Yeni Üyelik
22.
Bölüm

21| KAYBEDİŞLER VE KAZANIŞLAR

@saniyesolak

Oy ve yorumlarınız benim için çok değerli lütfen onları bizden esirgemeyin💙

Keyifli okumalar🎭

💎🎭

SAVAŞ KALKAVAN'DAN

Kaybedişler vardı; zahmetsiz, acısız, umursanmaya değmez, yokluğunu bile hissetmediğin, hatta belki yok oluşunda huzur bulduğun...

Kaybedişler vardı; hatırladığında kalbine anlık bir sızı bırakıp güzel bir anıyla zihnini yoklayan ve dudaklarına silik bir gülümseme bırakan...

Ve kaybedişler vardı... Ardında koca bir iz bırakarak hayatının üzerinden geçip giden, giderken kalbini de söküp götüren... Öyle ki uykularını kaçırır aklını oynatırdın. Özlem öyle yoğun hücum ederdi ki üzerine bir gece vakti ansızın fark ederdin onsuz yapayalnız olduğunu. Etrafındaki onca kalabalığa rağmen...

Benim kaybedişlerim daha anne karnına düşmeden başlamıştı, ben bu dünyaya bir aileyi kaybederek gözlerimi açmıştı. Hiç kazanamadan kaybetmiştim üstelik... Evet kazanamadıklarımızı da kaybedebilirdik. Onlar bizim hayattan kaybettiklerimizdi. Sonra Güney'i kaybetmiştim. Bade'yi kaybetmiştim. Ve şimdi de... İzel'i...Onu da kaybettiğini hissediyordum... Hiç kazanamadan...

Onu ilk gördüğüm anı hatırlıyordum. O kitapçıda görevliyi takip ederken ki yüz ifadelerini, görevli ona malzemeleri uzattıkça uzatılanlara attığı o anlamsız, uzaylı görmüş gibi bakışları... Çizmekle uzaktan yakından alakası olmadığı o kadar belliydi ki yanındaki Damla ondan daha ilgili görünüyordu. Ve görevli yanlarından her ayrıldığında annelerini kaybetmiş yavru kediye dönüşüyorlardı: İzel asabileşiyor Damla olduğu yere siniyordu. Onları izlemek bana öyle keyif vermişti ki kendi işini bırakıp onları takip etmeye başlamıştım. Görevli uzun bir süre geri gelmediğinde ve durum onlar için fazlasıyla karmaşık bir hâl aldığında duruma el atmak zorunda hissetmiştim kendimi. Listeyi gördüğümdeyse anlamıştım aynı okulda olduğumuzu. Aslında orada onlara minik bir yalan söylemiştim. Okuldaki akademisyenin bir marka ile anlaşmalı olduğunu ve ürünlerin son derece kullanışsız olduğunu söylemem tamamen bir yalandan ibaretti. Hoca bunu hiçbir zaman sorun etmediğinde İzel'in bu yalanı yakalayacağını düşünsem de bence ona bunu söylediğimi bile unutmuştu. Başı o kadar fazla doluydu ki hatırlamaması da gayet normaldi.

Tek amacım tanımadığım o kızla biraz daha vakit geçirmek ve o jest ve mimikleri izlemekti. O an ilgimi çekenin İzel olmasının nedeni neydi bilmiyorum ama bu tamamen refleks gibi bir şeydi. Düşünmeden hareket etmiştim. Pişman mıyım diye sorarsanız... Hayır hiç değilim. Onlara yardım ettikten sonra en azından ifadeleri yumuşar diye düşünürken ama tam tersi bir ifadeyle karşılaşırken de değildim, onun zengin şımarık bir kız çocuğundan ibaret olduğunu düşünürken de...

Ve hemen ertesi günü beni bozguna uğratan da bu oldu. Onun profili aklımda çizilmişken okula bir belediye otobüsü ile geldi ve işte o an ben ondan başka bir şey düşünemez hale geldim. Olaylar hızlı mı ilerledi? Belki ama kimin umurunda ki? Karşımda bir bulmaca vardı. Çözülmeyi hiç istemiyordu belki de istiyordu ama belli etmiyordu bilmiyorum ama ben istese de istemese de onu çözmek için yanıp tutuşuyordum.

