@saniyesolak
|
Sellam💐 Keyifli okumalar💐
🎭💎
YAZARDAN:
Sabahlar, gecelerin kötülüğüne gebedir ama kimse bilmez bunu. Sabahları masum sanırlar da aslında en kötüsüdür sabahlar. Gecenin gizleyip bağrına gömdüğü ne varsa, günün ilk ışıkları o toprağa tırnağını saplar ve aydınlanan her dakikayla birlikte o topragı tırnaklarıyla kazıyarak çıkarır açığa o şeyi.
Sabah, gerçeği aşeren birer gebeden ibarettir ve önünde sonunda o gerçeği hunharca yer!
Günün ışıkları İstanbul'un üzerine çökeli bir hayli zaman geçmişti. Koçer Üniversitesi, yerini Hancı Üniversitesine devretmiş ve boşalan tüm duvarları Hancı Üniversitesi amblemleri kaplamıştı bile. Okulda hâlâ dün yaşananların keskin soğuğu dolaşıyor, her köşede bu konuşuluyordu. Herkes İzel İzem Hancı'yı merak ediyordu. Haftalardır aralarına kaynayan o kızın kim olduğunu öğrenmek, tüm öğrencilerin algılarını o yöne dikmesine neden olmuştu ve gündemin sorusu şuydu.
İzel İzem Hancı nerede?
Bir gecede en fazla ne olabilir? Bir gecede en fazla ne olabilirse olmuştu içinden çıktıkları o gecede.
Damla Gece'den aldığı o haberin şokuyla öyle bir sarsılmıştı ki ne yaptığının farkında bile değildi. Adım mı atıyordu, kahve mi içiyordu, yemek mi yiyordu? Hepsi belirsizdi. Flu bir camın arkasında yaşıyordu o anlarda Damla Hancı. Bir hafta diyordu içinden sürekli. Koskoca bir hafta...
Ve Gece Hancı... O geceden çıkmıştı evet ama sağ değildi. Ruhunu o gecede bırakmış, bir hayaletten farkı yoktu. Öfkeliydi. Çok öfkeliydi Gece. Herkeseydi bu öfkesi evet ama en çok da İzel'eydi. Ne halt yemeye gitmişti Fransa'ya? Sonuçlarını hiç mi düşünmemişti?
Bu öfkesine tutunuyordu genç adam. Bu yüzdendi hiçbir şey olmamış gibi Damla'yı da sürükleyerek okula gelmesi. Damla şimdi dersteydi ve kendisi de okulun kafeteryasında oturuyor onu bekliyordu. Dersi bitmiş ve kafeteryada bir şeyler yemek ya da ders çalışmak için bulunan öğrencilerin bakışlarının üzerinde olduğunun farkındaydı ve bundan hiç hoşlanmıyordu ama görmezden gelmekte bir dünya markasıydı Gece Hancı. Bu yüzden hepsini görmezden geliyor ve önündeki laptobun klavyesinde parmaklarını insan üstü bir hızda gezdirirken de hepsine net bir şekilde onları umursamadığını gösteriyordu.
Türkiye'den Fransa'daki evlerindeki bilgisayarları hacklemeye çalışıyordu tam o noktada. Çok öfkeli olması İzel'i kontrol etme dürtüsünü bastıramıyordu. Ama bir türlü başaramıyordu genç adam. Kendisi tek başına burada uğraşırken o evde altı tane tam donanımlı, profesyonel hacker vardı ve bilgisayarlar onlar tarafından korunuyordu. Kabul etmekten ne kadar nefret ederse etsin kendisi o altılının arasında henüz lamer gibi duruyordu. O adamların başarılarına akıl sır ermiyordu. Erişemeyecekleri tek bir nokta tek bir bilgi bile yoktu, Dünya'nın teknolojisini parmaklarının uçlarında tutuyorlardı.
Bir bedenin yanı başında dikildiğini fark ettiğinde sonunda pes etmişti genç adam ve elini laptobun üst kısmına koyup kapağı sertçe kapatmıştı. Bilgisayara gelecek hasar zerre umurunda değildi. Başarısızlık ve pes etmek... Nefret ediyordu onu bu iki kelimeye sürükleyen her şeyden. Burnuna çiçeksi bir koku dolarken soğuk bakışlarını başında dikilen kişiye kaldırdı. Dalgalı, hafif kabarık, uzun kızıl saçları anında dikkatini çekti Gece'nin ve aynı anda aklına dün geceden kareler dökülmeye başladı birer birer. Yosuna bulanmış denizleri bir anlığına Hazal'ın dolgun dudaklarına kaydı ama öyle kısa kaldı ki orada, genç kız fark etmedi bile. Yeniden gözlerine baktığında bakışlarına sorgulayan bir ifade vardı.
Rahatsızca yerinde kıpırdanan Hazal, ellerini önünde birleştirip boğazını temizledi. Dün dik dik baktığı o yosun tutmuş denizlere şimdi bakamıyor sürekli kaçırıp duruyordu. Cesaretini toplamak için tam yirmi dakikadır kafeteryanın girişinde bu adamı izliyordu ve açıkçası klavyede dolaşan parmakların hızı başını döndürmüştü. On parmağının onunu da üstün bir hızda kullanıyordu. Dakikada kaç kelime yazabiliyordu bu adam?
Cesaretini topladığını sanıyordu ama şu an zihnindeki kalabalığa bakılacak olursa, buraya geliş amacını dudaklarından hiçbir zaman çıkaramayacak gibi hissediyordu kendini.
Derin bir nefes alıp yeniden boğazını temizledi ve sanki konuşmasına engel olan bir yumru boğazına oturmuş gibi yutkunup "Şey..." diye girdi söze. Pekâlâ asıl konuşmasını engelleyen şey, dün bu adamı öpmüş olduğu gerçeğiydi. Ve utanç tüm harfleri ondan çalıp onu kelimesiz bırakıyordu. Bir kez daha yutkundu. Şu an Allah bilir ne kadar da aptal görünüyordu bu adama. Hayır aptal görünmek istemiyordu. O öpücük bile sayılmazdı öyle değil mi? Suni teneffüs gibi bir şeydi o, utanması anlamsızdı.
Zihninin süzgecinden bunlar geçse de diline düşen kelime bir kez daha "Şey..." oldu. Fark ettiği anda dilini ısırsa da Gece Hancı bir kaşını kaldırıp alay eder gibi bakmıştı bile çoktan.
"Şey şey diye kekelemeye devam mı edeceksin yoksa sadede mi geleceksin kızıl kafa?"
İşittikleri kanın yanaklarına doğru hücum etmesine neden olurken beyaz tenli oluşuna lanet etti o dakika. Yanan yanakları yüzünün utançla kızarmaya başladığının işaretiydi. Hem kızıl kafa mı? Ciddi miydi bu herif? Her ne kadar bu konuda ona laf söylemek istese de şu an buraya asıl geliş amacı daha önemli olduğundan aklından geçenleri yutup, önünde birleştirdiği ellerini çözdü. Parmakları hafifçe avuç içlerine göçerken işaret parmağı ile kaşının üst kısmını kaşıyıp bir tutam saçını kulağının ardına sıkıştırdı. "İzel'i merak etmiştim." diyebildi en sonunda. Sesi içine kaçmış gibi kısık çıksa da sessiz kafeteryanın içinde Gece Hancı'ya ulaşmıştı. Daha fazla utangaçlığını belli etmemek için mavilerini karşısındaki adamın yüzüne dikti Hazal. Kaşındaki ve dudağındaki kabuk bağlamış yaralar, kabuklarına rağmen taze duruyordu. Sol gözünün altı burun kemeriyle birlikte bir hayli kızarmış dursada dünkü görüntüsüne rağmen iyi görünüyordu. Hatta fazla iyi... Yaraların onun yüzüne yakıştığını inkâr edemezdi Hazal.
"Bulabildin mi onu? Ben aradım ama telefonu kapalıydı."
Gece birkaç saniye Hazal'ın yüzünü süzüp sözlerindeki samimiyeti tarttı. Gerçekten merak ediyor gibi görünüyordu, dahası endişeli bir hâli vardı. Ne kadar zaman olmuştu tanışalı ki bu kız İzel için endişelenecek duruma gelmişti ki? Başı hafifçe yana doğru yatarken "Buldum!" demekle yetindi. Ama içten içe bulmamış olmayı diliyordu. Şu an içinde bulunduğu durumda olmasındansa kayıp olmasını dilerdi Gece. İzel babasının elinde olmasa ama kayıp olsa her halükârda başının çaresine bakar, güvende olurdu çünkü. Onun için tehlikeli olan tek şey babasıydı, bu da İzel'in hayatının en acı, en sancılı gerçeğiydi ne yazık ki!
"Neredeymiş?" diye sordu Hazal bu kez merakla. "İyi mi peki? Okula neden gelmedi? Başına bir şey mi geldi yoksa?" Arka arkaya nefes almadan sıraladığı sorular Gece Hancı'nın tek kaşının havaya dikilmesine neden oldu. Aldığı derin bir nefesle göğsü şişerken "Tüm bu soruların cevaplarının..." diyerek girdi söze ve kısa bir es verip başını hafifçe omzuma doğru yatırdı. Gözleri o sessiz kaldığı bir kaç saniye boyunca kızın yüzünü baştan sona karış karış gezip sonunda gözlerinde durduğunda devam etti. "Seni ilgilendirdiğini düşünmüyorum." Bu cevap Gece Hancı'nın kaçış yoluydu. Ne diyebilirdi ki? İzel Fransa'ya annesini görmeye gitti, ama bu yasak olduğundan babası onu cezalandırdığı için şu an bir hücrede cehennemi yaşıyor mu diyecekti? İyi diyemiyordu genç adam. İyi demek İzel'e ihanet olacakmış gibi geliyordu. İyi olmadığını biliyordu. O hücrede iyi olması imkânsızdı.
Hazal'ın mavi gözlerine çöken mahcubiyeti anbean izlerken verdiği cevaba bir an pişman oldu ama artık çok geçti, kelimeler dudaklarından dökülmüştü bile. Yüzü bir kez daha utançla kızardı genç kızın ve aldığı o cevap, bir pençe olup kalbini sıktıkça sıktı, öyle çok sıktı ki pençenin tırnakları kalbini delip geçti sanki. Duygusal bir kızdı Hazal, duygularını saklama konusunda hiçbir zaman iyi olmamıştı. Kalbi kolay kırılır, göz yaşları kolay akardı.
Bu kez de kalbinin kırıldığını hissetse de neyse ki göz yaşlarına hâkim olmayı becermişti. Mahçup bakışlarını Gece Hancı'nın, dün gecenin izlerini taşıyan yüzünden çekip önünde birleşen parmaklarına çevirdi. Elleri ne ara önünde birleşmişti hiç haberi yoktu.
