Yeni Üyelik
28.
Bölüm

27| ARKADAŞ

@saniyesolak

Sellam💐

 

Bölüme geçmeden önce oy vermeyi ve bol bol yorum yapmayı unutmayın💙

 

Bölüm şarkısı: Chase Atlantic - Friends

 

💎🎭

 

"Bu mu hiç?" diye sordu. Ses tonundan kendine hakim olmaya çalıştığını anlamak mümkündü. İzel gözlerini kaçırıp bileklerini de tıpkı gözleri gibi kaçırmaya çalıştı ama Savaş öyle sağlam tutuyordu ki. Canını yakmadan nasıl bu kadar sıkı tutup kurtulmasına olanak tanımıyordu şaşırdı İzel. Savaş başını yan tarafına doğru eğip kesilen o göz temasını yeniden kurarken "Bu hiç falan değil İzel!" dedi bastıra bastıra. Tüm kasları gergindi o an için, tüm kemikleri kaslarının altında kırılıyor, damarları kırılan kemiklerle delinip akan kanı yolunu şaşırıyordu sanki. Öfke... Her hücresini sarıyordu. Yavaş yavaş... Zehirliyordu onu. Bu izlerin nasıl olmuş olabileceği ile ilgili aklına üşüşen ihtimaller canını yakıyordu.

 

"Canını yakmışlar..." diye fısıldadı acıyla. "Sana orada ne yaptılar İzel?"

 

İZEL İZEM HANCI'DAN:

 

Umursuyordu. Merak ediyordu. Soruyordu. Sana orada ne yaptılar İzel diyordu. O an dilimin kilidini çözmek ve her şeyi anlatmak istedim. Taşıdığım bu yükü biri omuzlarımdan alsın biraz nefes alayım...

 

Uzanıp güzel yüzünü avuçlarımın arasına almak ve tüm minnetimle ona teşekkür etmek istedim. Her şeye, Gece'nin tüm o sözlerine rağmen burada, yanımda olduğu için...

 

Ama yapamadım.

 

Burnumun direğindeki sızlama, aramızda uzayan her saniyede daha da artarken akmak için direnen o göz yaşını tutamadığımı, yanağıma yakıcı bir iz bıraktığında fark edebildim ancak. Savaş'ın derin mavi gözlerinin o izi takip ettiğini ve yüzünün acıyla buruştuğunu buğulu bir camın ardından gördüm sanki. Göz pınarlarımdan gözlerime dolan yaşlar görüşümü bulanıklaştırıyordu. Bir elini yanağımda hissettiğimde gözlerim kapandı. İki yaş daha aktı gözlerimden. Tüy kadar hafif dokunuşunun bıraktığı his çok ağırdı. Bana acımadığını biliyordum, acınası biri olarak görmediğini. Yine de kendimi fazla zayıf hissediyordum o beni ağlarken izlediğinde. Artık zayıf hissetmek istemiyordum, zayıf olmak... Birine karşı kalkanlarını indirebilmek güzeldi de hayat hassas kalpliler, zayıf olanlar için fazla acımasızdı.

 

Alnını alnıma yaslayıp "İzel..." diye fısıldadığında kapalı olan göz kapaklarımı iyice birbirine bastırıp "Sorma..." diye fısıldadım tıpkı onun gibi. Konuşmak istemiyordum hiçbir şey. Sadece üşümekten kurtulmak istiyordum. Biraz sıcaklık istiyordum. Acıyan canımın acısı geçsin yeniden iyi olayım istiyordum. "Sorma..." dedim. Sesim bana bile yabancı gelecek bir tonda, yalvarırcasına çıkıyordu. Umursamadım. O an için umursamadım çünkü sormaması gerekiyordu. Soru olmazsa cevap da olmazdı.

 

Ateş gibi yanan nefesimle kavrulan dudaklarımı yalayıp, göz yaşlarım yüzünden akan burnumu çektim. Alnım hâlâ alnına yaslıyken yoğun bir ağlama isteği üzerime doğru akın ettiğinde akıttığım gözyaşlarıma rağmen hazırlıksızdım. Omuzlarım sarsılırken oturduğum yerden biraz daha Savaş'a doğru kaymaya çalıştım, ona sığınmaya... "Yalvarırım sorma, sana yalan söylemek istemiyorum." diye devam ettim sözlerime. Boğuk çıkan sesim titriyordu. Dilim söyleyemediklerimin acısıyla yanıyordu. Söylemek istediklerimin ama mühürlü dudaklarımdan çıkaramadıklarımın... Ama ısrar ederse dökülürdü her şey. Biraz daha sorarsa tutamazdım daha fazla dilimi, kırardım o mührü. Saklamaya halim yoktu, yalan söyleyip rol yapmaya...

 

Bir elini başımın arkasında hissettim. Sonra alnını çekti alnımdan ve başım daha sıcak bir noktayı buldu. Kapalı gözlerime rağmen akan yaşlar şimdi boynunu ıslatıyordu. Eliyle başımı okşarken "Tamam..." dediğini duydum zayıf bir sesle kulağıma doğru. "Tamam sormuyorum." Neden bilmem bu beni daha çok ağlattı. Omuzlarım şimdi öncekine nazaran daha çok sarsılıyor, Savaş'ın kollarında hıçkıra hıçkıra ağlıyordum. Güçsüz kollarımı kaldırıp onun boynuna dolamaya çalıştığımda güçlü kolunu belime sararak karşılık verdi bana. Sıcaklığı öyle iyi geliyordu ki, o hücreyi unutturuyordu bana. Şu an olan ateşimi ve ateşin bedenime olan etkisini, soğuğu...

 

Hiç şey söylemedik o andan sonra. Ne kadar orada sarıldık bilmiyorum. Belki bir dakika belki bir saat. Zamanın kavramını kaybedip de bulamadığı bir andaydık. Savaş'ın hareketlendiğini hissettiğimde şiddeti azalmış da olsa ağlamaya devam ediyordum. Belimdeki kolu sıkılaşırken hiç zorlanmadan ayağa kalkıp beni de kendiyle birlikte kaldırdı. Yüzümü iyice boynuna gömüp sıcaklığına saklandım, beni nereye götürdüğü umurumda bile değildi.

 

En azından tepemden aşağı buz gibi su akmaya başlayana kadar...

 

Ani bir irkilme ile derin bir nefes almaya çalıştım ama soğuk öyle ani ve sert çarpmıştı ki bedenime aldığım nefes bile kesik kesikti. Banyonun beyaz fayansına çarpıp kulaklarıma dolan çığlığımı çok sonra duydum. Sanki ruhum başka bir yerde bedenim başka bir yerdeydi. Çırpınıp soğuk suyun altından kurtulmaya çalışıyordum ama Savaş beni öyle sıkı tutuyordu ki kaçmak için hiç şansım yoktu.

 

Titreyen çenemle nefes almaya çalıştığım her an ağzımın içine dolan sular bile dondurucu bir soğuklukta geliyordu bedenime. "Savaş..." diyebildim yalnızca. "Soğuk... Çok soğuk..."

 

Saçlarımı okşuyor kulağıma bir şeyler fısıldıyordu ama öyle çok üşüyordum ki ne dediğini anlamıyordum bile. Soğuk suya karışan sıcak göz yaşlarımın yanaklarımdan kayışını hissettim. Son bir çabayla onun kollarının arasından sıyrılmaya çalışmam bir kez daha başarısızlıkla sonuçlandığında ve alnını yeniden alnıma yasladığında "Lütfen..." dedim kısık bir sesle. Sesim ona ulaştı mı yoksa akan suyla beraber hiçliğe mi karıştı bilmiyorum. Sırtımı duvara yasladığı bir andaydık. Islak tişörtüm ve duvarın soğukluğu tenimi lavların arasındaymışçasına yakıyordu. O da benimle birlikte ıslanıyordu, kısık bakan bakışlarımdan yüzünden akan suları ve sırılsıklam olan bedenini görebiliyordum ama üşüyormuş gibi durmuyordu. Gayet sağlam bir şekilde beni suyun altında tutmaya çalışıyordu. Ellerimle onu itmeye çalıştığımda bileklerimi sıkıca tutup beni iyice duvara yasladı ve bedeniyle duvar arasında sıkıştım. Su artık tepemizden akmıyordu ama bizi ıslatmaya yetecek ölçüde tenimize değiyordu. İki damla göz yaşı daha kayarak indqi yanaklarımdan ve suya karıştı. Çenem durmaksızın titrerken "Daha fazla üşümek istemiyorum..." diye mırıldandım gözlerim kapanırken. Normal olanı istiyordum, çok mu şey istiyordum?

 

Beni tutmaya devam ederken "Geçecek..." diye fısıldadı. Zemine çarpan suyun sesine karışmıştı o tek kelime ve ait olduğu yere doğru suyla birlikte akıp gitmişti.

 

Geçecek...

 

Koca bir yalanın iskeleti olan bir kelime. O iskeleti ete bezeyen ve içine ruhu üfleyen şey de bu kelimenin devamına eklenen aptalca teselliler. Hiçbir şeyin geçtiği falan yok. Acı var... Sadece katıksız saf bir acı... Geçecek diye bekleyişin ama hiç geçmeyişin acısı...

 

"Söz veriyorum..." diye eklediğinde sırtımı duvara iyice yaslayıp tenimi dağlayan sudan bir nebze de olsa kurtulmayı umdum ama faydasızdı. Gözlerim tamamen kapandı ve görüşüm karanlığa bulandı. Ama o karanlığın içinde bile okyanuslar vardı.

 

Söz veriyorum...

 

Burnumu çekip yutkundum ve bir nebze de olsun aklım dağılsın diye konuşmaya çalıştım.

 

"Sen hep tutamayacağın sözler mi verirsin?"

 

Çenem deli gibi titrediğinden sesim zayıf çıkıyordu ama beni anladığını biliyordum. Garip bir şekilde, hayatıma yeni giren bu adam beni hep anlıyordu.

 

Elleri iki yanımda duvara yaslı bir hâlde beni iyice köşeye sıkıştırıp kaçışımı imkânsız kılarken "Ben sana hiçbir zaman tutamayacağım bir söz vermedim İzel." diye karşılık verdi kurduğum soru cümlesine ve devam etti. "Verdiğim sözleri tutamamamım nedeni sendin hep. İlkinde Gece seni okula götürüp getirmesin diye beni kendi şoförün ilan ederken ertesi gün apar topar çıktım evinizden ve o gün okula gelmedin. Ondan sonra da sana ulaşamadım ve baban söz konusu olduğu için evinize gelmek gibi bir şansım yoktu. Seni zor durumda bırakmak istemiyordum. Resim çizme konusunda da aynı şekilde. Gece'nin araya girmesi buna engel değildi ama sen ortadan kayboldun. Dört gün sonra da Fransa'ya gittiğini öğrendim. Ve şimdi buradayız. Yalnızca üç haftamız kalmış."