Bu noktaya kadar İzel konusunda beni yönlendiren şey zihnimdi, düşüncelerim... Ona duyduğu merak her hücremi kuşatmıştı. Ama kalbimi karıştırmamıştım. Ta ki o ana kadar... Okul bahçesinde Hazal'ı savunduğu o ana kadar...

Aksel tehlikeli bir adamdı. Sınırları yoktu. Sabıka kaydı epey kabarıktı ve hâlâ neden dışarıda elinu kolunu sallaya sallaya gezdiği konusunda hiçbir fikrim yoktu. Belki o an İzel bunu bilmiyordu. Ne de olsa tanımıyordu Aksel'i, nâmını duymamıştı. Ama o korkusuz hali, sadece bir kitapla Aksel'i yere sermesi ve insanlara ders niteliğinde söylediği sözler. Bence Aksel'in kim olduğunu bilseydi de o anki tepkisi değişmezdi. Aksine Aksel çok faha fazla hasar alırdı.

İşte tam o noktada kalbim kapılarını ben bile farkında olmadan ardına kadar açmıştı ona. Bade'ye olanlardan sonra bunun bir daha mümkün olduğunu hiç düşünmemiştim ama oluvermişti işte.

Babasına ve o herife inat olsun diye bana yaklaşması umurumda bile değildi. Ne de olsa tam İzel'lik hareketti. Sonuçta beni de Yasemin'e İnat olsun diye öpmüştü. İnat uğruna her şeyi yapabileceğine inancım tamdı. O kadar inatçıydı ki... O küçük hokka gibi tatlı burnunu dikip kıstığı derin kuyularıyla baktığı zaman onu fikrinden döndürmek imkânsız gibi bir şeydi. Çok çabuk sinirleniyordu ama sinirlendiği zaman kızaran teniyle ne kadar seksi göründüğünü bildiğini sanmıyordum. Etrafa attığı soğuk bakışlar ona yaklaşmayı imkânsız kılar gibiydi ama güldüğü zaman beraberinde güneşi de getiriyordu. Sanki içinde iki kişilik varmış gibi...

Cesurdu... Her konuda... Aksel'in evine girip o görüntüleri alırken gördüğümde düşündüğümden çok daha fazlası olduğunu anlamıştım. O dört adam onu o yolda sıkıştırdığında da korkmuş görünmüyordu mesela. O an Altuğ beni aradığındaki endişemi kelimelerle anlatmam mümkün değil. Yasemin'in planlarının ne kadar çirkinleşebileceğini biliyordum. Hazal ve Bade bunun en büyük örneğiydi. Arabaya atlayıp oraya nasıl gittiğim aklımda tamamen flu bir görüntüydü, varla yok arası... O günle alâka aklımda kalan tek şey belki de İzel'in dudaklarımdaki dudaklarıydı. İnat uğruna mıydı? Salla gitsin! O dudakları bir kez tattıktan sonra devamını istememek, ilerletememek o kadar zordu ki... Tüm irademi kullanmam gerekmişti. Yoksa ona o an o arabada sahip olabilirdim. İtiraz etmezdi bunu biliyorum. Hatta bana soracak olursanız bu fikri severdi.

O öpücükten sonra tam bir aptal aşığa döndüğümün farkındaydım, İzel'in bana karşı aynı duyguları hissetmediğinin de. Ama bir şeyler hissediyordu. Bunu her hücremde hissediyordum. Biz konuşmuyorduk belki ama tenlerimiz bu konuda serenat bile yapabilirdi.

Dün gece Güney gelmeseydi olacakları düşünmek, gidip sevgili kuzenimin birkaç kemiğini kırmak istememe neden oluyordu. Üç gün boyunca İzel'e ulaşamamıştım. Ne yapıyordu ne durumdaydı hiç bilmiyordum ve endişeliydim. Babasının geceyi orada geçirdiğimi fark etmesinin sonuçları ne olurdu bilmiyorum ama üçünün de o kadar endişeli olması pek iyi sonuçlar doğurmayacağını söylemişti bana. Bu yüzden endişeliydim. Ya babası fark etmişse? Sırf bu yüzdendi zaten evlerine gidip kontrol etmemem. Dün gece de son kez şansımı denemek için aramıştım. Eğer yine ulaşamazsam tüm gemileri yakıp gidecektim evine ama ulaşmıştım neyse ki.

