@saniyesolak
|
Hellö🌚
Bölüm şarkısı: Model - Sarı Kurdeleler (Bu şarkı sadece bölümün şarkısı değil, İzel'in şarkısı...)
Uzun zaman oldu galiba... Bir ay kadar dhkshskj Tamam tamam bir ay dört gün oldu🌚🌝
Neysse... Geç olsun güç olmasın demişler.
Oy verip yorum yapmayı unutmayın olur mu? Onlar benim motivasyon kaynağım💁🏻♀️
💎🎭
YAZARDAN:
Kasvetin duvarlarının her bir köşesine sindiği odada derin bir nefes aldı. Başının ağrısını geçirmesi umuduyla içtiği ağrı kesici yavaş yavaş etkisini göstermeye başlıyordu, ağrının hafiflediğini hissediyordu. Çalmaya devam eden telefon sonunda açıldığında kulağına yasladı ve laf kalabalığı etmeden direkt öğrenmek istediği konuya girdi.
"İstediğim paket hazır mı?"
Karşı taraftaki ses "Evet efendim." dediğinde dudaklarına mağrur bir gülümseme kondu.
"Adrese postala."
"Hemen mi efendim?"
Sesinde bir gram bile tereddüt olmadan "Hemen!" diye cevap verdi. Karşısındaki adam onun aksine tereddüt doluydu, ahizeden kulağına gelen ses o tereddüt taşıyordu o kasvetli odaya sanki.
"Bundan emin misiniz? Henüz erken değil mi?"
Yorgun bir nefesle şişirdi göğsünü. Kısık bakışları elindeki silaha kaydı. Yine tereddütsüz bir sesle verdi cevabını.
"Hiç olmadığım kadar eminim. Gönder! Artık oyuna dahil olmanın zamanı geldi."
🎭💎
İZEL İZEM HANCI'DAN:
Özgürlüğünüzün kıymetini onu elinizden kaçırdığınızda bilirdiniz ancak. Benim elimden kaçıracağım bir özgürlüğüm bile olmamıştı. Yirmi yaşındaydım. Ve yirmi yılın her bir gününden nefret ederek gelmiştim bu yaşıma. Hiçbir mutluluğu tam olarak tadamamıştım, içimde hep bir burukluk vardı. Sanki karşımda bir cam vardı, aydınlıkta o cama baktığımda ileriyi görebiliyordum, gidecek yolum vardı, belki de umut... Ama hava karardığında; sadece ben vardım. Kaçabilecek hiçbir yerim yoktu, kendimleydim. Kendime yalan söyleye söyleye gelmiştim bu yaşıma. Yalan konusunda ustaydım ya hani, ben yalan söylemeyi kendime söyleye söyleye öğrenmiştim. Geçecek demiştim hep, umut var, güzel günler yakın... Geçmemişti hiç. Geçmiyordu. Geçmeyecekti. Umut hiçbir zaman olmamıştı bundan sonra da olmayacaktı. Güzel günler diye bir şey de yoktu. Sadece karanlık vardı, aydınlığı bile karanlıktı benim hayatımın.
Özgürlük en büyük mutluluktu bu hayatta.
Ve benim en büyük mutluluğum daha doğarken alınmıştı elimden.
Bana bir özgürlük borcun var baba! Bana bir mutluluk borcun var, yirmi yılımın her bir günü senin bana olan borcun. Söylesene baba bana olan borcunu ödeyebilir misin sen hiç?
Alex'in kollarında çıkarılmıştım o hücreden. Öyle gücüm yoktu ki destek almadan ayağa bile kalkamıyordum, dizlerim tutmuyordu sanki. Hastalığın damarlarıma karışan zehir gibi bedenimin içinde gezindiğini hissediyordum. O hücredeyken bunu pek fark edemesem de hücreden çıktığım an net bir şekilde hissetmiştim. Yine de direnmiştim. Ne kadar halsiz olursam olayım, Alex beni yukarıya taşımadan önce son bir çabayla ondan beni yere indirmesini istemiştim. İndirmişti. İlk adımım yere düşmek üzere olmamla sonuçlanmış, Alex'in beni tutmasıyla son anda düşmekten kurtulmuş olsam da günün sonunda babamın karşısına kendi ayaklarımın üzerine basarak dimdik bir şekilde çıkmıştım. Bir anlık pes etmek diğer anlarımı da etkilemeyecekti elbette, ben babama bir anlık yenilmiş olsam da diğer anlarda bunu ona göstermeye hiç niyetim yoktu, göstermemiştim de zaten. Gözlerinde görmüştüm şaşkın afallamayı. Beni öyle görmeyi beklemiyordu belli ki. Eğer o da benim gözlerimdeki ifadeyi okuyabildiyse, artık anlamıştır ondan ne kadar nefret ettiğimi. Bunu ben istememiştim, o beni itmişti bu nefrete.
Sevgili babamın özel jeti çoktan hazırdı benim için. Annemi bir kez daha görme fırsatı yakalayamadan bindirilmiştim o jete. Şimdi koltuklardan birinde otururken gözlerim serumun içine damlayan o damladaydı. Çok ateşimin olduğunu söylemişti Alex. Üşüdüğümü hissetmiştim ama bunu hücrenin etkisine bağlamıştım ben, meğerse ateşim varmış. Dirseğimin iç kısmından derime batan iğnenin acısını hissedebiliyordum. Vücudumun içindeki iğnenin rahatsız edici hissini, damarlarıma akan serumun kanıma karıştığını...
Karşıma birinin oturduğunu göz ucuyla gördüğümde sonunda gözlerimi, hipnoz olmuş gibi izlediğim o serum torbasından çekip başımı dikleştirdim ve karşımda oturan kişiye baktım. Alex, arasına sarıların karıştığı kahverengi gözlerinden taşan şefkatle bana bakıyordu. Bazen diyordum... Annem babama ihanet etmiş olsa... Ben doğmadan bir dokuz ay öncesi... Annemin rahmine düştüğüm o gece, babam yerine bir başkası olsa... Hayat bundan çok daha kolay olurdu sanırım. Ve o adam Alex olsa, buna hayat demek doğru olmazdı o zaman. Bana göre o cennet olurdu.
"Kendini nasıl hissediyorsun?" diye sordu kalın sesiyle ve bozuk Türkçesiyle. Onun bozuk şivesini bile seviyordum. Zorlanıyordu Türkçe konuşurken ama tatlı görünüyordu, yüzündeki o sertlik biraz olsun kırıldığından. Başım yeniden omzuma doğru düştü ama kahvelerimi ondan ayırmadım. Başımı dik tutmak öyle zor geliyordu ki.
"Aslına bakarsan hissetmiyorum." diye mırıldandım. Boğazımda berbat bir acı vardı ve ne kadar su içersem içeyim damağımdaki o zehir yutmuşum hissi gitmiyordu. Yediğim her şeyin tadı berbat geliyordu bana. Bunda yedikten birkaç dakika sonra çıkarmamın rolü büyüktü sanırım. Uzun süreli açlık, midemin yiyeceklere yabancılaşmasına neden olmuştu. Tıpkı her seferinde olduğu gibi. Az kalsın Anoreksiyaya yakalandığımdan ve ucuz yırttığımdan bahsetmiş miydim daha önce... Babamın hayatıma sanıldığından çok daha fazla zararı vardı.
"İyi olacaksın!" dedi tüm duası buymuş gibi ama inanmadığı bir duaya amin de demeliydi. Başımı iki yana salladı. Derin bir nefesi içime çekmeye çalıştım ama ciğerlerim fazlasını kabul etmeyip beni öksürmeye zorladılar. Üst üste bir kaç kez öksürüp kendimi daha iyi hissettiğim bir noktada "Olmayacağım." diye mırıldandım. "Babam hayatta olduğu sürece olmayacağım."
Küçükken yaptığım bir şeyi hatırlıyordum. Yapmamam gereken ama iliklerime kadar yapmak zorundaymışım gibi hissettiren bir şey. Zorlukla dik tuttuğum başıma rağmen gözlerimi Alex'in gözlerinden çekmeden, "O gece beni durdurmana izin vermemeliydim." diye mırıldandım. Başta neyden bahsettiğimi anlamadı. Gür kaşları çatılı bir halde bir süre düşündü. Sonra fark etti, gerildi. "Daha on iki yaşındaydın İzel!" dedi kafama vurur gibi. Bu düşünceyi aklıma getirdiğime bile kızdığına yemin edebilirdim. Hiç aklımdan çıktığı yoktu ki...
Yanağımdaki izin sıcaklığı ve sızısı, annemin bana duyurmamaya çalıştığı feryatları, kulaklarıma bastırdığım ellerimin baskısı, göz yaşlarımın yakıcı ıslaklığı, tuttuğum bıçağın ağırlığı ve açtığım kapının o sessiz gıcırtısı... Hepsi dün gibi aklımdaydı.
"Evet." diye cevap verdim, gözlerimi kısa bir an kapattım. Damarlarımdan kan değil ölüm akıyordu sanki. Çok yorgundum. "Öyleydim..." diye devam ettim sözlerime ve gözlerimi yeniden açıp onun kahvelerinin içine baktım bir kez daha. "Ama gözümü bile kırpmadan onu öldürebilecek kadar cesaretim vardı o gece. Tabi sen izin verseydin."
