@saniyesolak
|
Sellam💁🏻♀️
Oy vermeyi ve bol bol yorum yapmayı unutmayın güzellerim💙
Bölüm şarkısı: Teya Dora - Džanum
YAZARDAN:
Genç adam ellerini şakaklarına bastırıp başına ince ince saplanan ağrıyı bir nebze de olsa geçirmeye çalıştı. Ağrının sebebi günlerdir doğru düzgün uyuyamaması mı yoksa İzel ile olan tartışması mı bilmiyordu. Belki de ikisinden de birazdı. Sahi son bir haftada toplasan kaç saat uyumuştu? Beş? Yedi? Bölük pörçük uykuları öyle kalitesizdi ki rakam ne olursa olsun sıfıra eşitti.
Derin bir nefes alıp gözlerini birkaç kez sımsıkı yumup açtı ve dikkatini yeniden önündeki kahve makinesine verdi. Sert bir filtre kahve onu kendine getirecek en büyük araçtı ama makinedeki hareketsizlik ile kaşları çatıldı. Şimdiye kadar çoktan hazır olması gereken kahvenin hâlâ olmaması üzerine, ellerini makineye koyup sorunun nerede olduğunu bulmaya çalıştı. Kahveye en çok ihtiyaç duyduğu bir anı seçmiş olamazdı değil mi bozulmak için bu makine?
Sorunu çözmek için makinenin sağını solunu kontrol ederken, "Kahve yapmak istiyorsan sanırım önce makinenin fişini prize takman gerekli." diyen bir ses duyduğunda omzunun üzerinden sesin geldiği tarafa, kapıya baktı ve Hazal ile karşılaştı. Sözlerini algıladığındaysa gözleri makinenin fişine kaymış, tezgâhın üzerinde öylece durduğunu görmüştü. Burnundan bıkkın bir nefes bıraktı. Bunu nasıl olurda fark etmezdi ki? Sinirle fişi prize taktığında makine sorunsuz bir şekilde çalışmaya başlamıştı.
Hazal birkaç adımla Gece'nin yanına kadar geldiğinde Gece ona dikkat etmedi bile. Aklı İzel'deydi. Söylediklerinin ağır olduğunu biliyordu, canını çok yakmış olmalıydı ama artık bir şeyleri anlaması gerekiyordu İzel'in. Çocuk gibi davranmayı, o keçi inadını bırakmayı öğrenmesi gerekiyordu. Bu yüzden onun canını yakmak damağına zehir gibi bir tadın yayılmasına neden oluyorsa bile bunu görmezden gelmeye çalıştı.
Hazal ise raftan bir bardak alıp mutfak adasına gittiğinde gözleri de tüm dikkati de Gece'nin üzerindeydi. İzel'in o halini gördüğünde arkadaşı için üzülmüştü ve bu konu hakkında Gece'ye birkaç bir şey söylemek istiyordu. Ama doğrusunu isterseniz buna cesaret edemiyordu. Bu yüzden adanın üzerindeki cam sürahiden bardağa su doldururken alt dudağının iç kısmını ısırıp sessiz kaldı. Doldurduğu bardağı küçük yudumlarla içmeye başlarken sonunda gözlerini Gece'den çekmek zorunda kalmıştı çünkü Gece kahvesinin olmasını beklerken yönünü Hazal'a dönmüş kalçasını tezgâha yaslamıştı.
Kimse konuşmuyordu ve Hazal'ın, Damla'nın çağırdığı taksi gelene kadar yapacak daha iyi bir işi yoktu. Yudum yudum içtiği suyun sonuna geldiğinde sessizlik artık garip bir hâl almaya başladığından en azından bu gariplikten kurtulmak adına taksiyi dışarıda beklemeye karar verdi. Çünkü garip olan tek şey sessizlik değildi, aslında o sessizliği garipleştiren şey Gece Hancı'nın ta kendisiydi. Göz ucuyla ona attığı kaçamak bakışlarla onun öylece yere bakarak düşüncelere dalıp gittiğini görmüştü. Kahve makinesinin, kahvenin hazır olduğunu belli eden o sesi çıkarmasının üzerinden birkaç dakika geçmişti ama Gece hareket etmiyordu. Ne düşündüğünü çok merak ediyordu Hazal ama sormaya cesareti yoktu. Kahvenin hazır olduğunu söylemek istese de sesini bulamamıştı. Bir aile dramının ortasına düşeceğini bilse Gece'nin bugünkü teklifini kesinlikle reddederdi. Evet İzel'i gördüğü için rahatlamıştı ama şimdi de şahit olmaması gereken şeylere şahit olduğu için kendini rahatsız hissediyordu. Tıpkı bir fazlalık gibi... Bu durum kendini berbat hissetmesine neden oluyordu.