Daha 'Alo' deyişinde iyi olmadığını anlamıştım ama yanına gittiğimde gördüğüm manzara kesinlikle beklediğim bir şey değildi. Tamamen dağılmış görünüyordu, sanki bir enkazdan ibaretmiş gibi. O an kalbimin o denli sıkışması boku yediğimin habercisiydi. Özlemim... Sandığımdan çok daha fazlasını hissettiğimi anlamıştım. Deli gibi merak ediyordum neler olduğunu, öğrenmek ve tüm sıkıntısını ondan çekip almak istiyordum ama soramıyordum da. Hem anlatmayacağını bildiğimden hem de daha fazla canını yakmak istemediğimden.

Sonra bana gösterdiği o yeteneği... Yemin ederim tek kelimeyle büyülenmiştim. En başta sesi kötü olduğundan değil de sadece onun kafasını dağıtmak için onu kandırmıştım ama yine ve yine beni şaşırtmıştı. Ona iyi geldiğimi görmek paha biçilemezdi. Belki hâlâ içinde kırıkları çok fazlaydı ama en azından ben bana gösterdiği kadarını toplamıştım.

Her şey çok güzeldi... Evimdeydi. Yatağımdaydı. Kollarımdaydı. Gerçek olamayacak kadar güzeldi.

Ve gerçek de değildi zaten...

Kendimi kaybetmiş gibi hissediyordum çünkü o gidiyordu. Bir ay... Uzun gibi duran ama aslında çok kısa olan bir ay... Neye yeterdi ki? Bu işi daha fazla çıkmaza sokmaktan başka... Bu sorun değildi benim için. Hâlâ bir ayımız var diye şükredebilirdim. Ama İzel bana söylemeliydi. Bunu Gece'den değil İzel'den öğrenmeliydim daha en başından. Ama sonuç neydi? Bu İzel'e göre önemli bir şey değildi.

İşte kazanamadan kaybetmiş gibi hissettiren de tan olarak buydu. Hayattan kaybettiren... Ben İzel'i hiçbir zaman kazanamamıştım. Bana göre önemli olan bu isimsiz şeyin onda hiçbir değeri yoktu. Buna inanmak istemeyen bir yanım onun yanından ayrılırken avaz avazdı ama şimdi... Koca bir sessizliğin mezarına gömülmüştü.

Dudağıma hüzünlü bir gülümseme yerleşirken elimde tuttuğum bir buket siyah gülü burnuma götürüp kokladım ve "Olsun!" diye fısıldadım kendi kendime. "Ben yine de ona aşığım."

Ve önümdeki ahşap kapının metal kulbuna elimi uzatırken, bir an olsun aklımdan çıkmayan bu düşünceleri ve o kahverengi gözleri kapının dışında bırakıp içeriye girdim. Manzara tam olarak beklediğim gibiydi. Annem kocaman bir şövaleyi duvarın dibine koymuş ve üç basamaklı merdivenine çıkıp önündeki tuvali fırçasının darbeleri ile şereflendiriyordu. Kapıyı kapatırken deli gibi çarpan kalbime engel olmayı çok önce bırakmıştım. Onun yanına her gelişimde tepkisi buydu, dört nala koşardı hep.

İşine o kadar çok dalmıştı ki geldiğimi duymamıştı. Kısacık da olsa o fark etmeden onu izledim büyük bir hayranlıkla. Ona her anlamda hayrandım. O benim idolümdü.

"Merhaba anne." diyerek geldiğimi belli ettiğimde eli duraksadı. Anlık bir duraksamaydı. Sonra sanki ben hiç orada yokmuşum gibi işine devam etti. Evet, genelde beni yok sayardı ama ben bunu umursamadan onunla sohbet eder ona hayatımda olan gelişmeleri anlatırdım. Anlatırdım çünkü benim farklı olduğumu anlamasını istiyordum. Babam gibi olmadığımı anlamasını...