"Neye?" dedi hiddetle lafımı bitirdiğim an. Yaslandığı yerden doğrulup dirseklerini dizlerine yasladı ve bana doğru eğildi. O sarıya çalan kahveler şimdi iki kızgın bilye gibiydi. "Ömrünün sonuna kadar babanı öldürmüş olmanın ağırlığı altında ezilmene mi?" Başını iki yana salladı. "Bunun ne demek olduğunu bilmiyorsun kızım. Ellerine bulaşan kanın ne denli ağır olduğunu bilmiyorsun."
Gülmek istedim sözlerine, gerçekten katıla katıla gülmek... Mecalim olsaydı gülerdim de ama yoktu. Konuşmaya bile mecalim yoktu ki gülmek konuşmaktan çok daha zorlayıcı bir eylemdi. Serumun takılı olmadığı kolumu ağır ağır kaldırıp bileğimdeki izi görsün diye ortaya çıkardım. Yarı yarıya geçmiş sayılırdı ama hatırı sayılır bir izin oraya yuva yaptığını da söylemek gerekirdi.
"Haklısın!" diye mırıldandım. "Birini öldürmenin ne demek olduğunu bilemem, ne kadar ağır olduğunu..." Gözlerim bileğimdeyken sesimin kesildiği noktada kahvelerimi kaldırıp ona çevirdim yeniden. "Ama bedenime ve ruhuma bırakılan izlerin ve kalıcı hasarların ne demek olduğunu biliyorum. Yirmi yıl boyunca Kahraman Hancı'nın altında eziliyor olmanın ne denli ağır olduğunu... Bize görev bilinciyle aşıldığı ama hırsızlık ve suçtan daha fazlası olmayan o görevlerde çalınanların her bir kuruşunun omuzlarımda bıraktığı yükü biliyorum. Ki dönen paraların ne kadar büyük olduğunu Allah bilir, akla hayale sığmayacak rakamlar çıkmıştır eminim ortaya." Kuruyan dudaklarımı ıslatıp "Kaldırabilirdim..." diye fısıldadım sözlerime devam ederek. Dikkatle dinliyordu beni. Gözlerindeki öfkeyi kazımıştım göz bebeklerinden, yerine yeni bir duyguyu çizmiştim; hüzün... "Kahraman Hancı'yı öldürmenin yükünü çok rahat taşıyabilirdim."
Hastalığın etkisi miydi bilmiyorum ama yoğun bir şekilde duygusal hissediyordum kendimi. Burnumdaki sızı ve gözlerimdeki karıncalanma, ağlama isteğinin getirisiydi. Bu isteği de beraberinde götürmeyi dileyerek sertçe yutkunup kuru olan boğazımı temizledim. Hafif bir acı hissettiğimde istemsizce yüzümü buruştu. Hasta olmaktan nefret ediyordum.
Sessizlik aramızda kol gibi uzanıp ikimizi de sarmaya başlarken o kolu kökünden kesmek için "Ondan nefret ediyorum..." diye fısıldadım. Bir hafta boyunca öyle çok maruz kalmıştım ki o sessizliğe, şimdi duymaya ihtiyacım vardı, konuşmaya, iletişim kurmaya... Uyumamamın sebebi de buydu tam olarak.
"Bir zamanlar onu çok seviyordun." diye mırıldandı o da bozuk Türkçesiyle sözlerime karşılık. Bir zamanlar... Umudumun olduğu zamanlar... Kendi kendime mutlu olabildiğim zamanlar... Annemin hâlâ ayakta olduğu zamanlar...
"Küçük bir çocuk olduğum zamanlar..."
"Hâlâ bir çocuksun İzel!" diyerek anında karşı çıktı sözlerime. Bu söylemi beni güldürmüştü. Yüzümdeki her bir kas ağrısa da güldürmüştü. "Sana göre ben hep çocuğum." dedim dudaklarım o gülümsemeyi korurken. Birilerinin gözünde çocuk olmak güzel hissettiriyordu. Yirmi yaşında olsan bile... Şefkat dolu bir gülümsemeyle kıvrıldı dudakları ve "Öylesin." diye mırıldandı. Ö harfini O harfi olarak söylemişti. Ardından gözleri biraz yukarı tarafıma doğru kaydı ve "Serumun bitmiş, çıkaralım." diye mırıldanıp ayağa kalktı. O nazikçe kolumdaki iğneyi çıkarırken gözlerim hareketlerini takip ediyordu. Metalin derimden çıkışını hissettim ama hiç tepki vermedim. Serumu çıkardıktan sonra bir eliyle koluma pamuk bastırırken diğerini alnıma koydu. Ateşimi kontrol ediyordu. Serumun bir işe yaradığını düşünmüyordum çünkü hâlâ ateşimin olduğunun farkındaydım. O da bu teorimi onaylar gibi "Ateşin hâlâ çok yüksek, uyuyup dinlenmen gerek." dedi. Türkçe konuşmaktan sıkılmış olacak ki Fransızcaya geçmişti. Başımı iki yana sallamaya çalıştım onun elinin baskısı altında ve "Uyumak istemiyorum." diye itiraz ettim. Hemen yanımdaki koridor boşluğuna çöküp yanağıma avucunu yasladı. "İnat etme, dinlenmelisin."
Çocuk gibi omuz silkmekle yetindim bu sözlerine. Onaylamayan bakışları eşliğinde ayağa kalkıp başını iki yana salladı ve "İnatçı keçi!" dedi yeniden o bozuk Türkçe ile. Başımı kaldırmayıp yalnızca gözlerimi kaldırdığım için şimdi yüzü bulanık görünüyordu. Derin bir nefes aldığını işittim. "Pekâlâ..." diye mırıldandı. "Bileklerin için yapabileceğimiz bir şey var mı bakıp geliyorum."
Evet... Bileklerim... Daha bir hafta kadar taşırdım ben o izleri. Yanımdan geçip giderken arkasından baktım. Biraz ilerideki kalın, koyu gri perdeyi kenara çekip gözden kaybolduğunda artık kendimle baş başaydım. Aslında değildim de... Aklımın bir köşesinde hep beni meşgul eden bir düşünce vardı, bir sima... İki çift okyanus... Ve önüme set gibi çekilen bir gerçek... Bir ay sonra şehir değiştireceğimizi söylemişti Gece. Doğruyu söyleyip söylemediğini bilmiyordum ama eğer söylüyorsa yalnızca üç haftam kalmış demekti. Üç haftanın sonunda onu bir daha göremeyecektim. Boğazımda gergin bir düğümle yutkunamadım o an. Kendimi düşündüğümden daha fazla kaptırmıştım inkâr edilemezdi bu. Ve tek tesellim döneceğimiz yerin Fransa olacak olmasıydı, annemin yanı... Yani ben öyle düşünüyordum. Yine de bir yanım buruktu. Daha uzun kalacağımızı sanıyordum ben oysaki.
Beynimin içinde inceden inceden bir sızı vardı ve düşündükçe o sızı her yere yayılıyormuş gibi hissediyordum. Bu yüzden düşünmeye kapattım kendimi ve başımı koltuğun arkalığına iyice gömüp gözlerimi kapattım. Uyumak istemiyordum ama kendimi öyle yorgun hissediyordum ki, üzerimde bir ton ağırlık vardı sanki. Uyusam ve bir daha uyanamasam... Hayır... Her şeye rağmen nefes almayı seviyordum. Umutsuzlukların içinde bile kendime bir umut bulmayı başarabiliyordum. Uyusam bile bir daha uyanmamak fikrini düşünmek istemiyordum. Ama gözlerimi kapatsam ve geri açtığımda başka bir hayatın içine uyansam... Kahraman Hancı'nın olmadığı bir hayatın... İşte buna kabulüm.
Kucağımda duran ellerimden birinde bir el hissettiğimde irkilirken buldum kendimi. Ellerimi hızla çektim kendime doğru ve gözlerimi açıp karşımdaki kişiye baktım. Alex şaşkın gözlerle bakıyordu bana. "Seni korkutmak istememiştim." diye mırıldandı sesinde bir tutam mahcubiyet ile. Boğazımı temizleyip oturuşumu dikleştirmeye çalıştım "Korkutmadın ki?" dedim ama korkmuştum ve nedenini de biliyordum. Hücrenin etkisiydi bu, üzerimden atmam biraz zaman alacak gibiydi.
Takılmadı bu konuya, kabullenmeyeceğimi biliyordu. Yeniden karşımdaki yerine geçip elindeki küçük beyaz tüpün kapağını açıp bir miktar kremi kendi parmağının ucuna sıktı. Bu kez elini bana doğru uzatıp havada tuttu, bileğimi avuçlarına bırakmamı bekliyordu. Bıraktım. O nazik hareketlerle bileğimdeki izlerin üzerine kremi yedirirken aklıma takılan o soruyu ona sormaya karar verdim. O cevabı kesinlikle biliyor olmalıydı.
