Yeni Üyelik
23.
Bölüm

22| CEZA

@saniyesolak

Keyifli okumalar🎭

Bölüm şarkıları:

Emre Aydın - Alıştım Susmaya

Emre Aydın - Soğuk odalar

Emre Aydın - Afilli Yalnızlık

Bölümü okurken bunları dinleyin ama aşk şarkıları olarak bakmayın.

Bölüm boyunca pek çok ağız değişikliği mevcut. Bu yüzden kafa karışıklığı olmaması adına bir kısmı bitirdiğiniz zaman diğer ağza geçmeden önce ara vermenizi rica ediyorum💙

💎🎭

İZEL İZEM HANCI'DAN;

Para ve statü... Yirmi birinci yüzyılın en önemli iki büyük gücü ve silahıydı... Ve zekâ...

Bende üçü de mevcuttu. Bu yüzden çantamda küçük bir silahla çok rahat uçağa binebilmiştim. Gece'nin beni bulamayacağından emindim çünkü arabamdaki takip cihazını hava alanından çok uzak bir noktada sökmüş, harcamalarımı uzun zaman önce farklı bir isimle açtığım kredi kartından yapmıştım. Gece'nin böyle bir hesaptan haberi tabi ki yoktu. Bazen yalnız kalmak istediğim, bulunmak istemediğim zamanlarda kullandığım bir karttı.

Daha önce de söylemiştim. Eğer işime yarayacaksa Hancı soyadının önüme sunduğu imkânlardan seve seve yararlanacağımı. Babamın kanatları altına girmek istememem bunu değiştirmezdi. Hem zaten o okulda artık kimliğim herkesçe biliniyordu, kullanmamanın ne anlamı vardı ki?

Şimdi Marsilya'daydım. Eve çok yakın bir noktada, korumaların değişim saatini bekliyordum. Onlara fark ettirmeden içeriye girecek ve biri kameradan beni fark edene kadar da annemin yanında kalacaktım. Uzun sürmeyeceğinden emindim ama zaten bu yola çıkarken beş dakikanın bile benim için yeterli olacağını söylemiştim.

Elimde sımsıkı tuttuğum de durmadan titreyen telefonuma baktım bir kez daha. Gece ve Damla... Tüm bildirimleri görmezden gelip saate baktım. On bire on dakika vardı. Sadece on dakika sonra değişim saatiydi ve beş dakika içinde eve girip annemin odasına sokulmam gerekiyordu. Aksi takdirde onu göremeden yakalanırdım ve tüm çabam boşa giderdi.

O an eve uğradığımda üzerimi değiştirmediğime küfrettim. Topuklu çizmeler işimi biraz zorlaştıracaktı ama duvardan atlamama gerek olmadığı için az da olsa rahattım.

Evin bahçesinde, ana kapıdan ayrı üç giriş kapısı daha vardı. Personeller için olandan girip mutfağa sızacak ve mutfak asansöründen doğruca annemin odasına çıkacaktım. Annemin odası en üst katta olduğu için ve babamın eve gelen misafirleri çok olduğundan gerekli tıbbi malzemeleri çıkarmak için genelde o asansörü kullanırlardı. Kahraman Hancı, karısının üç yıldır komada olduğunu hiç kimseye duyurmadığından evde bir hasta olduğu da bilinmeyen bir sırdı. Anneme verilen bu zarar duyulduğu anda dedelerimin vasiyeti işleme konur ve Kahraman Hancı tüm itibarını parasını kaybederdi. Gelin görün ki bu konuda da kesin bir dille tehdit edilmiştik. Bu duyulacak olursa annemin fişi anında çekilirdi bu da kimsenin almak istemediği bir riskti.

Hayatım bir kumardı ve Kahraman Hancı tüm elini açık bir şekilde, bütün riskleri alarak oynarken bile bizi köşeye sıkıştırıp sindirmenin bir yolunu buluyordu. Annem için tehlike oranı yüzde bir bile olsa o tehlikeyi göze alamayacağımı çok iyi biliyordu. Tıpkı uyanma ihtimalinin yüzde bir olması ama benim o ihtimale sımsıkı tutunup o fişi üç yıldır çektirmediğim gibi.

Derin bir nefes alıp o nefesi içimde tutarken kalp atışlarım kulaklarımda patlıyordu. Gerginlik tenimi karıncalandırıyor, serin Fransa gecesinin soğuğu açıkta olan derimi ısırıyordu. Çok ince çiseleyen bir yağmur ara ara kirpiklerime ve saçlarıma tutunurken, personel girişindeki korumaların gözden kaybolduğunu gördüm. Vakit gelmişti...

Ardına saklandığım büyük çöp konteynerinin arkasından çıkıp hızla o kapıya doğru ilerledim. Beş dakika... Sadece beş dakikam vardı. Bahçe kapısından içeri girmeden önce etrafı kontrol etme dürtüsüyle durup ellerimi duvara dayadım ve başımı uzatıp bahçeye göz gezdirdim. Beklediğim gibi boştu. Daha fazla vakit kaybetmeden kapıdan geçip hızlı adımlarla, modern bir şatoyu andıran eve doğru ilerledim. Görünüş olarak o kadar güzel bir mimarisi vardı ki bakanlar hayran kalırlardı. Eğer içinde yaşamamış olsaydım, buranın nasıl bir cehennem olduğunu bilmeseydim bende hayran kalabilirdim. Ama gördüğüm, bildiğim için hayran değildim. Peri masallarından fırlamış gibi duran bu ev benim için yalnızca bir korku filminden ibaretti.

Duyduğum konuşma seslerine karışan adım sesleri, benim adımlarıma yön verdi ve topuklu ayakkabılarımdan çıkacak olan tok sesleri umursamadan koşmaya başladım. Bu tarafa doğru gelen iki korumanın gölgesi yoluma düştüğünde neyse ki onlara görünmeden kilerin kapısından içeriye sızmayı başarmıştım. Kaybedecek bir dakikam bile yoktu. Bu yüzden kontrol etmeyi falan bırakıp kilerden mutfağa geçtim. Etrafta herhangi bir sesin olmaması beni rahatlatırken kum saatim her geçen anda biraz daha kum kaybediyor ve ölmeye yaklaşıyordu. Bu yüzden aceleyle duvara montelenmiş gold renkli asansör kapısının önünde durdum ve hızla düğmeye bastım ama hiçbir işe yaramadı. Asansörden en ufak bir ses bile gelmiyordu. Umudum her geçen saniyede daha da azalırken sinirle elimi asansörün metal yüzeyine vurdum ve dudaklarımın arasından bir "Kahretsin!" sözcüğü döküldü.

