Kemikli yüz hatlarına, iri bedenine ve uzun boyuna uygun, parlak koyu mavi gözlerine ve sürekli gülen dolgun dudaklarına tezat bir isimdi. Rengini okyanusun koyu derinliklerinden alan mavileri bana döndüğünde, orada hayat bulan soru işaretlerini görür gibi oldum. Bir süre bakışları bakışlarımla savaştı. O cevap bekledi ben sustum. Gözlerime baktığında ne görüyor bilmiyordum ama ben onun gözlerine baktığımda saf bir merak görüyordum artık. Soru işaretleri ben sustukça daha da belirginleşiyor, mavilerinin parıltısını bile geride bırakıyordu. Bu sessiz savaşı bozan Damla oldu. Koluma vurması bakışlarımı mavilerden çekmeme neden olurken, boğazını temizlemesi de karşımdaki adamın dikkatini çekmek adına yapılan bir hareketti. Şimdi her ikimiz de ona bakarken onun uyarı dolu bakışları iki saniye gözlerimi turladı ve dudaklarına yerleştirdiği samimi bir gülüş eşliğinde mavilere döndü. "Sen onun kusuruna bakma Savaş. Yeni insanlarla tanışmak konuda biraz berbattır İzel." Adımı söylerken bakışları bana döndü. Yüzündeki samimi gülüş, bakışları bana döndüğü an uyarı dolu bir gülüşe devretti sahnesini. Tanrım, ifadelerin kraliçesiydi. Bir saniyeden daha kısa bir sürede duygu değişimi yaşayabilecek kadar bu işte iyiydi. Uyarısına omuz silkip umurumda olmadığını belli ettim. Yeni insanlar tanımak, onlarla kaynaşmak, nezaketen bile olsa bunu yapmak benlik bir hareket değildi. Bazıları bunu yabanice bulabilirdi ama bana göre kalabalık kuru gürültüden daha fazlası değildi. Bu anlık tanışmalar olsa bile. Tesadüfler... Ne zaman neyin bizi karşılayacağını, hayatın önümüze ne sunacağını bilemezdik. Ben tesadüflere inanırdım. Şu an bile bir tesadüfün getirisi değil miydi? Koskoca İstanbul'da bir kitapçıya girmiştik ve aynı okulda olduğumuzu söyleyen bir adam ile karşılaşmıştık. Bu tesadüf değil de neydi? Damla'dan sonra indirmeyip bana çevirdiği kemikli elini sonunda akıl edip indirdi aşağı. Ama bozuntuya vermeden gülümsemeye devam etti ve elini pantolonunun cebine yerleştirip benim gibi omuz silkti. "Tanıştığıma memnun oldum İzel." Adıma yaptığı vurguyla gözlerimi kısarken kuruyan dudaklarımı yaladım. Bakışlarım saniyelik bir dilimle Damla'yı buldu. Mavi gözleri ikimiz arasında mekik dokuyordu. Ben ona bakınca, gözlerime dokunan gözlerindeki ifade, kibar olmam için yalvarır nitelikteydi. "Arabaya geç Damla. Gidelim artık." Dudaklarımdan dökülen sözlerle o yalvaran ifade uçtu gitti ve yerini 'sen iflah olmazsın' bakışı aldı. Umursamadan ısrarlı bir şekilde bakmaya devam edince mavilerine, çaresizce karşımızdaki adama çevirdi bakışlarını ve üzerine sinen kibarlığın nişanesi olarak teşekkür etti. O arabaya doğru yürürken birkaç saniye ardından baktım ve bakışlarımı, üzerinde yoğunlaşan okyanus mavilerine çevirdim. Birkaç saniyemi de bu bakışmaya kurban verdim. Rengi kadar koyuydu bakışları, yoğundu ifadeleri. Gözlerinden zihnimin en karanlık köşelerine kadar her yeri görüyor gibiydi. Duygu ve düşüncelerimi gizlemekte usta olmasam gördüğüne de inanabilirdim. Ama göremezdi. İnebileceği en derin noktada; kale misali duygu ve düşüncelerimi gizleyen ve koruyan buz gibi soğuk bir duvara çarpardı. İçimdeki