Bardağı adanın üzerine koyup sessiz adımlarla mutfağın çıkışına doğru yürüdüğü sırada Gece Hancı konuşmak için o anı seçtı ve sesi genç kızı durdurdu.
"O nasıl?"
Birkaç saniye olduğu yerde kalsa da sonunda pes ederek yüzünü Gece'ye döndü Hazal. Diline dökülen onlarca cevap vardı. Hiç sorunsuz bir cevapla sıyrılabilirdi bu sorudan. Ama düşüncelerinin aksine, dili bunu istemiyor olacak ki "İyi olduğunu söylesem buna inanacak mısın?" diye sordu. Sesine yapışan kararsızlık çok keskin çok belirgindi. Karşısındaki adamı iğnelemiş gibi olmak istemiyordu ama elinde olduğu da söylenemezdi. Arkadaşının durumu onu gerçekten sarsmıştı. Sırf ayıp olmasın diye onların sohbetlerine katılmaya çalıştığını elbette anlamıştı Hazal. Dalıp dalıp gidişlerinin elbette farkındaydı, üzgünlüğünün, acısının... Bir de bileklerindeki izlerin...
Gece Hancı'nın yosun tutmuş denizleri Hazal'a döndüğünde, Hazal tek canı yananın İzel olmadığını gördü o elalarda. Gece Hancı da üzgündü, acı çekiyordu. Derin bir nefes alırken aklından geçenleri söyleyip söylememek arasında gidip geldi bir süre. Sonra annesinin izinden gitmek için yıllardır çalışıp didinen, psikolojiye kafayı takan tarafının gazına geldi ve konuşmaya karar verdi.
"Üzerime vazife olmadığını biliyorum ama her şey için çok geç olmadan onun gönlünü almalısın, kendini ona affettirmelisin."
Kızacağını düşünüyordu Hazal. Tıpkı kendisinin de söylediği gibi üzerine vazife olmadığını söylemesini bekliyordu, onu ilgilendirmediğini... Gece bunların hiçbirini yapmadı. Bir süre öylece baktı karşısındaki kadının yüzüne kafası karışık bir halde ve "Ne demek istiyorsun?" diye sordu sakin bir sesle. "Ne için geç olacak?"
Hazal gerginlikle alt dudağının sağ köşesini hafifçe dişlerken "Ona değer veriyorsun ama verdiğin bu değer onu kırmana engel değil. Üstelik bu ilk de değil değil mi? Onu daha önce de çok kez kırdın?" diye sordu. Ama cevap vermesini beklemeden konuşmaya devam etti. Cevabı zaten biliyordu. "İnsan psikolojisi çok değişkendir. Bir an sevdiğimiz bir şeyden diğer an nefret edebiliriz. Bir an yaşamayı çok seviyoruzdur ama öteki an dilediğimiz şey ölüm olur. Tüm bu değişkenlerin arasında sabit kalan tek şey sevgidir. Sevmek için içten içe bahaneler ararız biz insanlar. Sevdiğimiz birinin kusurlarını örtmekte, hatalarını görmezden gelmekte üstümüze yoktur. Ama sevgi bile yüzde yüz sabit değildir, vazgeçilebilir. Vazgeçildiğinde nefrete dönüşür o sevgi. Nefrete dönüştüğünde sorun yok, çünkü kimse değer vermediği, düşüncelerini meşgul etmeyen, kalbinde yeri olmayan birinden nefret etmez. Kimseden ömrümüzün sonuna kadar da nefret edemeyiz, duygularımız yine şekil değiştirir ama değişim esnasında hepsi kaybolur gider, izini bile bırakmaz. Bu hissizliktir. İşte bu senin için büyük bir sorun Gece. İzel sana karşı hissizleşmeye başlamadan önce harekete geçmelisin. Çünkü nefrette dönüş olsa da hissizliğin geri dönüşü yoktur."