Burada durup oyalandığım her saniye haneme eksi olarak geçiyordu. Kum tükenmek üzereydi. Son tanesi de yere düştüğünde hâlâ annemin odasında olmazsam her şey boşa gidecekti. Hızla başımı iki yana salladım. Bunu reddediyordum. Babama yakalanacağım ve cezalandırılacağım kesindi ama bu annemi görmeden olmayacaktı. Hızla yönümü değiştirip mutfak kapısına ilerledim ve kısa dar bir koridordan merdivenlere ilerlerken sanki ayaklarım yere basmıyordu. Gerilim her zerremi öyle bir sarmıştı ki nefes alamıyordum sanki. Aşağı inen merdivenleri gördüğümde yemin ederim vücudumdaki olmayan tüyler bile havalandı. Orası benim cehennemime iniyordu... O katta çocuğum inim inim inliyor, her bir duvarı kan ter ve göz yaşları ile sulanıyordu.

Başımı iki yana sallayıp kendimi toparladım. Dikkat dağınıklığı eşittir zaman kaybıydı bu yüzden derin bir nefes alıp yukarı uzanan merdivenlere tırmandım. Babamın salonda olmaması için içimden bildiğim tüm duaları okurken tüm kalbimle varımla ve yoğumla Tanrı'ya dua ediyordum. Çünkü basamaklar sizi doğrudan salona taşıyordu ve bu, orda olan birinin sizi görmemesini imkânsız kılıyordu. Özellikle de ayağınızda ince topukları yere her bastığınızda yüksek sesler çıkaran ayakkabılarınız varsa. Yavaş yürümeye çalışarak vakit kaybedemezdim sadece çıkarmak için şansım vardı ama o treni de eve girdiğim zaman kaybetmiştim. Bu yüzden ne kadar hızlı olursam o kadar kârdayım kafasındaydım.

Kalbim, yaşadığım gerilimle dört nala koşarken sonunda salonun girişine geldiğimde boş olduğunu görmek rahat bir nefes almamı sağladı. Babam salonda değilse çalışma odasında demekti ve en azından ona yakalanma riskim yoktu. Geriye kalan tek sorun korumalardı. Bir elim çantamın içine dalarken istemsizce parmaklarımın dokunduğu soğuk metali sıkıca kavradım. Dışarı çıkarmadım belki ama hayatım buna bağlıymış gibi sımsıkı tuttum o silahı.

Ense kökümden akan soğuk terleri hissederken aynı anda hem üşüyor hem yanıyordum. Gözlerimi ihtişmla donatılmış fildişi rengi, gold ve beyazın hakim olduğu araya atılan siyahlarla tamamlanan, kraliyet odasını andıran salondan çekip yeniden merdivene yöneldim. Bu kez adımlarımın daha sessiz olmasına özen gösterdim çünkü vaktim kalmamıştı ve her an bir yerlerden korumalar fırlayabilirdi.

Ki fırladı da...

💎🎭

YAZARDAN;

Önünde oynayan görüntüyü soluk almadan izliyordu genç adam. Hayır heyecanlı olduğundan değil, midesindeki kaynama yüzündendi. Hayatının hiçbir döneminde, hiçbir zaman hassas birisi olmamıştı. Ölümü çok kez görmüş hatta öldürdüğü bile olmuştu. Ama bu videoda oynatılan görüntüler... Bu kendisini bile aşan bir durumdu.

O gece o bilgisayara sızıp dip köşe karıştırdığında bulacağı şeylerin boyutunun bu denli büyük olacağını hiç tahmin etmemişti. İzel'in nasıl büyük bir tehlikenin içinde savunmasız olduğunu... Deep webin ilk bulgularını fark ettiğinde basiy sıradan bir kullanıcı olduğunu sanmıştı ama işin rengi çok farklıydı.

O içerik üreticisiydi... Hem de ne üretici...

Aksel Bayzer...

Breathofdeath kullanıcı adlı adminin gerçek adıydı bu... Herif isim bulmakta pek yaratıcı değildi çünkü adı breath of death yani ölümün nefesi anlamına geliyordu.

"Beyinsiz herif!" diye homurdandı bir kez daha Gece Hancı. Gördüklerinden sonra onun nefesini kesmeyi öyle çok istiyordu ki... Ama yapamazdı. En azından yanındaki o çatlak kaltağı bulmadan...

Aenean...

Aklında tekrarlayıp durduğu bu kelime o kaltağın adıydı. Günlerdir bunu düşünmekten beynini bir hayli yormuş, bulmaya çalıştığı her seferinde yolu koca bir bilinmeze çıkmıştı. Kimdi bu kadın? Videolarda konuşmasa kadın olduğunu da anlayamazdı. Simsiyah cübbenin içinde bir maske takarken tam anlamıyla bilinmezin diğer adıydı. Bir elini saçlarının arasından geçirip videoyu kapattı. Daha fazlasını izlemeyi midesi kaldırmıyordu. Her ne kadar uzun yıllar bu kulvarlarda gezmiş olsa da yapılan iğrençliklere alışmak hiç kolay değildi.

Zihninde tekrarlayıp durduğu bu kelimeyi önündeki not defterine büyük harflerle yazdı.

AENEAN...

Ne olursa olsun bu ismin kim olduğunu bulacaktı. Bu videoda üç genç kız vardı ama önceki izledikleri vahşetin çok daha acı boyutlarındaydı. Minicin bir bebeğin annesinin gözleri önünde diri diri yanışını izlemişti. Üstelik bunu yapan yine bu ikiliydi.

Öfke içini kaynatırken saatlerdir oturduğu sandalyeden kalkıp odasından çıktı. Sert bir kahveye ihtiyacı vardı, ayrıca İzel'i kontrol etmeliydi. Bugün yaptığı şeyin onun canını ne kadar yaktığını biliyordu ama bazen daha fazlasını yaşamamak için küçük acılara katlanmak gerekirdi. İzel'in hayatında Kahraman Hancı'dan daha büyük bir kâbus yoktu, olamazdıda ve Gece Hancı'nın yegâne amacı İzel'i kendi babasından koruyabildiği kadar korumaktı.

Mutfağa girdiğinda Damla'yı mutfak tezgâhına yaslı bir şekilde bir elinde telefon bir elinde dumanı üstünde kahvesiyle buldu. Yüz hatlarını saran duygunun adı endişeydi.

"Hâlâ gelmedi mi eve?" diye sordu cevabı bildiği halde. Damla başını iki yana sallayıp cevapladı onu. Ardında "Telefonu artık çalmıyor bile. Kapanmış olmalı." dedi sesi ruhunun tükenmişliği ile yıkanmış gibiydi. Gece kahveyi es geçip Damla'nın önüne geçti ve ellerini omuzlarına koyup "Sakinleş. O iyi ve gelecek. Sadece biraz zamana ihtiyacı var." dedi telkin edici bir sesle. Açık mavi gözlerinde hiçbir değişim olmadı. Yüz hatları yumuşamadı ya da rahatlamadı Damla. İzel'in o son bakışı aklından çıkmıyordu. Korkuyordu...