Elimdeki karagül buketini hemen kapının yanında duran, kapıdan duvarın köşesine kadar devam eden uzun komodinin üzerine koydum ve sırtımı kapıya yasladım. Buradan bir adım daha ileri gitmem onu rahatsız edecekti ve onu rahatsız etmek istemiyordum. Kısa bir an konuya nereden girmem gerektiğini bilemedim. Onun bu tepkisizliğine ve yok saymalarına alışsam da bu canımı yakmıyor dersem yalan söylemiş olurdum. Yirmi bir yılım onunla aramda bir bağ kurmaya çalışarak geçmişti ama olmuyordu. Ben ona ne kadar adım atarsam atayım aslında yerimde sayıyordum.

"Biri var." diye girdim konuya en sonunda. "Fark ettirmeden giriverdi kalbime ve tüm dünyama renkler ekti sanki."

Sanki ben hiç orada yokmuşum gibi işine devam ederken bir an gerçekten kendimi hiç var olmamış gibi hissettim. Bana hep hissettirdiği şey buydu. Sol göğsümdeki dövmelerin olduğu yer sızlarken tepkisizliğini umursamamaya çalışıp devam ettim sözlerime.

"Çok kısa bir zaman oldu hayatıma gireli ama sanki yıllardır hayatımdaymış gibi. Onu yıllardır tanıyormuşum gibi. Hani bazen tanıdığın ve güvendiğin birinin yanında kendini huzurlu hissedersin ya... Onun yanındayken hissettiklerim tam olarak bunlar."

Hâlâ hiçbir şey duymuyormuş, odada hiç kimse yokmuş gibi resmini çizmeye devam eden Semiha Kalkavan her geçen an umudumu kaybetmeme neden oluyordu... Buray gelir onunla konuşmaya başlar ama bir yerden sonra, görmezden gelinmek artık dayanamayacağı bir noktaya gelince, sessizce çeker giderdim kendi yalnız dünyama ve orda annemin bir portresini çizer, ona anlatırdım devamını. İzel hayatıma girene kadar bu böyleydi. İzel hayatıma girdikten sonra ne zaman bir portreye başlasam zaten parmaklarım bendeb habersiz İzel'in yüzünü akıtmıştı kâğıda.

"Sadece bir ay sonra gidecek... Tamamen olduğunu söylüyor abisi, onu bir daha görme imkanımın olmadığını... Onun için imkânsızı oldurabilirim. Evet bunu yapabilirim ama..."

Aması... İzel'in bunu istemeyeceğini düşünmemdi. Aramızdaki bu isimsiz şeyin onun için önemli olmayışıydı.

Derin bir nefesi ciğerlerime doldurup bir süre o nefesi içimde tuttum. Sıkıntı içimin her bir köşesine yayılırken damarlarımdan taşıp ruhumu sıkıştırıyordu sanki. Amadan sonrasında söyleyecek hiçbir şeyim olmadığından sustum. Sessizlik aramızda uzayıp giderken ona kapılıp öylece durduğum yerden sadece annemi izledim. Tuvale attığı her zarif çizgi, fırçasından akan her sert darbeyi hayranlıkla izledim. Yıllar boyunca artık her hareketini ezberlemiş olsam da hislerimden hiçbir şey eksiltmeden izledim. Kollarım ona sarılamamanın acısıyla yanarken, ayaklarım ona gidememenin sancısıyla sancırken ben sadece durup onu izledim. Güzel yeşil gözleri bir an olsun bana dönmedi, beni tamamıyla yok saydı.

Ne kadar süre o şekilde kaldık bilmiyorum ama hem bir asır kadar uzun hem de bir nefes arası kadar kısaydı sanki. Artık gitme vaktim gelmişti... Son bir kez derin bir nefes eşliğinde ona baktım. Dudaklarım kısa bir veda için aralansa da bundan vazgeçtim. Vazgeçtim çünkü bir faydası yoktu, dalından koparılan bir çiçeği suya koyup yaşatmaya çalışmak kadar anlamsızdı.