 

Zaman bizi sınıyordu. Hayır, zaman bizi yok ediyordu. Bu adamdan hoşlanıyordum. İnat uğruna giriştiğim bu işe aptal kalbimi de karıştırmıştım belli ki, şimdi deli gibi atması bundandı. Soğuğun içinde bile onun rahatlatıcı sıcaklığını hissetmem bundandı. Bir dolu yanlışın içinde doğru olanı hissettiğim tek anlardı; Savaş'ı öpmek, ona dokunmak, onun yanında olmak...

 

Ve size yemin ederim eğer böyle olacağını bilseydim, ilk kez uslu kız rolünü sorgusuz sualsiz seve seve üstlenip Savaş'tan uzak dururdum. Bir işe ne zaman kalbim karışsa herkesin canı yanıyor, en büyük cezayı ise ben çekiyordum. Annemde olan buydu. Öyle çok sevmiştim ki onu... Bütün kalbimle... Benim yüzümden hayatından olmuştu. Ve ben her gün bu düşüncenin hissettirdiklerinin altında eziliyordum. Eğer bu devam ederse Savaş'a olacak olan da buydu. Hissettiğim tüm fiziksel yıkıma rağmen bu düşüncenin kalbimi acıtışını çok derin hissettim. Ona bir şey olma düşüncesi... O okyanuslardaki hayat ışığının sönme düşüncesi... Kalbim büyük bir güç tarafından eziliyordu sanki.

 

Uzak durmam gerektiğini biliyordum ama duramıyordum. Bilmekle istemek çok farklıydı, ben Savaş'tan uzak durmak istemiyordum.

 

Bu nasıl mümkün oluyordu aklım almıyor, hislerimin hızına yetişemiyordum. Bir yerlerde bir mantık hatası vardı. Bizi yazan yazarın kalemi bir yerlerde bir şeyleri atlamış ve bir anda bizi başka bir boyuta taşımıştı sanki.

 

Adapte olmakta zorlanıyordum belki ama kimin umurundaydı ki? Halimden memnundum.

 

Ama...

 

Ama bahsettiğim tüm o yanlışlar bu tek doğruyu boğarak vahşice kaltlediyordu. Doğrumun ciğerlerindeki havanın bitişini hissediyordum. Boğazındaki baskıyı... Bir nefes için nasıl çırpındığını...

 

Biz de bir nefes için çırpınsak, alabilir miydik o nefesi? Kurtarabilir miydik kendimizi? Biraz daha zamanımız olsa, kader Savaş'la benim için nasıl bir yol çizerdi?

 

Soğuk su, hissettirdiğinin aksine biraz daha kendime gelmemi sağladığında zihnim de berraklaşmıştı sanki. Altında durmaktan nefret etsem de tüm bu zaman boyunca ihtiyacım olan tek şey buymuş gibiydi. Bir nebze rahatladığımı inkâr edemezdim. Ağlamam artık tamamen kesilmiş, ağlama isteğim çok derinlere gömülmüştü. Düşüncelerimden bağımsız kurduğumuz diyaloga bağlı kalarak cevap verdim ona.

 

"Hatalarımı yüksek sesle dile getirme konusunda hiçbir zaman iyi olmadım."

 

Sözlerim üzerine dolgun dudakları yavaşça iki yana kıvrılırken "Seninle bir kez konuşmak yeter bunu anlamak için." dedi

 

Kurduğu cümleye karşın ona alttan alttan bakmaktan daha fazlasını yapamadım. Normalde olsa omzuna ya da göğsüne bir tane indirirdim ama kolumu kaldıracak halim yoktu ne yazık ki. Hiçbir şey söylemedim, o da sustu. Sessizlik kısa bir an da olsa aramıza girdiğinde duyulan tek ses suyun sesiydi. Nefes seslerimizi bile duyamıyordum. Bunun nedeni belki de soğuğun kulaklarımı uğuldatmasıydı. Ne zaman çıkacaktık buradan? Ne kadar zihnimi açarsa açsın, canımı yakıyordu soğuk su... O hücrede maruz kaldığım o kadar soğuktan sonra daha fazlasını istemiyordum artık. Sıcak yatağımı istiyordum.

 

Kahvelerimi kırpmadan onun yüzünü izledim sessizliğin hükmü altında geçen tüm o süre zarfında, gözlerini... Biraz önceye nazaran durulmuştu ifadeleri ve bakışları dalgınlaşmıştı. Şu an aklından ne geçiyor neyi düşünüyordu mesela? Ne hissediyordu? Aslında sormam gereken sorular bunlar değildi, farkındaydım. Buraya nasıl girdiğini sormalıydım ona. Ne olduğunu ve neden geldiğini... Sormadım. Sorarsam gider belki diye sormadım. Gitmeyeceğimi bilsem de sormadım. Önemli olan nedeni veya nasılı değildi, önemli olan şu an burada olmasıydı.

 

Bir elini duvardan ayırdı ve gözleri kısılırken usulca yanağıma yerleştirdi o elini. Gözlerim kapandı bu hareketiyle ve kendimi tamamen ona bıraktım. Kokusu banyonun her yerine siniyordu su onu ıslattıkça. Mükemmel bir kokuydu. Bir zamanlar duygular hakkında düşündüğüm bir düşünce nüfuz etti zihnime tam o an.

 

Gerçekten birinin kollarında huzur bulup bütün dertleri unutabilir miydi bir insan?

 

Unutabiliyormuş. Gerçekten birinin hem kollarında hem kokusunda huzuru bulup dertlerini unutabiliyormuş insan...

 

Yanağımı okşarken tamamen dokunuşlarına bıraktım kendimi. Öyle narindi ki tenimde gezen parmakları, sanki kırılmasından korktuğu bir bibloydum. Ilık nefesi soğuk suyun arasından ilaç gibi esiyordu tenime. Yanağıma yapışan bir saç tutamını kulağımın arkasına doğru ittiğini hissettim. Ellerim kollarına öyle sıkı tutunmuştu ki tırnaklarımın kollarında iz bıraktığından emindim.

 

"Çok fazla soru işareti birikti biliyorsun değil mi?" diye fısıldadı. "Cevaplaman gereken çok fazla soru..."

 

Gözlerimi yeniden açmama neden oldu bu sözleri, doğrudan okyanusları ile çarpıştım. Sözlerini desteklercesine merakla bakıyordu güzel gözleri. Sırf ben istemiyorum diye ne o geceyi sormuştu bana ne de şimdiyi soruyordu ama merak onun da yakasını bırakmıyordu. Okyanuslarına dalga dalga yayılan ifadeden bunu çok net görebiliyordum. Keşke anlatabilseydim. Keşke anlatabilseydim de omuzlarıma binip beni umarsızca altında ezen bu yükten bir nebze de olsa kurtulabilseydim. Yapamazdım... Hakkımdaki gerçeği öğrendiğinde benden nefret etmesi, söz konusu Savaş olsa bile kaçınılmaz olurdu. Bir de bunun yükünü taşıyamazdım.

 

Bu yüzden yine en iyi bildiğim yola girdim ve kaçtım. Titremesi dursun diye kastığım çenemi serbest bırakıp yeniden titremesine neden olurken "Ne zaman çıkacağız buradan? Çok üşüdüm." diye sordum. Sesim şikayet eden, mızmız bir çocuk gibi çıkıyordu ama elimde değildi. Donuyordum. Savaş birkaç saniye yüzüme baktı, baktı ve kaçtığımı anladı. Dudakları yarım bir gülüşle şekillenirken burnundan uzun bir nefesi salıp konuyu uzatmadan yanağımdaki elini çekerek avuç içini alnıma bastırdı, ateşimin yeteri kadar düştüğüne ikna olmuş olacak ki elini çekip suyu kapattı. Hem tenime diken gibi batan su kesildiğinden hem de Savaş kaçmama izin verdiğinden rahat bir nefes aldım. Çenem hâlâ deli gibi titriyor, hâlâ çok üşüyordum.

 

Savaş beni duşakabine nasıl soktuysa aynen öyle çıkardı. Bir an ayaklarım yerden kesildiğinde küçük bir çığlık atmaktan anlamamıştım kendimi. Düşüyormuş hissi dengemi sarstığında tutunduğum şey Savaş'ın boynuydu, kollarım ağaca dolana koala misali dolanmıştı Savaş'ın boynuna.

 

Beni yeniden kapağı kapalı olan klozetin üzerine oturtup, boynuna sarılı kollarımı çözüp benden uzaklaştığında, sıcaklığına alışan bedenimi bir titreme sardı. Soğuk, şimdi suyun altındaki andan bile daha keskindi. İstemsiz bir refleksle kollarımı kendime sarıp durduğum yerde küçüldüm. Savaş'ın nereye gittiğine ya da ne yaptığına bakamayacak kadar titriyordum.

 

Kısa bir süre sonra omuzlarım yumuşak bir şeyle sarıldığında kapalı olan gözlerim açıldı. Savaş önümde dizlerinin üzerine çökmüş, omuzlarıma sardığı havluyla beni kuruluyordu.

 

İkimiz de konuşmadık. O usulca yüzümü ve saçlarımı kurulurken sessizliğe teslim olmuştuk. Sessizlik her zaman rahatsız edici değildir, o an ise hiç değildi. O an sessizlik hiç olmadığı kadar güvenliydi. Dudaklarımdan kaçmaya yer arayan kelimelerin önünü kesiyordu.

 

Saçlarımın ıslaklığını aldığından tamamen emin olduğunda sonunda havluyu bir kenara bırakıp, üzerime yapışan tişörte uzandı. Kendim çıkarabilirdim. Kendi üzerimi değiştiremeyecek bir durumda da değildim ama üzerimdeki ilgili halleri hoşuma gitmişti. Kendimi küçük bir çocuk gibi hissettiriyordu. Ellerindeki şefkat ve gözlerindeki merhametle sarılan küçük bir kız çocuğu... Yavaşça sıyırdı tişörtü üzerimden, ardından ellerini sırtıma götürüp sütyenimin kopçasını çıkardı. Okyanusları gözlerime kalkarken tuttuğu askılardan çekip omuzlarımda emanet gibi duran sütyeni de çıkarmıştı.