O noktadan sonra Gece bir şeyler söyleyebilecek durumda değildi. Tüm kelimeleri bu cümlelerin altında kalmış gibiydi, tüm düşünceleri... Zihninin boşalan sokaklarında Hazal'ın sesi yankılanıyor; kirli duvarlarına, kaldırım taşlarına o sözcükler birer birer kazınıyordu. Küçük kız kardeşini kaybedebilir miydi yani? Tamamen... İzel'in nefretine razıydı. Çünkü İzel tıpkı Hazal'ın da söylediği gibi kalbinde yer edinmeyen kimseden nefret etmezdi. Onun nefreti bile ödüldü ama hissizliği... Hissizliğiyle baş edemezdi Gece.
Hazal'ın gidişinin üzerine kaç yelkovan devrildi bilmiyordu genç adam. Tüm o süreyi olduğu yerde öylece yere bakarak ve düşünerek geçirmiş, ihtiyacı olan o kahveye dönüp bir kez bile bakmamıştı. İhtiyaç sıralaması değişeli çok olmuştu, şimdi kahveden çok daha sert bir şeye ihtiyacı vardı.
Derin bir nefes almaya çalışırken, boğazında biriken boğulmuşluk hissiyle boğuştu bir süre. Zihni düşünceler tarafından acımasızca katlediliyor, doğrularıyla öldürülüyordu sanki.
Şimdiye kadar kaybettikleri mi daha ağır basıyordu yoksa bu saatten sonra kaybedebilecekleri mi?
Babasını kaybetmişti Gece Hancı, gerçekte soy adı ne onu bile bilmiyordu. Annesini kaybetmişti ama bir adam uğruna onu terk eden kadını bir kayıptan saymıyordu. Duygularını kaybetmişti, doğrulara programlı bir robot gibi yaşıyordu hayatını, hayatı bilgisayarlardan ibaretti. Masumiyetini kaybetmişti, eline kanın bulaştığı o günün kara bulutları hâlâ bir kâbus gibi çöküyordu tepesine, geceleri ziyaret ediyordu onu uykularında. Benliğini kaybetmişti artık sadece bir kukladan ibaretti.
Bunları üst üste koyun... Kaybedeceklerinden çok daha ağır gelmiyor muydu bunlar?
Gelmiyordu işte...
Kaybolan benliği ve masumiyeti yüzünden yanına girmeye utansa da aslında o evde olduğu her gün Eftelya annesini ziyaret etmişti Gece. Sadece bunu kimse bilmiyordu. Ödü kopuyordu durumu kötüye gidecek diye. Onu kaybetmekten ölesiye korkuyordu. Küçük sarı civcivi vardı mesela. Akıllı olan ve hayatını kolaylaştıran... Damla. Ona bir şey olsa kafayı yerdi muhtemelen. Ve İzel... İzel'di işte. İnatçı, burnunun dikine giden bela mıknatısı...
(Oraya biri daha geliyor. Heh sen şimdi naneyi yemedin mi Gece Hancı?)
Ciğerlerini şiddetli bir nefesle şişirdi. Kaybetme ihtimalinin olduğu şeyler kaybettiklerinden çok daha ağırdı Gece için ve o ihtimalin gerçekleşmesine izin veremezdi. Kahraman Hancı'nın da onun kurallarının da canı cehenneme... Hiçbir şey İzel'den daha önemli değildi, Damla'dan ve Eftelya annesinden...
Bu yüzden mutfaktan çıkıp üst kata çıkan merdivenleri tırmanırken aklından geçenleri defalarca kez tarttı zihninde. Riski büyük olsa da işler istediği gibi giderse sonucunda İzel istediğine kavuşabilir ve Gece de İzel tarafından affedilmiş olurdu.
