Yeni Üyelik
24.
Bölüm

23| 168 SAAT

@saniyesolak

Sellam(⁠◕⁠ᴗ⁠◕⁠✿⁠)

 

Nasılsınız?

 

Buraya kitabımızın simgelerini alalım.

 

Veee oyları bu noktada alayım;)

 

Son olarak... Satır aralarında sizi bekliyorum(⁠.⁠ ⁠❛⁠ ⁠ᴗ⁠ ⁠❛⁠.⁠)

 

Bu bölümü 22'nin part 2'si olarak görebilirsiniz. Bu yüzden bölüm şarkıları aynı olacak ben sevmediğim için part 2 yazmıyorum ama siz öyle görün💙

 

🎭💎

 

İZEL İZEM HANCI'DAN;

 

"Eğer çeneni kapalı tutabilseydin en fazla yetmiş iki saat ile kurtulacaktın biliyorsun değil mi?"

 

Alex, iri eliyle çelik kapının kolunu çevirirken bozuk Türkçesiyle kurdu bu cümleyi. Sesindeki kızgınlığı almamak imkânsızdı. Haklı olduğunu biliyordu. Haklı olduğunu biliyordum. Ama bu neyi değiştirirdi ki?

 

Bir hafta...

 

Yüz altmış sekiz saat...

 

İçimden hızlı bir şekilde yüz altmış sekize kadar sayıyordum da... Bitmesi bir dakika bile sürmüyordu. Kafamın içinde hesaplıyordum sadece elli beş saniye kadar sürüyordu. Ya da ben çok hızlı sayıyordum.

 

Yüz altmış sekiz saat...

 

Elli beş saniye kadar kolay geçmeyeceğinden adımdan daha çok emindim. Alex'in ardına kadar açtığı kapının ardındaki karanlık odaya baktım. Sadece kapıdan sızan bir ışık, kapının şeklini zemine yansıtıyordu o kadar. Onun dışında zifiri karanlıktı. O yüz altmış sekiz saat burada elli beş saniye gibi değil, elli beş yıl gibi geçecekti.

 

Hakkını vermem gerekiyor baba, cümleye noktayı koyup kitabı bitirmeyi iyi beceriyorsun. Ama söylesene neden bir kez olsun bitirdiğin kitaplar mutlu sonla bitmiyor da hep mutsuzluğu tercih ediyorsun? Gerçekten bundan mı mutlu oluyorsun yoksa yirmi yıldır göremesem de içinde bir yerde sakladığın insanlığını maskelemenin yolu mu bu? Kırılmaktan mı korkuyorsun baba? Kırılmaktan korktuğun için mi kırıyorsun?

 

Öylece önümde uzanan karanlığa bakarken Alex sabırla bekliyordu içeriye girmemi. Gözlerim o karanlıktan kapının hemen üzerine monte edilmiş kameraya kaydı. Oradan izlendiğimi biliyordum. Burada durup tereddüt ettiğim her dakika ona zevk veriyordu, biliyordum.

 

Omuzlarımı gerip duruşumu dikleştirdim ve kahvelerimi yeniden karanlığa dikip ilk adımı attım. İlkini başardıktan sonra arkası hep gelirdi, önemli olan ilk adımı atabilmekti. Attım! Ve o karanlığın içinde kaybolana kadar da durmadım. Kapıdan gelen ışık içerinin karanlığını biraz bile kıramıyorken kapı yavaşça kapanmaya başladı. Gerilim de aynı anda damarlarıma dolup kanıma karışırken aceleyle arkamı dönüp "Bekle!" dedim. Sesimden buram buram akan tedirginliğin farkındaydım ama şu durumdayken bunu düşünmeyecektim. "Kaç dakika sonra başlayacak?"

 

Gergin yüz hatlarından akan memnuniyetsizlik içinde olduğum duruma rağmen içimde bir yerleri ısıttı. Birinin sizin için endişelendiğini bilmek, görmek bambaşka hissettiriyordu. Özel ve güzel hissettiriyordu. Belki biraz da değerli...

 

"Altmış dakika..."

 

Yutkundum. Hissettiğim tüm o iyi şeylerin üzeri bu iki kelime ile kapandı. Boğazıma takılan bir yumru vardı, yutkunduğumda canımı yaktı. Orada bir şey olmadığını biliyordum ama takılıyordu işte. Bir kâbusun içine ilk adımımı atmıştım ama aslında bu bir düş sayılırdı. Asıl kâbus altmış dakika sonra başlayacaktı demek. Ve ondan sonraki yüz altmış yedi saatimi o kâbusun içinde cehennemi yaşayarak geçirecektim.

 

Bu aramızda geçen son konuşma oldu. Kapı ardımdan kapanırken karanlığın içine gömülmüştüm çoktan. Ellerimi ileriye uzatıp öne doğru bir kaç adım attım. Bir kaç adım daha... Ve sonunda duvara tutunduğumda durdum. Böyle bir karanlıkta, hiçliğin ortasındaysanız eğer somut bir şeyi hissetmek bir yerden sonra ihtiyaç haline geliyordu. Duvarı bir an olsun bırakmadan sırtımı yasladım ve kollarımı bedenime sarıp yavaşça yere çöktüm. Uyku... Önümüzdeki yüz altmış sekiz saatte en yakın dostum uyku olacaktı. Üzerimdeki tişörtten yayılan o portakal kokusuyla yavaşça yana yatıp cenin pozisyonu aldım ve gözlerimi kapattım. Küçükken bu odanın içine girdiğimde uyumak için kullandığım bir yöntemim vardı. Kendi kendime bir masal uydurur ve o masalı kendime anlatırdım. Yine öyle yaptım. Kendime bir masal uydurdum ve onu kendime anlatmaya başladım.

 

"Bir varmış bir yokmuş... Çok uzak bir diyarda, okuyanusun hemen yanıbaşında çok güçlü bir krallık yaşarmış. Herkes çok mutlu ve huzurluymuş o ülkede, hiç dert ve tasa uğramazmış. Kralın güzeller güzeli bir karısı ve yeni doğan bir kızı varmış."

 

Kalbim acıyla kasıldığında dudaklarımın o acıya gebe bir gülümseme ile iki yana kıvrıldı. Dudaklarımın arasından fısıltıyla çıkan sesim kulağıma bir hayli titrek gelirken devam ettim.

 

"Kral karısına ve kızına o kadar düşkünmüş ki, bir gününü bile onlardan ayrı geçirmeye katlanamazmış."

 

Kapalı bir gözden gözyaşı akar mı hiç? Akıyormuş meğer... Üstelik onlar çok daha yakıcı, çok daha tuzlu oluyormuş. Sanki acının en koyu tonuna boyanan bir yürekten akar gibi...

 

"Günlerden bir gün kral, kızının birinci yaş gününde karısını ve kızını da alıp, altından yapılmış elmaslarla, safirlerle, zümrütlerle süslenmiş gemisiyle, şehrinin hemen yanındaki okyanusa açılmaya karar vermiş. Hava öyle güzel, güneş öyle dingin, okyanus öyle usluymuş ki... Mutlulukları sonsuza kadar sürecekmişçesine yüreklerinden taşıp doğaya karışmış sanki."

 

Bazen mutluluklar bile acı verir insana... Bitmesini istemezsin ama biteceğini bilirsin çünkü. O biteceği anı düşünmekten kendini o mutluluğun içine tam olarak bırakamazsın ve hep yarım kalır. Yarım kalan mutluluklarım var benim; hayatımın cehenneminden bir türlü sıyrılamadığımdan kendimi serin kollarına bırakamadığım. Hüzünlere gebe ruhumla bu lanetin içinde kaybolup gitmişim sanki ve tutunacak tek bir dalım bile kalmamış hayatta... Hepsini tek tek koparıp atmışlar ve beni kolsuz kanatsız bırakmışlar.

 

"Kralın karısı güverteye oturmuş, kucağında tuttuğu küçük kızına güzel güzel şarkılar söylerken kral uzaktan onları izliyormuş yüzünde tatlı bir tebessümle."

 

Neden Kraliçe değil de Kralın Karısı diyorum mesela? Kralın karısı aslında kraliçedir aslında. Zihnim bile kabullenemiyor mu bu durumu?

 

"Derken uzaklardan bir bebeğin ağlama seslerini duymuş her ikisi de. Kral başını eğip okyanusa baktığında bir de ne görsün; küçük bir salın içinde biri kız biri erkek iki çocuk..."

 

Kralın kızının birinci yaş gününde ortaya çıkan biri kız biri erkek iki çocuk... Ve göğsümü yarıp geçen o tanıdıklık...

 

"Yaşları birbirlerine yakın... Kızın güneş kadar sarı saçları ve ortasında durdukları deniz kadar mavi gözleri varmış. Erkeğin ise saçları kızın saçlarından daha koyu gözleri daha yeşile çalanmış."

 

Bunu kendime niye yapıyordum? Neden basit bir masalda bile kendime acı çektirmenin bir yolunu buluyordum?

 

"O güzel gökyüzü, yavaş yavaş kapkara bulutların hâkimiyetinde kaybolmuş ve güneş, o bulutlara esir düşmüş. Okyanus hırçınlaşmaya, dalgalarıyla karaları dövmeye, büyük safirlerle süslü gemiyi bir beşik gibi sallamaya başlamış. Ama Kralın gözü, o iki çocuktan başka hiçbir şeyi görmüyormuş."

 

Kendi kızını bile...

 

"Öyle ki kral bir an bile düşünmemiş atlamış o suya o iki çocuk için. Dalgalar şiddetlenmiş, şiddetlenmiş, şiddetlenmiş, etraf kıyamet gününe dönmüş. Gemiyi devirememiş belki okyanus ama kralın karısı ile kızını çekip alabilmiş güverteden ve güverte bomboş kalmış. Kral yeniden gemisine çıktığında aklında ne karısı ne de kızı varmış... Onları unutmamış belki ama hatırlamamış da... Ansızın hayatına giren bu iki çocuğu onlardan daha çok sevmiş, saymış. Kralın karısı okyanusun içinde sonsuzluğa doğru kaybolup giderken, okyanus kralın kızını alıp sarıp sarmalamış ve tam kalbinde yaşatmaya başlamış..."