 

Sütyenim elinde dururken aklıma yakın gelecekten bir anı düştüğünde tüm titreyişlerime rağmen dudağımın bir köşesi kıvrıldı. "Elindekine de bir delik açmazsın değil mi?" diye sordum. Sözlerimle benim aklıma düşen an onun da aklına düştü. Beni gülümseten o an onun gözlerinin kararmasına ve sertçe yutkunmasına neden olmuştu. O geceki nazik davranışıyla ben istediğimi elde etmiştim ama Savaş edememişti. Bakışlarından anlıyordum ki bu içinde ukte kalmıştı. Beni engelleyen halsizlik ve titremem olmasaydı ona istediğini seve seve verirdim. Hem bu kez kimse tarafından bölünmezdik de...

 

Gözlerimde olan gözleri kısa bir an göğüslerime kaysa da hemen çekip elinde tuttuğu sütyene çevirdi ardından yeniden gözlerime... Kaşlarını kaldırıp cıkladı ve yüzüne emanet bir gülümseme ile "Üzerinde duruşunu gördüm ve kendi ellerimle çıkardım. İz bırakmamı gerektirecek bir şeyi kalmadı." dedi.

 

Sözleri beni daha çok güldürmüştü. Savaş dizlerinde duran ama benim fark etmediğim bir tişörtü başımdan geçirirken "Bana bir sütyen borçlusun. O en sevdiğimdi." diye mırıldandım bir kez daha aramızdaki komik diyaloğu sürdürerek. Savaş oversize tişörtün kollarını kollarıma geçirirken duraksayıp tek kaşını kaldırarak baktı bana. Okyanusları muzip bir ifadeyle dalgalanırken "Eğer hepsini üzerinden kendi ellerimle çıkarmana izin vereceksen sana bir iç çamaşırı mağazası satın alabilirim." dedi gözleri kadar muzip bir sesle.

 

Bu sözler yüzüme yapışan o gülüşün buruklaşmasına neden oldu. Çünkü sözlerin çıktığı kapı, bizim engelimiz olan kapıydı: Zaman...

 

"Keşke o kadar vaktimiz olsaydı." diye mırıldandığımı sonradan fark ettim. Düşünmeden dökülmüştü dudaklarımdan kelimeler. Ve o kelimeler Savaş'ın okyanuslarında bir yangın başlatmıştı. "En azından şunun cevabını verebilirsin İzel: Neden söylemedin gideceğinizi?" dedi o yangına rağmen durgun bir sesle. Gözlerinden daha çok şey söylemek istediğini okuyabiliyordum ama dudakları o sözcükleri özgür bırakmıyordu. Ne söylemek istediğini biliyordum, dile getirmesine gerek yoktu. Tüm titremelerime rağmen bedenime hâlâ bedenime sarılı halde duran kolumu uzatıp avucumu yanağına bastırdım. Parmaklarım usulca yanağında gezinirken, kahvelerim gözlerini değil yanağını okşayan elimi izliyordu.

 

"Önemsiz olduğunu düşündüğümden değil Savaş..." diye fısıldadım zayıf bir sesle. Göz ucuyla gözlerinin kapandığını gördüm. Hayır o kadar güzel gözleri varken onları göz kapaklarının ardına gizlememeliydi. Bu kadar hayran olunasıyken bunu yapmamalıydı. Yüzünü avucuma doğru yaslandığında sözlerimin devamını getirmeden önce "Gözlerini aç." diye fısıldadım. Sis perdesinin ardında kalan ve sonunda sis dağıldığında tüm güzelliği ortaya çıkan okyanus gibi göz kapaklarını kaldırıp baktı bana. Durgun ifadesi o gözlerindeki parlaklığı çekip almış olsa da çok güzeldi. Parlarken ayrı, koyuyken ayrı güzeldi gözleri.

 

Baş parmağım gözlerinin altını okşarken "Önemsiz olduğunu düşündüğümden değil, önemli olduğunu bilmediğimden... Arada fark var." dedim. Sözlerim üzerine dudaklarından inler gibi bir ses çıkarken birden bana doğru uzanıp dudaklarını dudaklarıma bastırdı. Bir öpüşmenin başlangıcı değildi bu temas. Masumdu ve en tutkulu öpüşmeden bile daha fazla şey ifade ediyordu. Geri çekildiğinde gözlerimi açıp yüzüne baktım ve dudaklarımdaki buruk gülümsemeyle "Sende hasta olacaksın." diye mırıldandım. Bu onu da güldürdü. Tıpkı benimki gibi buruktu gülüşü. "Umrumda değil." diye karşılık verdi. Kalbinizin eridiğini hissettiniz mi hiç? O an benim kalbim eriyordu sanki. Ne söyleyeceğimi bilemediğimden ellerimi kendime doğru çekip omuzlarımı yukarı doğru kaldırdım ve "Çok üşüdüm." diyerek konuyu değiştirdim. Bunun üzerine Savaş uzanıp bir kez de burnumun ucunu öptü ve yarım kalan işine devam edip tişörtümü tamamen giydirdi. Ardından omuzlarıma kuru bir havlu atıp ıslak saçlarımın baskısından tişörtü ve omuzlarımı kurtardı. Elleri bu kez eşofmanıma uzandığında omuzlarından tutunup eşofmanımı iç çamaşırım ile birlikte çıkarmasına yardımcı oldum. Bana yenilerini o kadar hızlı giydirdi ki bu telaşına gülmeden edemedim. Okyanusları iyice kararmış bir haldeydi ve yutkunup durmasından bu durumun onu ne kadar zorladığını net bir şekilde anlayabiliyordum.

 

Yatağıma kadar yine kucağında taşındım. Gerçekten küçük bir bebek gibi hissediyordum şu an kendimi. Yatağa yattığımda elim direkt yorgana gitti ama Savaş tarafından durduruldum. Dağınık bir halde bir duran yorganı çekip aldı ve çalışma masamın sandalyesinin üzerine yığdı. Bu hareketi bakışlarımın itirazla dolmasına neden olmuştu. "Donuyorum..." diyerek itiraz ettim. Yerimden kalkıp o yorganı almayı öyle çok istiyordum ki. Ama binlerce kilometre uzakta gibi geliyordu ya da üzerimde tonlarca ağırlık varmış gibi. Savaş yavaşça yanına gelip yatağa oturdu ve gözleri yüzümü izlerken "Onu örtersen az da olsa düşen ateşin daha da yükselecek." diye mırıldandı. Yüzüm ağlamaklı bir ifadeyle buruşurken inleyerek yan dönüp dizlerimi karnıma doğru çektim ve gözlerimi kapadım. "Çok soğuk ama..."

 

Savaş'ın nefesini şakağımda hissettiğimde kapalı olan gözlerimi açıp yüzüne bakmayı çok istesemde kirpiklerim birbirlerine yapışmıştı sanki. Savaş bir şeyler söyledi ama ne söylediğini anlamadım. Dudaklarının yumuşak baskısını şakağımda hissettiğimde zaman benim için ağırlaşmaya, uyku beni sinesine çekmeye başlamıştı bile.

 

Saniyeler sonra, uyku ile uyanıklık arasındaki o ince çizgide dolanırken omuzumdaki yumuşak baskı beni uykunun kollarından aldı. Gözlerimi açtığımda Savaş'ın "İzel!" diyen sesini duymuştum. Odanın kapalı olan perdeleri açılmıştı ve içeriye dolan güneş ışıklarının hedefi doğrudan gözlerimdi. Dudaklarımdan yeni bir inleme firar ederken yüzümü yastığa iyice gömüp ışık huzmelerini kesmeye çalıştım. Bacaklarım daha çok gövdeme doğru çekilmiş ellerin bacaklarımın arasına sıkıştırılmış ve olduğum yerde olabildiğince küçülmüştüm. Hâlâ çok üşüyordum.

 

"İzel hadi uyan güzelim." dedi Savaş yumuşak bir sesle. Varlığı ve sesi uykudan daha tatlı geliyordu. Yavaşça yüzümü yastıktan kaldırıp kendiliğinden kapanan gözlerimi açtım ve başımı çevirip Savaş'a baktım. Saçlarındaki ıslaklık büyük ölçüde gitmiş, üzerini değiştirmişti. Birkaç saniyede? Kaşlarım çatılırken bedenimi tamamen döndürdüğümde üzerime atmış olduğu ince pikeyi fark ettim. Biraz önceki halsizliğim şu an en alt seviyede gibiydi, en azından kendi kendime yatakta doğrulup oturur pozisyona geçebilmiştim. Kafa karışıklığıyla derin bir nefes aldığımda ancak o zaman burnuma doldu yoğun sirke kokusu, yüzüm buruştu.

 

Ben olanları kavramaya çalışırken Savaş avuç içini alnıma yaslayıp ateşimi kontrol ediyordu. "Neredeyse normal seviyede." diye mırıldandı. Sözleriyle ellerim yanaklarıma gittiğinde yeni fark ediyordum aslında o kadar da çok üşümediğimi. Birkaç saniye geçtiğinden emin miydim gerçekten?

 

"Ne kadar zamandır uyuyorum ben?" diye sordum pürüzlü sesimle. Sesim kendi kulağıma bile yabancı geldiğinden boğazımı temizlemek zorunda hissetmiştim kendimi. "Bir saate yakın. Tam olarak emin değilim." diye cevap verdi. Kaşlarım kalkarken öylece yüzüne bakakaldım. Savaş ise başka bir şey söylemeden hemen yatağın kenarındaki komodinin üzerinde duran tepsiyi alıp yatakta ikimizin ortasına koydu. Gözlerim tepsiye kaydı. Bir kâse sarı renkli bir çorbanın dumanı hâlâ üzerindeydi. Bir bardak su, uzun kokteyl bardağında görünüü limonatayı andıran sarı renkli bir sıvı ve iki dilim ekmek daha vardı tepside. Acıktığımı hissetsem de midem bulandığından tepsiye dokunmadım. Onun yerine kahvelerimi Savaş'a kaldırıp "Gözlerimi kapatmamın üzerinden birkaç saniye geçmiş gibi hissediyorum." diye mırıldandım.

 

"Tahmin ediyorum, kendinden geçmiş gibiydin. Üzerimi değiştirmek için arabama gideceğimi ve anahtarını ödünç aldığımı söylediğimde bana dış kapının şifresini söyledin."