tahtı sallantıda olan saf kız tüm varlığıyla ayağa kalkıp sendeleye sendeleye ayağını sertçe zemine vurdu. Onun krallığını bütünüyle fethetmek üzere olan katı yanım bu darbe ile sallanırken katı yanımın esareti altındaki dudaklarım aralandı ve dilim saf kızın müttefiki olarak kelimelerin şeklini alacak şekilde kıvrıldı. "Yardımların için teşekkürler." Katı yanımın varlığı inkâr edilemezdi. Burada egemen olan saf kız olsa bile katı yanım tüm varlığı ile ona direnip kelimeleri yay misali kullanıp oklarını fırlatmıştı karşımdaki adama. Bu iki yanımın savaşı asla bitmiyordu. Ne yeniliyorlar ne kazanıyorlar, oldukları yerde seyredip duruyorlardı. Vazgeçmiyorlar inadına daha da yükleniyorlardı birbirlerine. Ama sonuç değişmiyordu. Tıpkı şimdi onun mavileri ile benim kahvelerimin verdiği savaş gibi... Ne o çekiyordu gözlerini benden ne de ben koparıyordum bakışlarımızı birbirine bağlayan urganı. Yarım dakika kadar sürdü bu savaş. Otuz saniye... Bakışma için hafife alınacak bir süre değildi. Otuz saniyenin sonunda çeken ben oldum bakışlarımı. Hayır pes etmedim. Sadece burada beklemenin gereksiz olduğu kanaatine vardığım için uzatmadım. Burada işim bitmişti ve artık gitme vaktiydi. Bakışlarımı kopardığım an "Rica ederim İzel." dedi. Bu savaşın o da farkındaydı ve gözlerimi çektiğim zaman kaybettiğimi düşünmüştü. Ve her seferinde adımı kullanması istemsizce sinirlerimi bozmuştu. Daha fazla muhatap olma gereği duymadan ona arkamı döndüm ve arabamın sürücü kapısını açıp içine yerleştim. Kapıyı kapattığımda bakışlarım yeniden karşımdaki adamı buldu. Ya da bulamadı. Ben hâlâ bize baktığından emin bir şekilde gözlerimi çevirmiştim ama o çoktan bize sırtını dönmüş ve boş olan yoldan ilerlemeye başlamıştı. "Daha kibar olabilirdin." Yola odaklanan gözlerimi Damla'ya çevirdim. Tavrım hoşuna gitmemişti. Onun kibar birisi olmakla ilgili takıntıları vardı. Nezakete çok önem verirdi, benim aksime. "Olamazdım. Sen de olmamalısın. Hiç tanımadığın birisi sonuçta." Ağzından alaylı bir 'hah' sesi çıktı. "Yapma ama İzel! Gün geçtikçe daha da soğuk birine dönüşüyorsun. Artık gözlerinde bana karşı bile o eski samimiyeti göremiyorum. Değişiyorsun." Ah! Yine başlıyorduk. Derin bir nefes aldım ve ona cevap vermemeyi tercih ederek arabayı çalıştırdım. O sırada üzerimde bir yoğunluk hissettim. Biz insanlar biri gözlerini dikip bize baktığı zaman hissederdik. Bakışlarım kitapçıya kaydı. Camın ardından onu gördüm oradan bile gözleri gözlerimi bulmuştu sanki. Ürperdim. Bakışlarımı takip eden Damla'nın da odağı oldu o maviler. Ve adımı söyledi ben arabayı hareket ettirirken. Dudaklarından dökülen tonda bir şeyi fark etmişliğin getirisi olan duygular gizliydi. Sorarcasına ona döndüğümde sesinde gizlenen o duyguların gözlerine de sıçradığını gördüm. "O... Seninle aynı okula gidiyormuş." Önüme döndüğüm an ile aynı zaman diliminde konuştu ve sözleri üzerine iki saniye bakışlarım onu buldu, ciddi misin sen der gibi baktım. Ne yani söyleyeceği şey bu muydu? Sonra aklıma gelen ayrıntı dudaklarımın alayla kıvrılmasına neden olurken arabayı ara yoldan ana yola çıkarmıştım bile. "Ondan hoşlandın ve onu sana ayarlamamı