 

Uyku yavaşça beni içine çekmeye başlarken kendi fısıltımı işiten kulaklarım, duyduğu her kelimede hüzünle kıvrılan dudaklarım ve acıyla çırpınan kalbimle o karanlığın içinde kalakalmıştım. Ne kadar da manidar bir masal uydurmuştu zihnim bana öyle... Ama en azından zihnimin uydurduğu bu masalda başta kral karısını ve kızını seviyordu. Gerçekte babam ne beni ne de annemi hiç sevmemişti... Peki ya okyanus... Gerçekten yaşatır mıydı beni kalbinde? Annemi neden kaybetmişti ki onu da yanıbaşımda yaşatsa olmuyor muydu?

 

Gözlerim kapandı, zihnim karanlığa bulandı. O an aklıma gelen şey; Okyanus kadar derin ve koyu olan gözlerdi.

 

Yaşatsana beni kalbinde Savaş...

 

🎭💎

 

SAVAŞ KALKAVAN'DAN:

 

Zaaflar ve takıntılar... Her insanda bulunmazdı ama bazıları bunu öyle yoğun hissederdi ki, beyni kırmızı alarma geçip, onun yanlış olduğunu avaz avaz bağırsa bile, insan kendini yapmaktan alıkoyamazdı.

 

Benim de bir zaafım bir takıntım vardı. Derinlerime gömsem de bunu zaman zaman çıkıyordu ortaya... Kafam bir şeye çok takıldığında, ruh hâlim berbatın da altında olduğunda ya da çok öfkeli olduğumda. Şu an sistemimde bu üçü de fazlasıyla mevcuttu.

 

Kafam bir şeye çok fena takılıydı, İzel'e.

 

Ruh hâlim berbatın da altındaydı, nedeni annemdi.

 

Çok öfkeliydim, her şeye. Tüm hayatıma ve aldığım nefeslere bile...

 

Epoksinin iki bileşenini karıştırırken bütün dikkatim avuçlarımdaki kaptaydı. O şeffaf sıvı henüz zeytinyağı gibi bir kıvamdaydı ama bir saatten az bir sürede koyulaşacağını biliyordum.

 

"Bunu yapmak istediğinden emin misin Savaş? En azından ona... Bak bana yapman sorun değil ama o... İzel ile bağlantılı. Böyle bir şeyi ondan değil senden duyması daha sağlıklı. Siktir... Bunu hiç duymaması en sağlıklısı!"

 

Güney'in sesi bugün hiç olmadığı kadar sinirlerimi bozuyordu. Siktir olup gitse olmuyor muydu? Ya da en azından çenesini kapatıp köşesinde dursa ve sadece izlese... Başka bir şey istemiyordum. Beynim kırmızı alarmalarla yapmamamı bağırıyordu; ben reflekslerime, hislerime söz geçiremiyordum. Çünkü o kırmızı alarmın ortasında bir kara delik vardı ve o kara delikten gelen ses, fısıltı, her şeyi bastırıyordu.

 

Elimdeki karışımı karıştırmaya devam ederken başımı kaldırıp yüzüne, tam gözlerinin içine baktım. Bazen bakışlar dudaklardan çok daha güzel konuşurdu. Güney gözlerini gözlerimden kaçırırken omzunu yasladığı duvardan ayırdı ve birkaç adımda yanıma gelip elimdeki kaba uzandı. Bir hışımla çekip elimden çekip alırken, yüzünde sevimli olduğunu düşündüğüne yemin edebileceğim ama asla sevimli olmayan, aksine suratına yumruk atma isteğimi artıran bir gülümseme ile "Bunu ben karıştırım. Sen de git... Her ne istiyorsan onu yap... Yani... Resim çizeceksin ya... Taslak falan... Her neyse..." dedi. Kurduğu cümle duraksamalarla doluydu çünkü her kelimesinde kaşlarım biraz daha kalkıyor, gözlerim gözlerinden bir an olsun ayrılmıyordu. O epoksiyi sakince karıştırmaya devam ederken başımı iki yana sallayıp yanından ayrıldım ve şövaleye yerleştirilen tuvali Gece Hancı'nın hemen yanına çektim. Kalemlerle ve boyalarla dolu katlanabilir sehpayı da ortaya çektiğimde artık hazırdım. Elim ince uçlu silik bir kaleme gittiğinde anılar zihnimin içine doluşmaya başlamıştı bile. Paslanmış, çok eski anılar... Ve parmaklarım tuvalin üzerinde gezinmeye başladığında o anıların içinde kaybolmuştum bile. Kendimi tamamen zihnimin kucağına bıraktım ve beni yönetmesine izin verdim.

 

Zaman kavramı, çizdiğim resmin ortasında bir yerde kaybolduğundan, aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama "Beni şaşırtıyorsun Kalkavan!" sesi kulağıma çalındığında resmin taslağını bitirmek üzereydim. Gözlerim elimin hizasından kalktı önce ve karşımdaki duvara baktım. Ona dönerken başım omzuma doğru yatmıştı.

 

"Sen beni şaşırtmıyorsun ama Gece Hancı!"

 

Elleri ve ayakları onu oturttuğum sandalyeye bağlıyken olduğundan çok daha aciz görünüyordu ama yüzündeki her ifade, her mimik üstünlük kurmaya çalışıyordu bana. Yüzünde alayla dolu yan bir sırıtışla "Beni tanımıyorsun..." dedi.

 

Tek kaşımı kaldırırken bir anda elimdeki kalemi masanın üzerine gelişi güzel bırakıp kenarda duran sandalyeyi Gece Hancı'nın tam önüne çekip üzerine oturdum. Kollarımı sandalyenin arkalığına yaslarken "Biliyor musun?" diye sordum. "İki gün... İki kez karşılaşmamız yetti seni tanımama. İzel'i düşündüğünü söylediğin her konuda aslında düşündüğün tek şey kendinsin. Bencilsin Gece Hancı... Bencilsin ve bencilliğin İzel'i yakıyor."

 

İşte bu, yüzündeki her duyguyu silip süpürdü. Yerine serpilen ifadenin adı öfkeydi. "Sen mi düşünüyorsun onu yani?" diye sordu iplerin izin verdiği ölçüde yüzünü bana doğru yaklaştırırken.

 

"Senden çok düşündüğüm kesin!"

 

"Siktir oradan?" diye hırladı deyim yerindeyse. Geçen her dakika öfkesi artıyordu. Neydi onu bu kadar delirten? Bencil olmayı mı kaldıramıyor yoksa yanıldığımı mı anlatmaya çalışıyordu? Yanıldığımı sanmıyordum. "Ne oldu lan iki günde âşık mı oldun sen İzel'e?"

 

Başımı iki yana sallayıp dilimi damağıma çarptırarak şaklattım ve "Birini düşünmek için illâ aşık olmak mı gerek Gece?" diye sordum yüzünün her bir karışında gezerken gözlerim. "Birini değer veriyorsan da onu düşünürsün. Değer vermek için aşka gerek yok, hak ediyorsa zaten verirsin. Ki İzel bunu fazlasıyla hak ediyor, siz ona hak ettiğini veremiyorsunuz."

 

Gözler cinayet işler miydi? Gece Hancı'nın gözleri tam şu an cinayetin en vahşi halini işliyordu.

 

"Bilmediğin şeyler hakkında konuşmak hep çok kolaydır Kalkavan! Bizi bilmiyorsun! Nasıl bir aile olduğumuz hakkında en ufak bir fikrin bile yok! İzel'i tanıdığını sanıyorsun ama İzem hakkında... En. Ufak. Bir. Fikrin bile yok senin! Ben ne yapıyorsam hepsi İzel'i korumak için, kendimi düşündüğümden falan değil. Bu bencillik değil Kalkavan. Bu. Bencillik. Değil. Geçmişimizi nasıl bir yerden geldiğimizi bilmediğinden bunu anlaman da imkânsız!"

 

İzel ya da İzem... Fark etmiyordu. Dün gece o kaldırımda gördüğüm kızın herhangi bir adı ya da soyadı yoktu. Küçük bir kız çocuğuydu o. Kollarını kendine sarmış, kendi kendine sarılıyordu ve yalnızdı.

 

"Dün gece..." diye hatırlatmaktan çekinmedim. "İzel'i düşündüğün için mi o halde orada yalnızdı?"

 

"Yalnız kalması gerekiyordu!"

 

Ne ara oturduğum sandalyeden kalktım ve ne ara yumruğum Gece Hancı'nın suratında patladı bilmiyorum ama olaylar normal akışına döndüğünde Gece Hancı kanayan burnuyla yerde yatıyordu.

 

"Yalnız kalması gerekmiyordu..." diye üzerine doğru eğilerek konuştum tane tane, sakin bir sesle. "Buna ihtiyacı yoktu. Neye ihtiyacı vardı biliyor musun Gece Hancı? Birine sarılmaya... Onu o acı her neyse ondan uzaklaştıracak, soru sormadan öylece ona sarılıp onu anlayacak birine. Abisi olarak orada olup bunu yapabilirdin!"

 

Sandalye ile devrildiği ve burnu kanadığı halde güldü. Gülüşü bile kulaklarımı tırmalıyor titreyen parmaklarımı daha da karıncalandırıyordu. Sabırsızlığım artıyordu.

 

"Beni yanında isteseydi evden çıkıp gitmezdi Kalkavan, bana gelirdi. Ama seni aradığına göre ihtiyacı olan ben değildim. İstediği ben değildim. İstediği tek şey babasının ya da benim sözümüzü çiğnemek ve bize karşı gelmekti. Bu amaç uğruna da seni kullandı. Tipik İzel İzem Hancı işte."

 

Arkasına geçip tahta sandalyenin arkalığından tutup onu kaldırırken sözlerinden zerre etkilenmemiştim. Beni vurabileceği sadece bu vardı elinde. Başka hiçbir şeyi yoktu. Ellerim arkalığa yaslıyken kulağına eğildim ve "Beni arayan İzel değildi ki..." dedim. Her nedense sesim keyifli çıkmıştı ve dudaklarım iki yana kıvrılmıştı. "Ben İzel'i aradım. O bana hiçbir şey söylemedi; ben anladım. O beni çağırmadı; ben gittim."

 

Daha fazla bir şey söylememe gerek yoktu. Bu yüzden ellerimi onun üzerinden çektim ve ona bakmadan şövalenin önüne geçip bıraktığım kalemi aldım. Taslak bitmek üzereydi. Parmaklarım sabırsızdı. İçimdeki takıntılı taraf sabırsızdı. Ben sabırsızdım.