İzel zeki bir kızdı, bunca zaman bu ayrıntıyı nasıl akıl edemediğini bir türlü anlayamamıştı Gece ama işine de gelmişti aklına gelmemesi. Şimdi ise bunu bizzat kendisi gidip söyleyecekti ona. Bir kez daha kızıla hak verdi. İnsan psikolojisi ne değişken şeydi öyle. Bir dakika önce İzel'in yanan canını görmezden gelmeye hazırken bir dakika sonra, haklılık payı yüksek olan süslü sözler yüzünden karşı çıktığı şeyi kendi elleriyle inşa etmeye gidiyordu.
İzel'in odasının önüne geldiğinde eli kapı kulpuna gitti ama o daha çeviremeden içeriden bir el açtı kapıyı. Damla yorgun yüzüyle ve uykulu gözleriyle karşısındaydı. Bir an karşısında bulmayı beklemediği Gece ile karşılaşınca irkilse de sonra esnedi ve tıpkı küçük bir kız çocuğu gibi bir gözünü ovuştururken kapıyı kapatıp Gece'ye baktı. "Uyuyor, neden buradasın?"
Gece'nin gözleri bir kapı bir Damla arasında gidip gelirken sonunda kapıda durdu. Sanki kapının ardındaki İzel'i görebiliyormuş gibi küçük bir acı dalgası geçti yosun tutmuş denizlerinden. "Ona bir şey söyleyecektim." diye cevap verdi Damla'nın sorusuna.
Damla bir kez daha esnerken "Sabahki antrenmanı söyleyeceksen hiç zahmet etme, İzel katılabilecek durumda değil. Evet ateşi büyük ölçüde düştü ama hâlâ kendisini toparlayamadı. Hatta bana kalırsa sen hafta sonu olan göreve kadar ona hiç dokunmamalı görünmemelisin bile. Onun zaten antrenmanlara ihtiyacı yok, her halükarda mükemmel bir iş çıkaracaktır. Bense sabah beşte bahçede hazır olurum." diye fısıldadı sessizce. İzel'in uykusu hep hafif olmuştu, günler sonra ilk kez rahat bir şekilde uykuya dalmışken onu uyandırmak istemiyordu.
Gece Damla'nın sözleriyle gözlerini Damla'ya çevirdi. Sözlerinin içinde bir yerlere dokunduğu inkâr edilemezdi.
"Hasta hasta onu saatlerce koşturacak kadar vicdansız mıyım ben Damla?" diye sordu. Aklının ucundan bile geçmemişti sabah antrenman için onu uyandırmak.
Hazal bıkkın bir nefes aldı. Şu an tek istediği yatağına girip biraz uyumaktı, Gece'ye laf anlatmak falan istemiyordu. Bu yüzden son sözlerini söylermiş gibi bastıra bastıra "Bilmem, daha bu sabah hasta hasta onu burada yalnız bırakmadık mı?" diye sordu ve küçük bedeni sayesinde kolaylıkla Gece'nin yanından sıyrılarak geçip odasına doğru yürüdü. Ardında bıraktığı adamın zaten acıyan yarasına bir de o tuz basmıştı.
Genç adam içeriye girmeyi öyle çok istedi ki... Kardeşine sımsıkı sarılmayı... Onun için daha çok çabalayacağını ona fısıldamayı ve buraya gelirken zihnini meşgul eden fikri ona söylemeyi... Kahraman Hancı'nın önünü bir nebze olsun kesecek olan bu fikir İzel'in keyfini bir hayli yerine getirecekti. Sırf mutluluğunu görmek için bile girmek istiyordu ama onun şu an dinlenmeye ihtiyacı olduğunu da biliyordu.
Savaş Kalkavan'dan hâlâ haz etmiyordu ama İzel şu an bir nebze olsun iyileşmişse bu onun sayesindeydi. Bu fikir her ne kadar o herifin de işine gelecek olsa da bunu görmezden gelecekti Gece. Ne kadar kabullenmek istemese de İzel'e iyi geldiği aşikârdı. Ama yine de o tablo meselesini de unutmuş değildi. Bu konuyu İzel'e zevkle açacak ve Kalkavan'ın yapacağı açıklamayı da kesinlikle aynı zevkle dinleyecekti. Kıvranmasını görmek eğlenceli olacaktı Gece için.