"Korkuyorum..." diyerek bunu sesli dile getirdi ve anında gözleri doldu. Burnumu çekerken başını iki yana sallayıp "Bunu yapmamalıydın Gece. Dün geceden bu kadar çabuk sıyrılabilmesinin nedeni Savaş'ken bunu yapmamalıydın." Bir damla gözyaşı yanağına doğru inerken asıl korkusunu fısıldayarak dile getirdi. "Kendine bir şey yapacak diye korkuyorum."

Gece derin bir nefesi içine çekip ciğerlerinı sızlatana kadar o nefesi içinde tuttu. Doğru olanın bu olduğunu bildiği bir şeyi yaptığı için kimseye açıklama yapmayacaktı. Kahraman Hancı Savaş Kalkavan ile kızı arasında bir şeyler olduğunu öğrenirse neler olabileceğini hepsi biliyordu. Buna engel olmaya çalışıyordu sadece. Doğru olan buydu. İzel'in hayatında kimse olmamalıydı. Özel duygular derinlik gerektirir, sırları çözerdi. Savaş Kalkavan İzel'in sırlarını, kim olduğunu ve ne yaptığını asla öğrenmemeliydi. Öğrendiği an başta İzel'in olmak üzere hepsinin ölüm fermanı kalın çizgilerle imzalanırdı.

"Bir herif için İzel canına kıymaz, inan bana bebeğim."

İzel'i tanıyordu. Savaş Kalkavan onun hayatında önemli bir ayrıntı değildi bu yüzden hayatı annesine bağlıyken ondan bu kadar kolay vazgeçmezdi.

Damla bir kez daha başını iki yana salladı ve "Bazen onun da bir insan olduğunu unutuyorsun Gece. Duyguları olduğunu... Üzülebileceğini... Kırılabileceğini... Her insanın bir dayanma noktası vardı ve siz İzel'inkini o kadar uzun zamandır zorluyorsunuz ki bir yerden sonra patlayıp pes edecek diye ödüm kopuyor." diye yakındı. "Onun hayatındaki bütün iyileri alıyorsunuz ondan. Ona iyi gelen tutunduğu tüm dalları... Kahraman baba sürekli aramızı açmaya çalışıyor sende şimdi Savaş'ı ondan uzaklaştırdın. Annesine zaten gidemiyor... Geriye ne kalıyor ki?"

Kalbi sızladı genç adamın ve kollarını kıza dolayıp ona sarıldı. Sarı saçlarını okşarken güven verici bir sesle fısıldadı.

"Söz veriyorum o iyi olacak. Bunun için elimden geleni yapacağım. Ve şimdi gidip onu bulup geleceğim tamam mı?"

Kalbini sızlatan neydi bilmiyordu Gece. Damla'nın göz yaşları mı yoksa söylediklerinin haklılığı mı? En azından annesini görmesi için elinden gelen her şeyi yapacak ve ona kendini affettirecekti. Tabi önce İzel'i bulması gerekiyordu ve Gece Hancı nereden başlayacağını, dahası onu nerede bulacağını biliyordu."

💎🎭

İZEL İZEM HANCI'DAN;

Ense kökümden akan soğuk terleri hissederken aynı anda hem üşüyor hem yanıyordum. Gözlerimi ihtişamla donatılmış fildişi rengi, gold ve beyazın hakim olduğu araya atılan siyahlarla tamamlanan, kraliyet odasını andıran salondan çekip yeniden merdivene yöneldim. Bu kez adımlarımın daha sessiz olmasına özen gösterdim çünkü vaktim kalmamıştı ve her an bir yerlerden korumalar fırlayabilirdi.

Ki fırladı da...

Daha ilk basamağa adımımı attığım anda merdivenin üst kısmından bir gölge üzerime çöktüğünde, işte diye düşündüm. İşim şimdi bitti!

Başımı kaldırdığımda içimi çoktan bir umutsuzluğun seline kaptırmıştım. Ama hayır! Hayatımda şansın bana güldüğü anların sayısı bir eline beş parmağını geçip öteki ele sıçramazdı. Bu an sıçradığı tek an olabilirdi. Merdivenin başından bana bakan kişi Alex'ti. Annemin şoförü...

Beni gördüğünde o kadar şaşırdı ki bir ayağı havada asılı kaldı. Esmer tenine yakışan gür kalın siyah kaşları önce havalandı ardından çatıldı. Gözlerine tedirginliğin pusu çökerken başını kaldırıp etrafı kontrol etmek istercesine üst katı süzdü ve ardından hızla merdivenleri inmeye başladı. Tüm bu süre boyunca ben sadece olduğum yerde durmuş ona bakıyordum. Onu gördüğümde rahatladığım doğruydu. Küçücük çocukluğuma sığan baba figürüydü o. Rahatlamıştım evet ama üzerimdeki tedirginlikten de tam olarak sıyrılabildiğim söylenemezdi.

Alex...

Benim için hem iyiydi hem kötüydü. Kötüydü çünkü dört yaşında bizzat onun kollarında ilk cezama sürüklenmiştim. Çelikten bir kelepçe gibi küçücük bedenimi kilitlemiş, ne kadar çırpınıp yalvarsam da beni bırakmamış, o bodrum kata götürmüştü. Yüzü öyle ifadesiz ve donuktu ki dört yaşım ondan çok korkmuştu. Dev gibiydi. Hâlâ hatırlıyordum o kayıtsızlığı ve bedenimi taşıyan kolların gücünü... Aradan geçen on altı yıla rağmen!

Ve iyiydi... İyiydi çünkü babamın yapmadığı pek çok şeyi o yapmıştı. Cezam bittiğinde ve onu o andan sonraki ilk görüşümde ondan kaçmıştım. Beni yakaladığında ona yalvarışımı da hâlâ hatırlıyordum. Beni bir daha oraya götürmesin diye yalvarışımı... Ama götürmemişti. O günün aksine yüzünde sevecen bir gülümseme ile saçlarımı okşamış ve benden özür dilemişti. Sonra da cebinden bir çikolata çıkarıp bana vermişti. Küçükken affetmek hep çok kolaydı. Daha çikolatayı görmeden saçlarımı okşayan parmaklarlar affetmiştim onu. Sonra da daha sağlam bir özür için babamdan gizli beni lunaparka götürmüştü. İlk kez... Tanrım, hayatımın en güzel günüydü...