 

"Aynı baban gibisin yani?" diye sordu Gece Hancı. Ellerim tuvalin üzerinde duraksadı. Burnumdan sert bir soluk döküldüğünde Güney'in gölgesinin bu tarafa doğru düştüğünü gördüm göz ucuyla.

 

"Onun gibi sümsük, işe yaramaz herifin tekisin yani? Ah bir de istismarcı... Söylesene Kalkavan? Fiziksel özelliklerini aldığın gibi karakterini de babandan mı aldın se..."

 

Cümlesi yarıda kesildi. Ben tarafından değil, Güney tarafında. Gece Hancı bir kez daha sandalyesiyle geriye düştüğünü atölyenin içinde yankılanan sesten anladım. Dönüp bakmadım onlara. Kanımın damarlarımın içinde kaynadığını hissederken titreyen elimle resmime odaklandım. Birazdan dedim kendime... Birazdan...

 

"Eğer..." diyen sesini duydum Güney'in. Ses tonundaki öfke öyle yoğundu ki... "O sikik ağzından Savaş ile babasının yan yana geldiği tek bir cümle daha duyarsam geceni gündüze çeviririm senin..."

 

Gece Hancı bir kez daha güldü. Bir an olsun o kendini beğenmiş ifadesini üzerinden atmıyor, "Ellerimi çöz de öyle konuşalım götün yiyorsa!" derken sesi boğuk gelse bile altında yatan tehditi karşısına geçirebiliyordu. Ama bilmediği bir şey vardı...

 

"Bil diye söylüyorum..." Güney bunu söylediğinde o bilmediği şeyi de öğreneceğinden artık emindim. "Küçükken ailenin yaramazı Savaş, uslu olanı bendim. Büyüdük ve yer değiştirdik... Savaş'tan dayak yiyorsan eğer; benim elinde kalırsın aslan parçası!"

 

Sonra sessizlik... İşte ihtiyacım olan şey sadece buydu; istediğim... Ama gelin görün ki olaylar tam tersi yönüne doğru akmıştı. Bir kez daha kayboldum resmimin içinde ve bitirdiğim taslağın ardından boyalarla boyamam gereken kısımları boyadım. Basit bir resimdi. Parmaklarım makine gibi alışık olduğu şeyi yapıyordu. Dahası o kadar da özenmemiştim. Bu yüzden sadece yirmi sekiz dakika sonra, sonunda bittiğinde kalemi, fırçayı ve renkleri karıştırdığım paleti yavaşça bıraktım sehpanın üzerine.

 

Sakin adımlarla hâlâ zeminde yatan Gece'ye yöneldiğimde o sessizlik hâlâ devam ediyordu. Burnundan akan kan durmuşsa bile Güney'in darbesiyle yeniden akmaya başlamış ve yeniden durmuştu. Kaşında ve dudağında minik birer açılma, sol elmacık kemiğinde ise morarmak için orada olan bir kızarıklık vardı. Bir kez daha kaldırdım sandalyesini ve bir kez daha geçtim arkasına.

 

"Etrafına bak ve bana ne gördüğünü söyle..." dedim. Sesim de en az hareketlerim kadar sakindi.

 

"Siktiri boktan şeyler..." diye cevapladı beni Gece Hancı ve ben içimden birazdan dedim bir kez daha. Birazdan...

 

"Resimler Gece Hancı... Atölyenin duvarlarına asılan resimler... Hâlâ şövalede duran resimler... Hepsini ben çizdim. Renklere bak ve hangi rengi göremediğini söyle bana..."

 

"Oyun mu oynuyoruz amına koyayım?" dedi bir kez daha beni ciddiye almadan, alayla. Derin bir nefes aldım; birazdan... "Derdin neyse açık açık söyle Kalkavan, beni uğraştırma..."

 

"Kırmızı!"

 

Bu kelimeyle birlikte etrafından dolanıp önünde durdum ve yüzüne doğru eğildim ellerim dizlerime yaslanacak şekilde. "Bak!" dedim. "Ben çok sakin, çok kontrollü, kendi halinde bir adamımdır. Bir şeyi yapmadan önce önünü arkasını düşünerek planlı hareket ederim. Bir dengem vardır ve beni o dengeden şaşırtmak çok zordur."

 

Doğruldum. Ela gözlerinde biriken kin ve nefretle öylece beni izliyordu. Yüzünün büyük bir kısmı kan içinde kalmış, gördüğüm her seferinde yukarıya doğru taranan saçları alnına dökülmüştü. Dağılmış görünüyordu.

 

Sandalyenin ön ayaklarından tutup onu resmime biraz daha yaklaştırdım. Bir kadın vardı tuvalin üzerinde, başı yukarıya doğru bakıyordu. Hayır o İzel değildi. Bu kez zihnim beni İzel'e yönlendirmemiş, kim olduğunu bilmediğim bir kadının yüzünü çizdirmişti. Kadının gözlerinden yüzüne doğru akan bir şey vardı, tıpkı arka plandan omuzlarına doğru akan şey gibi. Evet kırmızı rengini kullanmazdım çünkü hiçbir kırmızı bana istediğim o etkiyi vermezdi. Tek bir şey dışında...

 

"Ama bazen..." diye devam ettim sözlerime. "Çileden çıkabiliyorum. Denge, kontrol... Hiçbir şey kalmıyor bende. Yakıp yıkmak istiyorum. İşte o gibi zamanlar, resim çizip kırmızı rengini kullandığım zamanlar oluyor..."

 

Gözlerimi Güney'e kaldırdığımda işareti alıp Gece'nin arkasına geçti ve sandalyeyi tuttu. Gece Hancı kafası karışmış bir şekilde ne yaptığımızı çözmeye çalışıyordu. Elime temiz bir fırça aldım ve başımı omzuma doğru yatırdım.

 

"Bunu daha steril ve güvenli yapıyorum çoğu zaman. İntraket falan... Damar yolunu açıp kanı alıyorum ve o şekilde istediğim kırmızıyı elde edip kullanabiliyorum."

 

Boş olan elimi uzatıp çenesini tuttum ve açılan kaşının olduğu kısmı kendime doğru çevirdim.

 

"Ama şu işe bak ki sende bunu yapasım hiç yok! Söylesene... Hakkımda her şeyi öğrendiğini söylerken bunu da öğrenmiş miydin? Merak ediyorum!"

 

Ve suratına yumruğumu geçirdim. Güney tuttuğu için sandalye geriye devrilmezken yumruğun şiddetiyle kaşı yeniden açıldı ve yaradan kan sızmaya başladı. Fırçamı akan damlanın üzerine bastırıp kanı fırçaya aldım ve resmimin kalan kısımlarını boyamaya başladım.

 

O yarayı, pıhtılaşan kan kapattı ben yenisini açtım.

 

O kapandı yenisi açıldı...

 

Yer yer dudağı...

 

Yer yer burnu...

 

Soyulan deri, akan kan yalnızca onun da değildi. Ona attığım yumruklar elimin üzerindeki eklemlerin üzerinde de açıklar bıraktı, kanına kanım karıştı ama durmadım. Fırçama aldığım, tabloma dokunan her damla kan kafamın içindeki sesleri susturdu. Onlar sustukça ben rahatladım. Zihnimin içinde açılan o kara delik kapandı... Parmaklarımdaki titremeler azaldı, azaldı, azaldı...

 

Resmi bitirdiğimde tablodaki kanın rengi kuruyup canlılığını yitirmeden ve çirkinleşmeden epoksi ile tuvalin önlü arkalı üzerinden geçtim. Kanın oksijen ile teması kesilmiş, canlı kırmızısı korunmuş oldu böylece. Şimdi çizdiğim kadın kan ağlıyor, ve omuzlarından akan o kanın içinde boğuluyordu. Tıpkı benim boğulduğum gibi...

 

En sonunda her şey bittiğinde Gece Hancı'nın başı baygınlıkla yana düştü. Koca bedeni sandalyenin üzerinde gelişi güzel duruyordu. Zihnimin içinde ses yok, garip bir dinginlik vardı. Kendimi attım yeniden boştaki sandalyenin üzerine ve ellerime baktım. Bulaşıp kuruyan kan yüzünden gerginleşen avuç içlerime ve parmaklarıma. Bu işe bulaştığım ilk gün, daha dün gibi aklımdaydı... Korkunç varlığı ile bir kâbus gibi zihnimin içine yerleşmişti ve ben kovdukça daha da yerleşiyor, izlerini bırakıyordu.

 

Küçük bir çocuktunuz... Ölümle burun buruna gelmiştiniz... Ve şeytan sizin kulağınıza bir şeyler fısıldamıştı... Bunun etkisinden kurtulmak inanın bana hiç kolay değildi. Bu her zaman böyle de olmuyordu tabi ki! Bazen keyfi olarak da yapıyordum. Güney bu konudaki bir numaralı kobayımdı benim. Ama böyle zamanlar... Kendimi kaybettiğim bu gibi zamanlar... Ardından pişmanlık yüklü bulutlarla geliyor ve o pişmanlığı üzerime yağıyordu. Kendime sövüyordun kontrolümü sağlayamadım diye.

 

"Bunu ne yapacağız?"

 

Güney'in sesi kulaklarıma dolduğunda gözlerimi ellerimden çekip önce Güney'e çevirdim mavilerimi. Elleri hâlâ sandalyenin arkalığına yaslı bir vaziyette bana bakıyordu. Ardından gözlerim ondan sıyrıldı ve Gece Hancı'ya kaydı. Kayıtsız durmaya gayret ederek omuz silkip "Eve taşıyıp yaralarına bakacağız." dedim ve oturduğum sandalyeden kalktım.

 

"Yemin ederim gerizekalısın..."

 

"En azından kuzemini bu hâle getiren bir kıza aşık olmadım!"

 

"En azından aşık olduğum kızın abisini bu hale getirmedim!"

 

"En azından..." Bir an farkındalıkla durdum. Yaptığımız şeye gözlerini devirdim ve "Siktir git Güney!" diye homurdanıp atölyenin diğer tarafına gittim. Kafamda milyon tane şey vardı ama bir tanesi öyle baskındı ki... Hâlbuki resme odaklanmışken bunu hiç düşünmemiştim.

 

Gece Hancı İzel'i aramak için buraya geldiyse İzel şu an da neredeydi?