"İzel benim arkadaşım." diyebildi yalnızca. Arkadaşlardı öyle değil mi? İzel kendisi için hiç kimsenin yapmayacağı şeyleri yapmış, resmen hayatını kurtarmıştı. Bunu ölse unutmazdı Hazal, ve İzel'e olan borcunu ne yaparsa yapsın karşılayamayacağını da biliyordu. Bu onları arkadaş yapardı öyle değil mi? Evet tanışalı çok olmamış olabilirdi ama bazı insanların bir saat oturup sohbet etmeleri bile yeterdi bu bağın oluşmasına.
"Ne zamandan beri?"
Pes eder sanıyordu genç kız. Pes eder ve bir cevap verir... Ama karşısındaki adam hiç de pes edecek gibi durmuyordu. Omuzları çöktü Hazal'ın. Ezilip büzülen kalbi tırnaklarını çıkarmasına, öfkelenmesine neden oldu.
"Eğer arkadaşım olmasa dün gece gelip onu benim evimde neden arayasın? Arkadaşım demek ki bana geleceğini düşündün. Şimdi ben de arkadaşımı merak ediyorum ve sen bana bir cevap vermek zorundasın."
Gece Hancı karşısındaki kızın saniyeler içinde utangaç halinden sıyrılıp, köpek görmüş kedi gibi kuyruğunu dikip hırlamasına şaşırmıştı. Yanaklarındaki utangaçlığın emaresi olan kızarıklık hala oradaydı ama gözlerinde yanan öfkenin alevini de görüyordu. Değişik bir tip diye düşündü. Cesareti vardı ondan emindi. Dün gece panik halinde dudaklarına yapışan o kız kesinlikle cesurdu, ya da şu an karşısında ona bir şeylere zorunda olduğunu söyleyen kız... Ama en fazla bir aptal kadar cesurdu. Korkaklık, her zaman kötü bir şey olarak algılanmamalıydı, bazen korkmak sizin için en iyi olandı. O an onu daha da kızdırmak istedi Gece Hancı. Köşesindeki kabuk bağlayan yaraya rağmen dudakları rahat bir sırıtışa ev sahipliği yaptı ve "Hayır zorunda değilim. Ve sen de İzel'in arkadaşı değilsin. Benden sana İzel hakkında bir tavsiye kızıl kafa. İzel'in arkadaşları olmaz, kullandığı insanlar olur. Savaş Kalkavan onlardan biri. Sende onlardan birisin, kendini fazla önemseme." dedi. Gece Hancı'nın en büyük sorunu buydu; ortası yoktu. Sivri dilinin bir törpüsü, düşüncelerini diline dökerken arada bir filtresi yoktu. Doğruları varsa ölümüne o doğruları savunur, kimin kırıldığını umursamazdı. Çünkü Gece Hancı'ya göre doğruları, onları yakıp yıkacak bir fırtınanın sığınağıydı. Dardı, imkanları sınırlıydı ama güvenliydi de aynı zamanda.
Hazal ne söyleyeceğini bilemiyordu ama yüzünü kaplayan derinin altına taşınan kan, bu kez öfke yüzünden oradaydı. Karşısındaki adamın sözleri, gözleri, sesindeki alay ve küçümseme... Öfkenizin göz yaşlarınızla dışa vurduğu oldu mu hiç? Bazı insanlar sinir anlarında ağlama krizlerine girerler, bazılar tepkisizdir, bazıları güler... Hazal ağlayanlardandı. Göz pınarları sonsuz bir kaynakmış gibi her durumda göz yaşı üretir ve ürettiği göz yaşlarını cömertçe serperdi yanaklarına. Yine gözlerine batan o yaşları hissediyordu. Parmakları avuç içlerine göçtü ve siyah ojelerle süslü tırnakları avuç içlerine birer mezar kazdı. Tuttu kendini ve göz pınarlarından taşan o yaşların önüne inadının setini çekti. Bu adamın önünde ağlamayacaktı. Derin bir nefesle boğazına oturan yumruyu yutup sesini bulmaya çalışarak "Pekâlâ..." diyebildi. "Rahatsız ettim, özür dilerim."
Söylemek istedikleri çok farklıydı ama kelimeler zihninden dudaklarına değil gözlerine akıyor, mavileri kusuyordu o kelimeleri. Tam geri dönmek için harekette bulunacakken arkasından gelen sesle yerinden sıçradı genç kız.
"Sen ona bakma. Kendisi odunluk konusunda Guinness'e oynuyor, ondan bu tavırları."
Arkasını döndüğünde Damla'nın mavilerine çarptı kendi mavileri. Birkaç adım arkasında kolları göğsünde bağlı bir şekilde Hazal'a bakıyordu. Dudaklarında bir gülümseme vardı ama o gülümseme gözlerinin kıyılarına bile uğramıyordu. Makyajsız yüzü ne kadar bakımlı ve canlı dursa da, gözlerinde kızarık ve göz altlarında kararmaya yüz tutan halkalar vardı. Rahat bir nefes aldı Hazal. Damla'nın güven veren bir varlığı vardı ve artık arkasında kalan adamın aksine anlayışla bakıyordu genç kızın yüzüne.
"İzel dün Fransa'ya annesinin yanına gitmiş, haberimiz yoktu Gece o yüzden arıyordu. Bu haftayı Fransa'da geçirecek, merak edilecek bir durumu yok, o iyi olacak."
Hazal'ın dudakları minnete gebe bir gülümseme ile iki yana kıvrıldı. Muhattap olduğu Gece Hancı'dan sonra Damla ona ilaç gibi gelmişti. "Teşekkürler." dedi kısık bir sesle, sesini içinde bir yerlerde kaybetmiş gibi hissediyordu. Damla göz kapaklarını mavilerinin üzerine önemli değil der gibi indirip "İzel birini kullanacağı zaman bunu o kişinin yüzüne açık açık söyler, kartlarını kapatmayı sevmez. Kapalı kartları bile açıktır aslında onun." diye yeniden bir açıklama yaptı. Bu Hazal için hiç önemli değildi oysa. İzel kendisini istediği kadar kullanabilirdi, ona minneti öyle yüksekti ki.
Hazal daha fazla orada kalmak istemediğinden Damla ile vedalaşıp kafeteryadan çıktığında Damla Hancı, pozisyonunu bozmadan Gece'ye bakıyordu. Değişen tek şey yüz ifadesiydi.
"Onu kırmadan da açıklama yapabilirdin. İzel'i önemsiyor ve merak ediyor."
Gece gözlerini devirip yeniden önüne, kapağını kapattığı bilgisayarına yöneldi. Laptobun kapağını kaldırırken "Saçmalık..." diye söylendi. "Daha birkaç haftadır tanışıyorlar, birbirlerine yabancılar. Yabancı birini merak etmezsin."
Kollarını çözdü genç kız, üç adımla masanın yanına gelip Gece'nin karşısındaki sandalyeyi çekti ve oturdu.
"Sen asosyal bir sosyopat olduğun için bilmemen normal ama burası üniversite Gece. İnsan ilişkileri üniversitede hızlı gelişiyor."
Burnundan sert bir nefes vererek güler gibi bir ses çıkardı genç adam. Önünde açılan siyah ekranı dolduran yeşil rakam, harf ve işaret dizileri öyle karmaşıktı ki, bir başkası görse bilgisayarın bozulduğunu düşünebilirdi ama hayır. Bu Gece Hancı'nın stiliydi.
"İzel'in de asosyal bir sosyopat olduğunu göz önünde bulundurursak hayır, İzel'in insanlarla olan ilişkisi asla hızlı gelişmez."
Damla'nın yüzü meydan okuma isteği ile aydınlandı. Evet İzel'in insanlara ilk yaklaşımı her daim soğuk ve nezaket kurallarından bir hayli uzak olurdu ama bazen istisnalar oyunun kurallarını yıkıp baştan inşa ederdi. "Savaş'la ilişkileri bir hayli hızlı gelişmişe benziyor ama..." diye karşılık verdi imalarla dolu bir sesle. İlk karşılaşmalarını hatırlıyordu da... Şimdi geldikleri nokta inanılır gibi değildi.
Gece bilgisayarında akan yeşil yazılara bakarken parmakları kısa bir an klavyenin üzerinde gezindi ve yeşiller yavaş yavaş yerini kırmızıya bıraktı. Bu kedi ürettiği bir virüstü, eğer şansı varsa evdekiler fark etmeden onların bilgisayarına bulaşacak ve istediği her ses görüntü ya da bilgiye ulaşabilecekti. Başarısızlığı kabul etmiyordu. Pes etmeyi...
Gözleri artık kırmızı bir hâl alan yazılara kayarken bilgisayarın hemen yanında duran sigara paketine uzanıp bir dal çıkardı ve paketin içine, sigaralarının yanına sokuşturduğu çakmak ile o sigarayı tutuşturdu. Ciğerlerine dolan mentollü sigara dumanı, dolduğu yere zevk aldığı bir sızı bıraktı. Dumanı usul usul dudaklarından dışarı salarken "İzel ile o herifin arasında olan tek şey cinsel bir gerilim ve İzel'in bize olan inadı yüzünden o herifi kullanmasından ibaret. Ve sen güneşim, çok fazla romantik dizi izlediğinden kafan otomatik olarak romantizme yöneliyor ama ortada romantik olan hiçbir şey yok, olamaz da." dedi. Gözleri Damla'nın gözlerine kenetlenmişti.
Bunu kabul etmediğini belli edercesine başını iki yana salladı Damla. "İzel âşık olabilir Savaş'a."
"Elbette olabilir ama henüz değil. Ve ben tam olarak bunun önüne geçmeye çalışıyorum. Zaten yaralı olan bir kızın bir de aşk yüzünden ölmesine izin veremem. Onların mutlu olma gibi bir şansları yok, İzel'in kaderi babasının parmakları ile örülüyor ve Kahraman Hancı hiçbir koşulda o kadere İzel'i mutlu edecek duygular eklemez. Bugün İzel'in olduğu yer bunun en büyük kanıtı."
İzel'in olduğu yer...
Bu cümle, genç kızın beynine şimşek gibi çakıp yankısını her köşeye bulaştırdı. Bir hücre... Karanlık ve soğuk... Yalnız, aç ve susuz... Üstüne dolu misali yağan bu düşünceler beynini zonklatırken parmakları şakaklarını buldu ve o ağrıyı alabileceklermiş gibi o noktayı ovalamaya başladı. Burada olmak istemiyordu Damla, bu lanet okula adım bile atmak istemiyordu. Tüm o meraklı ve sorgulayan bakışların hedefi olmak istemiyordu.
"Biz burada ne yapıyoruz Gece? Sabahın köründe zorla kaldırıp getirdin beni."