Şimdi yine dört yaşımdaki donuk ifadesiyle hemen karşımda dikildiğinde yüzü başıma geleceklerin ön izlemesi gibiydi. Ceza beni bekliyordu. Ama önemli olan bunu annemi gördükten sonra mı gerçekleşeceği yoksa görmeme izin dahi vermeyecekleri miydi?

"Burada ne arıyorsun?"

Hâlâ dev gibiydi ve ben suçlu bir çocuk gibi başımı eğmekten başka bir şey yapamadım. Acıyan gözlerim bir kez daha dolarken ona yalvarmaya çoktan hazır bir şekilde burnumu çekip dolu gözlerimle yüzüne baktım.

"Annemi görmem gerekiyordu. Sadece beş dakika bile olsa..."

Burnundan sert bir nefes verip hafifçe akların düşmeye başladığı kirli sakalını sert bir ifadeyle karıştırdı. Başımı yana yatırıp ona lütfen dercesine baktım. Şu an beni alıp babamın önüne atabilirdi ve bunun için ona hiç kızmazdım. O anneme destekti bu evde. Her şeyi gizliden gizliye kontrol eden kişiydi. Babamın annemin ilaçlarını değiştirmesi ya da hayatını tehlikeye sokacak herhangi bir şey yapmasını önleyen kişi... Ne diyebilirim ki Alex bunu saklamayı çok iyi becerse de onun içten içe annene karşı duyguları olduğunu çok uzun zamandır biliyordum. Tam olarak bu yüzden ona hiç kızmazdım işte.

Ama o beni yine şaşırtmadı ve konuşmaya başladığı her kelimesinde yüreğimden bir yük kalktı.

"Baban çalışma odasında bir toplantıda. Kesinlikle bölünmesini istemedi ve bir saat kadar sürecek. Git ve bu süreyi annenle geçir. Sonra babana bunu bildirmek zorundayım."

Yüreğim bıraksam uçacak kadar hafiflemişti. Ben buraya beş dakikaya razı olup gelmiştim ama şimdi elimde bir saatim vardı. Koskoca bir saat. Dudaklarım mutlulukla iki yana kıvrılırken bu kez dolan gözlerimden akan yaşlar da mutluluktandı.

"Teşekkür ederim." diye fısıldadım göz yaşımın tuzlu tadı damağıma yayılırken. Bir saniyeyi bile burada ziyan edemezdim bu yüzden karşılık vermesini beklemeden merdivenleri hızla tırmandım. Heyecan içimde öyle yüksekten uçuyordu ki ayaklarım nasıl yere değdi de o koridoru arşınlayıp annemin kapısının önüne geldim bilmiyorum. Kalbim göğsümü delip geçmek isercesine hızla atıyordu. Kapının önüne geldiğimde elimi kalbime bastırıp derin bir nefes aldım ve kapıyı ancak öyle açtım.

Bıraktığım gibiydi... O hastane yatağında, hasta kıyafetleriyle, bembeyaz çarşafların arasında öylece yatıyordu. Zamana meydan okur gibi simsiyah duran saçları yastığa yayılmıştı. Başı hafif yan dönmüştü. Kalp atışlarını bana taşıyan o cihazın sesi olmasa öldüğünü düşünürdü insan. Ama hayır... Hayattaydı. Yanımdaydı. Benimleydi. Belki hiç uyanmayacaktı o derin uykusundan ama kalbinin attığını bilmek bile yetiyordu ayakta kalmama, savaşmama.

Usul adımlarla yanına ulaştığında o portakal kokusu sardı benliğimi. Normalde yanına hep özenli gelmek gibi bir kuralım vardı ama bugün o kuralı es geçmek zorundaydım. Hasta yatağının tam ortasında yattığından yanına kıvrılırken hiç zorlanmadım. Yüzüm boynunun kuytusuna gömüldüğünda kalbimde huzurdan başka hiçbir şey kalmadı. Cennetimdeydim.

Göz kapaklarım ağırlaştı ama direndim uykuya. Bir elimi annemin soluk bir renge bürünmüş soğuk yüzüne yerleştirip usul usul yanağını okşadım ve anın tadını çıkarabildiğim kadar çıkardım. O an ne babam vardı düşünmem gereken ne alacağım ceza ne de Savaş. Sadece annem vardı o anıma sığan, doldurup taşıran.

Zamanı hesaplamakta hep çok iyi olmuştum bu yüzden bir saat dolarken içimden tek tek saydım. Hani zamanı beklediğiniz zaman daha yavaş akar ya... Daha yavaş aksın diye tek tek saydım saniyeleri, ve devrilip ardından gelen dakikaları.

Aktı...

Aktı...

Aktı...

Ta ki zihnimin içindeki o tik tak sesi elli beşinci dakikaya girene kadar. İşte o dakikanın içinde kalktım annemin koynundan ve idamına hazırlanan bir mahkum gibi annemin dolabına yöneldim. Cezamı çekeceksem eğer üzerimde anneme ait bir şeyler olmalıydı, onun kokusunu taşıyan. Olmalıydı ki dayanabileyim...

Hızla çizmelerimi çıkarıp kenara koydum ve elime ilk gelen gri beli ve bilekleri lastikli bol eşofman altını ve beyaz dar bir tişörtü üzerime geçirdim. Yukarıdan toplanan saçlarımı çözüp ensemden topladım, banyoya girip su ve sabunla yüzümü sertçe ovalayarak yıkadım.

Elimde beyaz bir havluyla yüzümü kurularken aynadaki aksime, soğuk suyla kızaran yüzüme baktım, gözlerime. Kormuyordum. Hazırdım.

Yeniden odaya döndüğümde odanın dışındaki koridordan gelen adım sesleri, beni celladıma götürecek olan muhafızların adım sesleriydi. Gözlerim kapıya kaydı. Gerilim damarlarımdan yukarıya doğru tırmanıyordu.

Neden bilmiyorum ama bir anda kendimi kıyafetlerimi bir yığın halinde bıraktığım köşede buldum. En altta duran çantama uzanıp fermuarını açtığımda yanımda getirdiğim küçük silah oradan bana göz kırpıyordu.

Bir anlık bir duraksama yaşadım tereddüt dolu. Almam neyi değiştirecekti? Bana güç mü verecekti ya da babama mı sıkacaktım. Başımı iki yana salladım. Bunu yanıma almamdaki amaç; annemi görmemi engelleyen biri olursa diyeydi ama ihtiyacım kalmamıştı. Eşyalarımı karıştırırsa silahı bulması alacağım cezayı arttırırdı. Bu riske girmemek için silahı çantamın içinden çıkarıp çantayı gelişi güzel kıyafetlerimin üzerine attım ve adım sesleri artık kapının hemen önüne gelirken annemin yatağıma yönelip son bir çabayla silahı yastığının altına koydum.