"Üç hafta sonra taşınıyor muyuz gerçekten?"
"Evet." diye cevapladı beni hareketleri hiç duraksamadan. Büyük bir dikkatle bileğimle ilgileniyordu. "Kalacağınız ev bile ayarlandı, sadece ufak tefek düzenlemeler yapılıyor antrenmanlarınız için."
Sözleriyle kaşlarım çatıldı. Ne demek kalacağınız ev bile ayarlandı? Aklımdan geçen şeyin olmaması için içimden bildiğim tüm duaları sıralarken "Kalacağınız ev derken?" diye sordum düşünceli bir sesle. Düşüncelerimde yatan şey korku ve tedirginlikti. Bir bileğimle işini bitirip diğerine geçerken gözlerini kaldırıp gözlerimin içine baktı. Sarıya çalan kahvelerinden tereddütü okumamak için aptal olmak gerekirdi ve ben aptal değildim.
"Dönüş biletleriniz Fransa için değil. Washington'a gideceksiniz. Bir yıl kadar orada yaşadıktan sonra yine bir adres değişikliği olacak. Bundan böyle Fransa'ya adım atmanız çok zor olacak İzel."
Bir süre algılarımla boğuştum, duyduklarımın doğruluğuna inanamayarak. Yanlış anlamış olmalıydım, yanlış algılamış. Kulaklarımın çınlaması normal miydi? Ya da kalbimin atışlarını boğazımda hissetmem... "Ne?" diyebildim zorlukla. Fransa'ya adım atmamak demek, annemi görememek demekti. İçinde annem olduğunu bilirken o cehennemde yaşamak zor değildi benim için ama şimdi başka şehirlerde, ondan uzak yaşamak... Babam olmasa dahi her yeri cehennem kılardı bana.
"Üzgünüm." diye fısıldadı. Bileğimdeki parmaklarının hareketleri duraksamıştı. "Babanın emri böyle."
Hiçbir şey diyemedim. Zaten ne denirdi ki bu durumda. Babam bir karar verdiyse onu o karardan vazgeçirmeniz imkansıza yakındı. Yutkunup duyduklarımı sindirmeye çalışırken Alex benimle işini bitirmişti. Yanımıza gelen hostesten benim için yiyecek bir şeyler isterken kendisi için de bir kadeh viski söylemişti. Ona bende istiyorum dediğimdeyse öyle bir bakışıyla karşılaşmıştım ki vazgeçmiştim.
Önüme koyulan sandviçe bakarken o kadar da aç olmadığımı fark ediyordum ve bunu yersem gerisin geri geri çıkaracağımı da biliyordum. Bu yüzden yalnızca tepsideki bardağa uzanıp bir yudum su içtim, midemdeki safra midemde dursa da olurdu.
Sessizlik rahatsız edici bir boyutla bizi yutmaya başladığında "Washington'da bir yıl kadar kalacaksak neden Türkiye'de bu kadar kısa kalıyoruz?" diye sorarak o boyutun bizi yutmasını önlerken buldum kendimi. Marsilya'ya dönmeyeceksek eğer, Türkiye'den pek de ayrılmak istemiyordum açıkçası.
"Güvenliğiniz açısından." diye yanıtladı beni, kristal kadehindeki kehribar sıvıdan bir yudum alırken. Tek kaşımı kaldırıp bu iki kelimeyi daha da açmasını istercesine baktığımda gözlerine, devam etti. "Baban gideceğin okula karar verirken okulda bir psikopat ve Kalkavan'lar olduğunu bilmiyordu. Dikkat edilmeyen, atlanılmış küçük ayrıntılar... Damla'nın okulunu bu yüzden değiştirtti. Kalan günlerinizde birbirinizi rahatça kollayabilesiniz ve son görevinizi yaparken herhangi bir sorun çıkmasın diye. Gece aynı anda iki yerde olamaz neticede."
Şaşkınlıkla bakakaldım yüzüne. Gerçekten bu yüzden mi gidiyorduk biz?
"Gerçekten sebebi buysa..." diye girdim söze. Sesime yansımıştı hissettiğim şaşkınlık. "Ben okulumdan gayet memnunum. Kendi başımın çaresine bakabilirim, bunun için ülke değiştirmemize gerek yok. İlk panlanan tarihe kadar kalabiliriz Türkiye'de."
Bardağı dudaklarına götürürken bir şey onu durdurdu ve elini geri indirip kısık gözleriyle yüzümü taradı bir süre. "Gitmek istemiyorsun." diye bir tespit attı ortaya, reddetme zahmetine girmedim. Neyi reddedecektim ki? Elbette gitmek istemiyordum. "Neden?" diye sordu sonra. Bir nedeni olduğundan emin gibiydi sesi. Her şeyin bir nedeni olmak zorunda mıydı? Galiba zorundaydı... Yine de gözlerimi onun gözlerinden kaçırıp "Bir nedeni yok!" dedim net bir sesle. Düşündüğümden, olması gerekenden çok daha netti sanırım. İnadırıcı olmayacak kadar net...
Güldüğünü duyduğumda istemsizce bakmıştım ona. Bardağı tuttuğu eli, koridor tarafında dururken bardak elinde emanet gibi duruyordu şimdi. Diğer elini dirseğinden kırmış, baş parmağı ile dudağının kenarını hafif hafif kaşırken "Bak sen şu işe..." diye mırıldandı keyifle. "Karşındaki insanı bıktırana kadar gözlerinin içine içine bakan İzel hanım şimdi gözlerini kaçırıyor? Kesinlikle kendine orada kalmak için bir sebep edinmişsin, dökül bakalım."
Balık gibi açılan ağzımla öylece onun yüzüne bakarken tek kaçış yoluma sığındım ve ayağa kalkıp "Ben gidip uyuyacağım." diye mırıldandım. Cevabını kendimin bile bilmediği bir konuyu onunla tartışmayacaktım. Tartışmak istesem bile o kadar yorgun ve bitkindim ki, gücüm yoktu.
"Kaç bakalım..." dedi keyfinden biraz bile ödün vermeden. Beni insan gibi hissettirecek her şey onu keyiflendiriyordu zaten. Ona göre kendime bir neden bulmuş olmam iyi bir şeydi ama ben öyle düşünmüyordum. Çünkü daha ortada bir neden olup olmadığını bile bilmiyordum.
Jet indiğinde saat gece yarısını çoktan geçmişti. Serum hiçbir işe yaramamış aksine hastalık vücuduma daha da nüfuz etmişti sanki. Jetten yine Alex'in kollarında inmiştim. Havaalanından bir arabaya binişimizi hayal meyal hatırlıyordum, eve gelişimiz ve Damla'nın o buruk heyecanla dolu korkulu sesini. Kısa bir an gözlerimi açtığımı hatırlıyorum, Gece'nin Alex'in kollarındaki bana uzanışını, Gece'ye gitmemek için direnip Alex'in boynuna sarılışımı. Gece'ye kızgındım. Hayır Gece'ye çok kızgındım. Ne olursa olsun Savaş'a bir karşılık verecekse ucu bana dokunmamalıydı. İçimde, kalbimin içinde bir yer, bir şeyler bu bir haftayı Gece'nin suçu olarak görüyordu. O gün o otoparkta o konuşma yapılmamış olsaydı benim güzergâhım havaalanı değil Savaş'ın evi olacaktı, birlikte çizim derslerine başlayacaktık. Savaş da bana kızgındı, kırgındı. Artık bana resim çizmeyi öğretmekte istemezdi değil mi?
Son hatırladığım şeyse Damla'nın bana zorla yedirdiği yemeği kusmamdı. Sonrası karanlığın sırtına binip onu renklendiren rüyalarım...
Rüyamda Savaş'ı gördüm. Öyle gerçekçiydi ki... O huzur veren yağmur sonrası toprak kokusu... Yanağımda gezinen dokunuşu... Sanki gerçekten burada yanımdaymış gibi...
💎🎭
YAZARDAN:
Genç kız tüm sinirini arabadan çıkarmak istiyormuş gibi arabanın kapısını hırsa çarparak kapattı. Derin derin solurken kollarını göğsünde birleştirip ağırlığını bir ayağının üzerine verdi ve diğeri ile otoparkın pürüzsüz zemininde ritim tutmaya başladı. Gece'nin arabadan çıkmasını bekliyordu. Bir kez daha onu ikna etmek için şansını denemek istiyordu.