💎🎭

 

İZEL İZEM HANCI'DAN:

 

Tenime çarpan sert bir soğuk hava dalgası, irkilerek uyandırdı beni. Gözlerimi açtığımda bir an açıp açmadığımı anlayamadım. Öyle bir karanlığın içindeydim işte.

 

Tüm vücudum buzulların arasında kalmış gibi üşümeye başlarken neler olduğunu anladım. Başlıyorduk! Altmış dakika dolmuştu ve asıl cehennem şimdi başlıyordu. Ne zaman dolmuştu o bir saat? Hâlbuki gözlerimi kapatmamla açmam bir olmuş gibi gelmişti bana.

 

Bacaklarımı tamamen kendime çekip sımsıkı sarıldım bedenime. Soğuk öyle keskin öyle yakıcıydı ki, kemiklerim bile üşüyordu.

 

Bu daha başlangıç...

 

Yüz altmış sekiz saatin böyle geçecek...

 

Hayır!

 

Hayır sadece böyle değil...

 

Şimdi soğuğun tadını çıkar, çünkü sıcaktan boğulduğun zamanlar da gelecek. Açlıktan ve susuzluktan hareket edemediğin zamanlar...

 

Soğuktan nefret ederdim; üşümekten. Sıcaktan nefret ederdim öyle ki yazın bir kumsala oturup güneşlenmezdim hiç yaptığımız o kaçamak tatillerde bile. Yazdan nefret ederdim ve kıştan... Ilık rüzgarın değerini bu oda tenimi dele dele, kavura kavura anlatmıştı bana. Yemek yemeyi çok seviyordum ve açlığa tahammülüm yoktu; çünkü bu oda her bir lokmanın değerini belimi büke büke anlatmıştı bana.

 

Ve su... İnsanın en temel ihtiyacı olan su... Yıllar önce bu odada geçirdiğim o susuz zamanlarda böbreklerimde oluşan bir sorundan dolayı böbreklerimden biri alınmıştı. Tek böbrek ile yaşamaya devam etmemin gereklerinden biri olarak bu odadaki en büyük lüksüm her altı saatte bir gelen iki yüz mililitre, yani bir su bardağı suydu.

 

Buraya gireli bir saat olmuşsa o suya ulaşmak için daha beş saatim vardı ve ben şimdiden susamıştım.

 

Derin bir nefes almaya çalıştım ama o kadar soğuktu ki, soluk borum tıkandı sanki ve ciğerlerim acıyla kasıldı.

 

Hayır en kötüsü bu değildi. Eğer ne kadar zaman bu soğuğa ya da ardından gelecek olan o kavurucu sıcağa tahammül etmem gerektiğini bana söyleselerdi dayanabilirdim. Ama bilmiyordum. Bu, ne kadar sürecek bilmiyordum. Zamanı hesaplamayı da bu odada öğrenmiştim mesela... Bu oda beni bu konuda mükemmelleştirmişti. Ama asla belli bir zamanı olmuyordu. Bazen saatleri bu soğukla baş başa geçirebiliyordum bazen de sadece on dakika sürüyordu. İşte en kötüsü buydu. Bu bilinmezlik... Asıl işkence buydu çünkü insanın kafasını karıştırıyordu. Yüz altmış sekiz saat... Hesaplayabilirdim kafamda ama bu bilinmezlik beyninizi öyle bir kıvama getiriyordu ki adınızı unutuyordunuz.

 

Uyumalıydım...

 

Uyku yarı ölüm demekti ve ben o ölümün yarısına yatmalıydım.

 

Uyumalıydım da uyumak mümkün müydü ki bu soğuğun altında?

 

Üzerinde yattığım zeminde soğumaya başladığında çaresizlikle doğruldum. Çenemi kasıyordum titremesin diye. Ellerimi kollarıma sürttüğümde parmak uçlarımda bir an tenimi hissedemedim. Dikenler batıyor gibiydi ama aynı zamanda da his yok gibiydi. Kuruyan dudaklarımı ıslattım dilimle de kuruyan boğazıma bir çözümüm yoktu. Beş saat dedim kendi kendime... Sadece beş saat...

 

Bir insan ne kadar kendine sarılıp kollarının arasında küçülebilirdi? Elimden geldiğince küçüldüm durduğum yerde. Kalkıp koşmak deli gibi hareket edip kan dolaşımımı hızlandırarak ısınmak istiyordum ama önümde susuz geçecek bir beş saat, aç geçecek yüz altmış yedi saat vardı. Yapamıyordum... Tek yapabildiğim acizce kendime sarılıp dakikaları saymak ve beklemekti...

 

Beş dakika geçti...

 

Zihnim soğukla birlikte paramparça oluyordu

 

On dakika geçti...

 

Alıştım sandığım her dakika kemiklerime kadar titriyordum

 

Yirmi dakika geçti...

 

Kuruyan cildimdeki acıyı çok net hissedebiliyordum.

 

Otuz dakika geçti...

 

Artık aldığım nefesler soluk borumu jilet gibi kesiyor, ciğerlerimi parçalıyordu. Dilim dudaklarımın üzerinde geziniyordu ama faydası yoktu; anında geri kuruyor, kururken de derim birbirinden ayrılıp çatlıyordu.

 

Hani andan sıyrılmak için daldığımız hayaller vardır ya... Bizi sıcak bir sahile sürükler ve o anda yaşarız içinde bulunduğumuz andan kopup... Bunu nasıl yapıyordu insanlar? İhtiyacım vardı. Azda olsa bu soğuğun kesilmesine, nefes alabilmeye, dinlenmeye... En çok da suya...

 

Üzerimdeki tişörtten yükselen portakal kokusu bile veremiyordu bana huzuru... Aklıma düşen okyanus gözler bile ısıtamıyordu içimi. Soyuttu hepsi! Somut olan tek şey beni çepeçevre kuşatan bu acımasız soğuktu. Sahi kaç dereceydi otuz dakikadır içinde bulunduğum bu oda? İnsan bedeni kaçıncı dakikada soğuğa teslim olup ölümün sonsuz uykusuna yatardı? Otuz dakikadır bu soğuğun içindeydim de neden hâlâ alamadığım o nefesler için çırpınıyordu ciğerlerim? Otuz dakikadır bu soğuğu her hücreme yiyordum neden hâlâ göğsümü dövmeye devam ediyordu zavallı kalbim?

 

Durun artık ne olur?

 

Durun ki bitsin...

 

Durun ki azıcık ısınayım...

 

Durun...

 

Yalvarırım durun...

 

💎🎭

 

YAZARDAN:

 

Genç adamın göz kapakları, yosun tutmuş denizlerinin üzerinden sıyrılırken sanki üzerlerinde tonlarca ağırlık varmış gibiydi. Acı... Yüzündeki acı ve ağrı görmezden gelinemeyecek kadar fazlaydı. Her bir kası sızım sızım sızlıyordu sanki. Zihni bulanıktı, son olanları hatırlamak bir hayli zor...

 

Zorladı kendini hatırlamaya... İzel yoktu, eve gelmemişti. Damla'ya onu bulacağına söz vermişti. Her ne kadar İzel şu an kendisini görmek istemese de bulup eve geri götürecekti. Kendini paramparça yapsa da evi başına yıksa da bulup o eve geri götürecekti.

 

Onu son gördüğünde ne demişti o?

 

"Benden nefret ediyorsun değil mi?"

 

Kalbi yüzünden daha çok acıdı. O gözleri bulanık olan zihninin perdesine yansıdığında, boğuldu o kahvelerin içinde. Bu mümkün müydü de soruyordu bunu o aptal kız? Bilmiyor muydu onun için canını bile vereceğini? Yansıtamıyordu belki Gece Hancı duygularını ama tapıyordu hayatındaki o iki kadına. Üç... Üç kadına... Kardeşleri olan İzel ve Damlaya ve annesi yerine koyduğu Eftelya Hancı'ya... Nasıl nefret ettiğini düşünebiliyordu?

 

"Ediyorsun. Etmesen neden birazda olsa huzur bulduğum birini benden uzaklaştırmak için bu kadar çaba sarf edesin ki? Neden birazcık mutluluğu bana çok göresin?"

 

O ağlamaklı ses zihninin içinde çınladı bir kez daha... Zeminine sert bir balyoz darbesi vurulmuş gibi sarsıldı beyninin içi. Ona mutluluğu çok gördüğümü mü düşünüyor yani? Diye geçirdi aklından.

 

"Saçmalık!" diye mırıldandı kendi kendine. O mutlu olsun diye uğraşıyordu. Boş bir aşkın pençesine kapılıp canı yanmasın diye... Bu işin oluru olmadığının farkında olan bir tek kendisi miydi yani? Hadi diyelim oldu! Kahraman Hancı'ya karşı ne halt edeceklerini düşünüyordu ki bu aptal kız?

 

"Bence bir hastaneye götürmeliydik onu! Baksana kendi kendine konuşmaya da başladı."

 

Duyduğu yabancı bir erkek sesiyle sonunda araladı gözlerini genç adam. Gözlerini mi araladı? Zaten aralamamış mıydı? Sikerler... Aklı iyice karışmıştı. Gözünün önündeki mavi bir çift göze bakarlen beyninin içinde şimşekler çaktı sanki ve sağanak bir yağmur başladı. O yağmur tüm sisi bulutu alıp götürmüş, kafasının içini berraklaştırmıştı. İzel'in Kalkavan'ın yanında olduğunu düşündüğünden onun evine gelmişti ve... Dayak yemişti... Bu gerçek burnundan sert bir nefesin dökülmesine neden oldu. Kendinden büyük olan gururu bu gerçeğin altında un ufak olmuş durumdaydı. Yılların eğitimi, uğruna her gece ağrılar içinde uyuyup yaptığı o kaslar... Hiçbir işe yaramamış, bu heriften dayak yemişti.

 

Ve kanımla tablo çizdi...

 

Kanımla...

 

Tablo...

 

Çizdi...

Aydınlanan zihniyle tüm ağrıları siktir edip doğruldu yattığı koltuktan. Güney Kalkavan koltuğun arka tarafında durmuş, ellerini arkalığa yaslamış, üzerine doğru eğilmiş bir vaziyette yüzüne bakıyordu. Savaş Kalkavan ise hemen ön tarafında duran sehpanın üzerine oturmuş dikkatli bakışlarla adamı süzüyordu. Bakışları dikkatliydi de düşünceleri için aynı şeyi söylemek mümkün değildi.

 

"Ne çeşit bir psikopatsın sen lan? Sizin çevrenizde bir Allah'ın kulu da normal değil mi amına koyayım?"