 

Sözleri bende şok etkisi yaratırken dudaklarım balık gibi açılmıştı. "Benimle dalga mı geçiyorsun?" diye sordum. Başını iki yana sallarken kararsız gözlerle yüzüme bakıp "Tek söylediğin bu da değildi İzel." dedi fısıldar bir tonda. Hissettiğim gerilimden kalbim patlayacak sandım bir an için. Dilimden kaçırabileceğim, saklı kalması gereken o kadar çok şey vardı ki. Korkunun damarlarımda gezişini hissedebiliyordum.

 

Sonra konuştu... Tüm korkumu kirli kanı çekip alır gibi aldı damarlarımdan.

 

"Washington'a gideceğinizi söyledin, keşke sende gelebilsen dedin."

 

Aldığım rahat bir nefesle göğsüm derince şişti. Eğer sadece buysa söylediğim, sorun yok demekti. Yine de emin olamayarak bakmaya devam ettim Savaş'a sorgu dolu gözlerle. "Başka bir şey söyledim mi peki?"

 

Ben bunu sorar sormaz okyanuslarının dalgaları durgunlaştı ve düşünceli bir ifade yerleşti oraya. "Aslında..." diye girdi söze ama kararsızlığı öyle keskindi ki devam edemedi. Sonra da elini önemli bir şey değil der gibi sallayıp "Hayır, hiçbir şey söylemedin." diye cevap verdi. Yalan söylediği barizdi. Gerçekten... Yutkunurken boğazıma oturan o yumrunun adı korkuydu. Eğer düşündüğüm şeyleri söylemiş olsaydım hâlâ yanımda duruyor olmazdı değil mi? Kaçıp gitmiş olurdu çoktan, yüzüme bile bakmazdı. Ama o bana çorba yapmış, beni iyileştirmişti.

 

"Ne söyledim Savaş?" diye sordum üzerime tüm ciddiliğimi giyinip ama bir kez daha "Hiçbir şey..." cevabını aldım. Burnumdan sert bir soluk döküldü, "Savaş!" derken sesim istemsizce sert çıkmıştı.

 

Sinirlendiğimi anlayan Savaş elini dizime koyup "Sorun da bu zaten İzel. Gerçekten hiçbir şey söylememen." dedi ve ağzında saklanan o bakla sonunda çıkarken devam etti. "Sana bu bir haftada neler olduğunu sordum, neden gittiğini. Ve senin tek söylediğin şey bunu söyleyemem oldu. Öyle baskı altındasın ki kendinden geçmiş bir haldeyken, evinin şifresini sorgusuz sualsiz düşünmeden söylerken bunu söylemedin."

 

Öylece bakakaldım yüzüne. Hiçbir tepki veremeden hiçbir şey söyleyemeden sadece baktım. Kaç dakika geçti aradan bilmiyorum. Beynim durmaksızın, her zaman yaptığı reflekslerden biriymiş gibi yaptığı zaman hesabını o an yapamadı. İçimde bir yerlerin kırıldığını hissetmem normal miydi?

 

En sonunda sessizlik sinir bozucu bir hale gelmeye başladığında birbirine sıkı sıkıya yaslı olan dudaklarımı aralayıp "Eğer söyleseydim..." diye girdim söze. "Ben farkında bile olmadan, iznim dışında bunu öğrenecektin yani. Bana saygı duymadan... Duyacaklarının nelere mâl olacağını düşünmeden..."

 

Bakışları daha da durgunlaşırken artık ölü bir denizi andırıyordu. "İzel..." diyecek oldu ama elimi kaldırıp başımı iki yana sallayarak onu durdurdum. İçimdeki o kırıkların aksine ifadesizliğimi kuşanıp "Nankörlük etmek istemem Savaş, yaptıkların için minnettarım ama sanırım gitsen iyi olacak." dedim net bir sesle. Benden giden o halsizlik şimdi misli misli geri dönmüştü sanki. Omuzlarım çökmek için an kolluyor bense onları dik tutmak için elimden gelen her şeyi yapıyordum. Sorun şuydu ki ben Savaş'a güveniyordum. Bana, alanıma saygı duyacağına olan inancım çok büyüktü. Şimdi kendimi o büyüklüğün altında kalmış gibi hissediyordum. Bunu belli etmemek için hızla yatağın üzerindeki tepsiyi alıp yeniden komodinin üzerine koydum.

 

Savaş hâlâ yatağımda oturup bana bakıyor ve kendi içinde kendiyle savaşıyordu. Dudaklarının bir açılıp bir kapanmasından ne söyleyeceğini bilemediğini anlayabiliyordum.

 

Artık sadece bacaklarımın belli bir kısmını örten pikenin uçlarını tutup düzelttim ve yatakta uzanıp pikeyi üzerime çektim. Savaş'a sırtımı döndüğümde beni kuşatan o ifadesizlik toz olup uçmuştu.

 

"Çıkarken kapıyı kapatırsın." dedim son olarak ve gözlerimi kapayıp seslerini dinledim. Yataktan kalktı. Gitmesini hiç istemiyordum aslında. Yalnız kalmayı istemiyordum. Bir şey söylesin, söylesin ki yaptığını telafi edebilsin istiyordum. Hiçbir şey söylemedi. Bir süre nefes alışverişlerini dinledim ardından adım sesleri geldi. Gidiyordu. Gerçekten gidiyor ve hiçbir şey söylemiyordu.

 

Biraz önce ne yapıyorduk şimdi ne oluyordu? Biraz önce nasıldık şu an ne yaşanıyordu? Zaman bu kadar hızlı, hayat bu kadar değişken olmamalıydı. Bu insanın hem ruh, hem akıl sağlığı için hiç iyi değildi.

 

İçimdeki kırıkların daha da çok arttığını içimin her tarafına yayıldığını hissederken kapının sesini duymayı bekliyordum. Gardımı işte o zaman indirecektim.

 

Beklediğim o ses hiç gelmedi aksine beklemediğim bir şey oldu ve yatağın bir tarafı çökerken bir anda bedenime dolanan kollarla kuşatıldım. Yatağım hâlâ yoğun bir şekilde sirke kokuyordu. Savaş ateşimi düşürmek için sirke kullanmış olmalıydı, annem de kullanırdı. Şimdi o kokuyu yarıp geçen ve burnuma dolan yağmur sonrası toprak kokusu ile sarmalanmıştım.

 

"Özür dilerim..." diye fısıldadı dudaklarını kulağıma yaslayıp. Beni saran kolunu daha da sıkılaştırıp beni bedenine iyice yasladı. Şimdi kırıklarım yeniden toparlanıyormuş gibiydi.

 

"Kolundaki izlere her baktığımda düşünmedem yapamıyorum İzel. Nasıl oldular diye... Ne kadar canın yandı diye... Sonra aklıma diğer ayrıntılar geliyor. Kimliğini saklaman, babanın buraya gelişi ve senin paniğin... Binlerce senaryo geliyor aklıma ve beynim düşünmek için en kötülerini seçip sunuyor önüme. Aklımı kaybedecek gibi hissediyorum. Buraya gelip seni o halde gördüğümden beri ben aklımı kaybedecek gibi hissediyorum İzel."

Konuşurken nefesi saçlarımın arasına dağılıyor ve beni hafifletiyordu sanki. İyi geliyordu... Çok iyi geliyordu...

"Çok özür dilerim İzel..." diye fısıldadı bir kez daha. "Yaptığım şeyin yanlış olduğunun farkındayım ama amacım sana saygısızlık yapmak değil, sadece beynimi kemiren bu tilkilerden kurtulmaktı."

 

Gözlerim yavaşça açılırken dudaklarım istemsizce kıvrılmıştı. Derin bir nefesi içime çekip kollarının arasında dönmek için hareket ettiğimde kollarını gevşetip rahatça dönmemi sağladı. Okyanuslarının üzerine çöken kara bulutlar, onları hüzne boğmuştu sanki.

 

"Bunu bir daha sakın yapma..." diye fısıldadım. Yüzünü yüzüme yaklaştırıp alnını alnıma yaslarken kollarını yeniden sıkılaştırdı. "Asla!" diye fısıldadı yemin eder gibi. İkimizin de gözleri kapalı, bir süre birbirimizin soluklarında dinlendik. Sıcak nefesi dudaklarımı kavuruyordu. Biraz önce bedenime acımasızca çarpıp duran soğuk gitmiş, şimdi yerini çok başka bir şey almıştı. Nefesi dudaklarıma çarpıp yüzümü okşadıkça inceden inceden kasıklarıma sinyaller gönderen türde bir şey...

 

"Çorban soğumadan içmelisin..." diye fısıldadı. Şu an çorba umurumda mı sanıyordu? Değildi. Boğazıma batan arzuyu geçirmek adına yutkundum. "İçmek istemiyorum." diye fısıldadım karşılık olarak. "Midem bulanıyor. Artık kusmak istemiyorum."

 

Konuşmalar ezberden yapılıyormuş gibiydi. Biz çok başka bir anın içindeydik kelimelerimiz çok başka... Neden bu noktada duruyor kendimize işkence ediyorduk bilmiyorum ama hayatımda gördüğüm en tatlı işkenceydi bu. Nefesi tadını bana taşıyordu sanki ve dilim o tadı kaynağından tatmaya çok hevesliydi.

 

"Öncesinde limonata içeceksin, o mideni toparlar. Sonra da çorbanı içip ilaçlarını alacaksın."

 

Sadece "Hı hı..." diye cevap verebildim. Dilim damağım kurumuştu sanki. Onu öpmek istiyordum. Masumiyetten çok uzak, içimdeki tüm arzuyla... Birbirine karışan nefeslerimiz öyle ağırdı ki sanki ölüm bizi bulmuş, bedenlerimiz ölüme direnirken son çabalarıyla hayatı içine çekiyormuş gibiydi...

 

"Gelirim..." diye fısıldadı. Hâlâ aynı şekilde duruyorduk ikimizde. Ne uzaklaşıyor ne yaklaşıyor, aramızdaki gerilimin bizi sürüklenmesine izin veriyorduk. "Tamamen değil ama istediğin her an soluğu yanında alabilecek kadar gelirim sana."

 

Sözleriyle içime dolan son nefeslerin de yolları kesilmiş oldu. Sözlerinin çıktığı yollar önümde uzanıyordu, bir adım atsam o yolun ortasına kadar ulaşabilirdim. O kadar kısa o kadar zahmetsizdi. Ama sorun benim durduğum yerde ayaklarıma vurulan ve hareket etmemi engelleyen prangalardaydı.

 

"Gece..." diyecek oldum ama hemen sözümü kesip "Onun ruhunun bile duymamasını sağlarız." dedi güven veren bir sesle. "Ya da duyabilir, sorun değil. Gece ile baş edebilirim."