Sırtımı ona dönüp elini kapıya uzattığımda bir şey oldu. Hiç beklemediğim, bunca zamandır hiç denk gelmediğim bir şey... Annemin sesini o kadar az duymuştum ki, duyduğumu hatırladığım ilk tarih göğsümde kazılıydı. Yüzü ne kadar netse zihminde sesi bir o kadar belirsizdi. Elim kapı kolunda asılı kalırken bir kaç saniye nefes almadan durdum. Odanın içine yayılan bu ses benim zihnimin hayal ürünü olamayacak kadar gerçekti ama bana gerçek olamayacak kadar imkansız geliyordu.

"Ondan uzak dur..."

Söylediği cümle tam olarak buydu... Bu üç kelime... Ondan duyduğum ilk cümleleri yaşım küçük olduğundan hatırlamıyordum ama ikinci seferde söyledikleri çok netti... Hiçbir zaman çıkmamıştı zihnimden. Ve bu üçüncü sefer...

Dönüp anneme baktım. Hâlâ bana bakmıyordu fakat artık resim çizmeyi de bırakmıştı. Bir kaç saniyeyi şaşkınlığıma kurban verdim ama ondan sonraki bir dakikalık sessizlik tamamen ne diyeceğimi bilemediğimdendi.

Annem başını kaldırıp o yeşilleriyle bana baktığında göğsümü sıkan bu duygunun adı özlemdi. Hiç canlı olarak bakmamıştım o güzelim gözlere, sadece fotoğraflar ve çizdiğim tablolar vardı... Soğuk ve duygusuz baksa da bakışları yine de göğsümü kaplayan bu sıcak hisse engel olamadım. Canım yandı belki ama annemin gözlerinin içine bakmış olmanın mutluluğunu da yaşıyordum.

İstemsizce ona doğru bir adım attığımda hızla başını iki yana sallayıp "Hayır." diye soludu. "Bir adım daha yaklaşma."

"Anne!" diyen bir yakarış koptu dudaklarımdan. Omuzlarım yenilgiyle çökmüş, başım omzuma doğru düşmüştü. Bir kez... Bir kez olsun ona sarılmak için canımı bile verebilirdim hiç düşünmeden.

"Sus..." diye haykırdı ama sesi boğuk bir fısıltıdan ibaretti. "Bana sakın o kelimeyi kullanma. Ve o kızdan uzak dur. Siz Kalkavan erkekleri sevmeyi bilmezsiniz. Sadece can yakmayı bilirsiniz. Hissettiğini söylediğin o şeyleri gerçekten hissediyorsan eğer o kızdan uzak dur onun iyiliği için."

Gözlerinde biriken kin ve nefret doğruda benim kalbime saplanırken gözlerimin karıncalanmaya başladığını hissettim. Sözlerine karşın söyleyebileceğim çok şey vardı... Obun canını asla yakmam diyebilirdim. Onu üzmem... Onu mutlu etmek için her şey yaparım... Bunları diyerek kendimi savunabilirdim ama yapmadım. Dudaklarımdan dökülen tek şey şu sözcükler oldu:

"Ben babam değilim."

Anne de diyemedim. O rahatsız olmasın istedim. Ama diyemediğim o kelime dilimi yaktı. Burnumun direği sızlarken, her saniye onun gözlerinden bana akan kin ve nefret gözlerimi doldurdu ve görüşüm bulanıklaştı. Hayır... Hayır onu daha net görmek istiyordum. Bu yüzden gözlerimi dolduran o yaşların akmasını umursamadan gözlerimi kırpıştırdım. Birer damla yaş yanaklarıma yuvarlandı.

"Her şeyinle baban gibisin, tıpkı ona benziyorsun. Seni görmeye tahammülüm yok anla artık şunu. Seni istemiyorum varlığın bana sadece acı veriyor. Git buradan ve bir daha da gelme."