Dün gece İzel yarı baygın bir halde Alex'in kollarında geldiğinde doğru düzgün sevinememişti bile. Kırk derece ateşle yanıyor, gözlerini bile açamıyordu. Onu daha önce hiç böyle görmemişti Damla. Biliyordu, o bir haftalık cezanın ona ne kadar ağır geldiğini ve onu ne kadar tükettiğini biliyordu. Kimi tüketmezdi ki? Ayrıca bileklerindeki izler orada farklı bir şeylerin olduğunun da habercisiydi. Kahraman Hancı bu kez çok ileri gitmişti, çok... Sabaha kadar başında bekleyip ateşini düşürmeye çalışsa da nafile, hiçbir sonuç alamamıştı. Alex avuçlarına jete binerken yanlarında gelip İzel'e serum takan doktorun verdiği ilaçları tutuşturduğunda, o ilaçları içmesi için İzel'e zorla bir şeyler yedirmişti ama yaptığının hata olduğunu anlaması çok uzun sürmemişti. İzel bir tek o an yatağından ayaklanıp tuvalete koşmuş ve midesinde olan olmayan her şeyi kusmuştu. O andan sonra ise daha da kötüleşmişti durumu. Hastaneye gitmek için dirense de bu kez önlerine Gece çıkmış, İzel'in zaten bir serum yediğini ve bir doktorun onu kontrol edip gerekli ilaçları verdiğini söylemişti. Herhangi bir kurum ve kuruluşta bir izleri olsun istemiyordu. Kan izi ya da parmak izi gibi... Hastane demek kan tahlili demekti ve görevlerde başınıza neyin geleceğini bilemiyordunuz. Göze alınamayacak kadar büyük risk taşıyordu Gece'ye göre.
Sabahı zor ederlerken geçen o saatlerde de İzel'in durumunda değişiklik olmamıştı. Ölü gibi yatıyordu, ateşi biraz olsun düşmemişti. Yemek yiyemediği için ilaçlarını da doğru düzgün içememişti. Ve yetmezmiş gibi sabah olduğunda Gece kapılarına dayanıp okula gitmeleri gerektiğini söylemişti. Kara zorla İzel'in gidemeyeceğine ikna olsa da Damla için aynısı geçerli değildi. Ne söylerse söylesin ikna olmamıştı Gece Hancı ve şimdi okulun otoparındalardı.
Gece, Damla'nın aksine sakince çıktı arabasından. Her zamanki gibi doğru bildiği şeyi yapmış olmanın rahatlığıyla, biraz da yol boyunca beynini şişiren Damla'nın bezginliğiyle dolandı arabanın önünden ve genç kızın karşısına geçti. Ona dik dik bakan bakışlara karşılık tek kaşını kaldırıp baktı kızın yüzüne ve "Biraz daha burada dikilirsen ikinci dersini de kaçıracaksın." diye homurdandı.
Burnundan sinirle sert bir soluk dökülürken "Sence ders umurumda mı?" diye sordu kızgın bir sesle Damla. Ardından avuçiçi yukarı bakacak şekilde elini aralarına doğru uzatıp parmaklarını avuçlarına doğru göçürüp geri dikleştirdi birkaç kez üst üste. "Arabanın anahtarlarını ver, ben eve gideceğim."
Gece Hancı'nın dudaklarından alay eder gibi bir 'hah' sesi çıktı. Kollarını aynı Damla gibi göğsünde toplarken "Eğer eve gitmek gibi bir seçeneğin olsaydı zaten okula kendi arabanla gelirdin Damla." dedi net bir sesle tane tane. Burada durup bu konuşmayı yapmayı istemediği her halinden belliydi. Yapması gereken tonla işi vardı. Ama Damla'nın da onu rahat bırakmaya niyeti yoktu hiç. Bir adım atıp aralarındaki mesafeyi kısaltırkrn ellerini Gece'nin kollarına koydu ve yalvarırcasına baktı yosun tutmuş denizlere. "Lütfen Gece..." derken sesi öyle kedere boğulmuş gibiydi ki dokunsalar ağlayabilirdi genç kız. Şimdi, saniyeler önceki sinirinden eser yoktu ifadelerinde. "İzel'in yanında olmalıyım, ya bana ihtiyacı olursa? Ya daha da kötüleşirse durumu? Zaten gece boyunca düşmedi ateşi... Lütfen Gece, anahtarları ver gideyim."
Başı omzuna doğru düştü genç adamın. Direnci bu kızlara karşı o kadar düşüktü ki her an pes etmeye yakınken buluyordu kendini ama pes etmiyor, o çizgiye sırtını dönüp uzaklaşıyor, yine bildiğini okuyordu. Başını iki yana sallayıp bugün milyonuncu kez reddetti Damla'yı.
"Sabah serumunu verdik. Zaten hiçbir şey yiyemiyor o yüzden ilaçları da içemiyor. Yanında olsan bile yapabileceğin bir şey yok çünkü hastaneye götürmek seçeneklerin arasında bile olamaz. O yüzden güzelim, yorma beni de dersine git olur mu?"
Bu tartışma daha uzardı da Gece Damla'nın omuzlarından tutup onu ittirerek otopartan çıkarıp, uzayacak olan o tartışmanın önüne geçti. Şimdi otopark sessizliğe gömülmüştü. Gece ve Damla yalnız olduklarını sanıyorlardı o an için ama değillerdi. Savaş Kalkavan, girdiği ilk dersin ardından İzel'in bugün de gelmediğini görünce daha fazla kalmak istememişti okulda, boğuluyor gibi hissetmişti kendini. Bu yüzden ders biter bitmez eşyalarını toplayıp otoparka inmişti. Bagajını açıp içine eşyalarını yerleştirirken gelmişti ikili otoparka ve Savaş duymuştu her bir sözlerini. Elleri tuttuğu yeri kırmak istercesine tutarken sıkılı dişleri ile bir süre düşündü. İzel hastaydı. Yalnızdı. Yalnız ve hastaydı ve o iki aptal onu öylece bırakıp buraya mı gelmişlerdi yani? Bir haftadır deli gibi merak ettiği, kuzeni sayesinde nerede olduğunu ancak öğrenebildiği kızı deli gibi görme isteğiyle yanıp tutuştu o an. Merak, soluduğu hava olup ciğerlerini dağladı. Karşı koyamadı hiçbirine genç adam, ne merakına ne de o kızı görme isteğine. Arabasının bagajının kapağını sertçe kapatıp kendini sürücü koltuğuna attı ve arabayı çalıştırdı. Gaza basıp sert bir manevra ile direksiyonu döndürürken otoparkı inleten motor sesi umurunda bile değildi. Yollar altından kayıp giderken ne ara tüm o yolu bitirdi bilmiyordu genç adam. Göz açıp kapayıncaya kadar varmıştı sanki istediği yere. Arabayı kaldırıma park edip indi arabadan ve büyük demir kapının önünde durdu. Şifreli bir sistemle açılıyordu kapı ve Savaş Kalkavan kesinlikle o şifreyi bilmiyordu. Bu eve ilk gelişinde bu kapıyı açık bulmuştu, İzel öyle bir haldeydi ki kapatmak aklına bile gelmemişti emindi genç adam. Ama şimdi sımsıkı kapalıydı. Yüksek duvarların gizlediği evin çatısına baktı önce. Baş parmağı ile çenesini kaşırken gözleri duvarın pürüzlü yüzeyinde gezindi. Bir kaç adım ileri doğru gidip tüm duvarı gözden geçirdi. Gözüne takılan minik çıkıntı ile aradığını bulmuştu. Hızla o yöne doğru yürüyüp gözlerine takılan o noktada durdu. Beklemeden ayak parmaklarının ucunda yükselip ellerini duvarın üst kısmına yerleştirdi ve bir ayağıyla gördüğü o çıkıntıya basıp kendini yukarı çekti. Bir saniye sonra duvarın üzerinde, ikinci saniyede ise duvarın üstünden bahçenin içine atlamış bir haldeydi.
Ellerini çırparken okyanusları büyük evin üzerinde gezindi. Bahçeye girmek kolay olmuştu ama ev için aynısı söylenebilir miydi emin değildi genç adam. Adımları evin yan tarafına doğru ilerledi. İzel'in odasında balkonun olmadığını hatırlıyordu Savaş, ama böyle bir evin mutlaka bir balkonu olmalıydı, oradan tırmanarak girebilirdi belki.
Arka bahçeye dolandığında haklı olduğunu gördü. Ev bir balkona değil, terasa sahipti ama küçük bir sorun vardı. Büyük teras, üçüncü kattaydı ve oraya tırmanmasının imkânı yoktu. Gözlerini kapatıp bir süre sakin kalmaya çalıştı. Endişe içten içe yiyordu onu. Gözlerini geri açtığında gördüğü şey kendi yansımasıydı. Adımları yansımasına doğru yürüdü. Mutfağın arka bahçeye bakan duvarı camdandı ve sürgülü bir kapısı vardı. Umudu olmasa da şansını denemek adına elini kapıya koyup itti. Şans bugün ondan yana olacak ki kapı kayarak açıldı. Farkında olmadan tuttuğu nefesi bırakıp açıtığı aralıktan süzülüverdi genç adam. Birinin evine habersiz ve izinsiz girmenin vermiş olduğu o rahatsızlık hissi onu tırmalamaya çalışıyor, endişesi o hisse izin vermiyordu. Sürgülü kapıyı ardından kapattı. Ölüm sessizliğiyle kutsanmıştı ev sanki, tek bir ses bile yoktu. Öyle ki yürümeye başladığında çıplak zemini döven adım seslerini duyabiliyordu. İzel'in nerede olabileceğini düşündü başta ama sonra kafasını salladı. Odasından başka nerede olabilirdi ki? Adımları hızlandı, kalp atışları hızlandı. Delici bir istek tam kalbini hedef almış, acımasızca oyuyordu. Adımları merdiveni buldu ve hızla ikişer ikişer çıktı basamakları. Fazla ses yapan adımları umurunda değildi, bir an önce İzel'i görmeliydi.