 

Alt dudağım dişlerimin arasına doğru yuvarlanırken kalbim bu düşünce karşısında ilk tepki olarak önce tekledi ardından hızla atmaya başladı.

 

"Gece'den bir şeyleri saklamak mümkün değil. Ve onun ters tarafı ile karşılaşmak isteyeceğini sanmıyorum."

 

Bedenime sarılı kollarından omuz silktiğini hissettim.

 

"O benimkiyle çoktan tanıştı. Eğer sinirlerimi bozarsa neyle karşı karşıya olacağını biliyor."

 

Gözlerim açıldı bu cümlelerden sonra. Ve sorgularcasına baktım ona. "Ne demek istiyorsun?" diye sordum.

 

Derin bir iç çekerken bana daha çok sarılıp "Çok yakında öğrenirsin. Gerçi sana hâlâ anlatmamış olmasına şaşırdım ama neyse." dedi. Sonra gözlerini açıp yüzüme bakarken "Sana anlattığında olayları bir de benden dinlemek için bana gel olur mu?" diye sordu. Hiçbir şey anlamadım söylediklerinden. Hâlâ sorarcasına ona bakıyordum. Tam dudaklarımı aralayıp daha fazlasını öğrenmek için ona soracaktım ki yeniden gözlerini kapatıp "Şşhhh." diye fısıldadı. "Şu an en son istediğim şey Gece Hancı hakkında konuşmak. O yüzden biz konumuza dönelim. Eğer istersen İzel, bunu halledebilirim." diyerek tam olarak söylediği şeyi yapıp konuya geri döndü.

 

Durdum ve birkaç saniye bunu düşünmek için kendime için verdim. Birkaç hafta sonra Washington'a gidecektik ve o zaman buradaki herkesle, ki herkesten kastım Savaş ve Hazal'dı, bağlantım kesilecekti. Özellikle de Savaş'la. Gece bunun olması için elinden geleni ardına koymadan çok daha fazlasını yapacaktı. Savaş gelirim diyordu.

 

Tamamen değil ama istediğin her an soluğu yanında alabilecek kadar gelirim sana...

 

Derin bir nefesle içime dolan sıkıntıyı atmaya çalıştım. Sıkıntılıydım çünkü biliyordum, ben kabul etsem bile bunu Gece'den saklamak imkânsız olacaktı ve Gece baş edemediği noktada konuyu babama taşımaktan çekinmeyecekti.

 

Babam...

 

Kahraman Hancı...

 

Bu düşünce bedenimden bir ürpertinin geçmesine neden oldu. Sanki o gün maruz kaldığım o elektrik akımını bir kez daha yemiş gibi hissettim. İçimdeki tüm heyecan enerjimle birlikte söndü.

 

"Çok zor Savaş." diye fısıldadım. Sesim kaybolduğundan falan değildi fısıldayışım, fısıldamıştım çünkü sesimi zorlayan hüznü duysun istememiştim. Zaten hali hazırda irdelemek için can attığı bir konu vardı ortada, daha fazlasını ellerine bırakmaya gerek yoktu. "Bunun altından kalkamayız."

 

"Eğer istersek..." diyerek hemen itiraz etti sözlerime. "Eğer yeterince istersek kalkabiliriz İzel."

 

İnancı beni gülümsetmişti. Keşke sandığın kadar kolay olsaydı okyanusu gözlerine sığdıran çocuk...

 

"Bilmediğin çok fazla şey varken buna olan inancın mükemmel hissettirse de güven bana Savaş, kalkamayız."

 

Gözlerini açıp yüzünü yüzümden uzaklaştırdı. Çok fazla ifade vardı orada ama ben o ifadelerden anlam çıkaramayacak kadar yorgundum o yüzden hiç uğraşmadım anlamaya. Sadece gözlerinin güzelliğini izledim. Yakın bir gelecekte bir daha asla görme şansı yakayamayacaktım onları.

 

"Senden beklenmeyecek kadar kolay pes ediyorsun."

 

Dudaklarım kıvrıldı. Elimi uzatıp çatılan kaşlarının arasına kazınan çizgiye parmağımı yerleştirip yavaşça çizginin üzerinde dolaştım. Ardından nemini de iyice kaybeden ve zahmetsizce alnına dökülen bir tutamı, kaş çizgisinden alnına doğru bir yol izleyen elimle kenarı iterek yanağına yerleştirdim avucumu.

 

"Buradan pay biç Savaş..." dedim durgun bir sesle. "Benim bu kadar kolay pes etmemden anla altından kalkamayacağımız kadar zor olduğunu."

 

Sessiz kalıp düşündüğü her an geçen her saniyede gözlerine çöken kabullenişi anbean izledim. Gece'ye inat devam etmek anlamsız geliyordu şu an o bir haftadan sonra. Daha ne kadar saklardı bunu? Saklamazdı babama anlatırdı. Beni korumak için bile saklayacağını düşünmüyordum artık. Bencilliği öyle büyüktü ki Damla ve benim bile acımasızca üzerimize basıp geçerdi. Ve babal annemi görmeye gittim diye cezamı bu kadar ağır vermişken bir de Metin Kalkavan'ın oğluyla aramda olanları öğrenirse... Korkuyordum. Korkmadığımı dile getirmeye dik durmaya çalışıyordum ama çok korkuyordum babamdan. Yapacaklarının bir sınırı yoktu, ölmediğim sürece sorun yoktu onun için, acımasızlığının bir sınırı yoktu...

 

Elini yavaşça yanağında duran elimin üzerine yerleştirdiğinde büyük avucunun içinde kaybolmuştu küçük ellerim.

 

"Ne olacak peki bundan sonra?"

 

Omuz silktim.

 

"Gitmek istersen, bir daha görüşmek istemezsen anlarım. Hak da veririm sana. Ama bana iyi geliyorsun Savaş. Senin yanında olmak kendimi özgür hissetmemi sağlıyor. Kokunda bir şey var, huzur veriyor. En azından arkadaş kalamaz mıyız?"

 

Bir süre ne söyleyeceğini bilemeyerek dudaklarını açıp kapattı. Sonra "Arkadaş?" diyebildi sorarcasına. Yutkundu, gözleri kısa bir anlığına dudaklarım kaydı. "Bildiğimiz arkadaş..." dedi. Çok sevimli görünüyordu. Sonra derin bir nefes alıp, boğazını temizleyip kendini toparladı ve "En azından... Arkadaş kalacağız. Normal arkadaşlar gibi..."

 

Başımı aşağı yukarı sallarken "Normal arkadaşlar gibi..." diyerek onu taklit ettim. "Yakın temaslar bunu zorlaştıracağından bu en sağlıklısı olur."

 

O da başını aşağı yukarı salladı. Gözlerindeki isteksizliği görsem bile "Tamam." demeyi başardı. "Eğer istediğin buysa..."

 

Bu değildi... Hiçbir zaman olmamıştı. Kendimi bir adamın kollarına bırakmanın, kalbimi bir adamın ellerine vermenin nasıl bir his olduğunu hep merak etmiştim. Savaş bunun için biçilmiş kaftandı. Savaş aşık olmak için mükemmel bir seçimdi.

 

Yine de başımı sallayarak "Tamam." demekle yetindim. İstediğim bu değildi belki ama olması gereken buydu. Güveli olan... Can yakmayan belki de can almayacak olan...

 

Bir an göz göze geldik. Sadece gözlerimiz değil düşüncelerimiz de denkti o an. Ve Savaş birden, hızla bana doğru eğilip dudaklarıma kapandı büyük bir açlıkla. Aynı açlıkla karışıklık verdim. Son kez...

 

Bedeni bedenimin üzerine yerleştiğinde ve tatmin edici ağırlığıyla kutsandığımda hiçbir şey umurumda değildi o an için. Ne hasta oluşum, ne halsizliğim... Sadece istiyordum. Başı sola doğru yatıp kendinr daha çok yer açarken ellerim sırtına doğru kaydı ve alt dudağımı ısırıp ısırdığı noktayı yaladığında tırnaklarım tişörtünü delmek istercesine sırtına battı. Aynısını üst dudağıma yaptığında sertçe inlemem kaçınılmazdı.

 

Yoğun bir arzu her tarafımızı sarmışken Savaş usulca geri çekildi. Dudaklarımdan itiraz dolu bir inilti dökülmek üzereydi ki konuştu. "Bundan nasıl vazgeçeceğim hiç bilmiyorum..." Ve yeniden dudakları dudaklarıma kapandı. Hissettiğim memnuniyetle bir bacağımı beline doğru sardığımda kendini bana bastırıp, pantolonunun ön kısmında belirginleşmeye başlayan erkekliğini kadınlığıma sürttü. Arada kıyafetler varken bile tüylerimi diken diken etmişti bu hareketi.

 

Bir elim sırtından ensesine oradan da saçlarının arasına karışırken alt dudağını ısırıp "Daha fazlasını istiyorum..." diye mırıldandım. "Çok daha fazlası..."

 

Sözlerim üzerine dudaklarını dudaklarımdan ayırmadan avuç içlerini yasladığı yatağa bir dirseğini yaslayıp oradan destek alırken diğer elini tişörtümün eteğinden içeri sokup çıplak tenime dokundu. Karnımın oralarda durmadı o el, beklemeden yukarı çıkıp çıplak göğüslerimden birini avucunun arasına aldı. Göğsüm avucunun içinde yoğurulurken ve dudaklarım dudakları tarafından kuşatılmışken, sabahtan beri bu anı bekleyen kadınlığım kendini belli edercesine nemlenmiş ve doldurulma ihtiyacı ile nabız gibi atmaya başlamıştı. Bir refleks gibi kalçam kendiliğinden hareket ediyor, kadınlığımın Savaş'a sürtünmesini sağlıyordu.

 

Göğüs ucumu iki parmağının arasına kıstırıp sıktığında dudaklarımın arasından ağzının içine doğru sessiz bir çığlığı andıran bir inleme döküldü.

 

Biz ânın ateşine kendimizi kaptırmışken tüm ambiyansı bozan şey hızla açılıp duvara çarpan kapı oldu. Hemen akabindeyse "Şaka yapıyor olmalısınız!" diyen Damla'nın sesi doldu kulaklarımıza. Dudaklarımız birbirlerinden ayrılırken aynı anda kapıya baktığımızda Damla'yı ellerini yüzüne kapatmış bir halde, Güney'i ise eller cebinde sırıtarak bize bakarken bulduk. Anın şaşkınlığıyla kimse konuşamaz ya da hareket edemezken Güney patavatsızca "Seksin iyileştirici bir etkisi olduğunu biliyordum." dedi.