Sözler bazen kurşundan daha etkili olabilirdi... Kurşunun sesi anlıktı ama sözlerin... Yankıları öyle bir kalırdı ki gece uyurken bile yalnız bırakmazdı seni... Pençelerini yakalarına saplar ve hayatının sonuna kadar da düşmezdi yakandan, silinmezdi hafızandan. Şimdi bana söylesenize... Ben bu sözlerin altından nasıl kalkabilirim? Nasıl sağ kurtulabilirim?

Kurtulamam...

Karşımda annem var... Her şeyim... Tüm hayatımı onunla aramda bir bağ kurmaya, ondan sevgi dilenmeye adayan bir zavallıyım.

"Neden?"

Dudaklarımdan bu sözcüklerin döküldüğünü, sesim kulağıma geldiğinde anlıyorum. O an ne haldeyim, ne hissetmeliyim, ne hissediyorum... Hepsi bir muamma. Sadece canım çok yanıyor bunu biliyorum.

"Neden hiçbir suçum olmadığı halde en büyük cezayı bana kesiyorsun?"

Bir kez olsun ona bu soruyu sormadım. Hatta onunla konuşurken ses tonum hep sabittir. Biraz heyecanlı biraz da çekingen... Ama şimdi, boğazımdaki bu hafif acı bağırdığımın en büyük kanıtı. Ve onun yüzünde gördüğüm şaşkınlık...

Sinir tüm bedenime nüfuz ederken krizin yakın olduğunu biliyorum. Ve beni anın içine çeken de bu. Sinirden ellerim titrerken tüm vücudum yanıyor.

Anın içine yeniden döndüğümde "Söylesene..." diye bağırdığımı duydum. "Benden nefret etmenin nedenlerinden hangisi benim tercihim?"

Ona doğru iki adım attığımda, korktuğunu, hatta korkudan iki adım gerilediğini görmek kendimi frenlememe neden oldu. Durdum. Durduğum yerden ona bakarken "Babama benzemek benim suçum mu? Ben mi seçtim fiziksel özelliklerimi?" diye sordum. Ses tonumu daha kısık bir tonda tutmak için insan üstü bir çaba harcamam gerekiyordu çünkü kalbim yerinden sökülmüşte hâlâ yaşamaya devam ediyormuşum gibi canın yanıyordu.

"Tüm çabalarına rağmen hayatta kalıp doğmak benim suçum mu?" Ellerim iki yanıma açıldı ve o anki durumumuzu ona gösterdim. "Sence böyle bir hayata doğmayı ben mi seçtim?"

Düşünmedim... Düşünürsem bu söyleyeceklerimi söylemeyi kesinlikle reddederdim. Bu yüzden düşünmeden kurdum bir sonraki cümlemi ve "Babamın sana tecavüz etmesi benim suçum mu anne? Ben mi seçtim bunu?" dedim neredeyse fısıldarcasına.

Sözlerimle irkildi, gözleri doldu ve akabinde yanakları göz yaşları ile yıkanmaya başladı... Şimdi tek canı yanan ben değildim işte...

"Ama özür dilerim anne o gecenin eseri ben olduğum için. Özür on yaşında ölmeyi beceremeyip hayatta kaldığım için. Özür dilerim fiziksel olarak babama benzediğim için. Ve yine özür dilerim babam gibi olmadığım halde bunu göremediğin için."

İki damla yaş daha yanaklarıma akarken sadece durup onun gözlerinin içine baktım... Bu sözlerim bir şey değiştirir miydi? Sanmıyorum... Tüm bunların o da farkındaydı ama yine de ona göre suçlu bendim.

"Haklısın." diye fısıldadım bu kez. Yorgun düşmüş ruhum can çekişiyordu. "En büyük suçlu hep bendim. Söz veriyorum beni bir daha görmemeni sağlayacağım. Artık rahat olabilirsin... Hoşçakal anne, seni seviyorum."

Çok sevdiğim bir şarkıda şunları söylüyordu sanatçı; Bir ömür sürdü hayallerim ama bir geceye sığdı tüm hüsranım... (maNga Üryan Geldim şarkısı.)

Tüm yorgunluklarımı, kırgınlıklarımı, acılarımı ve hüsranımı sırtlanıp odayı terk ettim. Bir daha dönmemek üzere...