Bu his, bu istek... Sağlıklı değildi. Deliceydi. Birine bu kadar kısa sürede bu kadar çok kapılmak... Kesinlikle deliceydi.
Sonunda merdiveni bitirdiğinde ve ilk geldiği günden bildiği kapının önünde durduğunda derin bir solukla tuttu nefesini. Bu odaya ilk girişini hatırladı. Beti benzi atmış bir İzel tarafından yaka paça sokulmuştu odanın içine de ne olduğunu hiç anlamamıştı.
Bir an ne yapacağını bilemedi genç adam. Kapıyı çalmalı mıydı, yoksa direkt girmeli miydi içeri? İzel ne durumdaydı? Durumu ne kadar kötüydü? Gece boyunca düşmedi ateşi demişti Damla, madem hastaydı ne halt yemeye okula gidip de onu burada yalnız bırakmışlardı ki? Daha fazla o ikilemin içinde kalıp kapının önünde oyalanmaya dayanamadı genç adam ve çalma evresini es geçip kapının kolunu çevirdi direkt. Aldığı nefesle birlikte, açılan boşluktan sızan adını koyamadığı ama baş döndüren o koku doldu ciğerlerine. Sonra onu gördü. Kocaman yatağında beyaz çarşafları arasında küçücük kalmış bedeni. Boğazına kadar yorganla örtülmüş bir halde uyuyordu İzel. Aldığı nefesler öyle ağırdı ki, sanki ruhu bedenini terk etmeden önce, son kez nefes alma şerefini bahşediyordu bedenine. Gözlerini bir an olsun ondan ayırmadan kapıyı kapattı Savaş. Özlemişti, ilk fark ettiği buydu. Kalbinizin titrediğini hissedebilir misiniz? Genç adam o an kalbinin titrediğini hissediyordu.
Yavaş adımlarla ilerledi yatağa doğru. Yaklaştıkça İzel'in titreyen dudağını gördü ve adımları hızlandı. Sonunda yatağın yanına geldiğinde uzun serum askısını bir kenara itip elini genç kızın alnına yasladı. Hissettiği sıcaklık gerilmesine neden oldu. Telaş boğazını tıkayıp nefes almasına engel olurken hızla kızın boğazına kadar çektiği yorganı üzerinden attı. Altında gördüğü battaniyeyle "Gerçekten mi?" diye homurdandı sinirle. Bu kadar ateşi olan birinin üzeri bu kadar örtülür müydü hiç? Hızla battaniyeyi de çekip alırken bir kolu yatağın yanında duran komodine çarpmış ve üzerindeki ilaç şişelerinin devrilip yerde yuvarlanmasına neden olmuştu. Battaniyenin altındaki bedenin giydiği kalın kazak ve taytı gördüğündeyse zaten gergin olan sinirleri iyice gerildi. Tanrı aşkına bunların akılları yok muydu hiç? Böyle olursa tabi ki düşmezdi ateşi.
İzel'in yüzünün buruştuğunu fark etti Savaş. Kurumaktan çatlamış dudaklarını yalamaya çalışıp acıyla inlediğini ve bacaklarını daha da kendine çekip iyice küçüldüğünü gördü yatakta. Üşüdüğünü hissediyor olmalıydı, acı çekiyor olmalıydı. Aceleci ama bir o kadar da nazik hareketlerle genç kızın omuzundan tutup doğrulmasını sağladı. Öyle kendinden geçmiş görünüyordu ki, onu hareket ettirmekte hiç zorlanmıyordu genç adam. Bir kolunu belinde sabitlerken diğerini bacaklarının altından geçirip kaldırdı İzel'i yataktan ve hızla banyosuna doğru ilerledi. Kapalı olan kapıyı açmaya çalışırken kucağındaki kız hareketlenmeye başlamıştı. Başı boynuna iyice sokulurken sanki sıcaklığın kaynağını bulmuş gibi Savaş'a daha da sokulmaya çalışıyordu. Bir şeyler fısıldadığını duydu genç adam ama ne dediğini anlayamadı. Anlamak için de uğraşmadı o an için, önceliği onun ateşini normale döndürmekti.
Banyonun kapısını açar açmaz içeriye girip, doğrudan kızı kapağı kapalı olan klozetin üzerine oturtup önüde dizlerinin üzerine çöktü. Kapalı gözleri ve dik tutamayıp omzuna doğru düşen başına rağmen öyle kusursuz öyle güzel görünüyordu ki... Bir kez daha anladı Savaş, başının büyük belada olduğunu. Ya da kalbinin... Bir elini genç kızın yanağına yaslayıp başına destek olurken baş parmağı ile cayır cayır yanan kızarmış tenini okşadı. "İzel..." diye mırıldandı onu uyandırmaya çalışarak. Kendine gelmezse onu soğuk suyun altına soktuğunda gireceği şok kaçınılmazdı.
Aralık duran dudaklarının arasından kısık bir inleme kaçtığında bir kez daha seslendi. "İzel hadi güzelim, aç gözlerini..."
Uzun, gölgesi yanaklarına düşen gür kirpiklerindeki kıpraşmayı gördü genç adam, ardından hafifçe aralanan göz kapaklarının ardından dipsiz bir kuyuyu andıran gözleri göründü. Bir şeylerden -ki muhtemelen banyonun beyaz parlak ışığından- rahatsız olmuş gibi gözlerini birkaç kez arka arkaya kırpıştırırken yüzünü buruşturup boğazını temizlemeye çalışmıştı. Sonunda gözlerini ışığa alıştırıp kısık bakan bakışlarla Savaş'a baktığında dudaklarından yüksek sesli bir soluk döküldü genç adamın yüzüne doğru. O ılık nefes sabırlı bekleyişin sonu oldu. İzel'in başını serbest bırakıp üzerindeki kalın kazağa yöneldi. "Hadi bana yardımcı ol ve kollarını kaldır güzelim." dedi, kazağın eteğini sıyırmaya başlarken. Kazağın altında siyah bir kıyafet parçası daha vardı. Bunu görünce istemsiz burnundan sert bir nefes döküldü Savaş'ın. "Benimle dalga geçiyorlar herhalde." diye homurdandı. Kazağı yukarı doğru sıyırmaya başlarken İzel'in kollarını kaldırmadığını fark etti. Dahası bedeni öne doğru eğilmiş ve başı genç adamın omzuna yaslanmıştı. Alnından omzuna yayılan ısı korkunç derecede yüksekti.
Zorla da olsa kazağı çıkarmayı başardığında, siyah kısa kollu bir tişörtle kalan İzel, hoşnutsuzlukla homurdanıp "Soğuk..." diye fısıldadı ve oturduğu yerden öne doğru kayarak bulduğu sıcak noktaya, Savaş'a doğru sokuldu. Savaş, başını iyice boynuna gizleyen kızın saçlarını okşarken "Biliyorum güzelim." diye fısıldadı bir kez daha. "Geçecek... Söz veriyorum geçecek."
Bir kez daha kızın beline uzanıp siyah tişörtü de çıkaracakken İzel'in boynuna doğru "Savaş..." diye mırıldandığını durdu. Uyanmış mıydı yoksa sayıklıyor muydu emin değildi genç adam. Tam efendim diye cevap verecekti ki bir kez daha tenine dökülen soluğun sesini duydu. "Gerçek misin?" dedi önce. Öyle kısıktı ki sesi, dikkat kesilmese anlaması imkânsızdı. "Keşke gerçek olsan..." diye devam etti sonra. Hareketleri duraksayan genç adamın dudaklarına, hissettiği o endişeye rağmen bir gülümseme tutundu. Başını hafif bir açıyla çevirip genç kızın saçlarına dudaklarını bastırdı ve "Buradayım, gerçeğim." diye fısıldadı. Ardından daha fazla oyalanmamak için İzel'i nazikçe iterek kendinden ayırıp sırtını yaslamasını sağladı ve bir elini yeniden yanağına yaslayıp, kapalı gözlerinin ardından ona ulaşmaya çalışarak "Bak bana..." dedi. Dudaklarındaki gülümseme hâlâ varlığını koruyordu. Bir eliyle yanağını okşarken genç kız gözlerini bir kez daha açtı. Genç adam devam etti sözlerine. "Şu an kırk derece olan ateşin kadar gerçeğim güzelim."
İzel Hancı'nın gözleri hastalığına rağmen farkındalık karışan bir şaşkınlıkla irileşti. İhtimal vermediği şey gerçekti, Savaş gerçekten buradaydı, karşısında dizlerinin üzerine çökmüş ona gülümsüyordu. Elinde olmadan "Gerçekten buradasın..." diye fısıldadı. Kahvelerine çöken ifadelerin yankısı sesine de bulaşmıştı. Hiçbir şey söylemedi Savaş, onun uyandığından artık emindi. Dipsiz kuyuları andıran gözleri, kendisini içine çekmek ister gibi yüzünü izliyordu. O kuyuyu her ne kadar okyanusunun serin sularıyla doldurmak istese de sonunda gözlerini yüzünden elini de yanağından çekip İzel'in siyah tişörtüne yöneldi. Tam uzanıp çıkaracakken fark etti o ayrıntıyı. Önce elleri buz kesip hareketlerini dondurdu sonra gülümsemesi yüzünde dondu. Şimdi soğuk İzel'i değil Savaş'ı yakıyordu.