falan mı isteyeceksin? Eğer öyley..." "Saçmalama!" diyerek kesti sözlerimi. Bu fikir gerçekten de saçmaydı ama o ses tonuna yakışmayan o sözler aklıma başka bir fikir de sunmamıştı. Hafifçe gülüp "Ne?" diye karşılık verdiğimde "Sen o okulda burslu bir öğrencisin ve kaydolduğun o kimlikteki baban basit bir devlet memuru annen ise çalışmıyor ev hanımı. Yani Maserati alacak paranız yok." diyerek beni susturmayı başarmış ve gülüşümü de yüzümden söküp almıştı. Pekâlâ bu ayrıntıyı atlamıştım ve daha ilk andan çuvallamış gibiydim. Ama sadece gibiydim. Bir şeyler uydurup açığa çıkmadan bu işten sıyrılmak benim için çocuk oyuncağı gibi bir şeydi. Birkaç dakika ikimizden de ses çıkmadı. Şüphe uyandırmayacak en makul açıklamayı düşünüyordum. Aslında cevap birkaç dakikamı bile harcamaya değmeyecek kadar basitti. Derin bir nefes aldım ve İstanbul'un zaten yavaş akan trafiği tam olarak kilitlendiği dakikada Damla'ya döndüm. Benim bir şeyleri bulmamı bekliyordu. Genelde bu tarz olaylarda düşünmeyi değil ortaya atılan fikre uymayı tercih ederdi. Ona baktığımda bakışlarımdan uygun bir şeyler bulduğumu anladı ve gözlerini merak duygusunun yoğun sisi sardı. "Bu araba benim değil senin. Sen gelen olarak kaza yapmaya çok müsait olduğun için araba kullanman yasak ve ikimiz dışarı çıktığımızda arabayı hep ben kullanırım. Onun haricinde de zaten ya taksiye binersin ya da seni abin bırakır. Buradaki abi ayrıntısı da Gece oluyor. Yani sen olmasan ben bu arabayı rüyamda bile zor görürüm." Birkaç saniye kaşları havada sözlerimi zihninde tarttı. Tamam, mükemmel bir yalan olduğu söylenemezdi ama iş görürdü. İş görmesi ise söylemem için yeterli bir nedendi. "Sence bu inandırıcı olur mu?" Trafik yeniden akmaya başladığında bakışlarımı ondan çekip yola odaklandım ve sorusuna cevap verdim. "Emin değilim, ama iş görecektir." Emin olmayan bakışlar altında omuz silkti. "Sen öyle diyorsan, öyledir." Bunlar aramızda geçen son konuşmalar oldu. Sessizlik kuşattı bizi ve geri kalan yolu o kuşatma altında geçirdik. Trafik bir kez daha tıkanmadığı için yarım saatin sonunda evdeydik ve hava kararmıştı. Gece'nin evde olmaması işimize gelirken alışveriş torbalarını taşıyıp yerleştirdik. Günün getirdiği yorgunlukla aldığım duşun ardından yatağıma girdim. Sıradaki görev yaklaştıkça antrenmanların dozu artacaktı. Bu günlerin tadını çıkarmalıydım. 💎🎭
"Otobüs ile gitmek istediğinden emin misin?" Sırtlandığım çantamla tam kapıya doğru yürürken Gece'den gelen soru ile durup ona döndüm. Bu bugün bu soruyu kaçıncı soruşuydu bilmiyorum ama asla vazgeçmiyordu. Derin bir nefes eşliğinde kendimi sakin kalmaya zorlarken "Evet Gece!" dedim ve daha fazla konuşmasına izin vermeden evden dışarı attım kendimi. Sinir bozucu bir şekilde aldığım kararın saçmalığından bahsedip duruyordu. O okulda burslu bir şekilde barınamaz, öğrencilerine dayanamazmışım. Kahraman Hancı'nın kızı olduğumu duyan herkes peşimde köpek olurmuş ve daha sorunsuz bir şekilde devam edebilirmişim burada kaldığımız süre boyunca okuluma. Anlamadığı nokta buydu. Ben o adamın soy adının getirdiği sahte itibarı istemiyordum. Bu yüzden hiçbir yerde, hiçbir magazin dergisinde