💎🎭

İZEL İZEM HANCI'DAN

Hayattan kaçmak mümkün müydü? Tüm yaşananlardan ve yaşanacaklardan... Acılardan kederlerden ve kaderden... Kaçmak mümkün müydü?

Aklıma tek bir kaçış yolu geliyordu o da ölüm...

Kaçmak çözüm müydü? Belki.

Ama ölmek çözüm değildi... Bunu reddediyordum. Kıyıda köşede bir yerde beni bekleyen mutluluklar olmalıydı. Yirmi yıllık acıyı reddediyordum. Tüm hayatımın acıyla yoğurulmuş olmasını reddediyordum. Mutluluk bana bu kadar uzak olmamalıydı... Huzur... Bir yerlerde kırıntılardan ibaret de olsa kalmış olmalıydı... Buna muhtaçtım.

Bulduğum her parçanın ellerimden hunharca çekilip alınmasını kabul etmiyordum. Annemi görmek istemiştim, önüme set gibi dikilen babam olmuştu. Benim kendi annemi görmek için kimsenin iznine ihtiyacım yoktu, olmamalıydı. Birinden hoşlanmak için kimsenin iznine ihtiyacım olmamalıydı... Huzuru istemek için... Bulduğumda ona sarılmak için... Hayat bu kadar zor ve acımasız olmamalıydı.

Ama vardı işte ve hayat bu kadar zor ve acımasızdı.

Her zaman yorulduğumu hissederdim ama bu kez farklıydı... Bu yorgunluk farklıydı... Ölümü düşündürüyor dahası arzulatıyordu...

Herkesin mi hayatı böyleydi? Tamam... Herkesin eminim kendine göre bir acısı, yükü ya da yorgunluğu vardır ama bu... Bu çok fazlaydı ve ben artık bununla baş edemiyor kaldıramıyordum. Ölüyordum... Nefes almam yaşadığım anlanına gelmiyordu. Sağlıklı bir vücuda sahip olmam iyi olduğumu göstermiyordu. İçten içe her gün biraz daha tükeniyordum. Bunu görüyorlardı, biliyorlardı. Babam biliyordu, Gece görüyordu ama hiçbir şey yapmıyorlardı.

Pardon, çok yanlış oldu bu... Bir şey yapıyorlardı... Gömüldüğüm o mezardan çıkmaya çalıştığım her an üzerime daha çok toprak atıyorlardı. Tırnaklarımla ne kadar kazarsam kazayım bir türlü çıkışı bulamıyor, ışığa ulaşamıyordum.

Savaş'ın gidişinin beni bu kadar etkileyeceğini söyleselerdi gülerdim sanırım onlara. Ama bana sırtını dönmeden önce okyanuslarından akan kırgınlığı sırtını dönüp gidişini aklımdan çıkaramıyordum. Kalbim neden ağrıyordu. Ondan hoşlandığımı biliyordum. Kim hoşlanmazdı ki? Ama bu his bana çok daha fazlası olduğunu söylüyordu. Onu duymayı reddetsem de zihnimdeki o sesleri susturmak mümkün değildi.

Savaş'ın kalbimde bir yeri vardı...

Ne zaman ve nasıl oldu hiç bilmiyorum ama vardı...

Benim için önemsiz olduğunu düşünüyordu ama önemliydı. Bunu o anda bile biliyordum, her zaman biliyordum. Benim için önemliydi. Huzuru kolay kolay bulamazdım ben ve onun kokusundan aldığım şey buydu; saf huzur... Şimdi söyleyin bana nasıl önemsiz olurdu o ve onunla aramızda olanlar.

Ama canımı yakan, kalbimi ağrıtan bu değildi. Şu an ona gitsem ve anlatsam beni dinler bana inanırdı. Beni bu kadar acıtan şey Gece'nin yaptığıydı. Onun bana iyi geldiğini fark etmemiş olması imkânsızdı. Annemle ilgili o haberden bu kadar kolay sıyrılamayacağımı, etkisinin günler süreceğini biliyordu ama bir kaç saatte geçmiş gitmişti işte... Bunu sağlayan Savaş'tı. Daha sesimi duyduğu an, anlayıp yanıma gelmesi bile benim için bir başkasının gözünde de değerli olabileceğimi bana gösteren bir şeydi. Bir başkası için değerli olabileceğimi... O değeri benim de hissedebileceğimi...