"Dikkat çekmemeliyiz, normal davranmalıyız. Son birkaç gündür zaman öyle ağır akıyor ki son görevin üzerinden bir asır geçmiş gibi ama hayır, daha iki gün öncesiydi. Hâlâ bütün bültenler bu haberi konuşuyor, polisler her yerde o hırsızları arıyor. Çok kapsamlı bir aramadan bahsediyorum. Şaşkınlar çünkü hem polis hem de korumalarla korunan bir yerdi orası. Ve dün yaptığımız o şovdan sonra bugün üçümüzün birden ortadan kaybolması çok dikkat çeker. İzel'in yokluğu zaten yeterince çekiyor. Bu yüzden bugün buradayız."
Damla tüm bunları mantığına oturtuyordu ama duyguları dar geliyordu bunun için. Ellerini başından çekip masanın cam yüzeyine yasladı ve masanın üzerine doğru eğilip inatçı bir tavırla "Burada olmak istemiyorum Gece. İzel'in yanında olmak istiyorum." dedi. İçindeki acı ve hüzün mavi gözlerine yansıyordu. Gece elini uzatıp onun yanağını okşadı ve tam dolgun dudaklarını aralayıp onu yatıştıracak bir şeyler söyleyecekti ki sessiz kafeteryanın içine dolan topuk sesleri onu susturdu. Üzerlerine düşen gölgeye doğru kaldırdı ikisi de gözlerini. Yasemin Koçer, hemen masalarının yanında dikilmiş onlara üstten üstten bakıyordu. Yalnızdı ve dünkü o çöken kadından eser yoktu. Kendini toparlamayı iyi beceriyordu anlaşılan.
"İzem Hancı Koçer Üniversitesinin ilgisini kaldıramadı mı?"
Alay ve kibre boyanmış sesi ve ifadeleriyle kahverengi gözlerini ikili üzerinde gezdirirken dudakları ezici, küçümser bir şekilde iki yana kıvrıldı. O an Gece Hancı'nın aklından geçen çok daha farklı şeyler vardı. Yosun tutmuş denizleri Yasemin Koçer'in iki yanında gezindi ama aradığını bulamadı, gerçekten yalnız görünüyordu. Dirseklerini masanın üzerine yerleştirip öyle bir baktı ki Yasemin'in yüzüne. Yasemin, elinde tuttuğu o üstünlüğün altında kaldı. Gece Hancı, otursun ya da oturmasın hiç kimsenin ona üstünlük taslamasına izin vermezdi. Taslayabilen tek kişi İzel'di ki o da hiç kimse değildi.
"İzel..." dedi önce bastırarak. "Onun adı İzel. Ayrıca hafızan bu kadar kötüyse tazelemekte fayda var. Bu okul da artık Koçer değil Hancı mülkü. Tıpkı diğer mülkleriniz gibi..." Sonra aklına bir ayrıntı gelmiş gibi dudakları iki yana kıvrıldı Gece Hancı'nın. İnsanları köşeye sıkıştırmaktan öyle çok zevk alıyordu ki... "Ah!" dedi oyuncu bir tavra bürünüp başını hafif bir açıyla eğerek. "Bak kendi hafızamı da tazelemiş bulundum. Okul babanın diye okulda ücretsiz okuyormuşsun Yasemin Koçer. Kayıtları kontrol ettiğimde beş kuruş para ödemediğini gördüm. Sen tanıdıksın diye bu cumaya kadar süre veriyorum sana. İlk yılının ödeneğini cumaya kadar yatırırsan okulda kalmaya devam edebilirsin, yatırmazsan da artık bu okulun kapısından bile geçemeyeceğini üzülerek söylüyorum. Tam iki yüz bin lira... Babanın durumu malum... Donuyla kalakaldı ortada, yatırabilecek misin yoksa hiç vakit kaybetmeden çıkışını yapalım mı?"
Ses tonunda öyle anlamlar vardı ki. Bir kedi, gözüne kestirdiği bir sıçan ile oynarken ne kadar zevk alıyorsa Gece Hancı'da şu an o kadar zevk alıyordu. Hoş, Yasemin Koçer'in bir sıçandan farkı yoktu ya Gece Hancı'nın gözünde, çok yerinde bir benzetme olmuştu. (Bu bir yazar notudur sbkavdjnzkz)
Yüzündeki her ifade öfkenin altına süpürüldü Yasemin'in. Göğsünde bağlı olan kollarını çözüp bir adım daha masaya yaklaştı ve ellerini masaya yaslayıp Gece'ye döndü. Her hareketi öfkeyle sarılmış olsa da rengini belli etmiyor, ifadesiz kalmayı beceriyordu Yasemin.
"Çok küçük oynuyorsun Gece Hancı. Beni bu küçük oyunlar saf dışı bırakamazsın." Dudaklarının arasından dalga geçiyormuş izlenimi veren bir kıkırdamayı bilerek kaçırdı ve devam etti. "Yarın muhasebeye ödemiş olurum. Kazandığınızı sanabilirsiniz. Buna izin veriyorum ama ben daha bitti demedim. Ve Gece Hancı, bir oyunun içinde ben varsam o oyun ben bitti demeden bitmez."
Yosun tutmuş denizleri, göz kapakları tarafından tıpkı çökmek üzere olan bir şafak gibi örtüldü. Kısık bakan bakışları karşısındaki kadının yüzünü tararken, istediğini elde etmiş olmanın gururu ile dudağının sağ köşesi yanağına doğru çekildi. Yaslandığı sandalyeden sırtını doğrultup yüzünü Yasemin'in yüzüne yaklaştırdı. Deniz karanın üzerine taşıyor, ne var ne yoksa o kara parçasının üzerinde, beraberinde alıp götürüyordu. Konudan çok bağımsız, aklını meşgul eden asıl konuya geldi Gece. Bu taktik her daim işe yarardı. İnsanların aklını başka, saçma sapan bir konuyla meşgul ederseniz, aniden asıl sormak istediğinizi sorduğunuzda düşünmek için zamanları olmazdı, dillerine kilit vuramazlar ve farkında bile olmadan dökülürlerdi.
"Aksel nerede?"
Gece sorunun bomba etkisi ile patlayacağını düşünüyordu. Aklını kurcalayan, gördüğü andan beri hafızasında yer edinen o görüntülerdeki ikinci kişinin kim olduğunu bulmakta kararlıydı. Bir yerden başlamak lazımdı.
Gözleri kısılan Yasemin Koçer bir süre karşısındaki adamın yüzünü izledi, neler düşündüğünü tarttı. Ne yapmaya çalıştığını çok iyi anlamıştı, bunun dikkat çekeceğinin de gayet farkındaydı. Gece Hancı, hala kendisinin kim olduğunu bilmiyor ve bunu öğrenmeye çalışıyordu. Şüpheler sizi er ya da geç doğrulara götürürdü tabi usta bir el o şüphelerin yollarını saptırmazsa.
"Bilmem." dedi Yasemin profesyonel bir oyunculukla meraklı çıkardığı sesiyle. "Bende tam olarak bunun için buraya geldim Gece Hancı. Aksel nerede? Dün olanlardan sonra bana vermesi gereken bir hesap varda."
Kuşku, bir kalbe bir kez düştüğünde onu temizlemek imkansıza yakındır. Kazırsan çıkar ancak ama kazıdıkça kalbini zedelersin. Zedelenmiş bir kalp, hata yapmaya meyillidir. Gece Hancı'nın hata yapmaya lüksü yoktu hiçbir zaman. Bu onun hayat felsefesi haline geldi, hata yapmaktan nefret ederdi. Karşısındaki kadının yüzünde gözlerini öyle bir gezdiriyor, gözlerine öyle bir bakıyordu ki. İfadesizliğinin altında kalan her duyguların cesetlerini görebiliyordu sanki.
"O senin köpeğin Yasemin. Nereden, ne yapıyor bilmen gerekmez mi?"
Tek bir ip ucu... Attığı oltaya takılan tek bir ip ucuna ihtiyacı vardı genç adamın ama karşısındaki kadının farkında değildi. Attığı o oltanın iğnesine yapışan ip ucu onu da dibe çekiyordu da haberi yoktu.
"Tasmasını benim elimden alıp senin eline verdiğine göre... Dün olanlar bunun kanıtıydı. Orada senin sözünü dinleyip beni yalnız bırakıp dizlerinin üzerine çökmesi..." İğrenir gibi suratını buruşturup "Zavallı..." diye mırıldandı. Sesi daha çok kendi kendine mırıldanır gibi kısıktı. Sonra gözleri farklı bir düşüncenin ışığı ile parladı. Konuyu saptırmayı bilen tek kişi Gece Hancı değildi.
"Söylesene bunu nasıl yaptın? Benim yöntemimi kullandın diyeceğim ama..." duraksadı, dili dudaklarının üzerini sıyırdı yavaşça, ve gözleri ağır ağır Gece'nin vücudunda dolaşmaya başladı. Sanki gözleri ile soyuyordu Gece'yi. Yüzünü biraz daha yaklaştırdı ve nefesini yavaşça onun yüzüne doğru üflerken "Senin gibi yakışıklı birinin gay çıkması beni üzer." diye fısıldadı. (Şu noktada sizden gelecek olan sövmeleri hayal ediyorum da shkavskznzkbz)
Bir başkası olsa bu hareketlerden çoktan etkilenmişti ama o Gece Hancı'ydı. Onu etkilemek hiçbir zaman kolay olmamıştı. Geri çekilmedi Gece. Aralarındaki mesafe oldukça kısayken "Hiç düşünmezdim o beyaz saçlı chiwawa'ya üzüleceğime, ama tam şu an bir üzüldüm." dedi. Yasemin'in aksine sesi normal bir desibelde, yanlarındaki masanın onları duyacakları yükseklikteydi. Masadaki varlığı unutulan Damla hayretle önündeki manzarayı izliyordu. Hayret içindeydi çünkü Gece'nin hâlâ neden Yasemin'i itmediğini merak ediyordu. Biraz daha yaklaşalar dudaklarının birleşmesi kaçınılmazdı.
"Onu elinde tutmanın yolu yataktan geçiyorsa..." diye devam etti Gece ve en sonunda mesafeyi yeniden açıp sırtını sandalyeye yasladı. "Bu ağız kokusuna nasıl tahammül ediyor?"
Dehşet... Yasemin Koçer'in duyduklarına karşın içinde körüklenen duygunun adıydı bu. Ne kadar usta bir oyuncu olursa olsun, o dehşeti hiçbir şekilde saklayamadı. Bir an sadece bir an masaya yasladığı avucunu, kontrol etmek için ağzına doğru götürüyordu ki kendine son anda engel oldu. Burnundan dökülen soluk, sıkılan dişlerinin yüz hatlarında oluşturduğu o kas çıkıntıları... Gece Hancı keyifle izledi karşısındaki manzarayı. Aynı anda Damla'nın kahkahası da doldurmuştu sessiz kafeteryayı. Yasemin ellerini sinirle masaya vurup hızla doğruldu ve geldiğinin aksine inanılmaz bir özgüven düşüşüyle terk etti kafeteryayı.