Elleri yön değiştirip genç kızın bileklerini tuttuğunda, o bileklerdeki izler çoktan takılmıştı gözlerinin radarına. Yutkunmaya çalıştı konuşmak için ama sanki gırtlağına sertçe baskı uygulanıyormuş gibi yutkunamadı. "Bu..." diyebildi yalnızca. Parmağı izleri okşarken. İzel bu dokunuşla hatırladı izlerin varlığını ve Savaş'ın onları fark ettiğini anladığı anda üzerindeki ölü toprağı atıp doğruldu. Bileklerini ateşe değmiş gibi çekti genç adamın ellerinden. Bir an dolu öteki an boş olan ellerine bakıyordu genç adam öylece. Kavramaya çalışıyordu. Allah bullak olmuş yüzünü kaldırıp kızın yüzüne çevirdiğinde oradaki telaşı gördü. Kalkmak için hamle yapmaya çalışsa da önünde duran adam ve hastalığın getirmiş olduğu halsizlik onu engelliyordu. Savaş'ın gözleri bu kez arkaya sakladığı bileklerine kaydı tekrardan. Bedeninin arkasına gizlenmiş olsalar da sanki onları görebiliyordu. "Bunlar ne?" diyebildi en sonunda. Aldığı cevap altı boş bir "Hiç..." oldu. Öyle havada asılı bir hiçti ki bu hiç inandırıcı değildi. İzel bu tek kelimeyi söylerken ne kadar omuz silkmiş olursa olsun...
"Hiç..." diye tekrar etti Savaş. Sesi daha çok sayıklar gibi çıkmıştı. Elini uzatıp kızın dirseklerinden tuttu ve direnmeye çalışan İzel'e karşın hiç zorlanmadan bileklerini yeniden önüne çekip avuçlarının arasına aldı. Delici gözleri bir an o izlerdeyken diğer an kızın kahvelerine karışıp kurak topraklarını sular altında bıraktı.
"Bu mu hiç?" diye sordu. Ses tonundan kendine hakim olmaya çalıştığını anlamak mümkündü. İzel gözlerini kaçırıp bileklerini de tıpkı gözleri gibi kaçırmaya çalıştı ama Savaş öyle sağlam tutuyordu ki. Canını yakmadan nasıl bu kadar sıkı tutup kurtulmasına olanak tanımıyordu şaşırdı İzel. Savaş başını yan tarafına doğru eğip kesilen o göz temasını yeniden kurarken "Bu hiç falan değil İzel!" dedi bastıra bastıra. Tüm kasları gergindi o an için, tüm kemikleri kaslarının altında kırılıyor, damarları kırılan kemiklerle delinip akan kanı yolunu şaşırıyordu sanki. Öfke... Her hücresini sarıyordu. Yavaş yavaş... Zehirliyordu onu. Bu izlerin nasıl olmuş olabileceği ile ilgili aklına üşüşen ihtimaller canını yakıyordu.
"Canını yakmışlar..." diye fısıldadı acıyla. "Sana orada ne yaptılar İzel?"
(Ay bu sahneyi sırf yazarın ağzından yazmaktan sıkıldım diye burada kestim sgksbsjzn. Devamı İzel'in ağzından gelecek.)
💎🎭
Diğer taraftan Damla, Gece tarafından sınıfına kadar getirilmiş, koridordaki ve derslikteki pek çok kişinin bakışlarına maruz kalmıştı. Öğretim görevlisi sınıfa girene kadar başında beklemişti Gece, işini şansa bırakmamak için. Ve sonunda derste anlatılanlardan sıkılıp kafeteryada bekleyeceğini söyleyerek gitmişti. Dahası, giderken telefonunu da almıştı.
Daha çok bekler! diye düşündü Damla. Başını çevirip bir kez daha arkasını kontrol ederken. Gece'nin ardından beş dakika sonra o da çıkmıştı derslikten. Bugün Savaş ve İzel'in ortak derslerinin olduğunu biliyordu ve yapması gereken şeyi de... Kendini hızla binadan dışarı atıp aceleci adımlarla diğer binaya doğru yürüdü. İlk gün Hazal ile birlikte İzel'in yanına gittiğinden sınıfı bulmak onun için hiç zor olmayacaktı, bu içini rahatlatıyordu en azından. Savaş'ı bulana kadar Gece'ye yakalanmadı mı gerisi çorap söküğü gibi gelecekti.
Büyük binanın cam kapılar iki yana kayarak açıldığında ve Damla içeri yakalanmadan, Gece oradan ya da buradan -Gece'nin hangi an nerede olacağını asla kestiremezdiniz- çıkmadan girdiğinde rahat bir nefes aldı. Asansörleri es geçip merdivenlere yöneldi. Olur da Gece bir şeyleri fark ederse binanın sistemine girip elektrikleri kesmesi, asansörün istediği kata ulaşmasından çok daha kısa sürerdi. Hiç duraksamadan yedinci kata kadar çıktığında nefes nefese kalmış olsa da hala ilerleyebilecek enerjisi vardı. Bu gibi durumlarda, şikayet edip ertelemeye can attıkları o antrenmanlara şükrediyordu Damla. On ikinci dersliğin önüne geldiğinde durdu. İçeride konuşan hocanın sesi dışarı taşıyordu. Yavaşça arka kapıyı açıp içeri süzüldü ve bulduğu ilk boş yere oturup gözleri ile öğrencileri taramaya başladı. Ama tanıdık olarak adlandırabileceği tek kişi Yasemin Koçer'di. Yüzünü buruşturdu Damla. Ne yani Yasemin ile de mi dersleri ortaktı? İzel gerçekten sabır konusunda kendini aşmıştı bunca zaman.
Aradığını bulamamış olmanın umutsuzluğuyla girdiği gibi usulca çıktı derslikten. Omuzları düşmüştü. Şimdi ne yapacaktı? Telefonu olsaydı en azından arayabilirdi Savaş'ı ama yoktu işte.
Gerginlikten kuruyan dudaklarını ıslatıp yapabileceği tek şeyi düşündü. En azından araya girene kadar bekleyebilirdi. Belki tuvalete gitmişti. Belki telefonu çalmıştı ve dersten çıkmak zorunda kalmıştı. Araya girdiği anda Gece'nin yanına gitmek zorunda kalacaktı, tabi Gece ondan önce bir şeylerden şüphelenip sınıfını kontrol etmek gibi bir hareket yapmazsa. Gergince duvara yaslanıp ellerini önünde birleştirdi ve bir ayağının pençe kısmıyla yerde ritim tutmaya başladı. Keşke bu gibi durumlarda İzel gibi soğukkanlılığını koruyabilseydi ama koruyamıyordu. Şu an bile sırtından boşalan soğuk terleri hissediyordu Damla.
Başını çevirip koridorun diğer tarafını kontrol etti. Muhtemelen Gece şu an kafeteryada oturmuş başını bilgisayarına gömmüş bir haldeydi ve Damla boşuna paranoyaklık yapıyordu ama elinde değildi işte. Soğukkanlı olma konusunda berbattı. Yeniden önüne döndüğünde hemen yan tarafına yaslanmış olan bir bedenin varlığıyla yerinden sıçradı genç kız. Korku anlık olarak kalbini vursada, o vuruşun etkisi uzun süreli oldu, kalbin darbeleri göğsün içinden geçip bedenini terk etmek ister gibi şiddetliydi.
"Bu kadar korkacağını düşünmemiştim." dedi bedenin sahibi. Yüzünde bembeyaz, inci gibi sıralanmış dişlerini rahat rahat sergilediği geniş bir sırıtma ifadesi vardı. Harika diye düşündü genç kız. Kalkavanlardan birini bulmuştu. Ama yanlış olanını... Yanaklarının için havayla doldururken adamı görmezden gelip gözlerini dersliğin kapısına dikti. Hadi ama Savaş... Ortadan kaybolacak bugünü mü buldun?
"Kimi bekliyorsun?"
Cevap vermeden öylece kapıya bakmaya devam ettiğinde Güney düşünür gibi bir ses çıkardı. Mavi gözleri kızın profilini izlerken aklından geçen şey burnunun doğal olup olmadığıydı. Doğal olamayacak kadar kusursuz ama estetik olamayacak da karakteristik duruyordu yüzünde. İlginçti. Güzeldi. Gözlerini onun profilinden ayırmadan bir ayağını diğer ayak bileğinin üzerine yerleştirip ağırlığını tek ayağının üzerine verdi ve kollarını geniş göğsünde bağlayıp kendi kendine sesli tahminler yürütmeye başladı. Amacı kızı konuşturmaktı.