 

Konuştuğu anda siktiri çektiği tüm o ağrılar hücum etti sinir hücrelerine ve elini yüzüne götürdü genç adam refleksle. O an parmak uçlarında, dudağındaki küçük bandı hissetti. Kaşları çatıldı ve aynı parmaklar bu kez kaşlarına çıktı. Orası da bantlanmıştı.

 

"Harbi ruh hastasısın." diye mırıldandı yosun tutmuş denizleri Savaş Kalkavan'ın yüzüne dikilirken. Ama Savaş onu duymuyordu bile.

 

"Damla'ya mesaj attım, İzel hâlâ eve gitmemiş. Hiçbir otel, karakol ya da hastanede kaydı yok. Hatta gece kulüpleri ve barlarda da yok. Geriye tek bir seçenek kalıyor. Ya dün geceki gibi bir kaldırımda oturuyor ya da arabasını bir yere çekti arabasında bekliyor."

 

Saçlarını karıştırdı Gece Hancı kafa karışıklığıyla.

 

"Tüm bu bilgileri bu kadar kısa sürede elde etmiş olamazsın!"

 

Ve aynı anda ensesinden bir el tuttu ve sıktı. Kulağının dibine eğilen kafanın varlığını nefes seslerinden anlamıştı.

 

"Anladık! Kahraman Hancı büyük adam sende onun yaverisin. Ama Kahraman Hancı'ya kul köle olmayıp, korkusuzca karşısında dimdik duran Kalkavanları neden hafife alıyorsun onu anlamış değilim!"

 

Öfke... Kurak bir toprağın üzerine yağan yağmur gibi yağdı adamın hücrelerine ve toprak saniyeler içinde çamura dönüştü; kaydı, kaydı, kaydı... Adam altında kaldı. Elini ani bir hareketle arkasına atıp ensesini tutan elin bileğini kavradığı gibi bedeni aşağı çekti. Başı koltuğa yaslanan Güney Kalkavan'ın dünyası tersine dönmüştü. Bir koluyla boğazına baskı yapıp kalkmasına engel olurken acıya rağmen sıktığı dişlerinin arasından, "Hayır gerizekalı!" diye tısladı. "Sizi hafife aldığım için söylemedim bunu. Siz İzel'i hafife aldığınız için söyledim. Eğer o bulunmak istemiyorsa, burnunuzun dibinde olsa dahi onu göremezsiniz. Bu yüzden herhangi bir otelde olabilir ya da gece kulübünde. Ama hastane ya da karakolda olması zaten en başından imkansız boşuna aramışsınız."

 

Güney'i bıraktığında nefes nefese doğruldu Güney Hancı. Yüzü hem nefessizlikten hem de baş aşağı durmaktan kıpkırmızı olmuştu. Sitemkâr bakan gözlerini, olanları sadece izlemekle yetinen kuzenine çevirip "İzle ordan ama sadece. Adam beni burada öldürsün, senin hiç umurunda olmasın!" diye yakındı, aynı gözleri gibi sitemkâr olan sesiyle.

 

Savaş başını iki yana salladı. Atölyede geceni gündüze çeviririm diye artistlik yapan kendisi değil miydi de şimdi kendisine sitem ediyordu. Burnundan dökülen sert bir solukla gündemini meşgul eden konuya döndü ve gözlerini yeniden Gece Hancı'ya çevirdi.

 

"Dediğim gibi... Otel pansiyon ne varsa baktırdım. Hiçbirinde yok! Evet bulunmak istemiyorsa bulunmaz. Ama ben de bulmak istiyorsam benden kaçamaz. Ne yapalım çıkıp tek tek sokakları mı arayalım yoksa polise mi haber verelim?"

 

Gece Hancı üzerindeki ceketini düzeltip ayağa kalkarken "Şu kızıl saçlı kız?" diye sordu. Neydi adı? Hale miydi? Helin? Hazan? Hazal? Evet, Hazal'dı.

 

"Aradım cevap vermedi mesaj attım görmedi. Ama orada olduğunu düşünmüyorum. Hazal soru sorar, İzel sorulmasını istemez."

 

Yosun tutmuş denizlerinı devirdi genç adam. "Onu çok tanıyormuşsun gibi konuşmayı kes. Ayrıca onu çok düşünüyorsan, onun iyiliği için ondan uzak dur. Zaten çok yakında tamamen gidiyoruz. Bu süreçte görme bile onu, kendini de gösterme. Onun için en iyisi bu."

 

Ardında bir çift şaşkın bir çift de öfkeli mavi göz bırakıp evden çıkıp gitti Gece Hancı. Şimdiki durağının neresi olacağını iyi biliyordu.

 

Siyah maseratisine binip olduğu yerde ani bir manevra ile döndüğünde arabasının lastiğinin izleri, bahçenin zeminini kaplayan beton parkenin üzerine çıkmıştı.

 

Gece yarısını çoktan geride bırakan saat ile birlikte trafik olmasa da yollar boş sayılmazdı. Hız limitini zorladı genç adam. Önüne çıkan arabaları ustalıkla solluyor bazen de aradan makas atarak ilerliyordu. Başında iğrenç bir ağrı vardı. Hatta o ağrı her yerinde diyebilirdi ama yüzü... İşte o başka bir boyut atlamış gibiydi.

 

"Şerefsiz!" diye mırıldandı hemen önünde yavaş ilerleyen arabayı hızla sollarken. Bir eli direksiyondan ayrılmış, kirli sakalların yeni yeni çıkmaya başladığı çenesini kaşıyordu. "Sağlam vuruyor."

 

Şehrin sarı ağırlıklı sokak lambaları, arabasının ön camından yüzüne doğru akarken kısa sürede bitirdi o yolu. Beş katlı bir apartmanın önünde durmuştu. Gözleri ön camdan doğrudan üçüncü kata kaydı. Işıklar kapalıydı. Kafasının içine emanet bir ağrıyla çıktı arabanın içinden ve sakin adımlarla apartmanın önünde durdu. Hemen köşede üst üste sıralanmış zillere kaydı gözü ve üçüncü katınkinin üzerindeki ismi okudu.

 

Hazal Baysal...

 

O gün geldiğinde şans eseri bu dış kapı açıktı ama şimdi sımsıkı kapatılmıştı. Elini kaldırıp düşünmeden bastı üçüncü katın ziline ve bekledi. İçinde bir umutla İzel buradadır diye o kapının açılmasını bekledi. Açılmadı. Bir kez daha bastı ve bir kez daha... Açılmadı. Bu kez elini uzatıp bastı ama geri çekmedi. Açana kadar da çekmemeye kararlıydı.

 

Beş dakika... Tam beş dakika boyunca bastı o zile Gece Hancı ve artık pes ettiği noktada kapı, dijital bir titreşim sesiyle açıldı ve içeriye doğru hafifçe aralandı. Derin bir nefesi koyverdi genç adam, tutunduğu o umutla birlikte kapıyı itip içeri geçti. Kapıyı ardından kapatıp hızla ikişer ikişer atlayarak çıktı o merdivenleri. Son basamağı da çıktığında daha önce geldiği o evin kapısının aralık olduğunu, girişte omzunu kapının kirişine yaslamış bir halde uykulu bir ifadeyle kızılın beklediğini gördü.

 

Genç kız, merdivenin başındaki adamı gördüğünde başta gördüğü şeyin gerçekliğini sorguladı. Ama gerçekti. Uyku bedenini hızla terk ederken şaşkınlıkla doğruldu omzunu yasladığı kirişten. Başta ona bu saatte kapısını öyle çaldığı için kızmaya hazırlıyordu kendini ama yüzünün halini gördüğünde vazgeçti ve susup onun konuşmasını bekledi. Kabarık kızıl saçları, makyajsız olduğundan hafif çillerle bezeli, belli belirsiz yastığın izini taşıyan yüzü ve üzerindeki küçük kahverengi ayıcıklarla süslenen pempe şort ve askılıdan oluşan pijama takımı umurunda olmadı. Zira bugün okulda gördüğü adamla şu an karşısında gördüğü adamın farklılığına şaşırmaktan kendini alamıyordu.

 

Ne olmuştu bu adama böyle?

 

Beklediğinin aksine adam karşısına geçtiğinde konuşmadı. Hatta yanında küçücük kalan bedeninin yanından geçip sorgusuz sualsiz içeriye girdiğinde dudakları aralandı şaşkınlıktan. Allah aşkına saat gecenin üçüne geliyordu, belki de çoktan vurmuştu akrep üçü tam kalbinden. Henüz ayılamayan bedeni, tüm bu olanları algılamakta zorlanıyordu. Hâlâ bir rüya görüyor olabilir miydi?

 

Sonunda durumu idrak ettiğinde kapıyı kapatıp, salonuna doğru ilerleyen adamın ensesine baktı. "Kapıyı alacaklı gibi çalmanı geçtim ama bu yaptığın resmen haneye tecavüz farkında mısın?" Ses tonunda şaşkınlığa karışan az miktarda öfke de vardı. Fakat genç adam onu duymazdan gelip gözlerini salonda gezdirdi, ardından mutfağa doğru yöneldi. Kız çıplak ayaklarıyla ve üzerine giyip bir türlü atamadığı şaşkınlığıyla adamı takip ediyordu.

 

Mutfağa girdiklerinde "En azından bana neyi aradığını söyle? Belki biliyorumdur, burası benim evim falan ya hani?" dedi imayla. Ama kime konuşuyordu ki?

 

Gece arayışını bitirmiş gibi bir anda durup arkasını döndüğünde gözleri birbiri ile çarpıştı. Tanrı şahit, genç kız yaralı olan, fena hırpalanmış yüzüne rağmen o ela gözlerden ürkmüştü.

 

"İzel burada mı?"

 

Tok sesi ve düz ifadesiyle öylece mutfağının ortasında dikilirken sorduğu bu soruyu genç kız ilk anda algılayamadı. Mavi gözleri öyle dalmıştı ki o elalara... Soru kulağının süzgecinden geçip beynine ulaştığında boğazını temizleyip gözlerini kaçırdı ve "İzel mi?" diye sordu zaman kazanmak için. Kaşla göz arasında ne olmuştu bilmiyordu ama beyni sulanmış gibi hissediyordu o an.