💎🎭
İZEL İZEM HANCI'DAN:
Sıçrayarak uyandım derin uykumdan. Beynim öyle uyuşmuş bir haldeydi ki neler olduğunu anlayamıyordum. Saçlarımdan yüzüme doğru sicim gibi akan suyun sebebi neydi? Ya da aldığım nefesle ciğerlerime kaçan suyun? Birkaç kez öksürerek o suyu dışarı atmaya çalıştım ama öyle beklenmedikti ki sanki her öksürüşümde ciğerlerimden de bir parçayı atıyordum dışarı. Ne ara doğrulup sırtımı duvara yasladım bilmiyorum. Ellerimi yüzümde gezdirip hâlâ akmaya devam eden suları sildiğimde sonunda gözlerimi açabilmiştim. O an fark ettiğim ilk şey, hücremin kapısının açık olduğuydu. Oradan sızan ışık bana dokunmadan teğet geçiyordu. Belki de bunun nedeni önümde dikilen gölgeydi bilmiyorum. Elindeki kovayı karanlıktan dolayı seçemesem de silüeti tamamlayan öge, bir kovaydı. Muhtemelen üzerime boca edilen suyun geldiği kova...
Şokla sarsılan bedenimin verdiği tepki, sert nefeslerle göğsümü şişirmek ve aldığım her nefeste kalbimin göğsüme döver gibi çarpmasıydı. Anlamaya çalışıyordum, buğulu zihnimi uyandırmaya... Ne kadar süre o şekilde kaldık ben onu da bilmiyorum. Bildiğim tek şey, karşımdaki her kimse asla konuşmadan öylece orada dikildiği ve karanlığa rağmen üzerime dikildiğini hissettiğim gözleriydi. Sessiz... Açık kapıya rağmen her yer öyle sessizdi ki... Ölümün soğuk yüzünü hatırlattı bu sessizlik bana. Kendimi toparlamaya çalıştım bu süreçte. Duyduğum tek şey kendi nefesim ve kalbimin gümbürtüsüydü. Yutkunduğumda gırtlağımdan gelen ses bile öyle şiddetli geliyordu ki kulağıma.
Derin bir nefes aldım ve yerde kayarak oturuşumu düzeltip karşımdaki korumanın göremediğim yüzüne bakarken "Neler oluyor?" diye sorabildim. Boğazım öyle kuruydu, ağzımın içinde öyle acı bir tat vardı ki sesim bitkin çıkıyordu. Ayrıca yeni yeni fark ettiğim bir gerçek de tuvalete gitmem gerektiğiydi. Kaç saat olmuştu? Alex on iki saat demişti ama sanki daha uzun süredir uyuyormuş gibi hissediyordum.
"Babanızın emri..."
Türkçe sorduğum soruya Fransızca aldığım cevapla kendi kendime gülesim geldi. Halim olsaydı muhtemelen gülerdim de ama yoktu.
"Elbette babamın emri. Başka ne olabilir ki?"
Duvardan tutunup ayağa kalktım ve karşımdaki adamın tam önünde dikilene kadar birkaç adım attım. Bacaklarımın titremesi normal miydi? O kadar uzun süre uyuduysam gerçekten, normal olmalıydı.
"Tuvalete gitmeliyim." diye mırıldandım adamın yüzüne bakarken. Birkaç saniye yüzümü süzdü, gözlerinin ağırlığını yüzümde hissediyordum ardından yana çekilip elini ileriye uzattı. Karanlığa öyle alışmıştı ki gözlerim, birden kapıdan gelen ışık gözlerime çarptığında, çarpmanın şiddetiyle göz bebeklerim sarsıldı. O sarsıntıyı beynimin merkezinde hissettim. Anlık ellerimi gözlerime siper edip alışmaya çalıştım o ışığa. Sanki ölmek üzere olan bir ruh gibi, onu çağıran beyaz ışığa bakıyormuşum gibi...
İrislerim dalga dalga küçülüp göz bebeklerimi o ışığa alıştırdığında sonunda hücremden çıkmıştım. Kapının iki yanında bekleyen, bana tamamen yabancı olan korumalara bakarken hemen bir adım arkamda ilerleyen korumaya aklıma takılan o soruyu sordum.
"Alex nerede?"
Babamın Alex'in yaptığı şeyi anlamamış olmasını umuyordum. Bu Alex'in başına dert açabilir, itaatsizlik ettiği için o başı gövdesinden bile ayırabilirdi. Bu düşünce tüylerimin diken diken olmasına, içimdeki korkunun bir yılkı misali şahlanmasına neden oldu. Varlığına inandığım, oralardan bir yerlerden beni izleyen, gören, duyan ve hisseden Tanrı'ya bu kez Alex için yalvardım. Lütfen bir zarar görmemiş olsun...
"Babanız onu özel bir göreve gönderdi İzem Hanım. Bir hafta kadar buralarda olmayacak."
Duyduklarım adımlarımın önünü kesti. Böyle bir konuda bana yalan söylemezler, aksine Alex'e bir şey olsa babam bizzat kendisi gelir o haberi bana verirdi, suçlulukla yanıp cezamın boyutunun şeklini değiştirmek, çok daha acı verici bir hâle getirmek için. Alex iyiydi. Pekâlâ, şimdi kendim için endişelenmeye başlayabilirdim. Henüz yirmi dört saati bile dolduramamışken, Alex olmadan bir haftayı nasıl geçirecektim ben?
"Durmanız sizin yararınıza değil İzem Hanım. Yalnızca üç dakikanız var, bu şekilde durarak bunu ziyan etmek istemezsiniz diye düşünüyorum."
Hiçbir şey söylemeden ilerlemeye devam ettim ve koridorun en sonunda olan beyaz kapıyı hırsla açıp kendimi içeriye attım. Hâlâ bir hafta boyunca Alex'in olmayacağı gerçeği ile yüzleşmeye çalışıyordum. Babam anlamış olmalıydı, anlamış ve onu buradan göndermiş... Alex için bu ihlal bir ceza teşkil etmemişti peki ya benim için? Benim için eder miydi? Babam bunun acısını benden çıkarır mıydı yoksa görmezden mi gelirdi. Görmezden gelmesi için her şeyimi verirdim.
Tuvaletteki işimi hızlıca bitirip ellerimi mermer lavabonun kenarına yasladım ve karşımdaki aynadan aksimi inceledim. Dudaklarımdaki derinin çatlamaya başladığını net bir şekilde görebiliyordum. Dilimi gezdirdiğimde o deriler, dilimin pürüzlü yüzeyinden hissediliyordu. Gözaltlarım halka halka olmuş, göz kapağım ise uykunun getirisiyle şişmişti. Islak saçlarım ve ıslak tişörtüm de cabası. Tek kelimeyle felaket görünüyordum. O hücreye döndüğümde, ısının aynı kalmayacağının bilincindeydim ve eğer bu ıslaklıkla o soğuğa maruz kalırsam çok kötü bir şekilde hasta olacağımı da biliyordum. Gözlerimi kapatıp birkaç saniye burnumdan içeriye doldurduğum nefesle sakinleşmek için kendime zaman tanıdım. Dayanabilirdim. Dirençliydim ben, güçlüydüm. Babamdan daha güçlü olmayabilirdim ama onun benden daha güçlü olduğunu ona göstermeye hiç niyetim yoktu. Ben onun değil, o benim altımda ezilmeliydi. Çektirdiği eziyet ne olursa olsun yıkılmadığımı görüp kendi kendine delirmeliydi.
Gözlerimi açıp hiç aynaya bakmadan musluğa uzandım ve açtığımda akan suyla ellerimi doldurup birkaç kez yüzüme çarptım o suyu. Kendime gelmek için yapmıştım bunu. Bilinçsizce suratınıza su yemek sizi kendinize getirmez, aksine afallatırdı. Afallamamalı dimdik ayakta girip aynı diklikle çıkmalıydım o hücreden.
Yüzüme çarptığım su miktarı yeterli geldiğinde bir avucumu musluğa yaslayıp aç midemi suyla doldurdum. İlk uyandığımda hissedilmeyen o açlık hissi, şimdi benimleydi. Boğazımdan geçen her suyla, rahatlığın getirisiyle inlememek için kendimi zor tuttum. Bir insan bu şekilde sınanmamalıydı. Bir insan temel ihtiyaçlarıyla sınanmamalıydı.
Kapı çaldığında zamanımın dolduğunu anladım. Ve musluğu kapatıp kapıya doğru yürüdüm. Üzerimdeki ıslaklığı ve suyla dolan midemdeki o rahatsız hissi saymazsak kendimi çok daha iyi hissediyordum.
Lavabodan çıktığımda yeniden hücremin olduğu yere doğru yürüyordum ki "Oradan değil İzem Hanım." diyen korumayla durmak zorunda kaldım. Anlamadığımı belirten çatılı kaşlarımla onun yüzüne baktığımda açıklamaya başladı ne demek istediğini. "Babanız, on iki saat boyunca uyumanızı pek hoş karşılamadı." Sözlerinin ardından iki koridoru birleştiren köşede durduğumuzdan, eliyle diğer koridoru işaret etti. O koridor geldiğimiz yere kıyasla çok daha kısaydı ve karşılıklı duran yalnızca iki kapı vardı. Sağdaki kapı kasaydı. Görevlerde çaldığımız tüm değerli şeyler o kasada saklanır, zamanı geldiğinde de elden çıkarılırdı. O kasada o kadar çok şey vardı ki, şu an hepsini elden çıkarsa babam, açık ara farkla Dünya'nın en zengin adamı olurdu. Tıpkı açık ara farkla Dünya'nın en berbat babası ve en berbat insanı olduğu gibi...
Soldaki kapı da boş bir odaydı. Neden o tarafa gitmemizi istediğini anlamadığım için gözlerimi koridordan çekip yeniden korumaya çevirdiğimde. "Lütfen ilerleyin İzem Hanım." dedi koruma. Bu dört kelimede gözlerinde gayet normal bir ifade vardı ama son harfinden sonra gözlerine çöken tehlikeyi net bir şekilde okudum. "Beni zor kullanmak zorunda bırakmayın lütfen."
Bakışı beni hiç etkilemedi. Bu adam, tehlikeli bakışların kitabını yazan bir adamla beraber yaşadığımı bilmiyor muydu? Gece Hancı'yla... Tek kaşımı kaldırıp yer yer çatlayan dudaklarımın pürüzlü yüzeyini yaladım. "Zorunda bırakırsam ne olur?"
Koruma çok rahat bir tavırla omuz silkip "Hanenize bir eksi yazılır İzem Hanım. Ve zorluk çıkardığınız her an için o eksiler çoğalır. Çoğalan her eksi, sizin için cezanızın bir gün daha uzaması demektir." dedi. Kalkan kaşım yavaşça geri inerken omuzlarım yenilgiyle çöktü ve gözlerimi adamdan çekip yeniden koridora çevirdim. Babama yenilemek istemiyor olabilirdim ama o hücreden de cesedim çıksın istemezdim açıkçası.