 

Güney mi?

 

Onun burada ne işi vardı?

 

Peki ya Damla?

 

Damla Güney ile buradaysa Gece neredeydi?

 

Kafamdaki deli sorularla öylece onlara bakarken Savaş kenara kayıp üzerimden çekildi. Elini bedenimden ayırırken tişörtümü düzelttiğini hissettim.

 

Yavaşça yattığım yerden doğrulup dağılan saçlarımın arasından parmaklarımı geçirirken olanlara anlam vermeye çalışıyordum ama beynim biraz önceki anlarda kaldığından şu an kullanım dışı gibi bir şeydi.

 

Güney dirseği ile Damla'nın kolunu dürtüp "Tehlike geçti prenses." dediğinde Damla önce parmaklarının arasından kontrol edip ellerini indirdi ve hızla yanıma geldi. Eli doğrudan alnımı bulurken "Allah aşkına ben giderken gözünü bile açamıyordun, şu bir kaç saatte ne değişti?" diye homurdandı. Eli bir anne gibi yanaklarımda ve boynumda gezindi ardından kaşlarını çatıp "Tüm gece düşmeyen ateşin şimdi yok." diye mırıldandı. Bunu daha çok kendine söylüyor gibiydi. Damla'ya odaklanamıyordum. Bu kez gerçekten olacağını düşünmüşken bir kez daha yarım kalmıştık ve ben hâlâ oradaydım.

 

"Dedim ya prenses seksin iyileştirici gücü diye... Sen de bunu denemeliydin."

 

Güney'in sözleriyle yüzüm buruşurken gözlerim ona kaydı. Bakışlarımdan ne anladı bilmiyorum ama ellerini ceplerinden çıkarıp havaya kaldırdı ve "Bu kez ben masumum valla. Onu uyarmaya çalıştım ama sesleri senin hasta oluşuna yordu. Kâbus gördüğü için deyip durudu tüm o merdivenleri çıkarken. Ama ben dedim, o ikisi yan yana gelirse o seslerin kaynağının başka bir şey olması imkansız dedim. Dinlemedi." dedi. Sesinden son derece keyif aldığını anlayabilirdiniz. Damla omzunun üzerinden ona bakıp "Onu en son bıraktığımda kırk derece ateşle yanıyordu." diye kendini savunmaya giriştiğinde bakışlarım Savaş'a kaymıştı. Onun da benden pek farklı durumda olduğu söylenemezdi. Bu an son şansımızdı bizim ve bizi daha önce birer kez bölen ikili bu kez birlikte bölmeye karar vermişlerdi. Şimdi ben onları gerçekten bölsem çok abartmış olur muydum?

 

Kendini ilk toparlayan Savaş olurken okyanusları benden koptu ve Damla'ya kaydı.

 

"Ve sen onu kırk derece ateşle yalnız bıraktın."

 

Ses tonunun alt metninde kızgınlık üst metninde ise suçlayıcılık vardı. Ondan böyle bir çıkışı beklemediğimden kısacık bir an şaskınlıkla baktım ona. Benim Gece'yi suçladığım gibi o da Damla'yı suçluyordu.

 

Damla mahçup bir tavırla Güney'de olan bakışlarını bize, daha doğrusu Savaş'a, çevirdi.

 

"Gece bana başka bir seçenek bırakmamıştı." diye fısıldarken o da kendini suçluyordu. Düşük omuzları ve her an titreyecek gibi duran dudakları onun ağlamak üzere olduğunu gösteriyordu. Evet, birkaç kelime birkaç saniyede ağlatabilirdi Damla'yı, kırılgandı o. Hassastı. Ona kıyamadığımdan kahvelerimi Savaş'a çevirip "Onu suçlama..." dedim. "Onun hiçbir suçu yok."

 

Savaş bunu kabullenmek istemiyor gibi başını iki yana sallayıp ayağa kalkı. "Aynı durumda, senin yerinde olan Damla olsaydı, kırk derece ateşle kendinden geçmişçesine hasta yatsaydı, Gece seni bu evden dışarı çıkarabilir miydi?"

 

Sorusunun muhatabı bendim ve cevabı biliyordum. Damla da biliyordu. Bu yüzden gözlerini kaçırıp yere bakarken son derece utanmış bir haldeydi. Küçük bir damla göz yaşının yanağından kaydığını gördüm. Omuzlarım çökerken dudaklarımı aralayıp yeniden onu savunacaktım ki Savaş elini kaldırıp "Senin ne yapıp ne edip bu evde kalacağını, Damla'yı yalnız bırakmayacağını buradaki herkes biliyor İzel. O yüzden bana hiçbir şey söylemene gerek yok." dedi ve komodinin üzerindeki tepsiyi yeniden yatağa bıraktı. Kâsedeki çorbada artık duman yoktu, belli ki soğumuştu. Savaş limonatayı önüme doğru itip kâseyi aldı ve "Ben bunu ısıtmaya gidiyorum." diyerek odadan çıktı. Güney de onun peşinden gitmişti, şimdi Damla ile odada yalnızdık.

 

Başını kaldırıp bana baktığında mavi gözlerinin hemen kızarmış olduğunu gördüm. Kirpikleri göz yaşları ile nemlenmişti."Özür dilerim İz. Savaş çok haklı, ne olursa olsun seni yalnız bırakmamalıydım." derken sesindeki keder kalbime dokundu.

Elimi boş ver der gibi sallayıp ona doğru uzandım ve ona sarılıp saçlarını okşarken "Önemli olmadığını biliyorsun Damla." dedim onu yatıştırmak ister gibi. "Gece'yi ikimiz de biliyoruz. Bana sözünü geçiremiyor ama senin üzerinde baskı kurmayı iyi biliyor. Onu atlatıp buraya kadar gelebilmen senin için bile büyük bir adım civciv, kendini suçlama."

 

Sarılışıma karşılık verirken "Yine de daha dirençli olabilirdim. Yalnız kalmaman gerektiğini bile bile gitmemeliydim. Ya daha da kötüleşseydi durumun?" dedi. Ne söylersem söyleyeyim kendi içindeki o muhakemeden kendini haklı çıkaramayacak gibi bir hâli vardı. Kendisini suçlamasına izin veremezdim. Omuzlarından tutup gözlerinin içine bakarken "Ama daha kötü olmadım. Aksine çok daha iyiyim. O yüzden artık kendini suçlama da Gece'yi nasıl atlattın onu anlat." dedim. Evet en merak ettiğim kısım buydu.

 

Dudakları zarif bir gülümseme ile kıvrılırken "Aslında amacım Savaş'ı bulmaktı..." diye girdi söze ve Güney ile karşılaşmalarından Gece'den kaçışına her şeyi anlattı.

Duyduklarım kıkırdamama neden olmuştu. "İşte..." diye devam etti Damla. "Savaş'ın arabasını kapının önünde görünce Güney de eve geldi. Sahi Savaş neden gelmiş?"

Sorusuyla omuz silkip hemen yan tarafımda yatağın üzerinde duran tepsideki limonatayı aldım ve bir yudum içtim. Hâlâ midem bulanıyor ve yeme fikri kusmak istememe neden oluyordu ama bir şeyler yemek zorundaydım. Çok uzun süre aç kalmıştım ve aç kalmaya devam ettiğim her an sağlığım biraz daha bozuluyordu. Babama bir böbrekten daha fazlasını feda etmeye niyetim yoktu.

 

"Neden veya nasıl hiç bilmiyorum. Gözlerimi açtığımda buradaydı. Sorgulamadım. Sadece yanımda olduğu için iyi hissettim kendimi."

 

Damla bir süre yüzüme gözlerinde imali bir ifadeyle baktı ve dudaklarını aralayıp bir şey söylemek istedi. Konuştuğunda o söylemek istediği şeyi söylemekten vazgeçtiğini anladım çünkü kelimelerinin gözlerindeki ima ile alakası yoktu.

 

"Yanında olması iyi olmuş. Baksana çabucak iyileştirmiş seni. Sahi nasıl oldu bu? Güney'in dediği gibi şeyin etkisi mi?"

 

Şeyin derken yüzünü yüzüme yaklaştırmış ve sesinin tonunu en alt seviyeye indirmişti. Bu hali beni güldürürken limonatamdan bir yudum daha aldım. Garip bir şekilde kusma isteği uyandırmamıştı hâlâ. Dahası içtikçe midemi rahatlıyordu sanki.

 

(Burada şöyle bir dip not geçmek istiyorum. Aç karna limonata içmek, içerdiği asit yüzünden iyi olmayabilir. Sadece benim mide bulantılarımı mükemmel bir şekilde kestiği için ben bunu yazdım ama siz denemeyip doktora gidin. Sonra mideniz delinir, ben burada görmüştüm ondan denemiştim demeyin sgksjshsks Her insanın bünyesi farklı, bu bana iyi geliyor diye yazdım çünkü karakterlerim ve ben bir bütünüz. O kadar bütünüz ki şu hastalık sahnelerini yazarken ben de iki kez hasta oldum. Biri çok ciddiliydi hatta🥲)

 

"Hayır..." dedim sözlerine karşılık. "Seksin etkisi değil. Etkili olabilecek bir seks yaşanamadı çünkü." Son cümlede gözlerimi kaldırıp yüzüne baktığımda utanarak gözlerini kaçırdı ve "O konuda da üzgünüm." dedi. "Gece boyunca çok fazla kâbus gördün, ben yine kâbus görüyorsun sanmıştım. Meğer inlemelerin nedeni başkaymış. Bir dahaki sefere söz veriyorum odana pat diye dalmayacağım. Hatta sizin yalnız kaldığınızı fark ettiğim an odanın kapısının önünden bile geçmeyeceğim."

 

Bir dahaki sefere diye bir şey olmayacak demek istesem de söylemedim ve omuz silkip konuyu değiştirmek adına "Neyse, iyileşmem tamamen buz gibi duş ve sirkenin etkisi." dedim.

 

"Buz gibi duş mu?" dedi şaşkınlıkla. "İzel seni akşam normal sıcaklıktaki suyun altına soktuğumda bile neredeyse beni dövüyordun. Gece gelip kurtardı beni, sonra sen Gece'yi görünce ortalığı ayağa kaldırdın. Baktık baş edemiyoruz vazgeçip seni geri yatırmak zorunda kaldık. Savaş nasıl becerdi bunu?"