 

Derin bir nefes alıp gözlerini yeniden karşısındaki adamın gözlerine dikip "Hayır! Burada değil." cevabını verdi, kendini toparlamak adına yaptığı o hareketi Gece Hancı'nın başka bir şekilde algıladığından habersiz. Göz kaçırma, yalan söylenirken yapılan en basit hatalardan, insanı en kolay ele veren hareketlerden biriydi. Bu yüzden yosun tutan denizlerinin üzerine, denize çöken bir şafak gibi göz kapakları indi hafifçe. Ardından bakışlar kızın arkasında kalan kapısı kapalı odaya kaydı. O odayı kontrol etmemişti.

 

Hazal onun gözlerini kısışının ardından baktığı yeri fark ettiğinde ondan önce davranıp odanın kapısına doğru koştu ve "Hayır içeri bakamazsın." dedi tek solukta. İçerisi şu an ana baba günü gibi dağınıktı ve toparlamaya fırsatı olmamıştı. Tanrı aşkına, yeni yıkadığı iç çamaşırları odasının ortasında duran çek as çamaşır askısında asılı vaziyetteydi!

 

Gece, sakin adımlarla o kapıya ilerlerken, bağrına şüphenin tohumunun ekildiği yosun tutmuş denizleri bir an olsun kızdan ayrılmıyordu. Yüz kasları bu denli ağrımıyor olsaydı ve İzel'i bulmak gibi bir derdi olmasaydı karşısında kızın haline gülebilirdi bile. Sanki koca kapıyı kaplayabilirmiş gibi bedenini kapının önüne gerip ellerini ve ayaklarını kirişlere yapıştırması komik bir görüntüydü. Hele üzerindeki ayıcıklı pijama takımı ile... Kaç yaşındaydı bu kız? On mu on iki mi? (O sırada yazarın aklındaki sahnelerin ortama giriş şekli😈)

 

"Neden?" diye sordu son adımı da atıp kızın gözlerinin içine içine tehditkâr bir ifadeyle bakarken. "İçeride görmemem gereken biri mi var? Benden kaçmaya çalışan? Mesela İzel gibi?"

 

Genç kız, ince açık renk kaşlarını çatıp adamın yüzüne bakarken "Söyledim ya!" dedi bastıra bastıra. "İzel burada değil! Savaş'a gitmiştir büyük bir ihtimalle! Git oraya ba..."

 

Sesi sona doğru kısıldı... Çünkü karşısındaki adamın tek kaşı her kelimesinde biraz daha havalandı ve ela gözleri daha da tehlikeli bir hâl aldı. Bu ifade kıza cevap verir nitelikteydi.

 

"Dur tahmin edeyim; buraya gelmeden önce zaten oraya gittin ve seni bu hâle Savaş getirdi."

 

"Zeki kız." dedi adam aksini iddia eder gibi bir sesle, ardından elini saçlarından geçirip "Sen mi çekilirsin yoksa ben mi çekeyim seni oradan kızıl?" diye sordu.

 

Hissettiği gerilimle elerini iyice kapıya yapıştırdı Hazal ve "Yahu adam..." dedi yakınırcasına. "Neden anlamıyorsun İzel burada değil. Burası benim yatak odam ve sen buraya giremezsin!"

 

Gözlerini devirdi Gece. "Pekâlâ ben çekeceğim o zaman." Kararlı adımlarla ve bakışlarla Hazal'a doğru bir adım daha attığında genç kız anında "Yemin ederim dokunursan çığlık atarım!" diye tehdit etti Gece'yi. Bu tehdit adamın yüzüne eğlenen bir ifadeyi nakış gibi işlemiş ve başını sağ omzuna doğru düşürmesine neden olmuştu. Gözlerine haylaz parıltılar dökülürken "Evet..." diyerek onayladı genç kızı. "Bir gün sana gerçekten dokunacak olursam, muhtemelen çığlık atarsın."

 

Hazal başta kelimelerin gittiği noktayı anlayamadığından karşılık vermek için dudaklarını araladı ama anladığı anda geri kapatıp gözlerini kısarak baktı adama. Tehditkâr bir şekilde bakmaya çalışıyordu ama adamın iması onu utandırdığından başarabildiği söylenemezdi.

 

Gece aynen öyle der gibi bakıp genç kızın yüzüne, "Şimdi çekilecek misin oradan? Yemeyeceğim odanı alt tarafı kontrol edip çıkacağım!" diye söylendi. Sesi artık tahammül sınırlarını zorladığının alarmlarıyla yanıyordu. Ama anında gelen keskin bir "Hayır!" yanıtı, burnundan bıkkın bir nefesi koyvermesine neden oldu. "Hayatını kurtaran adama biraz minnet borçlu değil misin sence de?" diye sordu. Bu konuya girmeyi ve kızı utandırmayı her ne kadar istemese de buna mecbur bırakılıyordu şu an.

 

Kızın mavi gözlerine anında çöken hüznün oluşturduğu o dalgalanmayı net bir şekilde gördü. Yutkunduğunu da... Bakışları bir kez daha kaçtı adamdan ve ne söyleyeceğini bilemedi başta. Ardından kısık bir ses yükseldi aralarından.

 

"Minnettarım zaten. Gerçekten bak. Çok teşekkür ederim o gün için." Başlarken yumuşak olan bakışları aniden sertleşti ve çenesini dikleştirip ekledi. "Ama bu durum, yatak odama girmene izin vereceğim anlamına gelmiyor."

 

"Güzel..." diye mırıldandı genç adam kendi kendine. "Bende zaten izin almıyorum." Ve bir anda kızı, elleri kapıya yaslı olduğundan aralık duran kolları sayesinde, rahatça koltuk altlarından tuttuğu gibi zorlanmadan kaldırıp, Hazal'ın idrak etmesine izin vermeden sağ tarafına döndü ve yere bıraktı.

 

Edeceği tüm itirazlar boğazına dizildi Hazal'ın. Çünkü Gece çoktan odanın kapısını açıp içeriye girmişti bile. Utançla inledi başta ama yetmeyince ellerini yüzüne kapatıp avuç içlerine doğru çığlığı bastı. Boğuk çıkan sesini yalnızca kendisi duysa da en azından bir nebze rahatlatmıştı bu hareket onu. Bir telefonun çalarkenki titreşim sesi kulaklarına dolduğunda bir an kendi telefonu mu acaba diye düşündü ama hayır onun telefonu titreşim modunda değildi, doğrudan sessizdeydi.

 

Adamın elinde telefonu ile odasından dışarı çıktığını gördüğünde kendini tüm çirkefliği ile çemkirmeye hazırlıyordu ki "Sessiz ol!" diyen sıkıntılı bir ses onu anlık olarak durdurdu.

 

Önce gecenin üçünde evine sormadan dalıyor, odalarını arıyor, girmesini asla istemediği yatak odasına zorla giriyordu bir de üzerine emir mi veriyordu yani? Yoktu öyle bir dünya.

 

"Pardon!" deyip tepkisini ortaya koydu ama genç adam onu hiç takmadı ve hemen yanında durup, telefonu açıp, kulağına yaslayıp "Efendim Kahraman baba!" dedi takmadığını net bir şekilde de belli ederken.

 

Umursamadı Hazal onun telefonda oluşunu. Bu kadarı da fazlaydı ama artık. Bir adım yana kayıp tam karşısına geçti ve kızgın gözlerle onun hırpalanan yüzüne bakarken dudaklarını araları. Ama konuşamadı. Gece Hancı, Hazal Baysal'dan bir adım daha öndeydi. Kızın niyetini anladığı gibi boşta olan elini onun dudaklarına bastırıp onu arkasındaki duvara yasladı ve sıkıca avucunu yasladı dudaklarına. Bedeni de bedenine yaslanınca genç kıza kaçacak bir alan bırakmamıştı Gece. Dikkati kulağındaki sesteyken, Hazal'ın kocaman açılan mavi gözlerine öyle bir ifadeyle bakıyordu ki, kızın zaten o andan sonra konuşmasının imkânı yoktu.

 

"Nasılsın çocuğum?" dedi karşısındaki ses, kafası karışsa ve zehirli bir his içinde yükselip kalbini sıkıştırsa da "İyiyim efendim." diye cevapladı onu.

 

"Neler yapıyorsunuz? Çalışmalar nasıl gidiyor? Antrenmanlar aksatılmıyor değil mi?" diye sordu bu kez Kahraman Hancı. Anlayamıyordu Gece. Bu her zamanki kontrol rutini olan aramalardan mıydı yoksa endişelenmeye başlaması mı gerekiyordu anlayamıyordu. Ne bedenini ne avcunu ne de gözlerini genç kızın üzerinden çekmezken "İyi efendim!" diye yanıt verdi. "Her şey yolunda sayılır." Sayılır... Bu kelime Kahraman Hancı'nın nefret ettiği kelimelerden biriydi. Arada kalan her şeyden nefret ederdi o.

 

"Sayılır ne demek Gece? Sayılmayacak! Her şey yolunda olacak! Birkaç gün önceki görevinizde korumaları kiralayıp size yardımcı oldum ama bu kez öyle bir şansınız olmayack. Tamamen yalnız olacaksınız Rauf Karan ve adamlarına karşı! Tek bir hata dahi istemiyorum. Duydun mu beni? Tek bir hata..."

 

"Olmayacak efendim!"

 

"İzel ne yapıyor?"

 

Gözlerini kapattı bir anlığına Gece. Üzerine tırmanan bu gerginliği atmanın bir yolu yok muydu? Vardı Elbet! Şu telefon sorunsuz kapansın, bu arama her zamanki rutin kontrol olsun ve İzel'i bir an önce, mesela gün ağırmadan, bulsun gerginlik falan kalmayacaktı genç adamda.

 

Ama hayat... Sizin üzerinize bir kez gelmeye başladı mı, altında ezip un ufak etmeden bırakmıyordu hayat.

 

"Sen söyleme!" diyerek yeniden konuştu Kahraman Hancı. Hayır diye geçirdi aklından Gece. Hayır lütfen düşündüğüm şey olmasın!

 

"Çünkü daha nerede olduğunu bile bilmediğin birinin ne yaptığını da söyleyemezsin değil mi Gece?"

 

Genç adamın tüm kanı vücudundan çekilirken beraberinde taşıdığı o gücü de çekti aldı bedeninden. Kızın dudaklarına kapanan eli gevşedi önce. Kahraman Hancı durmadı devam etti sözlerine.