Adımlarım ileriye doğru atıldı ve yavaşça koridorda yürümeye başladım. Yavaş yürümemin nedeni kaçınılmaz olanı geciktirmekti ama biraz önce de söylediğim gibi, koridor kısaydı. Kapının önünde durduğumuzda koruma önüme geçip kapının üzerinde bulunan dijital ekrana birkaç rakam girdi. Gözlerim kısa bir an geldiğimiz yere kaydığında istemsiz aklımdan geçen düşünce ardıma bakmadan koşmaktı ama daha merdivenlere varamadan yakalanacağımı bilmek, bu düşünceyi eyleme dökmeme engel oldu. Haneme yazılan her eksi, cezanın bir artısı demekti. Şu an eşit olan terazinin dengesini bozup cezayı taşıyan kefenin altında kalmayı istemezdim.
Koruma elini geri çektiğinde mekanik bir sesle kapı geriye doğru açıldı. Diğer odaya girerken gerilmiştim ama şu an garip bir şekilde fazlasıyla rahattım. Nedeni neydi bilmiyorum ama karşıma ne çıkarsa çıksın şaşırmayacak ya da korkmayacaktım. Ucunda ölüm yok... Aklımda dolaşıp duran, beni rahatlatan cümleydi bu. Ucunda ölüm olmadığı sürece korkmama gerek de yoktu. Koruma yasladığı eliyle kapıyı ittiğinde yine karanlık bir oda bekliyordum ama koridordaki beyaz ışık, bu odada da devam ediyordu. Bu benim cesaretim oldu. Sakince benim için açılan kapıdan içeriye girdim. Odanın içi bomboştu. Yeni boyadığı belli olan tertemiz bembeyaz duvarları vardı, babam bu odayı yeni yaptırmıştı. Peki ama neden? Bizim burada ne işimiz vardı?
"Lütfen işaretli alana geçin İzem Hanım."
Başımı çevirip birkaç adım arkamda duran korumaya baktığımda elerini önünde birleştirmiş bir şekilde beni izlediğini gördüm. Gözleri ile sağ tarafımda kalan duvarı işaret ettiğinde bu kez kahvelerimin hedefi, o nokta olmuştu. Yer metaldi ve metalin üzerine kırmızı sprey boya ile bir çember çizilmişti. Hayır benim için hazırlanan şey o çember değildi, o çemberin üzerinde, tavandan sarkan uçlarında kayışlar bulunan zincirlerdi. İlk girdiğimde nasıl fark edememiştim ben onları?
Kaşlarım çatıldı önce. Gördüğüm şeyi kabul etmek istemez gibi başımı iki yana salladım. İşte şimdi, tam şu an gördüğüm o zincirlerle endişelenmeye başlayabilirdim. Dudaklarımın arasından çıkan hayret dolu gülüşü ancak kendi sesim kulaklarıma dolduğunda fark edebildim. "Hayır!" dedim başımı iki yana sallayarak, aynı zamanda bir adım geri gitmiştim.
"Unutmayın!" diye girdi koruma söze. Sesi daha yakından geliyordu artık ama dönüp nerede olduğuna bakamıyordum. Gözlerimi o zincirlerden alamıyordum. "Çıkardığınız her zorluk için hanenize yazılacak bir eksi, cezanıza eklenecek bir gün demek."
Ve bir anda ellerini iki kolumda da hissettim. Kollarımı kurtarmak için silkinmem hiçbir işe yaramadı, tenimi o çelik gibi parmakların arasından kurtaramadım. Direnişlerim boşunaymış gibi sürüklendim o çembere kadar ve küçük çemberin tam ortasında durduğumuzda koruma kollarımdan birini serbest bıraktı. Boşalan kolumla karnına vurmaya çalıştım ama diğer kolumu öyle sıkı tutuyordu ki, ters tarafımda kaldığından asla canını yakamıyordum. Hiç zorlanmadan zincirin ucundaki kayışı tutup aşağıya doğru çekti. Metalin metale sürtünen o korkunç sesi doldurdu içinde bulunduğumuz odayı. Bir makaranın dönüş sesiyle birlikte kurtulan zincirden geliyordu bu ses. Ben ne kadar çırpınırsam çırpınayım koruma sanki çok rahat hareket ediyormuş gibi doladı o kayışı bileğime ve kilitledi. Aldığım derin nefesler korkudandı. Hayır... Demin söylediğim her şeyin canı cehenneme... Ucunda ölüm olduğunu bilsem bu kadar korkmazmışım gibi geliyordu şu an. Ne olacaktı? Babamı biraz tanıyorsam bu sadece bu kadarla kalmayacaktı. Eklediği numaraların olduğunu biliyordum. Mesele tıpkı bir hayvan gibi zincirlenmek değildi. Mesele çok daha farklıydı ve ne olduğunu bilmemek beni ölesiye korkutuyordu şu an. Beni ne bekliyordu? Neyle karşı karşıyaydım şu an ben.
Uğraşlarım sonuçsuz, koruma diğer bileğimi de kayışla bağladığında yere yalnızca parmak uçlarımla basabiliyordum. Bileklerim kayışlarla öyle gergin tutuluyordu ki, hem bileklerimdeki acıyı hem de parmak uçlarımdaki acıyı daha şimdiden hissedebiliyordum. En azından yere tam basabilmek için zincirleri çekiştirdim ama değişen hiçbir şey yoktu, zincirler uzamıyor, ayaklarım yere basmıyordu. Korumanın, metal zeminde yankılanan ayak seslerini duyduğumda zincirlere bakmaktan vazgeçip kahvelerimi korumaya çevirdim. Gidiyordu. Telaş beni çepeçevre sararken "Bekle." diye bağırdım. Boş odada sesim geri bana dönmüştü. Adımları durdu ama dönüp bakmadı bana. Burnumdaki sızıyı hissedebiliyordum. Ağlamak üzere olduğumun habercisi olan o sızlamayı... Bir kez daha dudaklarımı yalayıp "Beni ne bekliyor?" diye sordum. Aldığım cevap, "Size bu konuda bilgi veremem" oldu. " Ne kadar sürecek?" diye sordum, "Bu konuda da bir şey söyleyemem. Bittiğinde kendiniz hesaplarsınız." yanıtını aldım. Sonra o şekilde odada yalnız kaldım. Öylece bulanıklaşan görüşümle izledim korumanın çıkıp gidişini.
Durduğum pozisyon yüzünden koltukaltlarımdan bileklerime kadar kolumu kaplayan derinin gerilişini hissediyordum. Bileklerimi sıkan o kayışın zayıflattığı kan akışımı ve ayak parmaklarıma giren krampları. Canım yanıyordu. Hissettiğim acı hem fiziksel hem de ruhsaldı.
Yanaklarımı yakan göz yaşlarını bile çok sonradan hissedebildim. Saymaya başlamıştım içimden. Korkuyu kalbime misafir ederek, koca bir bilinmezliğin içine sürüklenmiş bir vaziyette saymaya başlamıştım. On dakika... Bu odaya gireli onuncu dakikayı dövüyordu zaman sonsuz vücuduna ve ben şimdiden pes etmenin eşiğindeydim. Direnç, camdan daha kırılgan olabiliyordu bazen, buzdan daha kaygan ve havadan daha ince daha hafif... Kaybolması bir göz açıp kapama mesafesinde olabiliyordu.
Direncimin, tek bir dokunuşla tuzla buz olduğunu hissediyordum. Direncimin, avuçlarımdan kayıp giden soğukluğunu hissediyordum. Ne kadar tutmaya çalışırsam çalışayım kayıp gidiyordu işte. Direncimin, içimin olmayan boşluklarından sızıp benden uzaklaştığını hissediyordum. Ne kadar gidebileceği her yeri kapatmaya çalışsam da uçup gidiyordu işte.
Tam kendimi cezanın bu olduğunu ikna ettiğim dakikanın içine girmiştim. On ikinci dakikanın... Bekleyen bir şey yoktu, olay sadece zincirlenmekti. Tıpkı evcilleştirilemeyen vahşi bir hayvan gibi...
Gözlerim kapalı içimden saymaya devam ederken odanın içine doldurun bir tıs sesi, gözlerimi açmama neden oldu. Başta odada hiçbir hareketlilik göremedim ama hâlâ duyulan o sesle bu kez başım yukarı kalktı ve tavanda, zincirlerin çıktığı deliklerin hemen yanında iki küçük kapağın yana doğru kayarak açıldığını gördüm. Kapak tamamen açıldığında, zincirlerin yuvarlak deliklerinin aksine iki küçük kare oluşmuştu. Kaşlarım çatılı neler olduğunu anlamaya çalışırken, deliklerden aşağı iki sprink* indi.
(Sprink, binalarda bulunan sulu yangın söndürme sistemlerindeki suyun aktığı küçük mekanizmalardır.)
Ve daha ne olduğunu anlayamadan sprinklerden fışkıran sular beni ıslatmaya başladı. İrkilerek üzerime boca edilen o sulardan kaçmaya çalışsam da bağlı ellerim buna olanak vermiyor, yetmezmiş gibi ıslanan metal zemin yüzünden, sadece parmak uçlarımda durabildiğim ayaklarım kayıyordu. Tüm kaçma girişimlerimi durdurup suyun altında sabit kalmaya karar verdim. Zaten çalışsam da kendi canımı yakmaktan öteye gidemiyordum, hiçbir faydası yoktu.
İçimden saymaya devam ettim. Bir, iki, üç, dört... Soğuk su, her tarafımı sırılsıklam ederken çenemin titremeye başladığını, birbirine çarpan dişlerimden ancak fark edebildim.
Gerçekten zevk alıyor muydu şu halimden?
Başımı koluma doğru yaslayıp yüzümden akan suların arasında nefes almaya çalıştım. Düşüncelerimin şu an tek bir yönü vardı: Hepsi bu kadar mıydı yoksa dahası var mıydı? İçimden saydığım saniyeler iki yüz otuz sekizi bulduğunda tamam dedim kendi kendime. Sanırım hepsi bu, dahası yok.
Bazen kendimi çok zeki sanıyordum ya aslında aptalın önde gideniydim, hep aldanıyordum. Yine aldandım. Babamın tarzını unutup yine aldandım. Sizi düşündürürdü, öyle çok düşündürürdü ki beyninizi yerdiniz. İşkencelerin en acımasız olanıydı bence felaketin geleceğini bilmek ama ne zaman geleceğini bilmeyip hep diken üstünde olmak. Esen rüzgârdan, kendi gölgenden korkar hale getirirdi bu durum seni. Babam da bana aynısını yapıyordu, bir şeyler olacağını biliyor onu bekliyordum, gelmiyordu. Tam kendimi gelmeyeceğine inandırıp rahatladığım an, akın ediyordu üzerime o şey her neyse. Babam sınırları olmayan bir adamdı, her şeyi yapabileceğine olan inancım sonsuzdu. Ona rağmen, her ileri gidişinde yaşadığım şok ve korku hiç değişmiyordu.