 

Söylediği şeylerin hiç birini hatırlamıyordum açıkçası. Ama o söylüyorsa doğruluğu kesin demekti. Bu yüzden masum masum gülüp "Ben hiçbir şey hatırlamıyorum." dedim sadece.

 

Damla tam konuşmak için dudaklarını aralamıştı ki "Ne oluyor lan burada?" diye bir bağırış sesi geldi aşağı kattan. Gece'nin sesiydi.

 

Damla bunu duyduğunda gözlerini kapatıp yüzünü buruşturdu be "Ah!" diye inledi. "Gece'nin hemen arkamızdan geldiğini söylemeyi unuttum. Kesin kıyamet kopacak şimdi."

 

Büyük bir ihtimaldi bu. Damla'nın paniklemiş halinin aksine ben gayet sakin bir şekilde kalktım yataktan. Kıyamet kopmadan müdahale etmek en iyisiydi. Yavaş adımlarla kapıya doğru yürümeye başladım. Yataktan kalkana kadar fark etmemiştim ama beynim kafamın içinde emanet gibi duruyor, her attığım adımda sarsılıyordu sanki. Zaten bir anda zımba gibi olmayı da beklemiyordum. Ben önde Damla arkamda elimizden geldiği kadar hızlı indik merdivenleri. Mutfağa doğru yürürken Gece'nin sinirle sesi geliyordu kulağımıza.

 

"Ben şimdi kamera kayıtlarını halletmeye gidiyorum. Siz ikiniz derhal siktirolup gidiyorsunuz bu evden."

 

Sonra Savaş'ın, Gece'nin aksine sakin olan sesini duyduk.

 

"İzel istemediği sürece hiçbir yere gitmiyorum."

 

Ve araya kaynayan Güney...

 

"Savaş kalıyorsa bende kalıyorum adamım..."

 

Biz mutfağa girdiğimiz sırada Gece "Sabrımı sınamayın benim!" diye tısladı. Gözüme çarpan kızıl saçların sahibi Hazal'dı. O buraya gelişiyle sonra ilgilenecektim, şu anki önceliğim Gece'yi susturmaktı.

 

"Onlar değil ben sınıyorum senin sabrını. Hiçbir yere gitmiyorlar." dedim buz gibi soğuk sesimle. Sesimi duyduğunda bakışlarını bana çevirdi Gece ve beni ayakta gördüğünde yosun tutmuş denizlerine yayılan şaşkınlığı gördüm.

 

"İzel..." dedi biraz öncenin aksine yumuşak bir sesle ve birkaç adımda aradaki mesafeyi kapatıp bana doğru uzandı. "İyisin..."

 

Eli bana uzanamadan kendimi geriye çekip ifadesizce baktım yüzüne. Gözlerinde sahte bir endişenin tortuları vardı. Ne sanıyordu bu ifadeyle beni kandırabileceğini mi? Sesimin tonunda tek bir ısınma bile olmadan "Sabah beni yalnız bırakırken iyi olup olmamamla pek de ilgileniyormuş gibi görünmüyordun Gece?" dedim sorarcasına.

 

Yüzünün kaskatı kesilişine saniye saniye şahit oldum. Kaslarının gerilişine... "Nedenini biliyorsun." dedi iki kelimenin altına sadece buradaki üç kişinin anlayabileceği cümleleri gizleyerek. Alaylı bir gülüş filizlendi dudaklarımdan, içime salınan kökleri canımı yaktı. "Bilmem anlamama yetmiyordur belki." diye karşılık verdim. Yetmiyordu. Bizim bizden başka hiç kimsemiz yoktu bu hayatta. Birbirimize sıkı sıkı sarılmamız, kollamamız gerekirken biz ne yapıyorduk?

 

"Anlamaya çalışmıyorsun çünkü." dedi o da karşılık olarak. Ses tonu şimdi de suçlayıcı bir hâle bürünmüştü. Kartlarını yavaş yavaş açmaya başlıyordu.

 

"Anlamak istemiyorum çünkü."

 

İstemiyordum. Ben ne babamı ne de onun o aptal kurallarını anlamak istemiyordum. Sadece ağız dolusu gülücüklerle mutlu olmak, özgür olmak istiyordum. Ben ipleri şeytanın elinde oyuncak olmuş zavallı bir kuklaydım o ipleri parçalamak istiyordum.

 

Başını iki yana salladı Gece. Diğerlerinin bizi izlediğinden emin olsak da ikimiz de birbirimizin gözlerinden başka hiçbir yere bakmıyorduk o an için.

 

"Böyle bir şansımız yok İzel!"

 

Sesi bir şeyleri kafamın içine sökülmemek üzere dikmek ister gibi baskındı ama bu benim umurumda değildi.

 

"Ama ben olsun istiyorum Gece. Her şeye rağmen..."

 

Dudaklarını yalayıp pes eder gibi alayla bir gülüşle nefesini verdi ve "Yani sınırları gerçekten zorlamak istiyorsun öyle mi?" diye sordu. Hemen ardındansa başını aşağı yukarı sallarken "Pekâlâ madem bunu istiyorsun... Elinde iki seçenek var İzel İzem Hancı. Ya onlar gider ve ben görüntüleri silerim. Ya da istediğin gibi kalırlar ve babanı şu an arar görüntüleri ona bizzat kendim iletirim. Seçim senin." dedi.

 

İşte... Şimdi tüm kartları açıktı. Gerçek Gece Hancı karşımdaydı. Kendi istediği olsun diye sınır tanımadan her şeyi yapabilecek olan o acımasız kalpsiz adam. Tehdidine karşın kalbim en içinde bir yerlerden kırıldı. Sesini duyabildin mi Gece?

 

Kahvelerim doğrudan Gece'nin gözlerindeyken, ortadaki tezgâhın arkasında duran Savaş'ın hareketlendiğini gördüm göz ucuyla. Adımları Gece'den tarafa doğru gitti ve köşeyi dönüp tam Gece'nin yanında durdu. Gece'den birkaç santim daha uzun ve biraz daha kalıplıydı.

 

"Tablon..." dedi Gece'ye dönüp bakmadan. Okyanuslarının üzerimde olduğunu biliyordum ama kahvelerimi yosun tutmuş o denizlerden ayıramıyordun. "En güzel köşemde asılı duruyor. Eğer İzel'e karşı tutumun bu şekilde olmaya devam ederse, seninle yeni bir tablo çizmemiz gerekir ve bu kez çok daha büyük bir tuval kullanırım Gece Hancı."

 

Söylediklerinin ne anlama geldiğini bilmiyordum ama ilgilendiğim de söylenemezdi. O an tek derdim Gece'nin bilmem kaçıncı kez kırdığı kalbimdi.

 

Savaş başka bir şey söylemeden be Gece'nin de söylemesine izin vermeden adımlarına yön verim tam önümde durdu. Şimdi gözlerim Savaş'a bakıyordu işte. Ellerini yanaklarıma koyup hafifçe okşarken dudaklarındaki gülümseme ile "Çorbayı iç ardından da ilaçlarını alıp uyu. Üzerine kalın bir şey örtme çünkü ateşin düşmüş olsa bile yeniden yükselme ihtimali var. Eğer yükselirse soğuk suyun altından birkaç dakika dur ve Damla sana sirkeli su ile tampon yapsın, düşecektir." dedi. Onay beklercesine yüzüme baktığında dalgın dalgın başımı sallayarak onayladım onu. Ardından dudaklarını alnıma bastırıp yanımdan geçti ve gitti.

 

"Game of Thrones bile az önce gerçekleşen konuşma kadar karışık değildi be."

 

Bunu söyleyen elbette Güney'di. Savaş'ın bıraktığı boşluğu dolduran şey Gece'ydi ve ona bakmak istemediğime kanaat getirip bakışlarımı Güney'e çevirdim. Onun gözleri Gece'ye çevrilmişken işaret parmaklarının ikisini de Gece'ye doğrultup göz kırparak "Bu arada tablon gerçekten em özel köşesinde asılı, değerini bil." dedi ve o da Savaş'ın peşinden gitti.

 

Dış kapının sesi geldiğinde son kez baktım Gece'ye ve arkamı dönüp dönen başımı umursamadan hızla odama gittim. Beni rahat bırakır sanıyordum ama kapattığım kapı hemen akabinde Gece tarafından geri açıldı. Kızgın bir boğayı andırırken çarparak kapattı kapıyı bu kez, çıkan sesle menteşeler yerinden söküldü sandım.

 

"Gerçekten beni suçluyorsun." dedi geç kalınmış tespitini ortaya dökerken. Onunla tartışmak istemiyordum, buna enerjim yoktu. Sadece gitsin ve beni rahat bıraksın istiyordum. Bu yüzden konu ile alakalı bir şey söylemeden "Çık dışarı!" dedim ifadesiz, soğuk bir sesle.

 

Üzerime doğru bir adım gelirken "Hayır!" diye bağırdı. "Kendi hatan yüzünden günah keçisi beni ilan edemezsin İzel."

 

Kendi hatan...

 

Beni çileden çıkaran bu iki kelime oldu. Tüm ifadesizliğim uçup giderken öfke yerine yerleşip kendi cumhuriyetini kurdu.

 

"Benim hatam mı?" diye bağırdım bende karşılık olarak. "Kendi annemi görmeye iznimin olmaması benim hatam mıydı?"

 

Burnundan sert bir nefes verip "Konu o değil." dediğinde başımı sallayarak onayladım onu ve "Evet konu Savaş." diye bağırdım. Konuşmak için hareketlendi ama onu "Biliyor musun Gece?" diyerek hemen susturdum. "Ben annemden sonra ilk kez birinin yanında kendimi iyi hissettim. Özgür gibiydim, huzur vardı. Ama sen bunları yaşamamı hiç istemedin. Sana göre hep korku içinde, tedirgin, mutluluğun kıyısına bile yaklaşmadan yaşamalıydım, çünkü işine gelen buydu. Sana göre insan olduğumu unutmalı, programlı bir robot gibi hareket edip ne isterseniz onu yapmalıydım. Senin için kolay olan buydu çünkü. Ama bende insan olmak istedim. Her yirmi yaşındakiler gibi olmak... Hatalar yapmak belki de aşık olmak..."