 

"Eminim şimdi her yerde onu arıyorsundur. Arama boşuna. Fransa'ya gelmiş haylaz. Annesini görmeye. Şimdi de paşa paşa cezasına doğru yürüyor!"

 

Geriye doğru bir adım sendelediğinde Hazal ondaki değişimi anbean izliyordu. Telefonda her kiminle konuşuyorsa konuşmanın seyri, yediği tüm o dayağa rağmen zımba gibi olan bu adamı, uzun soluklu bir deprem gibi saniye saniye yıkıyordu. Öyle ki bedeni üzerinden çekilip gerilediğinde ve alanı açıldığında aklında olan tek şey sorunun ne olduğuydu. Kızgınlığı kanatlanmış uçup gitmişti.

 

Çatılı kaşları ile adamın yüzünü tararken karşısındaki her ne dediyse başını şiddetle iki yana salladığını gördü. "Olmaz." dedi kalın erkeksi sesi. "Bir hafta çok uzun o kadar dayanamaz."

 

Kim neye dayanamıyordu ne oluyordu da bir hafta uzun bir süreye tekabül ediyordu, hiçbir şey anlamıyordu genç kız. Ama ortada büyük bir sorun olduğunu Gece Hancı'nın yüzüne baktığında net bir şekilde görebiliyordu. Karşıdaki her kimse oldukça yüksek sesle konuşuyordu. Telefonun ahizesinden ona kadar taşıyordu ses ama harfler bir bütün haline gelip herhangi bir kelime, cümle oluşturmuyordu.

 

Gece Hancı dolgun dudaklarını bir kez daha konuşmak için araladı ama konuşamadan geri kapattı. Telefonu tutan eli yavaşça kulağından aşağı doğru kayarken anladı genç kız karşıdakinin konuşmayı sonlandırdığını.

 

Bir insan bir ev olsa ve şiddetli bir depremle yıkılsa, muhtemelen Gece Hancı'nın şu an gözüktüğü gibi görünürdü. O dağ gibi adam şimdi bir enkazdan farksızdı. Bir adım daha geriledi ve sırtı duvara yaslandı. Gözleri yerde bir noktaya sabitken genç kız endişelenmeye başlamıştı. Ne olmuştu? İzel ile mi ilgiliydi? O buraya İzel'i aramaya gelmişti öyle değil mi? İzel neredeydi ki? Tüm bunları sormak için can atsa da Gece Hancı'nın vereceği tepkiden korktu genç kız.

 

Sonra bir şey fark etti. Genç adamın yüzü git gide kızarıyordu. Göğsü inip kalkmıyordu. O nefes almıyordu. Gözleri endişeyle büyüdü Hazal'ın. Gece Hancı panik atak geçiriyordu. Ne yapacağını bilemez bir halde adamla aralarındaki mesafeyi kapattı. Zaten küçük olan koridorunda bir adım yetmişti kapatmaya. Elini Gece'nın gözlerinin önünde sallayıp "Hey!" diye bağırdı anın getirdiği telaşla. "Nefes al!" Ama nafile... Gece sanki kız görünmezmiş gibi hâlâ aynı noktaya bakarken Hazal'ı duymuyordu bile.

 

Omuzlarından tutup sarsmak istedi Hazal onu ama bu iri adama yetmedi gücü. Korktu genç kız. Onun yüzüne baktığı her saniyede korkusu daha da arttı. Ne yaparsa yapsın, ne kadar sarsarsa sarssın, ne kadar seslenirse seslensin, duyulmuyor, görülmüyordu. Anın getirdiği korku ve panikle elini kaldırıp adamın yüzüne atabildiği en sert tokadı attı, "Uyan! Nefes al!" diye çığlık attı. Kendi eli bile acıdı, kulakları kendi sesiyle sızladı ama adama hissettiremedi de duyuramadı da. O an kendini çok çaresiz hissediyordu genç kız. Karşısındaki adam nefes almıyor, ne yaparsa yapsın bir tepki vermiyordu. Sonra aklına bir şey geldi. Filmlerde hep işe yarayan bir taktik. Tereddüt ile alt dudağını ısırıp derin bir nefes aldı ve alt dudağını dişlerinin arasından kurtardı. Düşünmeden ellerini adamın yanaklarına yaslayıp parmak uçlarında doğrulup dudaklarını adamın dudaklarına bastırdı. Düşünürse yapamazdı çünkü. Yaşadığı o olay, her ne kadar hatırlamasa da derin bir yanık izi bırakmıştı bağrında. Bu yüzden herhangi bir erkeğe yakın olmayı geç düşüncesi bile kızın terdiginlikle titremesine neden oluyordu. Ama şimdi... Tam şu anda... Başka çaresi yok gibi hissetmişti. Bir dakika önce bunun olacağını söyleseler güler geçerdi şimdi ise oluyordu. Bir adamı öpüyordu.

 

Zaman, Hazal'ın dudaklarından Gece'nin dudaklarına akan nefes oldu. Zaman kızın tedirginlikle çarpan kalbinin atışları oldu. Zaman Gece'nin ciğerlerine aldığı o ilk soluk oldu. Geri verdiği o nefes burnundan akıp genç kızın sus çizgisine ardından aldığı nefesle ciğerlerine doldu.

 

Hazal tam geri çekilecekti ki yere düşen bir cismin sesi koridorda yankılanırken iki el belini sımsıkı tuttu. Parmaklar sanki etinden içeri girmek istiyormuş gibi tutunmuştu Hazal'ın tenine ama canını yakmıyorlardı. Ve dudaklarını bastırdığı dudaklar hareket etmeye, alt dudağını çekistirip sertçe emmeye başladı. Vücudu mu vermesi gereken tepkileri veremiyordu anlayamıyordu genç kız ama kalbinin atışı göğsünü öyle şiddetli dövüyordu ki bir an duracak sandı. Midesinin bulanması gerekmiyor muydu? Son olanlardan sonra bir erkeği düşünmek bile bulandırıyordu oysaki.

 

Birbirine geçen hislerin karmaşası ile ayrıldılar birbirlerinden. İkisinin de nefesi hızlıydı ama nedenleri farklıydı. Hazal'ınki heyecandan hızlanmıştı, Gece ise biraz önce alamadığı o nefeslerin acısını çıkarıyordu.

 

Genç kız ellerini çekti genç adamın yüzünden ve yeniden bastı yere ama Gece'nin elleri hâlâ kızın belindeydi. Çatılı kaşları her ne kadar tüm dikkatiyle Hazal'ın yüzünde de olsa düşünceleri bambaşka bir noktadaydı.

 

İki dudağının arasından soluğunu karışan bir kelime döküldü. Hazal başta ne olduğunu anlayamadı ama genç adam uzaklaşıp yere düşen telefonunu alırken transa girmiş gibi aynı kelimeyi tekrar edip durduğunda anladım

 

Gece Hancı evini terk edip giderken Hazal'ın zihninde o kelime yankılanıp duruyordu.

 

"Koruyamadım..."

 

💎🎭

 

İZEL İZEM HANCI'DAN:

 

Kırk yedinci dakika...

 

Soğuğun içinde acı çekişimin kırk yedinci dakikasındaydım. Saydığım her dakikada zihnim biraz daha karışıyor, düşünme yetimi kaybediyordum. Soğuk vardı sadece... Her hücremi kuşatıp beni yakan bir soğuk... Öldürecek kadar değil belki ama acısını kemiklerimde hissedeceğim kadar soğuk... Her zerrem dualarla ağıt yakıyordu bitsin diye. Ya bu işkence bitsin ya da ben son nefesimi vereyim. Vereyim ki kurtuluşumun ışığı ile aydınlansın ruhum.

 

Uyku yalvarırım tut çek beni, yatır ölümün diğer yarısına... Yatır ki hissetmeyeyim.

 

Anne... Gittiğin o yerde benim için de yer var mı? Alsana beni de yanına. Al ki çekmeyeyim bu çileyi.

 

Kırk sekizinci dakikanın yirmi üçüncü saniyesi dudaklarımdam bir soluk gibi döküldüğünde soğuğun yavaş yavaş azalmaya başladığını hissettim. Kemiklerime kadar titreten o hava çekiliyordu üzerimden. Başımı yasladığım dizlerimden kaldırıp sanki bir şey görebilecekmişim gibi baktım karşıma ama bomboş bir karanlıktı orası. Ben bu odada öğrenmiştim karanlıktan korkmamayı.

 

Odanın ısısı yavaş yavaş düşerken bedenimi saran tüm deri gerim gerim geriliyor, hızlanan kan dolaşımım ile ısıyı hissedem vücudum sızlıyordu. Isı ayarı öyle yavaş yükseliyordu ki içerisi hâlâ buz gibiydi ama düşen her dereceyi hissedebiliyordum. İsteseler de birden yükseltemezlerdi o ayarı. Beynim bir şok dalgası ole çarpışıp kalıcı bir risk ile bana zarar vermesin diye. En azından bir beş dakikam vardı normal bir odada nefes alabilmek için. Ben bu odada öğrenmiştim zamanın aslında benim tutunacak tek dalım olduğunu.

 

Soğuğun içindeyken hissetmiyordun ama şimdi ısınmaya başladığım noktada midemdeki boşluğu ve dolmak için can atarak guruldamasını hissediyordum. Eskiden Gece ya da Damla kaçarak bana yiyecek bir şeyler getirirlerdi ya da annem... Şimdi hiçbiri yoktu. Bana yardım edebilecek hiç kimse yoktu... O sevmediğim açlık hissi bedenime yavaş yavaş çökerken o hissi geçirebilecek hiçbir şey yoktu. Boğazımdaki kuruluk giderek artıyor, dudaklarımdaki yarıklardan artık hafif hafif kan sızıyordu, dudaklarımı her yaladığımda o tadın damağıma yayılışıyla bulanan midem kasılıyordu. Eğer içi dolu olsaydı belki kusturabilirdi bile beni ama boştu... Çıkarabileceğim herhangi bir şey yoktu.

 

Zaman, her zaman sizinle ters orantılıdır. Akmasını istersiniz akmak bilmez, akmasın diye ucundan tutup durdurmak istersiniz kayıp gider avuçlarınızdan ve yakalayamadan bir bakmışsınız geçip gitmiş göz açıp kapayıncaya. Çabuk geçti o beş dakika. Odanın ısısı artık yüksekti ve bu noktadan sonra da yükselecekti. Evet dedim... Artık uyuyabilirim... Sen istediğin kadar akma zaman, ben seni akıtmasını da bilirim.