Hiç düşünmemiştim, bu odanın zemini neden metal diye hiç düşünmemiştim. Düşünmeliydim. Yerde artık küçük bir gölcük oluşmaya başlamışken ve benim başım koluma yaslı bir vaziyette, içimden saymaya devam ederken başta ne olduğunu anlayamadım. Ayak parmaklarımdan vücuduma doğru akan bir şey vardı, gerisinde tuhaf bir acıyla uyuşukluk bırakarak ilerleyip her duyumu ardına kadar açarken beni irkilterek ter etmişti bedenimi. Gözlerimi açıp çatılı kaşlarımla yere baktığımda o akan şey her neyse bir kez daha geldi, bu kez çok daha yoğun çok daha yakıcıydı. Sanki tenime milyonlarca iğne aynı anda batıyormuş hissi uyandırıyordu o şey. Dudaklarımdan bir inleme kaçarken hissettiğim acıyla yüzümü buruşturdum. Anlık gelip anlık giden bu şeyde neydi? Çatılı kaşlarımla durumu kavramaya çalışırken bir kez daha sardı benliğimi o his. Bu kez öyle şiddetliydi ki, etlerim kemiklerimden ayrılıyor, tüm bedeni ateşlerin içinde kalmış gibi alev alev yanıyor sandım. Kemiklerime kadar titreten bu şey, kafamın içindeki beyni bile yakıyordu sanki. Ellerim, onları havada tutan zincirlere sarılırken dişlerimi sıkıp bu acıya tahammül etmeye çalışıyordum ama yolu yoktu. Buna katlanmamın hiçbir yolu yoktu. Bu daha önce hiç karşılaşmadığım türden bir acıydı bu, nefesimi kesiyordu. Sanki... Sanki binlerce voltluk elektrik akımının ortasında kalakalmışım gibi...
Elektrik...
O şey... O his... Yavaşça bedenimi terk ettiğinde artçıları devam ediyor gibi kaslarımda sızılar vardı, acısı hâlâ yerli yerindeydi. Zihnimin arasına süzülen düşünce, bana neyle karşı karşıya olduğumu fısıldıyordu. Ellerim bağlıydı, kaçış yolum yoktu. Yerler metaldi ve üzerime akan su bile planlıydı. İletkenliği artırıp verilen elektriği her hücremde hissedeyim diye önceden suyla yıkanmıştım.
Bana elektrik veriliyordu.
Babam bana elektrik veriyor, acının daha önce hiç tatmadığım bir yönüyle karşılaşmama neden oluyordu.
Kaç saniye kaç dakikanın altında kaldı, o acı ve his kaç saniye zihnimi delip geçti bilmiyorum. Zaman eşit paydalara bölünmüştü, bir paydada elektrik bedenimle buluşup dudaklarımdan feryatların kopmasına neden oluyordu. O feryatlar, birbirine kırmak istercesine geçen dişlerimin arasından boğuk bir inilti gibi çıksa da boğazımın derinliklerinde acı çığlıklardı aslında. Diğer paydadaysa verilen akım kesiliyor, ama acı olduğu yerde kalıyordu. Acı, zamanla birlikte eşit parçalara bölünmüştü. Her yerdeydi. Zincirlerden tutunup kendimi yukarı çekmeye çalışıyordum ama başaramıyordum. Verilen elektrik akımı kaslarımı eritiyordu sanki. Üzerimdeki sırılsıklam kıyafetlere rağmen sırtımdan, alnımdan, boğazımdan akan terleri hissedebiliyor, bedenimden çıkan buharı görebiliyordum.
Zaman öldü...
Göz yaşlarımın içine gömüldü...
Zaman çürüdü...
Zamanla birlikte ruhumun sağlam kalan son parçaları da çürüdü...
Ve benden geriye hiçbir şey kalmadı...
Odanın içine yayılan ayak seslerini duyduğumda, bir süredir akım bedenime uğramıyordu. Ne kadar sürmüştü hiçbir fikrim yoktu ama bana öyle uzun gelmişti ki, başımda keskin bir ağrı, kulaklarımda sağır edici bir uğultu vardı. Gözlerim açık mı kapalı mı ayırt edemiyordum bile. Her kasım sızım sızım sızlıyordu. Bileklerimi sıkan kayışlardan dolayı ellerime kan gidiyor mu onu da bilmiyordum. Bildiğim tek şey artık hiç gücümün kalmadığıydı. Bitiktim.
Kulaklarımdaki o sağır edici uğultunun arasına saplanan adım sesleri, tam önümde durduğunda, siyah parlak kunduralar görüş açıma girmişti, demek ki gözlerim açıktı. Ayakkabılardan sonra bir elin bana doğru uzandığını gördüm. Beyaz gömleğinin kol kısmı, siyah takım elbisenin içinden hafifçe görünüyordu. Başımı kaldırıp kim olduğuna bakacak gücü kendimde bulamıyordum. Neyse ki o elin amacı, tam olarak bu olacak ki çenemi hafifçe kavradı. Dokunduğu yer acıdığında hafifçe inlediğimi duydum. Öyle sıyrılmıştım ki kendimden, sanki olayları dışarıdan izleyen üçüncü bir göz gibiydim şu an.
Başım yukarıya doğru kaldırıldığında jilet gibi ütülenen takım elbise baştan sona geçti gözümün önünden ve sonunda karşımdaki kişinin yüzü girdi gözlerimin perdesine. Babam... Karşımdaydı... Yüzü ifadesizdi ama gözlerindeki keyifi seçebiliyordum o ifdesizliğin arasından.
"Ölümün İzem..." diye girdi söze katı bir sesle. "Beni hiç etkilemez. Neden biliyor musun çocuğum?" Tıpkı bir yıldız gibi parlayan kahverengi gözleriyle süzdü yüzümü boydan boya. Çenemde hafifçe kıpırdanan parmaklarının hareketlerini hissedebiliyordum. Çenemi okşuyordu.
"Senin gibi yetişen onlarca çocuk daha var çünkü. Senin kadar profesyonel olmamaları şu an seni hayatta tutan en önemli etken ama canımı sıkıyorsun İzem."
Parmakları sıkılaşırken canımı yakacak derecede kavradı aniden çenemi ve tüm bedenim irkildi.
"Canımı sıkmaya devam edersen canını kendi ellerimle almaktan çekinmem sevgili çocuğum. Beni anladın mı?"
Bir göz yaşının yakıcı izini yanağımda hissettim. Hızla çeneme doğru aktı o yaş ve babamın ellerine bulaştı. Senin elini de benim yanağımı yaktığı gibi yaktı mı o damla baba?
Ben cevap vermeyip sessiz kalınca daha da sıktı çenemi ve "Bana cevap ver!" dedi öfkeli bir sesle. Bir göz yaşı daha kaydı gitti yanağımdan. Muhtemelen çenem babamın parmaklarının arasında eziliyor olmasaydı titriyor olurlardı. Burnumu çekip güç bela yutkundum ve sorduğu sorudan çok daha bağımsız bir soru sordum ona.
"Neden benden bu kadar nefret ediyorsun?"
Yıllardır cevabını merak ettiğim soruydu bu. Kendi içimde milyonlarca cevabı vardı ama ben ondaki cevabı duymak istiyordum. Bir baba kendi öz kızından neden bu denli nefret ederdi? Evlat edindiği Damla ve Gece'ye bile merhameti varken kendi öz kızına nasıl bu kadar gaddar olabilirdi?
Elini geri çekti babam ve bir adım uzaklaştı benden. Ellerini kumaş pantolonunun ceplerine yerleştirirken zorlukla dik tuttuğum başımla birlikte izliyordun onu, bir cevap bekliyordum.
"Çünkü bana geçmişi hatırlatıyorsun. Çünkü bana elimi kolumu bağlayan o vasiyetnameleri, o sözleşmeleri hatırlatıyorsun. Soyumu devam ettirebilecek bir erkek çocuk istedim ben, senin gibi zavallı zayıf bir kız çocuğu değil. Şu haline bak, salya sümük ağlıyorsun karşımda. Tam bir hayal kırıklığısın."
Çünkü canım çok yanıyor diye bağırmak istedim yüzüne karşı ama bunun babam için hiçbir şey ifade etmeyeceğini biliyordum. Bir göz yaşı daha aktı ve bir tane daha... "Ağlamayı kes!" dedi acımasız bir sesle. Denedim. Gerçekten denedim kendimi durdurmayı ama beceremedim. Bir damla daha kirpiklerimin arasından kayıp gitti.
"Anlaşılan dersini henüz almamışsın. O zaman seni buradan çıkaramam. Altmış dakika sonra, bu konuyu yeniden gözden geçirene kadar burada kalmaya devam et bakalım."
Ve bana arkasını dönüp kapıya doğru yürümeye başladı. Altmış dakika daha mı? Yapamazdım. Tüm bunlara değil altmış dakika bir dakika daha dayanamazdım.
"Lütfen..." dedim hayatım buna bağlıymış gibi. Belki de buna bağlıydı. "Lütfen dur..." Son bir çabayla göz yaşlarımın yollarını kapatıp ağlamayı kesmeye çalıştım. Görüşümü bulanıklaştıran yaşların gözlerime batışını hissetsem de neyse ki yanaklarıma doğru akmadılar. Ve neyse ki babam durdu.
Uzun boyuyla birlikte omzunun üzerinden baktı yüzüme. Kısık bakışları zafer yüklüydü. Ağlamadığımı gördüğünde tüm bedenini bana dönüp açtığı mesafeyi geri kapattı.
"Yoksa düşündüğümün aksine, aldın mı dersini sevgili çocuğum?"
Başımı sallayarak yanıtladım onu. Sesli onay istemeden "Bir daha bana itaatsizlik edecek misin?" diye sordu, ses tonu tehditkârdı. Başımı iki yana sallayıp "Etmeyeceğim." diyerek destekledim hareketimi. Yenilmişlik hissi umurumda bile değildi şu an. Zafer istediği kadar babamın olabilirdi, ben sadece bu odadan kurtulmak istiyordum. O elektrik akımına bir kez daha maruz kalmamak... Ağrıyan kaslarım dinlensin istiyordum, ayaklarımın üzerine normal bir şekilde basayım, bileklerimdeki kayışların neden olduğu acı geçsin...
"Bir daha bana saygısızlık edecek misin?"
Derin bir iç çekiş.
"Hayır..."
"Sözümden dışarı çıkacak mısın?"
"Çıkmayacağım..." Uzun uzun gezdirdi gözlerini yüzümde ardından "Buraya gelin." dedi yüksek bir sesle. Anında içeriye iki adam girmişti, ikisi de beni buraya getiren adam değildi. Yönünü benden adamlara doğru çevirip bana sırtını döndü ve emirlerini yağdırdı.
"Çözün. Dışarı çıkarıp toprağa basmasını sağlayın ardından da eski hücresine götürün. Cezasına ilk karar verdiğim şekilde devam edecek."
Ve gitti.