Savaş o an bana değerli olduğumu hissettirmişti.

Ve Gece... Hemen ertesi günü, aradan yirmi dört saat bile geçmeden, aslında benim ne hissettiğimin bir öneminin olmadığını bana gayet güzel göstermişti. Haddimi bildirmek ister gibi... Değersiz olduğumu, bir kukladan başka bir şey olmadığımı olamayacağımı... Sevemeyeceğimi, sevilemeyeceğimi...

Ve şimdi bir karar almıştım. Çok hızlı olmuştu ama artık tüm gemileri yakmıştım. Sonuçları ağır olacaktı. Hem de çok ağır... Ama bu da umurumda bile değildi. Bir karar almıştım ve sıkı sıkıya ona sarılmıştım. Savaş o otoparktan ayrıldıktan hemen sonra bende arabama atlamıştım. O an hissettiğim çaresizlik beni boğdukça boğmuştu. Kendimi yapayalnız hissetmiştim, kimsem yokmuş gibi... İşin acı tarafı da buydu. Ben yapayalnızdım ve kimsem yoktu...

Bu kafama dan ettiğinde anneme olan ihtiyacım öyle bir akın etmişti ki bana neredeyse arabanın kontrolünü kaybedip, okuldan şehre giden o orman yolunda arabayı yoldan çıkarıyordum. Kendime geldiğimde ve frene bastığımda bir ağaçla aramda sadece santimler vardı... İşte kararını tam olarak o anda vermiştim. Sonucu ne olursa olsun annemi görmeye gidecektim...

Hız sınırlarını bir hayli zorlayarak eve Gece'den önce ulaşmış, pasaportumu ve bir şeyi daha alıp yeniden ayrılmıştım evden. Başka lazım olab ıvır zıvırları parayla halledebilirdim.

Şimdi hava alanının otoparkında arabamın içinde oturuyordum. Uçağımın kalkmasına iki buçuk saat vardı. Buradan Paris'e, Paris'ten de Marsilya'ya uçacaktım. Eğer korumalar beni eve almazlarsa onlara yalvarmaya da hazırdım. Tek dileğim babama yakalanmadan önce beş dakika da olsa annemi görebilmekti. Babama yakalanmak kaçınılmaz olacaktı ve o andan sonra beni bekleyenleri kestiremiyordum ama annemi görebilirsem, yaşayacağım her şeye, çekeceğim her acıya değecekti.

Telefonuma durmadan yağan bildirimler Gece ve Damla'dandı. Evdeki kameralardan eve uğradığımı biliyor olmalıydılar ama nereye gittiğimi kestirmeleri mümkün değildi. Bilmelerini de istemiyordum zaten. Beni vazgeçirmek için bir ton dil döküp başımı ütüleyeceklerine bahse girerdim. Hatta Gece eminim beni bir yerlere kilitleyecek kadar ileri gidebilirdi. Buna izin vermeyecektim. Kimsenin sesini duymaya dahi tahammülüm yoktu şu an. Tek ihtiyacım olan annemin huzuruna kavuşmaktı, tek isteğim... Ve buna kimsenin engel olmasına da izin verecek değildim. Babamın bile... Bu yüzdendi zaten pasaportun yanında Gece'nin odasından çaldığım tabancayı almamın nedeni. Hayır kimseyi öldürecek değildim ama bu yoluma çıkan birinin canını yakamayacağım anlamına gelmiyordu.

Birinin elinden tutunduğu her şeyi alırsanız onu boşlukta bırakırsınız ve kaybedecek hiçbir şeyi olmayan biri, korkmanız gereken biridir.

💎🎭

Bölümü nasıl buldunuz?

Zaman ayırıp okuyan herkese sonsuz teşekkürler. Seviliyorsunuz💙

Loading...
0%