 

Kapı açıldığında dudaklarım annemin alnındaydı ve saçlarını derin derin kokluyordum. Farkettirmeden usulca elimi yastığın altından çekip doğruldum. Arkamı döndüğüm zaman Alex'i ve yanındaki iki adamı, ardına kadar açılmış kapının diğer tarafindan bana bakarlarken gördüm. Alex'in gözlerindeki hüznü sadece ben anlayabilirdim.

 

Her fani beden birgün cehennemi tadacaktı ve ben oraya gittiğimde yabancılık çekmeyeceğimden emindim. (Allah'ım tövbe yarabbim çok tövbe... Umarım çarpılmam shksjxj)

 

💎🎭

 

SAVAŞ KALKAVAN'DAN;

 

Kaçmak istediğiniz oldu mu hiç? Herkesten ve her şeyden uzaklaşıp kendinizle başbaşa kalmak istediğiniz mi?

 

Peki ya başarabildiniz mi?

 

Kaçmayı, uzaklaşmayı ya da kendinizle başbaşa kalmayı... Adına her ne diyorsanız... Düşünceler bıraktı mı sahiden peşinizi?

 

Bazılarının kendini kandırıp bıraktı dediğini duyar gibiyim. Dürüst olalım mı? Düşünceler beyninize yerleşen kanserli bir hücre gibidir. Öyle kritik bir yerdedir ki isteseniz bile kurtulmanızın bir yolu hiçbir zaman yoktur. Onlara ağırlaştırılmış müebbetle mahkûmsunuz.

 

Şimdi hep kaçtığım yerdeyim. Sığınağımda... Önümde şövalenin üzerine yerleştirilmiş bir tuval var, yan tarafımdaki küçük katlanabilir sehpanın üzerinde de envai çeşit boyalar... Büyük odayı dolduran hard rock türü bir müzik, öyle yüksek sesli ki beynimin içinde bile hissedebiliyorum müziğin ritmini. Yine de düşüncelerimi benden uzaklaştırmaya yetmiyor. Oradalar... Hissediyorum o kanserli hücreleri. Zihnim ikiye bölünmüş gibi, bir tarafta annem var; sözleri bakışları ve benden nefret edişi... Öbür tarafta ise İzel var... Hislerim be onun hissetmedikleri...

 

Titreyen parmaklarımdan tuvale akan her bir çizgi saçma sapan şekillerle birleşiyor, çizdiklerimin hiçbir anlamı yok. Normal zamanda sanatıma anlam katmadan yapamam ama şimdi içimden geçen tek şey bu tuvali parçalamak, şövaleyi ve odada bulunan her şeyi...

 

Aklımdan çıkmıyordu söyledikleri. Sinir bozucu bir notada kalmış bozuk plak gibi tekrar edip duruyordu kafamın içinde.

 

"Sus! Bana sakın o kelimeyi kullanma. Ve o kızdan uzak dur. Siz Kalkavan erkekleri sevmeyi bilmezsiniz. Sadece can yakmayı bilirsiniz. Hissettiğini söylediğin o şeyleri gerçekten hissediyorsan eğer o kızdan uzak dur onun iyiliği için."

 

Gerçekten canını yakar mıydım onun? Benim sevgim ona zarar verir miydi? Başımı iki yana salladım. Hayır ona zarar veren şey ne ben olurdum ne de sevgim. Zaten onun canını yakıyorlardı. Çok hemde...

 

Dün gece olanlardan sonra aksine, onun canını yakanların yanında ben iyileştiren kişi olurdum onu. Önemli olan İzel'in buna izin verip vermemesiydi. Ya da vaktimizin olup olmaması. Ve bir gerçek vardı ki; ne İzel buna izin verirdi ne de vaktimiz vardı. Çıkmazdaydım.

 

Tuvalde artık boyanacak tek bir nokta bile kalmadığında bir adım uzaklaştım ve anlamsızca birbirine geçen renklere baktım. Bir adım daha uzaklaştığımda farkettim ki aslında o kadar da anlamsız değildi. Birbiri ile tezat renklerin ortasında bir kadının portresi vardı. İzel'in... Öylesine tuvali boyuyorum sanırken aslında en başından beri onu çiziyormuşum da haberim yokmuş meğer.

 

O an göğsüme bir ağrı saplandı sanki. O ağrının adı özlemdi sanırım. Biri ile aranız iyiyken onu o kadar fazla özlemezdiniz. Özleseniz bile bu yoğunluğu ile sizi boğmazdı. Şimdi boğuluyor gibi hissetmemin nedeni bu muydu yani? Onu özlemem mi? Derin bir nefes alıp elimdeki boya paletini ve fırçayı küçük sehpanın üzerine koydum ve köşede duran havlu ile elime bulaşan boyaları sildim. Göğsüme sıçrayan boyalar da vardı ama onları umursamadım. Şu an kendimi rengarenk boyasam içime çöken bu karamsarlıktan kurtulabilir miydim?

 

Hayır diyordu içimden bir ses. O karamsarlığı geçirecek tek bir kişi var. Evet ve o kişi şu an yanımda değil, belki de hiç olmayacak.

 

Resimden umduğumu bulamamanın hüsranıyla heykele yönelmeye karar verdim. Yanlışlıkla İzel'in büstünü yapmaktan korksamda bu köşede üst üste dizili kil torbalarına uzanmama engel olmadı. Bir torbayı alıp ortaya getirirken bir anda müzik kesildiğinde kucağımda yirmi kiloluk torba ile durdum. Başımı kaldırıp bilgisayarım olduğu yere baktığımda gördüğüm sima beni asla şaşırtmadı. Güney her zamanki sırıtmasıyla bilgisayarın yanındaki duvara yaslanmıştı.

 

"Genç yaşta sağır kalmak gibi bir isteğin varsa söyle kardeşim. Kendine bu işkenceyi yapmana izin vermeden iki yumrukla halledebilirim."

 

O söyleyene kadar fark etmemiştim ama evet kulaklarım resmen rahatlamıştı. Onu umursamadan kil torbasını yere bırakıp yeniden arkamı döndüğümde adım seslerini duydum. "Hey!" diye bana seslendi. "Neyin var dostum. Mutlu olman gerekmiyor mu? Senin hatun bugün resmen şov yaptı."

 

İşte bu beni durduran şeydi.

 

Omzumun üzerinden ona bakıp "Senin de depresyonda falan olman gerekmiyor mu?" diye sordum kısılı gözlerimle. "Ölümüne aşık olduğun kadından ayrıldın ya hani. Salya sümük ağlaman, evinden dışarı çıkmaman, belki de barışmak için Yasemin'in kapısında köle falan olman? Her seferinde olduğu gibi."