ya da başka bir şeyde, Kahraman Hancı'nın kızı İzem Hancı olarak yer almazdım. Ben İzem değildim. Ben İzel'dim. İzem babamın enkazının eseri olan, babama benzeyen kızdı. Zavallıydı, korkaktı, acımasız bir kaltaktı. İzel ise... Ben annemin öğrettiği her şeyi İzel'e aşılamış, olmak istediğim kişiyi İzel'i, İzem'in enkazından doğurmuştum. O iyi tarafımdı. Güçlü tarafımdı. Güç... Değişkendi. Bazılarına göre güç paraydı. Bazıları göre zekâ... Bazılarına göre kas, bazılarına göreyse kötülüktü. Bana göreyse içinde bulundurduğun iyilik ve merhamet ne kadar fazlaysa o kadar güçlüydün. İzem'in içinde merhamet yoktu, iyilik yoktu. O kötülüğü kendine zırh olarak giymiş kendini bu şekilde koruyordu. İzel ile İzem iki farklı uç noktamdı. Ve ben bir gün bu uç noktaların birbirleri ile buluşup savaşmasından korkuyordum. Bu savaş olursa ve savaşı İzem kazanırsa babam başarmış olurdu ve ben ona bu zaferi tattıramazdım. O okulda İzem olarak bulunursam babamın kanatları altına girmiş olurdum ve babamın istediği de buydu. Her şeyim ile ona muhtaç olmam... Olmayacaktım. Zihnimi kuşatan bu düşüncelerle otobüs durağına kadar yürüdüm. Gece bu tarz şeylere alışık olmadığım için zorlanacağımı düşünüyor olabilirdi ama hayır. Üstesinden geldiğim şeyler o kadar zor ve acıydı ki okula giderken iki otobüs değiştirmek devenin yanında pire kalıyordu. Zenginliğe taptığım falan yoktu. Evet para harcamayı severdim ama olmasa da sorun olmazdı. Para bana sevgi ve mutluluğu alamıyordu. Geçmişimi geri verip çocukluğumu kurtaramıyordu. 💎🎭 Otobüs durduğunda otobüste sadece ben ve ben yaşlarında bir kız kalmıştık. Kızın gözleri arada bana dokunsa da konuşmamış öylece inmiştik otobüsten. Üniversite şehrin biraz dışında bir yere konumlandırıldığı için yol bomboştu. Kız önde ben arkasında, bahçe duvarı bile lüks ve para kokan okula doğru ilerledik. Kapıdan geçerken kapının yanlarına yerleştirilmiş, şaha kalkmış iki tane at heykeli gözüme takıldı. Çok gerçekçi duruyorlardı çünkü beyaz bırakılmamış biri kızıl biri siyaha boyanmıştı. Sanki yeleleri rüzgârda dalgalanıyor gibiydi. Her kim yaptıysa bu işte gerçekten usta olduğu her halinden belliydi. Atlardan kızıl olanın kürek kemiğindeki imza gözüme takıldı. Her kim yaptıysa imzasını bırakmayı ihmal etmemişti. Heykellerin yanında gereğinden fazla kaldığımı anladığım an adımlarıma yön verdim ve ilerlemeye başladım. Önümden yürüyen kız çoktan kaybolmuştu. Öğrenci işleri ile olan tüm işlemleri Gece hallettiği için bana kalan tek şey dersliğimi bulmaktı. Onda da zorlanacağımı düşünmüyordum. Çünkü yan yana dizilen her tarafı siyah camlarla kaplı dört binadan en soldakinde kocaman harflerle Mimarlık Fakültesi yazıyordu. Bomboş olan ön bahçeden binaya doğru ilerlerken arkamdan bir ses adımlarımı kesti. "Dün Maserati kullanıyorken bugün belediye otobüsünden inmen... Biraz garip doğrusu." Bu ses dünden aşina olduğum sesti. Ve soru da beklediğim bir soruydu, cevabı elbette hazırdı. Yavaşça omzunun üzerinden arkama baktığımda gördüm onu. Kapıdaki siyah at heykelinin yanındaki duvara yaslanmıştı. Maviliklerinin koyuluğunu buradan bile görebiliyordum. Dudaklarında yine bir kıvrılma