 

Hava ağırlaşmaya başladı. Gücü yoktu sanki kalkmaya da üzerime çökmeyi tercih etmişti. Havanın altında kalmak mümkün müydü? Ben orada o havanın altında kaldım. Soğuk acıttı canımı gizledi belki susuzluğumu ve açlığımı ama sıcak bindi üzerime, yaktı yaktı yaktı...

 

Ne garip değil mi? Sıcak ve soğuk... Birbirlerinden öyle bağımsızlar ki, eksi sonsuz ve artı sonsuz gibi. Ama geçtiği yollar aynı. Ve insan bedeninin üzerinde bıraktığı o etki... Aynı boğuculuk, aynı nefesi kesen o his... Sıcakta da yanıyor bedenin soğukta yakıyor tenini...

 

Söylesenize biraz önce soğuktan şikayet edip ölümü dileyen bir insanın şimdi o soğuğu dilenmesine ne denir?

 

7 saat sonra...

 

Küçükken hayallerim vardı... Onlar nelerdi şimdi hatırlamıyorum ama beynimin içinde bir yerlerde o hayallerin varlığına tutunduğum zamanları hatırlıyorum. O hayallerin hepsi bu odanın içine gömüldü. Dört yaşımdan itibaren her yaşım bu odanın için gömüldü. Bu oda benim için babamın tasarladığı bir ceza odası değildi. Bu oda benim mezarımdı ve şimdi de içine yirminci yaşımı yatırıyordum.

 

Ne kadar oldu? Ne zamandır bu odanın içindeyim ben? Hatırlamıyorum. Aralıklı uykularla kesik kesik uyudum. Zaman birbirine karıştı bende bıraktım saymayı ve uyudum. Açlığın artık midemi ağrıtmaktan çok daha ötesinde olduğu bir safhadayım. Susuzluğu zaten saymıyorum bile... Yutkunamayacak kadar kötü bir durumda olduğumu söyleyebilirim yalnızca. Yutkunabilmek bile lüksmüş bu oda bana bunu da öğretmiş. Üç yıl uğramadıktan sonra şimdi çok zorluyor bunu itiraf etmeliyim. Kocaman bir belirsizliğin içinde yuvarlanıyorum bayır aşağı. Sonunda beni ne bekliyor bu bayırın?

 

Yüzümü duvara dönmüş alnımı da duvara yaslanmış öylece uzanıyordum yerde. İçerisi bir süredir normaldi. Soğuk ya da sıcak yoktu sadece karanlık vardı. Kaç kez soğukla dondum sonra sıcakla yandım, kaç kez kaçmaya çalıştığım o soğuk ve sıcağı aradım da bulamadım sayısını bilmiyorum. Bildiğim tek şey alışamadığım ve dayanamadığım...

 

Kapalı gözlerimin ardında bir sahne kurup o sahnede bir oyun sergilemeye çalışıyordum. İşe yaramayacağını bildiğim o taktiği uygulamaya ve biraz da olsa bu andan sıyrılıp başka anlara geçmeye... Dudaklarımda eski bir Fransızca şarkı var ama şarkıyı şarkı söyler gibi de söylemiyorum. Öylesine dökülüyor dudaklarımdan, daha çok mırıldanıyor gibiyim. Bilmiyorum... Burası öyle sessiz ki kendi sesim bile yabancı geliyor kulaklarıma.

 

Sonra bir şey oluyor... O sessizliği kağıt gibi kesen bir ses... Kapının arkasındaki dümenin dönme sesi... Başımı kaldırıp baktığımda beyaz bir ışık doluyor içeri. Büyük bir depremin toprağı yaradığı gibi yarıyor karanlığı ve karanlığa alışan gözlerimi. Üzerime akan o ışık beni öyle rahatsız ediyor ki yeniden kapanıyorum duvar dibine ve gözlerimi sımsıkı kapatıyorum.

 

Ayak seslerini duyuyorum, bana yaklaşan biri var ama endişeli değilim. Biliyorum kimin geldiğini. Dolmuş işte altı saatim, suyum gelmiş.

 

Başımın yanına çöken beden o ışığı kestiğinde gözlerimi aralayıp baktım o yüze. Alex'ti. Karanlıkta net göremesem de yüzündeki keder gizleyemiyordu kendini. "Kalk hadi..." dedi fısıltılı bir sesle ama sesi kulaklarımda patladı sanki. Öyle bir alışmışım ki sessizliğe sağır sanmışım kendimi.

 

Söylediğini yapıp doğruldum ve ona doğru dönüp sırtımı duvara yasladım. Bir elini uzatıp yüzümde asılı kalan saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdı ve şefkatle yanağımı okşarken "İyi misin?" diye sordu.

 

İyi miydim?

 

İyi nasıl olunurdu ki?

 

Omuz silktim sorusuna ama burnumun direği sızlamaya başlamıştı bile. Gözlerimi yüzünden çektiğimde eline kaydı gözlerim ve gördüğüm şeyle kaşlarım çatıldı? Şaşkınlıktandı... Başım otomatik olarak karanlıkta göremediğim ama yerini bildiğim o kameraya kaydı. Gece görüşlü bir kameraydı ve bu sayede babam istediği zaman eserini gururla izleyebiliyordu.

 

"Baban bir toplantıda şu an. Kaydı o izlemeden önce silip düzenlemek için yeterince vaktim olacak. Üzgünüm suyun bir saat kadar gecikti ama babanın o toplantıya gitmesini bekledim." diye açıklamayı yapıp elinde, üzerinde iki kocaman sandviç olan tabağı dizlerimin üzerine bıraktı. Tabak dizlerimden kayıp düşmeden önce son anda tutabilmiştim ama alt kirpiklerime asılan damlayı tutamadım ve kaydı yanağımdan aşağı. Bir litrelik bir şişe suyu da ayağımın dibine koymuştu. Bağdaş kurup oturdum ve tabağı bacaklarımın üzerinde sabitledikten sonra kuruyan boğazımı ıslatmak içi önce şiseye uzandım. Aldığım bir yudum suyun ardından kapağını geri kapatıp yeniden aynı yerine bıraktığımda, yuttuğum o bir yudum su, öyle bir rahatlık hissi vererek kayıp gitmişti ki mideme, gözlerimi kapatıp bu hissin tadını çıkarmak için kendime birkaç saniye verdim. Adından dolan gözlerim yüzünden akmaya bir hayli meraklı olan burnumu çekip "Başını belaya sokacaksın." diye mırıldandım. Bir yandan da sandviçlerden birini elime almış, üzerindeki kâğıdı sıyırıyordum. Kocaman bir ısırık aldığım sırada güldüğünü duydum.

 

"Eğer böyle bir fırsatım olduğunu ama kullanmadığımı annen duysa canıma okurdu."

 

Sözleri bir gözyaşını daha aldı göz pınarlarımdan ve o damla, yanağımdan kayıp dudağımın köşesini son durağı belledi.

 

"Keşke..." dedim ağzımda olan lokmayı umursamadan. "Keşke ayakta olsaydı da canımıza okusaydı."

 

Ve duygularımı bastırsın diye bir ısırık daha alıp tıka basa doldurdum ağzımın içini. Eğer bastırmasam yemeği bırakıp ağlamaya başlayacağımı biliyordum. Bu odada bana fayda sağlayacak şey göz yaşlarım değildi. Aksine... Göz yaşlarım şeytanın içtiği bir kadeh keyif şarabının nedeni olurdu. Güçlü durmalıydım gücüm olmasa bile.

 

Sessizlik aramızda uzayıp giderken iki sandvici de kısa sürede indirdim mideye. Bu süreçte Alex beni izliyordu, açık kapıdan yayılan loş ışıktan gördüğüm kadarıyla, şefkat yüklü gözlerle.

 

Bitirdiğimde buruşturduğum diğer kağıdı da tabağın üzerine bıraktım. "Doydun mu?" diye sordu. Aslına bakarsanız şu an kendimi hâlâ aç hissediyordum ama birazdan, yirmi dakika kadar sonra, mideme o doygunluk hissinin çökeceğini biliyordum. Bu yüzden küçük bir çocuk gibi başımı aşağı yukarı sallayarak cevap verdim ona. Sonra suya uzandım. Ama ben daha kapağını açamadan Alex elini elimin üzerine koyup beni durdurdu. Gözlerimi kaldırıp ona baktığımda, elimden çektiği elini, üzerindeki takım elbisesinin ceketinin iç cebine götürdüğünü gördüm.

 

Ceketinin cebinden küçük, beyaz kapaklı, koyu kahverengi cam bir şişe çıkardı. Şişenin kapağını bastırarak açıp bana doğru uzattığında kaşlarım çatılı bir vaziyette ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışıyordum. Kapağı tuttuğu elini eline uzatıp avucunu kendine doğru cevirdi ve yuvarlak küçük bir hapın elime düşmesini sağladı. Kahvelerimi bu kez hapa dikmişken "Uyku ilacı..." diye açıkladı. "Deliksiz bir on iki saat uyutur bu seni. İçeride fırtına kopsa yine ruhun duymaz. Altı saat sonraki suyunu aksatacağız bununla ama sorun olacağını düşünmüyorum. Babanın durumuna göre yine getiririm ben sana yiyecek bir şeyler."

 

Düşüncesi bir kez daha sızlattı gözlerimi ve burnumun direğini. O an hiç kimsem yok diye düşündüğüm için utandım kendimden. Alex vardı.

 

Hapı yutup bir litrelik suyu da yavaş yavaş yudum yudum içtim. Sonra Alex gitti. Kapı yeniden kapandığında yine o karanlığın içindeydim. Ama bu kez daha az korkuyor, kendimi daha iyi hissediyordum.

 

Çok değil birkaç dakika yetti o hapın etkisini göstermesine. O uykunun tatlı ağırlığı çöktüğünde üzerime hafifçe esnedim ve sırtımı duvarda kaydırıp yere uzandım bir kez daha. Şimdilik her şey normaldı bir daha ne zaman başlayacaktı o işkence bilmiyordum ama o an için umurumda da değildi. Uyku beni o çok istediğim ölümün diğer yarısına yatırdı, yeni doğmuş bir bebek gibi sarıp sarmaladı.

 

Habersizdim... Yarın olduğunda ve uyandığımda beni bekleyen sürprizlerden tamamen habersizdim.

Loading...
0%