 

Sözlerimle Güney istifini hiç bozmadı. Mavi gözlerininin gerisindeki o hüznü görsem de yine de iyi duruyordu. Dilini damağına çarptırıp şaklattı ve "Aksine..." dedi. "Onsuz daha iyi olduğumu fark ettim. Gereksiz planlar yok... Saçma sapan tripler yok... Köle gibi kullanılmak yok... İstemediğim halde yapmaya zorladığı şeyler yok... Manipülasyon yok... Nereden bakarsan bak kârdayım. Ayrıca kuzenim de artık benden daha az nefret ediyor."

 

Ona karşı içim gururla doldu, kendimi gururlu bir baba gibi hissettim. Geç olmuştu ama sonunda olmuştu. Bundan sonra her şey onun için daha kolay olacaktı. Yine de bu şu an yalnız kalmak istediğim gerçeğini değiştirmiyordu. Yalnızlığa ihtiyacım vardı. Bu yüzden ellerimi kotumun ön ceplerine yerleştirdim ve "Eğer hemen şimdi gitmezsen o kuzenin heykel yapmaktan vazgeçip yeniden resme geri dönecek ve denek olarak da seni kullanacak. Burnuna yazık olsun istemezsin." dedim.

 

"İşleri geliştirdin sanıyordum..."

 

Sorusuyla omuz silktim ve yeniden önüme dönüp ilerlemeye devam ettim.

 

"Sadece canım yumruk atmak istiyor."

 

Yoğurma makinasının sapından tutup orata doğru sürüklerken beni takip etti.

 

"Canın yumruk atmak istiyorsa atabilirsin dostum, buna izin veririm. Ama yüzüme değil." deyip ellerini sıkı karnına vurdu iki kez. Başımı iki yana sallayıp güldüm. Ona yumruk atmak istesem, tercih ettiğim nokta kesinlikle yüzü olurdu. Tam makinenın fişini prize takacakken dışarıdan gelen ses beni durdurdu; bahçeme giren bir arabanın sesi. Elbette Güney içeriye girdiğinde bahçe kapısını açık unutmuştu. (Şuraya bir🤦🏻‍♀️ Güney annecim neden böylesin sennn?)

 

"Birini mi bekliyordun?"

 

Gözlerimi atölyenin açık olan kapısından ayırıp Güney'e çevirdim ve başımı iki yana salladım. Burada ziyaretçim pek olmazdı, kalabalığı sevmezdim. Yalnız, sanatımla baş başa kalmayı hep kalabalığa tercih ederdim.

 

Fişi yere bırakıp atölyenin kapısına yürürken Güney de peşimden geldi.

 

"Belki senin hatun gelmiştir. Hani Hancı kızı olan. Dostum buna hâlâ inanamıyorum. Kız bildiğin Kahraman Hancı'nın kızı! Sen bunu daha önceden biliyor muydun?"

 

Atölyeden çıkıp eve geçerken Güney'in arka arkaya sıraladığı soruların şimdiden başımı ağrıttığını söyleyebilirdim. Buraya gelme nedeni şimdi anlaşılıyordu. Çenesinin düşüklüğüne bakacak olursak canı sıkılmıştı prensimizin.

 

"İzel onun hakkında benim hatun olarak bahsettiğini öğrenirse muhtemelen taşaklarını kesip eline verirdi. Ayrıca gelen İzel değil, o buraya gelmez."

 

O olmasını öyle çok isterdim ki... Ama olmadığını biliyordum. Ona sırtımı dönüp gittiğim o andan sonra gururunu bir kenara bırakıp da gelmezdi.

 

"Neden gelmesin ki? Daha dun buraday... Bir dakika... Daha sevgili olamadan ayrıldık deme bana. Gerçi sevgili olmadan ayrılmak mümkün mü onu da bilmiyorum ama..."

 

Evin boydan boya cam olan duvarından, dışarıdaki aydınlatma sayesinde bahçeme giren arabayı görebiliyordum.

 

Siyah maserati...

 

Kalbimin sıkıştığını hissettim. Gerçekten gelmiş olabilir miydi?

 

💎🎭

 

İZEL İZEM HANCI'DAN:

(Yeter artık dediğinizi duyar gibiyim shkznxk Ama yetmiyoooo)

 

Zamanın nefesini tam ensemde hissediyorum. Nefesindeki son çırpınışları... Tükeniyor artık, sona yaklaşıyoruz. Başım dik bir şekilde arşınlıyorum ayaklarımın altındaki mesafeleri. Her adımımın beni celladıma biraz daha yaklaştırması önemli değil. Karşısına geçtiğimde güçlü durmalıyım. Kafamın içindeki sesler yok şimdi. Orası o kadar sessiz ki kalp atışlarımın sesini duyabiliyorum. Ama korkmuyorum... Attığım her adımda yüzümü okşayan o kokunun adı huzur. Ceza mı alacağım umurumda bile değil, içim dışım annemle dolu çünkü.

 

Merdivenleri tek tek inerken arkamdan gelen üçlüden ses çıkmıyordu. Diğer ikisini anlardım ama Alex... Çoktan nasihatlerini sıralıyor olması gerekiyordu. Dudağımım sağ köşesi kıvrıldı. Demek ki o da anlamıştı ne laftan anlamaz bir şey olduğumu.

 

Sonunda merdivenleri bitirip salona girdiğimizde ordaydı. Sırtı bize dönük, elleri arkadında birleşmiş büyük pencereden dışarıyı izliyordu.

 

"Benim sevgili çocuğum bu ne güzel bir sürpriz böyle."

 

Beriton sesinden buram buram alay akıyordu. Tam üç yılın ardından o çok sevdiği eziyetlerini bugün en nihayetinde yeniden yapabilecekti. Eminim keyfine diyecek yoktur.

 

"Seni mutlu edebildiysem ne mutlu bana baba!"

 

En az onun kadar bende alay doluydum. Sanki birazdan en büyük kâbusumun içine sürüklenmeyecekmişim gibi... O kâbusun içine gireceksem bile babam ne korktuğumu görecekti ne de beni üzebildiğini.

 

Yavaşça bana doğru dönerken duruşumu daha da dikleştirdim ve yüzümü ifadesiz bir ifadenin maskesi ile donattım. İnsan başına gelecekleri bilince daha bir serin kanlı oluyordu.

 

"Cesaretin beni şaşırttı doğrusu. Sevgili kızımın bu kadar aptal olduğunu bilmiyordum."