Adamlar beni çözüp o cehennemden çıkarırlarken ikisi de kollarımdan tutarak destek oluyorlardı bana. Kendi başıma ayakta duramıyordum. Bileklerim kıpkırmızıydı ve yer yer kanlanan kesikleri fark etmiştim. Tıpkı babamın istediği gibi önce dışarı çıktık. Hava yine karanlıktı. Temiz havayı ciğerlerime doldururken çıplak ayaklarımla toprağa basıp içimdeki elektriğı atmaya çalıştım. Rahatladığımı inkâr edemezdim. Acı yavaş yavaş çekiliyordu geri yerini hafif bir sızıya bırakıyordu. En azından geri dönerken kendim yürüyebilecek durumdaydım.
Hiçbir şey söylemeden, yapmadan girdim eski hücreme ve köşeye kadar yürüyüp oturdum en köşeye. Isı artmış ya da azalmış, donmuşum ya da yanmışım, açlık belimi büküp beni zayıf düşürmüş miden kramplarla kasıla kasıla yanmış... tepki bile vermedim hiçbirine, hiçbir şeye. Delik deşik dalmalarla uyudum, uyku bile denmeyecek şekilde. Doğru düzgün dalmak için kendime masal bile uydurmadım. Hesaplamadım zamanı, ne kadar olduğunu, ne kadar kaldığını. Öylece durdum ve bitmesini bekledim. Bitmesini ve gitmeyi...
💎🎭
YAZARDAN:
Konuşmayı sever insan... Bildiği konular olsun, bilmediği konular olsun... Fark etmez hiç. Bilmediğini kabullenmez insan... Her konuda bir bilgisi vardır.
Günler hızlı geçiyordu. Gece ve Damla okula gidip gelmeye devam ediyordu ama ikisinin de aklı yalnızca ne halde olduğunu bilmedikleri, kardeşleri saydıkları İzel'deydi. Tüm okulun konusu da buydu. Herkes merak ediyordu İzel İzem Hancı'nın nerede olduğunu. Ve konuşuyorlardı. Türlü türlü senaryolarla bilgi kalabalığı yapıyorlardı.
Herkes merak ediyordu etmesine de içlerinden biri o merakla ölecek gibi hissediyordu. Savaş Kalkavan... İlk gün okula gitmemişti sırf İzel ile karşılaşmamak için. Karşılaşsa ne diyecek ne yapacak hiç bilmediği için. Kuzeninden öğrenmişti okulda olmadığını onun da. Önceki gece yaşananlardan dolayı zaten endişeliyken endişesi her geçen günde daha da artıyor, ama elinden de bir şey gelmiyordu. Kendini tamamen resimlerinin arasına gömmüş, bu kez bilinçli olarak zihnine kazıdığı portreyi kağıda aktarmıştı her seferinde.
Şimdi yine İzel'i çiziyordu okul binalarının arkasındaki açık yüzme havuzununun kenarına oturmuş. Bu havuz Yasemin'in şımarıklığının eseriydi. Kapalı bir havuz varken o açık yüzme havuzu da istemiş, bu sayede canı istediğinde burada havuz partisi verebilmişti. Savaş sessiz olduğu için seçmişti bu köşeyi. Öğrencilerin bu köşelere pek uğradığı söylenemezdi. Kızlar, giydikleri topuklular yüzünden havuza düşme endişesi taşır, erkekler de kızlar yok diye uğramayı tercih etmezlerdi. Bir elin beş parmağını geçmezdi buraya uğrayan kişi sayısı. Havuz yaz kış fark etmeksizin dolu kalırdı. "Westeros'un Drogo'nun tepesindeki Dany tarafından yakılışını izleyen Cercei gibisin şu an Savaş."
Duyduğu sesle başını çiziminden kaldırmadan gözlerini devirip işine devam etti. O çizimlerine sarmıştı Güney de ona. Bir anda çizim defterinin üzerine bırakılan şeyle durmak zorunda kaldı. Kağıda sarılmış bir sandviç. Yemeği görene kadar acıktığını hissetmemişti Savaş. Öyle dalgındı ki. Düşüncelerinin içinde kayboluyordu.
Güney tam Savaş'ın yanına oturup kendi sandvicini açıp yemeye başladı. Gözleri Savaş'ın çizim defterine kaydığında günlerdir gördüğü şeyin aynısının lacivertini görmek mavilerini devirmesine neden oldu. "Geri alıyorum." dedi ağzındaki lokmayı umursamadan. Bir yandan da Savaş'a onun için aldığı kolayı uzatıyordu. "Finalde Dany'i öldüren Jon Snow gibisin şu an."
Savaş defterini kapatıp yanına koyarken sandvicin paketini yırtıp kolayı açtı ve yemeden önce "Game of Thrones benzetmelerin bittiyse siktirip gidebilirsin Güney. Yalnız kalmak istiyorum." dedi.
Güney arsız arsız gülüp "En iyisini sona sakladım." dedi. Günlerdir Savaş'ın onu kovmalarına öyle alışıktı ki artık duymuyordu. Gerçi ne zaman duymuştu ki? Utanmasa eşyalarını toplayıp Savaş'ın evine yerleşecekti. Ah durun... Zaten utanmıyordu, o halde neden yapmıyordu ki? Bunu düşünmeyi sonraya erteleyip kuzenini güldürmek için "Çükünü kaybetmiş Theon Greyjoy gibisin de." dedi. Ama güldüremedi. En sonunda ciddileşirken "Pekâlâ dostum neden gidip sarı kafaya sormuyorsun? Hani o gün benim kafamda vazo parçalayan sarı kafadan bahsediyorum."
Savaş elindeki sandviçten bir ısırık alırken kolayı es geçti. Sabahtan beri yediği ilk şeydi bu sandviç. Kuzeninin sözlerini düşündü. Evet gidip Damla'ya sorabilirdi ama ayakları onu bir türlü Damla'ya götürmüyordu. Nedeni belki o otoparkta olan konuşmaya onun da şahit olduğunu bilmekti belki de Gece Hancı'nın evine geldiği gün yaşananları Damla'ya da anlattığını düşünmesiydi... Hangi belki daha ağır basıyor ya da onu engelleyen başka bir neden mi var kafasının içinde bunun cevabını bulamıyordu Savaş. Bu yüzden konuyu değiştirmek için yüzüne kondurduğu sahte bir gülüşle baktı kuzenine ve "O gün yediğin tek darbe o muydu?" diye sordu alayla. Kuzeninin ciddiyetini keskin bir manevra ile somurtmayla değiştirmişti.
"Senin manyak da sen gelmeden önce kafama silahın kabzasını geçirmişti. Soyad ile alakalı galiba. Soyadı Hancı olan herkes bir manyak."
Bu cümleler Savaş'ın gülümsemesine neden oldu. Kabul ediyordu, İzel'de biraz manyaklık vardı. Kitapla adam dövebilir, birinin arabasını gasp edebilirdi. Yapmıştı.
Güney kuzeninin bu gülümseyişini kaçırmadı. Neden sarı kafaya sormadığını bilmiyordu genç adam ama bir nedeni, onu engelleyen bir şeyler olduğunu tahmin ediyordu. Derin bir nefesle göğsünü şişirdi. İyilik meleği değildi ama en azından kuzeni için bu kadarını yapabilirdi. Oturduğu yerden kalktığında ona dönen bakışlara karşılık verip "Benim işim var, sende sıkıcı sıkıcı resim çizmene geri dönebilirsin." dedi ve Savaş'ı arkasında bırakıp okulun ön kısmına doğru ilerlemeye başladı. O kızı nereden bulacağını hiç bilmiyordu. Hangi bölümde olduğunu bile bilmiyordu. Hangi fakültedeydi sahi? Bahçenin ortasında dikilmiş bir grup kız öğrenciye doğru ilerledi Güney. Aklında onlara sormak vardı. Üniversiteleri kalabalık değildi ve Hancı'lar geldiklerinden beri bir hayli popülerlerdi. Haliyle herkesin onlardan haberi olmalıydı öyle değil mi?
Onu ilk fark eden, kısa küt saçlarının uçlarını su yeşili rengine boyanmış olan bir kızdı. Kırmızıyla renklendirdiği dudağının kenarları kıvrılırken lens olduğu bas bas bağıran yeşil gözleri parıl parıl parlıyordu. Belki de nedeni tepelerine vuran güneşti bilmiyordu. Güney Kalkavan'ın bu hayatta nefret ettiği bir şey varsa o da zevk için lens takan kızlardı.
Kız yanındakilere başı ile Güney'i işaret ettiğinde gözlerini devirmekten çekinmedi genç adam. Kızların yanına geldiğinde artık hepsi de suspus olmuş genç adamı ilgiyle süzüyorlardı.
Saçları su yeşili olan daha Güney konuşmadan hemen atlayıp "Sana nasıl yardımcı olabiliriz?" diye sordu. Tavrından bakışlarına kadar her hareketi flörtöz ve davetkârdı, bunu açık açık belli ediyordu. Güney şu an istese onun yatağına girmeye dünden hazırdı. Birkaç saniye onun yüzünü süzen Güney içinden üzgünüm bebeğim, lenslerden kaybettin diye geçirdi ve lafı uzatmadan konuya girdi.
"Sarışın Hancı kızını gören oldu mu aranızdan?"
Lensli kızın yüzü anında düşerken başını iki yana sallayarak cevapladı sorusunu. O an anladı Güney, gördüyse bile söylemezdi bu kız, o çirkeflik vardı bunda. Neyse ki diğer üç kızdan solunda kalan "Ben gördüm." diyerek girdi söze. Lenslinin kötü bakışlarına maruz kalmak onu susturamamış olacak ki genç adamın mavileri ona döndüğünde konuşmaya devam etti.
"On dakika kadar önce Güzel Sanatlar Fakültesinin kafeteryasından kahve alırken onu masalardan birinde otururken gördüm. Yanında şu yakışıklı çocuk vardı. Gece'ydi sanırım adı. Zaten hiç ayrılmıyorlar, hep birlikte takılıyorlar."
İçinden sert bir küfür savurdu Güney. Belki de kuzeninin Damla denen o kıza soramamasının nedeni Gece Hancı'ydı. Kızın dibinden ayrılmazsa Savaş nasıl gidip sorsundu ki? Kavga çıkmaması imkansızdı ve Savaş şaşırtıcı derecede kavga etmekten hiç hoşlanmazdı. Neyse ki hoşlanmıyor diye düşündü Güney. Hoşlanmadığı halde ağız burun kırma kapasitesi bu kadar yüksekken bir de hoşlansa olacakları düşünemiyordu.
"İşte şimdi bana yardımcı gerçekten olabilirsiniz." dedi Güney kızlara ve meraklı bakışları üzerine topladı. Şey... Biri hariç diğerleri meraklıydı en azından.
"Biriniz gidip o kızı kütüphaneye getirirken diğerlerinin Gece Hancı'yı oyalaması gerek. Bunu yapabilirsiniz öyle değil mi?"