 

Sesim sona doğru kısılıp boğuklaşırken, gözlerim dolmuştu. Gece bana doğru bir adım daha atıp konuşmaya yeltendiğinde elimi kaldırıp durdurdum onu. "Git Gece..." dedim zorlukla. "Çok zor bir haftayı geride bıraktım. Evet gitmek benim hatamdı, ne olacağını bile bile gittim ama her saniyesine değerdi. Neden biliyor musun? Çünkü annemi gördüm, ona sarıldım, onu öptüm, kokusunu içime çektim. Herkesin özgürce yapabildiği şeyleri ben gizli de olsa yaptım ve sonrasında yaptığım şey çok büyük bir suçmuş gibi cezamı çektim. Şimdi bir de sen yorma beni, sadece git ve beni rahat bırak."

 

Sırtımı ona dönüp konuşmayı sonlandırdığımda yanaklarımdan iki damla yaş düşmüş, bakışlarım bileklerindeki izlere kaymıştı. Çok canım yanmıştı belki ama değmişti her anına.

 

Gitmesini bekledim ama gitmedi. Konuşmayı sonlandırmıştım ama o yine bencilliğini ortaya koyup konuşmaya devam etti.

 

"Acı çekmeni istemiyorum İzel. Acı çekmenden nefret ediyorum. Tek amacım seni korumak. Babandan ve kendinden... Aşık oluyorsun... Göz göre göre o herife aşık oluyorsun, bunun senin için iyi bitmeyeceğini bile bile... Ve benim buna sessiz kalmamı mı bekliyorsun? Evet insan olduğunu unutmanı istiyorum. Evet programlı bir robot gibi olmanı istiyorum. Ama bu benim için kolay olduğundan değil, senin için en iyisi olduğundan, canın en az bu şekilde yanacağından ve en az hasarı bu şekilde alacağından bunu istiyorum. Keşke bunu anlayabilsen... Keşke her şeyi senin iyiliğin için yaptığımı anlayabilsen..."

 

Ve gitti. Giderken, girerken olduğunun aksine kapıyı yavaşça kapatmıştı. Benim iyiliğim... Bu muydu yani? İnsan olmamak... Yaşamamak, sadece nefes almak...

 

Gözlerim ardı ardına yaşlarını dökerken bu düşünceye güldüm. Öyle çok güldüm ki omuzlarım sarsılıyordu. Güldüğüm her an ağzımın içine göz yaşlarımın tuzlu tadı dolsa da kesmedim gülmeyi.

 

Ne kadar süre orada öylece gözyaşı dökerken güldüm bilmiyorum ama sonunda kapım tıklatıldığında bir süredir ne gülüyor ne ağlıyordum. Dümdüz bir ifadeyle öylece yere bakıyordum. Tıpkı benden beklenildiği gibi yaptığım tek şey nefes alıp vermekti.

 

Kapım bir kez daha tıklatıldığında hızla yanaklarımda leke bırakan göz yaşlarımı kurulayıp burnumu çektim ve kapıya dönüp "Gel!" dedim kısık, pürüzlü bir sesle. Kapı yavaşça açıldı ve önce Hazal'ın kızıl saçları ardındansa beyaz teniyle ışıldayan yüzü göründü. Kararsız bir ifadeyle başını uzatmış bakıyordu bana.

 

"Girebilir miyim?" diye sordu naif sesiyle. Dudaklarım zoraki bir kıvrımla hareket ederken gözlerime ulaşmayan bir gülümseme ile ona bakıp "Tabi ki..." dedim. "Gel lütfen."

 

Yavaşça içeri girip kapıyı ardından kapattı. Gözlerinde yanlış bir zamanda yanlış bir yerde olmanın tedirginliği vardı. Buraya kadar benim için geldiği belliyken ona haksızlık olmasın diye boğazımı temizleyip "Hoş geldin." dedim samimi tutmaya özen gösterdiğim sesimle. Gülümsedi. Tedirginlik hâlâ orada olsa da en azından o gülümsemeyi gözlerine yansıtabiliyordu.

 

Hızla çalışma masama doğru yürüyüp Savaş'ın sandalyenin üzerine yığdığı yorganı aldım ve gelişi güzel yatağa atarken "Otursana..." dedim Hazal'a. Yavaşça onun için boşalttığım sandalyeye yürüyüp oturdu. Bende yatağın ucuna oturdum. Birkaç dakika garip bir sessizlik ile sarmalandık. Ne söylenir bilmediğimden Hazal'ın konuşmasını bekliyordum. Neyse ki beni çok bekletmeden "Aşağıda hasta olduğunu duydum. Şu an iyi misin?" diye sordu. Başımı sallayıp ne kadar kötü görünürsem görüneyim "Çok iyiyim." diye cevap verdim.

 

Emin olmak ister gibi gözlerini üzerimde gezdirirken "Seni tüm hafta göremeyince merak etmiştim. Gece de eğer istersem onunla buraya gelebileceğimi söylemişti. Yanlış bir zamanda geldiysem özür dilerim İzel." dedi.

 

Sözleri karşısında kalbim yumuşarken gülüşüm genişlemişti. Bu da insani bir tepkiydi değil mi? Benden istenen, vermemem gereken bir tepki... Boğazım düğüm düğüm olurken gülüşümü korumak için üstün bir çaba harcadım ve "Senin özür dilemeni gerektirecek bir durum yok Hazal. Aksine geldiğin için teşekkür ederim." dedim. Ardından "Sen yanlış bir zamanda gelmedin, yanlış olan şey zaman değildi Gece'ydi." diye ekledim.

 

Sonra Damla elinde yeniden ısıtılmış çorbayla birlikte geldi. Son kaldığına kadar içtim o çorbayı. Evet midem hâlâ iyi durumda değildi ve yediğim an kaynayan o bulanmayı hissetmiştim ama kusmamayı başarmıştım. Sonra ilaçlarımı içtim ve bir süre Hazal ve Damla ile sohbet ettik. Daha doğrusu onlar kendi aralarında konuşurlarken ben de arada katılıyordum onlara. Aklımda hâlâ Gece'nin sözleri dolanıp duruyordu, ettiği o tehdidi...

 

Bir yerden sonra daldım, arada katıldığım o anları bile kaçırdım. Hazal buna hiç alınmadı, bunu biliyordum. İyi olmadığımı gördüğünü biliyordum. Giderken sarıldı bana. Bu tip yakınlaşmaları garip bulsam da tepki vermedim, yavaşça karşılık vermeye çalıştım sadece. Sonra yatağıma girdim ve uykunun gelip beni almasını bekledim. Neyse ki çok bekletmedi beni. Uyandığımda hava kararmıştı. Saate bakmak için komodinin üzerinde duran telefonumu alıp ekranını aydınlattığımda saatten önce dikkatimi çeken şey mesaj bildirimiydi.

 

Savaş'tan gelen bir mesaj...

 

S-İyi misin?

 

Bir saat önce atmıştı mesajı. İstemsizce kalbim hızlanırken Parmaklarım cevap vermek için klavyenin üzerinde dolanmaya başlamıştı bile.

 

İ-İyiyim. Biraz önce uyandım.

 

Gerçekten iyi hissediyordum kendimi. Ateşim yükselmemiş, mide bulantımda yok denecek kadar azdı. Birkaç saniye içinde mesajı gördü ve cevap yazmaya başladı.

 

S-Çorbanı içip ilaçlarını aldın değil mi?

 

Önce başımı salladım sonra yaptığım hareketin saçmalığına güldüm. Beni göremiyordu ki baş sallayarak cevap verdiğimi sanıyordum ben.

 

İ-Evet. diye yazdım hemen.

 

S-Ateşin yükseldi mi? diye sordu bu kez.

 

İ-Hayır. diye cevap verdim. Ne yazacağımı bilemediğimden kısa kısa cevaplar veriyordum. Gece'den başka hiçbir karşı cinsle mesajlaşma zahmetine görmemiştim bu zamana kadar.

 

S-Ben gittikten sonra o herif bir sorun çıkarmadı değil mi?

 

Bu kadar düşünceli davranması benim işimi her bakımdan zorlaştırıyordu. Ama bundan şikayetçi değildim. Düşünülmek iyi hissettiriyordu.

 

Sen gittikten sonra Gece beni parçaladı demeyi öyle çok isterdim ki... Yine de parmaklarım isteğimle değil mantığımla hareket etti.

 

İ-Bana hiçbir şey yapamaz o. Endişelenme.

 

Birinin benim için endişelenmesi hoşuma giderken o kişiye endişelenme yazmak yüzsüzlük gibi geliyordu kulağa ama ben yeri geldiğinde çok güzel yüzsüz birisi de olabiliyordum.

 

Bu kez hemen cevap gelmedi. Yaklaşık bir dakika kadar ekran açık bir şekilde bir şeyler yazmasını bekledim. Tam telefonu yüzümden çekecekken yazıyor yazısını gördüm ve beklemeye devam ettim.

 

S-Tamam o zaman, iyisin yani, bir sorun yok...

 

Çok sorun vardı ama verdiğim cevap bunun tam tersi oldu.

 

İ-Yok...

 

Ve yine bir bekleyiş... Bir dakikadan daha uzun süren bir bekleyiş. Bu kez o yazıyor yazısı bir görünüp bir kaybolmuştu. Sonunda mesaj ekranıma düştüğünde aradan yedi dakika geçmişti. Yedi dakika boyunca neyi yazıp sildi diye merak ederken mesajı gördüğümde merakım da geçmişti. Ama geçmemiş olmasını dilerdim.

 

S-İyi olduğundan emin olmak istemiştim. Uyumaya devam et, yarın sabah gelip seni alacağım ve okul çıkışı da derslere başlarız. Verdiğim sözlerin hepsini tutacağım. İyi geceler arkadaşım.

 

Arkadaşım...

 

Ne diyebilirdim ki... Bunu ondan isteyen bendim. Dudaklarım buruk bir gülümsemeye ev sahipliği yaptı bugün bilmem kaçıncı kez. Bir dolu buruk gülümsemelerle kapatıyordum bugünü. Elim yeniden klavye üzerinde dolanmaya başladığında Savaş'ın aksine yedi dakika oyalanmadım. Birkaç saniye içinde cevabımı yazdım ve gönderdim.

 

İ-İyi geceler arkadaşım...

 

💎🎭

 

Bölümü nasıl buldunuz?

 

Bu bölümün içime sinmediğini söylemeliyim. Ama önemli bir olay olmadığından, en azından benim nezlimde önemli saylacak olaylardan birini içermediğinden bunu o kadar da sorun etmiyorum. Şimdilik...

 

Yakınlarda girmem gereken bir sınav var ve bölüme odaklanıp içine giremediğim için böyle oldu onun da farkındayım ama.

 

Zaman ayırıp okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Kendinize iyi bakın bir sonraki bölüme kadar sağlıcakla kalın💙

Loading...
0%