 

Bana doğru bir adım atarken kurduğu bu iki cümle dudaklarımın kıvrılmasını sağladı. Tıpkı onun gibi ellerimi arkamda bağladım ve tam karşısında dikilirken "Aptallık Y kromozomu ile nesilden nesile geçiyorsa demek ki..." dedim tam gözlerinin içine bakarken. Söylediklerime bozuldu. Onu öyle iyi tanıyordum ki, sağ şakağındaki kasın o belli belirsiz seğirmesini bile görebiliyordum. Bu onu sinirlendirdiğimin kanıtıydı ama yüzündeki o alayı asla bozmadı. Ben nasıl hislerimi ona göstermek istemiyorsam o da hissettiklerini göstermek istiyordu. Ve ikimiz de harika oyunculardık.

 

"O küçük aklının içinde..." dedi ve bir adım daha yaklaşıp işaret parmağını şakağıma yaslayı iki kez vurdu o noktaya. "Tam şurada... Yatan tek düşünce beni yenebilmek. Ama kabul et kızım sen bana muhtaçsın, ben olmasam sen bir hiçsin. Bugüne kadar sahip olduğun her şey benim, soyadın benim. Sen benim kanatlarımın altında yaşayan zavallı küçük bir kızdan başka bir şey değilsin. O kanatlar olmasa İzem Hancı diye bir şey de olmayacak... Karakterine kadar olan her şeyin benim senin."

 

Kafama vura vura söylediği cümlelerin elle tutulur hiçbir yanı yoktu bana göre. Doğduğumuz aileyi ve ebeveynlerimizi biz seçemiyorduk ne yazık ki... Babamın ağız dolusu benim dediği o soyad da onun değildi mesela. Sadece bir başkası tarafından ona verilen bir şeydi. Bir nefes alımı kadar ellerindeydi her şey... Sadece bir nefes alımı... Nefesin kesildiği ve ruhun bu dünyadan göçüp gittiği zaman tüm bunların bir anlamı olur mu sanıyordu? Paranın, soyadından gelen o gücün... Yoktu... Bir nefes alırdın kesik kesik ve tekrar veremediğin o noktada asıl olan tek şey ölümdü. Sessiz kaldım. Kahraman Hancı bazen kendini ölümsüz falan sanıyordu. Yani ona ne söylersem söyleyeyim o an için boştu.

 

"Ama sen..." diyerek devam etti sözlerine. "Tüm bunları hiçe sayıyorsun ve burnunun dikine dikine gidip yapman gereken en ufak bir şeyi bile yapamıyorsun. İtaat edemiyorsun."

 

"Ya da... Sen doyumsuz, bana eziyet etmekten hoşlanan bir sadistsindir. Bugüne kadar ne söylediysen yaptım. Söylenmem, itiraz etmem, istememem bu gerçeği değiştirmedi. Benden istediğin her şeyi bir bir yaptım ben. Ama sana yetmedi. Hep daha fazlasını istedin. Hep... Söylesene Damla'yı bu kadar sevmenin nedeni ne? O annemi görme hakkına sahip olabiliyorken ben neden olamıyorum? Senin bundan çıkarın ne?"

 

Sağ şakağındaki o seğirme daha da arttı. Artık o kadar da gülemiyordu. A'dan Z'ye kadar haklıydım ve o bunu kendine yediremiyordu. O yeniden konuşmaya başlamadan devam ettim sözlerime içimde hiçbir şey kalmasın diye.

"Ben söyleyeyim... Sadece beni bastırmak ve egonu tatmin etmek. Küçük bir çocuk gibisin basit oyunlarla kendi kızınla yarışmaya çalışan küçük bir çocuk gibisin. Şimdi daha fazla uzatma da asıl zevk aldığın o kısma geçelim. Cezam ne?"

 

Sustu... Bekleyiş gerilip tene çarpan bir lastik gibi canımı yaktı ama belli etmedim.

 

Sustu... Sessizlik uzadıkça kafamın içindeki susan seslerin hepsi, hep bir ağızdan konuşmaya başladı ama yüzümde tek bir mimik bile oynamadı.

 

Sustu... Sustukça ben delirdim ama dudağımdaki o kıvrılma söylediklerimin arkasında dimdik durmayı becerebildim.

 

"Senin için en büyük ceza..." diyerek girdi söze uzun bir bekleyişin ardından. "Galiba annen olur."

 

Bir cümle... Sadece üç kelimeden oluşan bir cümle insanı darmadağın edebilirdi. Etti de. "Yapmazsın!" derken yüzümdeki korumaya çalıştığım her şeyin yerle bir olduğunu hissediyordum. Hissetmekten de öte babamın gözlerine yansıyan görüntüm, onun tatmin olmuş ifadesinin içinde yavaşça kaybolmaya başlıyordu. İstediğini alıyordu.

 

"Yapabileceğimi biliyorsun sevgili kızım. Bunu daha önce yaptım, yine yaparım."

 

Kendimi toparlamaya çalıştım. Bu kadar kolay pes etmeyecektim. Hâlâ ona karşı kullanabileceğim hamlelerim vardı. Hem de güzel hamleler... Daha önce de söylediğim gibi ben zeki bir insandım.

 

"Evet yapabilirsin. Bunu çok iyi biliyorum. Ama yapmazsın. Annemi öldürdüğün an peşinden gideceğimi çok iyi biliyorsun. Giderken yalnız gitmeyeceğimi... Sırf bir kez daha sıfırdan başla diye gözümü karartıp Gece ve Damla'yı da yanımda götüreceğimi..."

 

Bu kez bir adım atıp aradaki mesafeyi azaltan ben oldum.

 

"Söylesene baba öz kızından daha çok sevdiğin o kızın ölümü seni üzer mi?"

 

Tam gözlerinin içine baktığımda içine gömüldüğüm o tatmin duygusunun içinden uzanan elimi gördüm. Ve dışarı çıkmaya başlayan benliğimi... Gülümsemem yeniden dudaklarımda doğdu ve devam ettim.

 

"Üzer... Ama ben bu kadarla da kalmam. Yılların eğitimi bana da bir kaç hareket öğretti. Annemi öldürürsen eğer ben de kendimi öldürürüm ve öldüğüm dakika ortaya bana ait olan bir ses kaydı çıkar; Ben İzel İzem Hancı... Eğer bu sesi dinliyorsanız ben ölmüşüm demektir. Ölümümden babam Kahraman Hancı sorumludur. Dedelerimin vasiyetini hatırlatmama gerek var mı? Ben giderim ama giderken yanımda seni de götürürüm baba."

 

Tam gözlerinin içine, sözlerimi zihnine mıhlamak ister gibi diktim gözlerimi. Artık o tatmin olmuş duygusu yoktu, yansımam tamamen berraktı. Şimdi öfke vardı o gözlerde ama yılların alışkanlığı... Öfkesiyle beni baltalayamıyordu artık.