"İzel'i bekliyorsun diyeceğim ama onun bugün de okula gelmediğini sen benden daha iyi biliyorsundur."
Tepkisini ölçer gibi susup izledi kızı. Dönüp ona bakmasa da içinde bir savaş verdiğini anlıyordu genç adam. Bakmamak için kendini zorluyordu. Cümlesinden sonra yerinde rahatsızca kıpırdanmış ve yüz kasları gerilmişti. Devam etti konuşmaya.
"Savaş'ı bekliyorsan eğer... O gitti."
Damla hızla başını çevirip Güney'e baktığında, istediğini almış olmanın verdiği hisle gülümsedi Güney. Kızın mavi gözlerindeki anlık korkunun dalgasını gördü. O dalga endişe ile örtüldü ve telaş bütün gözbebeğini titretti.
"Nereye gitti?" diye sordu kız gözlerindeki ifadeleri sesine akıtarak. Pekâlâ... Sorusunun cevabını almıştı. Bu kız Savaş'ı bekliyordu. Omuz silkip "Eve..." diye yanıtladı ve devam etti. "İzel'i göremeyince kalmak istemedi sanırım. Kardeşin kısacık sürede kuzenimin sistemini çökertti."
Damla tam dudaklarını aralayıp bir cevap verecekti ki koridorda "Damla!" diye yankılanan bir ses onu susturdu. Tanıdığı bu ses karsisini dönüp bakmaya gerek bile duymadı Damla. Gece'nin geldiğini biliyordu. Yüzündeki tüm kan çekilirken bedenu gerildi. Gerçekten bitmişti. Gece artık bütün gün başında gardiyan gibi dikilecek, İzel'in yanına gitmek için asla fırsat bulamayacaktı. Bakışları Güney'in yüzünde asılı kalırken koridordaki adımları duydu. Avcı tarafından kovalanan bir av gibi tüm algıları sonuna kadar açılmıştı genç kızın. Antrenmanlarına ve eğitimlerine şükrettiği anlardan biri daha...
"Yüzündeki şu ifadeden kaçman gerektiğini mi anlamalıyım?" diye fısıldadı Güney. Boş koridorda sesi Gece Hancı'ya ulaşmasın diye fısıldamıştı. Koridorun başındaydı ama attığı her adımda aralarındaki mesafe kısalıyordu. Azrail gibi geliyor Puşt! diye geçirdi aklından. Ardından kızın cevap vermesini beklemeden kolundan tutup "Gel benimle!" diye mırıldandı ve onu koridorun diğer tarafına götürdü. İki yıldır bu okulu en çok keşfeden adam olarak tarihe geçebilirdi. Dersleri olmasa dahi okula gelir ve sevgilisi dersteyken o boş boş ortalarda dolanarak vakit öldürürdü o zamanlar. Bugün de dersi yoktu mesela ama Savaş'ın peşine takılıp gelmişti okula. Alışkanlıktı biraz da.
Damla itiraz bile edemeden Güney'in onu sürüklemesine izin verirken Gece'nin sesi koridorda daha gür yankılandı.
"Damla!"
Battı balık yan gider hesabı adımlarına çeki düzen verip Güney ile beraber yürümeye başladı. Pekâlâ Savaş'tan yardım alamıyorsa onun yan çarından alırdı. Başını çevirip arkasına bakarken "Araban var mı?" diye sordu Güney'e hitaben. Gördüğü şey dümdüz bir duvardı. Önüne döndüğünde ve gözlerinin önünde sallanan araba anahtarını gördüğüde "Güzel, beni arabana götür." dedi Damla kesin bir sesle.
Birlikte bir koridoru daha döndüler ve önlerine çıkan yangın merdiveninin cam kapısının önünde durdular. Güney kapıyı itip açılmasını sağlarken yüksek sesli bir alarm çalmaya başladı. Kalbi korkuyla çarpan Damla bakışlarını kaldırıp Güney'e baktı. Kaçmaya çalışırken tüm okulu ayağa kaldırmaya gerek var mıydı bilmiyordu ama artık her yangın merdiveninin kapısına bu lanet alarmlardan takıldığını biliyordu.
O merdivenleri kullanacaklarını düşünüp oraya doğru bir adım atmaya yeltendi ama Güney tarafından durduruldu. Güney geçmeden kapıyı geri kapatıp alarmın susmasını sağlarken geri dönüp bir kaç adım gerilerinde kalmış olan kapıya doğru çekiştirdi kızı. Damla ne yaptığını anlamaya çalışsa da anlayamıyordu. Kapıdan girip kapıyı kapattıklarında genç kız girdikleri odaya baktı. Duvarları süsleyen tasarımlar, bir köşede cansız mankenler, bir köşede düzenle sıralanmış renk renk kumaşlar, bir duvarı kaplayan dolaplar... Moda tasarım atölyesiydi burası. Hep hayalini kurduğu bölüm ve meslek. Ama çizim yapma yeteneği sıfırdı, ayrıca küçükken bir şeyler dikmeye çalışırken elini delik deşik eden iğnelerden de nasibini almıştı. Bu yüzden bu bölüm ve meslek hayallerinde yaşamaya devam edebilirdi o bölümünden fazlasıyla memnundu. Ne de olsa fotoğraf çekmeye de bayılıyordu Damla.
Atölyenin içinde bekleyeceklerini düşünmüştü Damla ama Güney onu çekmiştirmeye devam ettiğinde yanıldığını anladı. Atölyenin içinde başka bir kapıya doğru yönelirlerken gözleri dolaplardan birinin üzerine takılmıştı. Şaşkınlıkla bakışlarını Güney'e çevirip "Yasemin Koçer moda tasarım mı okuyor?" diye sordu. Adamın gerisinde kaldığı için, üzerindeki tişörtten gerilen sırt kaslarını görebildi. Ayrıldıklarını biliyordu Damla ama ayrılmak bir şeyleri kendi içinde bitirmeye yetmiyordu demek ki. Kısa bir baş sallama ile cevapladı Güney onu ve Damla daha fazla konuşmadı. Birlikte o kapıdan da geçtiklerinde karanlık bir odaya girmişlerdi. Bir anda aydınlığı karanlığa döndüğünde gerildi genç kız. Gözleri anlık bir sızıyla sızlamıştı.
"Nereye gidiyoruz biz?" diye sordu ama cevap alamadı. Bileği hala Güney'in elindeydi. "Arabama gitmek istedin, biz de oraya gidiyoruz." dedi Güney ve bir kapıyı daha açtı. Koridora açılan bir kapı... Biraz önce Gece'nin olduğu koridora...
Gerildi genç kız... Gece her an yollarını kesebilirdi. Derken koridoru bir kez daha alarm sesi kapladı. Ama bu, kendi tetiklediklerinden çok daha kısa sürmüştü. Güney'in dudakları kıvrılırken "Rahatla artık! Bizim yangın merdivenine girdiğimizi düşündüğü için kendisi de oraya girdi şu an." diye mırıldandı. Kızın gerildiğini fark etmişti. Yeniden yürümeye başladığında hâlâ bırakmadığı bilek yüzünden Damla da yürümeye başladı. Gözleri Güney'in eline, kendi bileğine kaydığında kuruyan dudaklarını ıslatıp "Bileğimi geri alabilir miyim artık?" diye sordu. Tam bu sırada asansörlerin önünde durmuşlardı. Güney ellerine bakıp yan bir gülüşle sırıttı ve gözlerini Damla'nın yüzüne dikip "Kafamda herhangi bir şey parçalamayacağından emin olana kadar bırakmamaya karar verdim." dedi. Ses tonuna ekilen eğlenceli parıltılar gözlerine yansımıştı sanki. Gözlerini devirdi Damla. Her karşılaşmada bunu mu hatırlatacaktı cidden? Bileğini sertçe kendine çektiğinde zorlanmadan kurtarmıştı.
"Kafanda bir şey parçalamak istesem boşta olan diğer elimle bunu çok rahat yaparım. İnan bana sol elimi de sağ elim kadar iyi kullanabiliyorum."
Güney asansörlerin düğmesine uzanırken "Ona ne şüphe!" diye mırıldandı. Düğmelere basmaya başladığında Damla saptıkları konuya geri dönüp "Asansör olmaz, merdivenle inmeliyiz." dedi aceleyle adamın ensesine bakarak. Güney bedenini çevirip Damla'nın yüzüne bakarken yüzündeki ifade, Damla Dünya'nın en saçma şeyini söylemiş gibi bir hal aldı. "Yedinci kattayız!" dedi mavi gözlerini daha da açıp irileştirerek. Sanki söylediği şeyi yapmanın imkânsız olduğunu dile getiriyordu. Bir kez daha gözlerini devirdi Damla. "Farkındayım! Bu kata çıkarken her basamağı bizzat çıktım."