Kızların kararsız yüz ifadelerini görünce onlara motivasyon aşılamak adına boğazını temizleyip, "Yapana Savaş Kalkavan'ın numarasını veririm. Hatta havamdaysam ev adresini..."
Ve kızlar tabi ki bu teklifin üzerine atladılar.
Yaklaşık on dakika sonra Güney kütüphanede beklerken sarışının cam kapıdan yansımasını gördü. Yanında da aşağıdaki kızlardan hiç konuşmayanlardan biri vardı. Kız, sarışının kulağına bir şeyler söylediğinde Damla Hancı'nın kavisli kaşları çatıldı. Yüz ifadesindeki hayreti okudu Güney ve tam diğer kızın yanından geçip gitmeye yelteniyordu ki kız onu durdurup yine bir şeyler söyledi. Damla'nın sinirlendiği belli oluyordu yine de o kapıdan içeriye girmesine engel olmadı bu. Genç adam rahat bir nefes alırken yaslandığı büyük kitaplıktan doğrulup Damla'ya doğru ilerledi. Kollarını göğsünde birleştirmiş olan kız ağırlığını bir ayağının üzerine vermiş bir şekilde çatılı kaşlarıyla kütüphanenin ortasında dikiliyordu.
"Kaşlarını bu kadar çatma, bebeksi yüzünde iz oluşur yoksa."
Hey, böyle girmeyecekti söze. Normal bir şekilde İzel'in nerede olduğunu öğrenecek ve gidecekti. Sağı solu belli olmayan bu kıza bulaşıp sinirlerini bozmaya niyeti yoktu oysaki. Ama dayanamamıştı işte. O gün bu kız genç adamı bebeksi yüzünü dağıtmakla tehdit etmişti ve Güney de o güne atıf yapmadan duramamıştı.
Açık mavi gözleri Güney'ı bulan Damla onu tamamen duymazdan gelerek "Ne istiyorsun?" diye sordu. O kızın alelacele onu masadan kaldırıp buraya getirdiğine inanamıyordu, ve bir anda etraflarını sarıp Gece ile sohbet etmeye çalışan o kızlara... Tabi Gece beyin de değmeyin keyfine...
"Biliyor musun?" diye sordu Güney de onu duymazdan gelip battı balık yan gider hesabı. "Elinde silah ya da vazo yokken çok masum duruyorsun. Sanki hiç tehlike arz etmiyor gibi, sanki birinin kafasını vazo ile yaramazmışsın gibi."
Elini kaldırıp tahammül edemediği bu duruma bir dur dedi Damla.
"Eğer bu kez kafanda kitap parçalamamı istemiyorsan şunu kes ve ne istediğini söyle."
Karşısındaki kızın öfkeden kızaran yüzüne baktı ve bir an bu görüntü hoşuna gitti genç adamın. Sinirlendiğinde İzel'in aksine bu kız tatlı oluyordu. Daha da sinirlendirmek için delice bir istek duydu o an. Her an kafasında bir şeyler parçalanabilirdi ama bu riski göze alıyordu Güney.
"Bu hareketler İzel'e yakışıyor bebeğim, sende eğreti duruyor. Ayrıca kitap İzel'in tarzı."
Damla, karşısındaki adamın gamsızlığı karşısında şok olmuş bir haldeydi. Ne sanıyordu bu adam kendini? Burnundan, içinde biriken siniri atmak istercesine sert bir nefes verdi. Olay çıkarmak istemiyordu. İzel dönene kadar görünmez bir şekilde günlerini geçirmek istiyordu yalnızca. Bu yüzden ne kadar sinirlenirse sinirlensin metanetini koruyup "Pekâlâ..." diye mırıldandı ve kollarını çözüp geriye doğru bir adım attı. "Söyleyeceğin bir şey yoksa ben gidiyorum."
Tam arkasını dönüyordu ki kolundan tutularak durduruldu. Sonunda Güney Kalkavan ciddiyeti üzerine giyinebilmişti.
"Tamam tamam." dedi Güney ve elini kızın kolundan çekti. "Sadece İzel'i sormak için çağırdım seni. Dört gündür nerede bu kız? Telefonları da kapalı?"
Kısık gözleri ile baktı Damla genç adama. Bir kaşı zarifçe havalanmıştı. "Bu seni neden ilgilendiriyor?" diye sordu şüpheyle. Ne haltlar karıştırdığını merak etmeye başlamıştı işte şimdi. Omuz silkmekle yetindi Güney. "Beni değil Savaş'ı ilgilendiriyor. Merak eden o, dört gündür yeme içmeden kesildi çocuk."
Tamam belki biraz abartıyordu ama biraz ajitasyondan kimseye zarar gelmezdi öyle değil mi?
"Gelip kendi sorsun o zaman. Anlamadan dinlemeden arkasını dönüp gitmekte değil mesele."
Netti Damla bu konuda. Savaş'a kızgındı. O gece Gece'yi dövdüğü için değil, o gecenin gündüzünde Gece her haltı ortaya saçtığında İzel'e arkasını dönüp gittiği için. Eğer gitmeseydi, İzel'i dinleseydi şu an İzel Fransa'da olmayacaktı, o cezayı hiç almayacaktı.
"Bak!" dedi Güney temkinli bir şekilde. "Konunun ne olduğunu bilmiyorum, bir gece önce mükemmel derecede yakınlarken bir gece sonra ne oldu da bu hale geldiler hiçbir fikrim yok. Öğrenmek de istemiyorum. Zorlamasan olmaz mı? Söyle gitsin işte. Gerçekten yataklara düşecek yakında Savaş, öyle bir merak yani."
"İyi..." diye karşılık verdi Damla. "Fransa'ya gittiğini söylersin. Pazar günü dönecek."
Ve onun başka bir şey sormasına, söylemesine izin vermeden kütüphaneden çıkıp Güney'i orada yalnız bıraktı. Güney kotunun cebinden telefonunu çıkarırken dudağında zafer dolu bir sırıtma vardı. İnsanın istediğini elde etmesi ne de güzel bir duyguydu. Kuzenine öğrendiği bilgileri mesaj atarken "Ulan Savaş..." dedi kendi kendine. "Ben olmasam öleceksin haberin yok!"
💎🎭
İZEL İZEM HANCI'DAN:
Sabrın sonu selamettir demişti bir keresinde annem. O zamanlar küçüktüm ve kelimelerle aram şimdi olduğu kadar iyi değildi. Ne demek istediğini anlayamamıştım. Şimdi anlıyordum. Karşılaştığın güçlükler karşısında sabırla direnirsen önünde sonunda başarı, kurtuluş ya da adına her ne derseniz, seni bulurdu.
Zamanla arası çok iyi olan ben, şu an küsmüştüm zamana. Akıp gidiyordu ama bir an olsun durup da saymıyordum. Ne kadar olmuştu bu hücreye gireli? O elektrik olayının üzerinden ne kadar zaman geçmişti? Hiçbirinin cevabı yoktu bende. Tamamen kaybolmuş gibiydim, yıllar geçmiş gibi hissediyordum. Bazen suyumu getiren ya da tuvalete götüren korumalara sormayı istiyordum ama dilimin ucuna gelen tüm kelimeler kördüğüm ile bağlanıyordu dilime, çözülmüyorlardı bir türlü. Hiç bitmeyecekmiş gibi hissetmeye başlamıştım artık, bu hücrenin içinde ölecekmişim gibi. Yine de şikayet etmiyordum. Edemiyordum. Çünkü burası diğer yerden çok daha iyiydi. Üstelik uzun zamandır içerinin havasıyla da oynanmıyordu, mücadele etmem gereken tek şey karanlıktı. Bu yüzden şikayet etme hakkına sahip değildim.
Parmaklarımla oynarken kapı büyük bir gıcırtıyla açıldığına bana dokunmayan ışığa bakmaya çalıştım kamaşan gözlerimle. Karanlık en yakın dostum olmuştu bu hücrede ve artık her ışık gördüğümde başıma ağrılar saplanıyordu.
Kapıdan gelen ışığın ortasında duran silüet baba doğru yaklaşmaya başladığında küçük bir an tedirginlikle duvara sinmeye çalıştım. Ama bir kaç adım ötemde durup dizinin üzerine çöken o bedenden tanıdık bir koku geldiğinde duraksayıp silüetin sahibine daha dikkatli baktım. Arkasından vuran ışık yüzünden, yüzü karanlık olsa da kim olduğunu biliyordum onun. Dudaklarım buruk bir tebessüm ile kıvrıldı, "Alex..." diye fısıldadım. Bu uzun zaman sonra kendi sesimi ilk duyuşumdu, babamla olan o konuşmamızdan sonra dudaklarımdan tek bir kelime bile çıkmamıştı.
"Özür dilerim kızım." diye fısıldadı Alex'de aynı benim gibi. O an fark ettim bir gerçeği. Bu, uzun zaman sonra duyduğum ilk insan sesiydi. Bahsi geçen o zamanda kulaklarıma çalınan tek melodi kapı gıcırtısı, sifon sesi, musluktan akan su, ve nefes alış verişlerimin sesiydi. "Seni yalnız bıraktığım için özür dilerim İzel." Sanki suç onunmuş gibi özür dileyenin o olması gözlerimi doldurdu. Yaslandığım duvardan doğrulmaya çalıştım ama becerebildiğim söylenemezdi. Açlık beni çok zayıf düşürmüştü, sadece su yetmiyordu karın doyurmaya. Alex hareket etmeye çalıştığımı anladığında kolumu tutup beni doğrulttu. Ondan destek alırken karanlıkta çok hafif seçilen yüzüne sabitledim kahvelerimi. "Ne zaman bitecek?" diye sordum. Diğerleri vermiyordu ama Alex verirdi bana bir cevap.
Boştaki eliyle saçlarımı okşarken üzerime doğru eğilip başımın tepesine şefkat dolu bir öpücük kondurdu. Babamın veremediği o sıcaklığı bir yabancının seve seve vermesi ağır geliyordu insana. Çünkü şöyle bir psikolojik baskısı vardı bu durumun; seni öz baban bile sevmiyorken kim sevsin ki?
Alex beni öz babamdan daha çok seviyordu. Yabancıydı belki ama babamdan daha yakındı bana.
Arka arkaya birkaç öpücük kondurdu saçlarıma ve yanağını başımın tepesine yaslarken, bir eki şefkatke saçlarımı okşarken "Bitti kızım." diye fısıldadı. "Kabus artık bitti, seni götürmeye geldim.
Bitmiş miydi?
Bir hafta dolmuş muydu?
Yüz altmış sekiz saat...
Bitmez sandığım o yüz altmış sekiz saat bitmiş miydi yani?
Bir gözyaşı kayıp gitti yanağımdan. Bu kez nedeni mutluluktandı, biten kabusun ardından gelen mutluluktan...
Bitmişti işte. Kâbus bitmişti ve artık gidebilirdim. |
0% |