 

"Şimdi..." dedim ve bir adım gerileyip ellerimi birbirine çarptım. "Bodruma iniyorum sanırım." Arkamı dönüp merdivenlere doğru yürümeye başladım. "Hadi gidelim Alex! Üç yılın ardından özledim orayı."

 

"Bir hafta..."

 

Adım atmaya devam ederken havada çınlayan sesi beni durdurdu.

 

"Bir hafta boyunca çıkamayacaksın o delikten. Şu saygısızlığın daha uzun bir süreyi hak ediyordu ama göreviniz var."

 

Hiçbir şey söylemeden yoluma devam ettim. Bir alt kata indiğimizde tıpkı Türkiye'deki evde olduğu gibi, bodruma inen bir merdiven yoktu. Bir asansörle indik o kata. Bizim eğitimlerimizi geçirdiğimiz yere... Cezalarımı çektiğim yere... Asansör durduğunda ve kapılar kayarak iki yana açıldığında tavandaki belli bir düzenle konuşlandırılmış aydınlatmalarla önümde uzanan koridor hiç değişmemişti. Mermerleri her daim sanki yeni döşenmiş gibi tertemiz, bembeyaz olurdu. Yaşanan tüm çirkinlikleri maskeleyen bir beyaz... Yan yana, karşılıklı dizilen kapıların ardında bizim için hazırlanan alanlar vardı. Ve bir de koridorun sonunda çelikten yapılmış kapı...

 

Zamanın nefesini tam ensemde hissediyorum. Nefesindeki son çırpınışları... Tükeniyor artık, sona yaklaşıyoruz. Başım dik bir şekilde arşınlıyorum ayaklarımın altındaki mesafeleri. Her adımımın beni mezarıma biraz daha yaklaştırması önemli değil. İçeri girdiğimde güçlü durmalıyım.

 

💎🎭

 

SAVAŞ KALKAVAN'DAN;

 

Umduklarını çoğu zaman bulamaz insan... Umduklarını bulsaydı zaten hayat bir imtihan olmazdı.

 

Kalbimdeki sıkışma, o arabanın kapısı açılıp da dışarıya bir ayak uzanana kadar devam etti. Sonrasında havası inen bir balon gibi söndü gitti. Umduğum İzel'di bulduğum ise Gece Hancı.

 

"Bu herifin burada ne işi var lan?"

 

Tam aklımdan geçen soruyu sordun kardeşim!

 

"Derdi neymiş öğrenelim bakalım."

 

O arabanın kapısını kapatırken ben hızlı adımlarımla evimin kapısına ulaşmıştım bile. Kapıyı açtığımda dik adımlarla ve üstünlük kurmaya çalıştığı bakışlarla beni süzdü bir süre. Siyah tişörtü, siyah kot pantolonu ve boynunu saran o dövmesiyle tam olarak bir serseriyi andırırıyordu. (Evet unuttuğum o dövmenin varlığını yeni hatırladım dnkshxkx)

 

Tam karşıma geçtiğinde "İzel nerede?" diye sordu. Ses tonundaki kesinlik burada olduğundan emin gibiydi.

 

"Burada değil!"

 

Keşke burada olsaydı ama değildi işte.

 

"Oyun oynayacak vaktim yok Kalkavan!" dedi inanmadığını net bir şekilde belli eden bir sesle. "Burada olduğunu biliyorum." derken bir adım daha yaklaşıp yanımdan geçmeye niyetlendi ama elimi göğsüne koyup onu durdurdum.

 

"Anlamak bu kadar zor mu? O burada değil."

 

Önce göğsündeki elime baktı ardından yüzüme. Bir kaşı yukarı kalkarken ela gözleri tehdit edercesine kısılmıştı.

 

"Önce o elini indir." dedi başı aşağı yukarı ağır ağır sallanırken. Yaydığı tehlike elektrik akımı gibi havayı sarmıştı. Kurmaya çalıştığı o üstünlük ve bu tehlikeli tavırlarının bende uyandırdığı tek şey onu yumruklama isteğimi tetiklemesiydi. Allah'ım! Tek istediğim yalnız kalıp herkesten ve her şeyden uzaklaşmaktı belki kendimden bile ama şu hâle bakın.

 

Sakinleşmek istercesine dilimi yanağımın iç kısmında gezdirirken elimi indirmek yerine onu göğsünden ittim ve "Son kez söylüyorum. İzel burada değil! Git belanı başka yerde ara." diye bastıra bastıra söyledim. Bugün sınanmak için doğru bir gün değildi. Hemde hiç değildi.

 

Anı takip etmekte zorlanırdık bazen. Her şey o kadar hızlı olurdu ki olup bittiğinde ancak farkına varırdık olanların. İşte o anda öyle bir andı. Ela gözleri önce onu ittiğim için açılan mesafeye kaydı ardından tekrar yüzüme ve aynı saniye içinde sol elmacık kemiğimin üzerinde bir acı hissettim. Tenin tene çarpan o çıplak sesi kulaklarıma dolduğunda, çarpmanın şiddetiyle kulakların çınlıyordu. Beklemediğim için iki adım geriletecek kadar sert ama beni devirebilecek kadar sert değildi darbesi.

 

İşte sabrımın son noktasını o an sildim. Güney premium üyelikten boks maçı izler gibi köşesinde heyecanla bizi izlerken iki adımda aradaki mesafeyi kapatıp attığı yumruğu ona iade ettim. Bekliyordu ama beklemesi onu darbemden kurtaramadı. Bir sonraki yumruğumu havada yakaladığında bu kez karnına dizimi geçirdim. Soluğunun kesildiğini teninin kızardığını anbean izledim. Buraya kadardı... Benim sabrım bıraya kadardı.

 

Aldığı darbeyle tutuşu gevşediğinde ensesini tutup başını eğdim ve bu kez de yüzünü dizime geçirdim.

 

Başını yeniden kaldırdığımda bir hayli sersemlemiş ifadesi ve burnundan oluk oluk akan kanıyla onun içinde buraya kadardı. Kan... O an odaklandığım tek şey buydu... (Nesin sen Logan Acy Stark'ın amca oğlu falan mı?)

 

Kendine gelmesine müsaade etmeden bir yumruk daha geçirdim yüzüne ve bir tane daha... Bilinci kapandığında aldığım derin bir nefesle "Vazgeçtim!" diye mırıldandım. "Resim yapacağım!"

 

🎭💎

 

Ayh naberr?

 

Normalde burada kesmeyecektim ama bir anda kesesim geldi shkzbxjxn. Bilirsiniz kesmelere doyamıyorum da ben shskbzkx

 

Neysse...

 

Bölümü nasıl buldunuz?

 

Hangi karakterimden hangi burç vibeı aldığınızı sorabilir miyimmm

Loading...
0%