vardı ama alaylı değildi. En azından buradan bakınca öyle görünmüyordu. Koskoca okulda onunla bu kadar çabuk karşılaşmayı beklemesem de hazırlıklı olduğum için sorun değildi. Onu o minik yalana inandırabilirdim. Birkaç adım atıp aramızdaki mesafeyi biraz da olsa kapattığımda o da yaslandığı yerden doğruldu ve birkaç adım da o bana geldi. Eh! En azından olduğu yerde öküz gibi dikilmeyip, beni fazladan birkaç adım daha atma zahmetinden kurtarmıştı. "Sana da günaydın..." Gözlerimi kısıp yüzüne baktım ve birkaç saniye düşünüyormuş gibi yaptım. Adını elbette hatırlıyordum. Savaş... Ama hatırlamıyormuş gibi yapmak işime gelirdi. Dünkü yardımları için ona minnettar olduğumu falan düşünmesine gerek yoktu. Savaş numaramı yedi ve adını bana yeniden hatırlattı. "Savaş!" "Hah! Savaş!" Bakışlarımı desteklercesine söylediğim tekrar onu daha da inandırmıştı, bakışlarındaki parlaklığın hafifçe çatlamasına şahit oldum. Ne yani adını hatırlamıyorum diye hayal kırıklığına mı uğramıştı? Minicik de olsa... Bozuntuya vermeden boğazını temizledi ve ellerini siyah kot pantolonunun ceplerine yerleştirdi. Hafifçe kırılan dirseklerinin neden olduğu kol kasları üzerindeki siyah tişörtün kollarını gerdi. Pekâlâ onu incelemeyi kesmem gerekiyordu. Kestim de... Bakışlarımı yeniden rengini okyanusun en derin noktasından alan mavilerine çevirdim. Dudakları sessiz kalsa da mavileri bir cevap beklediğini bas bas bağırıyor gibiydi. Omuz silktim. "Evet dünkü Maserati... Öyle bir arabam olsaydı muhtemelen içinde yaşardım." Sözlerimle kafası daha da karışmış olacak ki kaşları çatıldı. Dudaklarımdan hafif bir kıkırtı döktüm sanki anlamadığına gülüyormuş gibi. Tanrım, bu hareketler hiç benlik değildi. Kendimden, yapmacıklığımdan iğreniyordum şu an. "Dün yanımdaki kız..." diye devam ettim konuşmama. "Araba onundu sadece ben kullanıyordum çünkü onun araba kullanmasını ailesi yasakladı. Kaza yapma potansiyeli çok yüksek de." Kaşları biraz daha çatıldı ve bakışları yere indi. Lütfen inanmış ol ve sorgulama, lütfen... Bakışları yeniden bana çıktığında kaşları da düzelmişti. Başını sağ omzuna doğru yatırdığında sorgulayan bir ifade aldı mavileri. Kafasında bir şeyleri tartıyor gibi duruyordu. Hadi ama... Bu kadar sorgulayıp düşünecek ne var ki? Alt dudağı iki dişinin arasına yerleştiğinde bakışlarındaki ifade de keskinleşip net bir hal aldı. Ve benim o ifadeden kaptığım bir şey varsa o da buna inanmadığıydı. Dudağını dişlerinin arasından serbest bırakıp konuştu. Kulaklarımın işittiği sözler kaptığım şeyin doğru olduğunu haykırdı yüzüne doğru. "Niye yaptığını anlamadığım bir şekilde yalan söylüyorsun. Dün bana yardımlarımdan dolayı teşekkür etmekte zorlanan, adını söylemek için bile güvenmeyen o kız bugün gelmiş bana açıklama yapıyor. Hiç mantıklı değil İzel!" Gözlerim kısılırken yüzüne bakmaya devam ettim. İçimdense atladığım bu minik ayrıntıya küfrediyordum. "Lanet! 💎🎭 Bölümü nasıl buldunuz? Henüz çok başlarında olduğumuz için bölümler biraz kısa ve klişe ama inanın bu sahnekere ihtiyacımız var gidişat için. 43 bölümü hazır bu kurgunun ve inanın bana hepsi gerekli🥲 Zaman ayırıp okuyan herkese sonsuz teşekkürler❤️✨ |
0% |