Güney'in yüzündeki ifade git gide daha da garip bir hâl alırken hayretle "Neden?" diye soludu. Aklıyla zoru olan kim asansör olduğu halde yedi kat merdiveni tırmanırdı ki? Asansör fobisi falan mı vardı? Ya da klostrofobi? Omuzları düşen Damla "Çünkü..." diye söze girmişti ki bir anda tepelerindeki ışıklar ve asansörün düğmelerinin olduğu mekanizmadaki ışıklar söndü. Damla gözlerini kaldırıp tavana bakarken devam etti cümlesine kısık bir sesle. "Gece elektrikleri kesebilir." Son kelimesinde mavi gözleri Güney'in mavilerine çarpmıştı. Tek kaşını kaldıran adam bir şeyi bekliyormuş gibi baktı kızın yüzüne ve sonra ellerini iki yana açtı. "Ve..." diye girdiği anda tüm ışıklar yeniden yanıp asansörler yeniden çalıştı. "Jeneratörler devreye girere."
Tam o sırada bir asansörün kapısı kayarak açıldı. Başı ile hadi işareti yaptı Güney ama Damla hareket etmedi. Bunun üzerine başka bir açıklamaya koyuldu Güney. "Jeneratörleri kesmesi için bodruma inmesi, kafesi açması ve bir şeyleri daha yapması gerek..." Daha cümlesini bitiremeden elektrikler bir kez daha gittiğinde Damla bilmişçesine baktı Güney'in yüzüne. Gerçekten Gece'nin bunu düşünemediğini mi düşünüyordu? Bir kez daha kesilen elektrik ile sesini kesen Güney boğazını temizleyip "Merdivenler..." diye mırıldandı ve asansörün önünden ayrılıp merdivenlere yöneldiler.
Tek tek her katı inerlerken Güney küfretmemek için zor tutuyordu kendini. Romatizması olan yetmiş yaşındaki dedeler gibi hissediyordu. Üstelik önünden ilerleyen sarışın hiç etkilenmiyormuş gibi hızından da hiçbir şey kaybetmiyordu. İnmek çıkmaktan daha kolayken ve o inerken bu kadar şikayet ediyorken bir de bu kız bu basamakları tırmanmıştı. İçten içe onu tebrik etti Güney. Dayanıklı bir çıtır olduğu kesindi. Bu düşünce aklının başka yerlere kaymasına neden oldu. İç gıdıklayan, kan akışını hızlandıran yerlere... Gözleri istemsizce kızın kalçalarına kaydı. Bacaklarını saran kot pantolonu, kalçalarının hatlarını net bir şekilde ortaya seriyordu. Tercihen onu ilk gördüğündeki elbiseyi tercih etse de şu anki hali... Tanrım diyerek kendine geldi ve gözlerini ayrıdı baktığı yerden. Resmen bir sapık gibi davranıyordu. Düşüncelerinden tiksinerek yüzünü buruşturdu ve aklını toparlamak adına boğazını temizledi.
Damla ise önde yürürken arkasında yaşanan ikilemden habersiz bir şekilde, o boğaz temizleme sesini duyduğunda çok farklı anladı ve omzunun üzerinden hemen arkasındaki adama bakıp "Bir şey mi dedin?" diye sordu. Öyle gergindi ki bir şey söylediyse bile duyamamıştı. Durumu bozuntuya vermek istemeyen Güney, "Sadece..." diye girdi söze. "Neden bu kadar zahmete girdiğini merak ediyorum arkadaşın. Amacı ne?"
Sonunda zemin kata indiler. Cevabını bildiği bu soruya ne cevap vereceğini bilmiyordu Damla. Ne diyebilirdi ki? Şu an birbirlerine kızgınlar ve birbirlerini suçluyorlar mı? Suskunluğu tercih etti ve otoparka inen merdivenlere yöneldi. Her an bir yerlerden Gece çıkabilirdi. İlk basamağa adımını atmadan önce adının seslenildiğini duydu genç kız. Anlık bir gerilim damarlarından kalbine doğru akın etse de bu sesin sahibinin Gece olmadığını fark ettiğinde o gerilim yerini rahatlamaya bıraktı. Omzunun üzerinden sesin geldiği noktaya baktığında kızıl saçlarıyla Hazal'ı fark etmesi hiç zor olmadı. Tam dudaklarını aralayıp ona cevap verecekken yangın merdivenlerinin o taraftan -Hazal'ın hemen arkasından- gelen Gece'yi görmesiyle o gerilim tüm hızıyla yeniden döndü. Kalbi patlayacak gibi hissetti genç kız ve Hazal'a özür dileyen bir bakış atıp önüne döndü. Koşmaya başlamıştı bile çoktan. Neyse ki Güney de onun peşinden koşmaya başladı. Gece'nin sesi tüm koridorda ve merdiven boşluğunda yankılansa da Damla ve Güney, Gece'ye yakalanmadan arabaya binmeyi başarmışlardı.
Gece otoparka girdiğinde dudaklarının arasından sert bir küfürle otoparktan çıkan arabanın arkasından baktı. Bir Kalkavan'dan kurtulamadığı yetmiyormuş gibi ikincisi mi başına bela olmuştu şimdi de? Ne istiyordu bu kızlar, ölmesini mi?
Sertçe yüzünü sıvazlayıp peşlerinden gitmek için geri döndü. Masada bıraktığı eşyalarını toplamıydı önce. Zaten eve gittikleri aşikârdı. Merdivenlere adımını attığında karşısından gelen Hazal'ı fark edemedi ve çarpışmaları kaçınılmaz oldu. Genç kız yediği darbeyle geriye doğru sendelerken ayağı merdiven basamağına takıldı ve tam popsunun üzerine düşecekken Gece onu son anda kollarından tutup düşmesine engel oldu.
Yanından geçip gitmeyi planlıyordu ama bir üstteki basamağa ayağını koyamadan Hazal "Bekle!" diyerek durdurdu onu. Eli aceleyle kolunu yakalamıştı. Utanç, kanın yanaklarına hücum etmesine sebep olurken hızla elini çekip "İzel'i soracaktım." dedi. Konuşurken adamın yüzüne bakamıyordu. Belki abartan kendisiydi ama yine de utanıyordu işte. Ama aldığı tek yanıt, merdiveni tırmanan adımlara eşlik eden "Şu an seninle hiç uğraşamam kızıl!" diyen ses oldu. Bu daha da utandırdı kızı. Kimsenin kendisiyle uğraşmasını istemiyordu ki. Sadece arkadaş olarak gördüğü birini merak ediyordu o kadar. Aradığında bir cevap alabilse o da bu kadar uğraşmazdı ki. Kırıldığını hissederken öylece adamın arkasından bakakaldı. Adam gittikten çok sonra bile... Sonra derin bir nefesle şişirdi göğsünü. Hâlâ o merdiven basamağında duruyordu. Çöken omuzlarıyla birlikte yukarıya doğru tırmanmaya başladı o da yavaş adımlarla. Otobüs gitmiş olmalıydı ve diğeri gelene kadar beklemesi gereken bir saati vardı. Kafeteryaya gitse ve bir şeyler yese o bir saat zaten geçer giderdi. Sonra da eve gidip ders çalışmaya başlardı. Vizelere artık günler kaldı denilebilirdi ve Hazal'ın notlarını düşürmek gibi bir lüksü yoktu. Okulun el değiştirmesi onun bursunun korunabileceği anlamına gelmiyordu. Evet saçma sapan sebeplerden kovulma tehlikesi artık yoktu ama düşük bir ortalama ve düşük notlar kesinlikle bu okulda kabul gören bir şey değildi.
Merdiven sonunda bittiğinde ve öğrenci işleri ofisi görüş alanına girdiğinde aklında tüm günün planını yapmıştı genç kız. Hatta ders çalışmayı bitirdikten sonra, yatmadan önce izleyeceği filme bile karar vermişti. O kapıya varamadan kapı kayarak iki yana açıldığında ve Gece Hancı bir kez daha görüş alanına girdiğinde son kez şansını denemek istedi. Koridorun tam ortasında dururken ona doğru seri adımlarla ve çatık kaşlarla gelen adam onu ürkütmedi dese yalan söylemiş olurdu ama vazgeçmedi. "Bak..." diye girdi söze aralarında birkaç adım varken. "Sadece İzel'i merak ediyorum. En azından iyi mi değil mi onu söyle. Sadece tek bir kelime... Bir hafta boyunca telefonunun kapalı olması normal değil çünkü."
Adamın ela gözlerindeki ifade, tüylerini diken diken etti. O an bir kez daha yanıtsız kalacağını anladığı andı. Bu adam ona o tek bir kelimeyi bile çok görüyordu.
Ama yanıldı Hazal. Gece Hancı onun yanına geldiğinde durup bir anlık yüzüne baktı ve pes edercesine bir nefesi ciğerlerinden salıp "İzel'in yanına gidiyorum. Eğer görmek istiyorsan gel." dedi ve yoluna devam etti. Şaşkınlığını üzerinden atması hiç kolay olmadı genç kızın. Tüm planlarını bir kenara itip kendini Gece Hancı'nın peşinden giderken buldu. Pekâlâ bunu hiç beklemiyordu.
💎🎭
Bölümü nasıl buldunuz?
En baştaki kısma dikkat çekmek istiyorum. Sizce bahsedilen o paket neyle ilgili?
Seviliyorsunuz güzellerim💐 |
0% |