"Melek yüzlü şeytan..." diye homurdandı kendi kendine. Arkasını dönüp odasına doğru ilerlerken "Bu okulda normal olan hiç mi kimse yok amına koyayım..." diye devam etti homurdanmalarına. Avuçlarında tuttuğu o fikir, İzel'e kendini affettirmenin yolu, omuzlarından büyük bir yükün kalkmasına neden olmuştu sanki. İşin Kahraman Hancı boyutunu hâlâ düşünmemiş olabilirdi ama o kısmı İzel'e bıraksa da olurdu. Ne de olsa yalan bulma konusunda uzman olan oydu.
Odasına girdiğinde gözleri ilk olarak bilgisayarına kaydı. Hala Aenean'ı araştırıyor, kim olduğunu bulmaya çalışıyordu. Ve ne yazık ki ellerinde hâlâ elle tutulur bir şey yoktu. Bu konuda Aksel'i sıkıştırmayı düşünmüştü genç adam. Ondan bilgi almayı... Ama acele verilmiş bir kararla yaptığı küçücük bir hata kaydettiği ilerlemeyi de bir hiç ederdi. Bu riski göze alamıyordu Gece. Biraz daha sabrettiği taktirde zaten istediği bilgiler kendiliğinden avuçlarının arasına düşecekti. Sadece biraz zamana ihtiyacı vardı.
Bilgisayarının sol alt köşesindeki beyaz ışığın yanıp söndüğünü gördüğünde yatağını es geçip masa başına oturdu. Uzun bir şifrenin ardından bilgisayarı açıldığında ekranı onu doğrudan Aenean'ın sayfasına yönlendirmişti. Hesaba gönderdiği bin sekiz yüz botu temizlediklerini sanıyorlardı ama o botların hepsi özel bir virüs taşıyordu. Bu virüs olayını KittyWhite adında bir kullanıcı sayesinde keşfetmişti. Adı her ne kadar o kullanıcının bir kadın olduğunu çağrıştırsa da burası deep webdi ve kimin kim olduğunu asla bilemezdiniz. En azından bir aptallık yapıp kendilerini ele vermedikleri sürece. Ve KittyWhite'ın kesinlikle aptal olmadığını söyleyebilirdi Gece. Mükemmel işlere imza atan, canını sıkanı patlatan biriydi. Kendi halinde takılıyordu, herkes tanımazdı onu ama tanıyanlar önünde saygıyla eğilirdi. Gece de onlardan biriydi işte. Tam anlamıyla hayrandı ona.
(Aymar KittyWhite'ı duysa bana çok vizyonsuzsun derdi sgskzbkz Bu arada KittyWhite daha çok çıkacak karşımıza...)
Virüsler her köşeye bulaşıp güvenlik duvarını içten içe çürüterek Gece'nin kanalı tam anlamıyla hacklemesini sağlayacaktı. Üstelik bu olurken hiçkimsenin ruhu bile duymayacaktı. Ayrıca farklı farklı linklerle satılan videolar, tek kuruş bile ödemeden bilgisayarına yükleniyordu. Bir linkin tek kullanımlık olduğunu ve fiyatının beş bin dolar olduğunu, analiz yapmak için videoyu defalarca kez izlemesi ve her seferinde beş bin dolar ödemesi gerektiğini düşünürseniz bu özellik inanılmaz işlevsel bir hale geliyordu. Bir noktadan sonra virüsler duvarı tamamen çökerttiklerinde videoların işlenmemiş ham haline bile erişim sağlayabilecekti. Tek kelimeyle muhteşemdi. Gece Hancı KittyWhite'a boşuna hayran değildi elbette. Çok zeki, işinin ehli biriydi.
Ekrana baktığı her an gözleri matkapla deliniyormuş gibi hissetse ve baş ağrısı daha da tetiklense de o yanıp sönen beyaz ışığı nedeni olan bildirime tıkladı. Yeni bir videoydu. Burnundan dökülen sert bir solukla burun kemerini sıktı genç adam. Bu kadar kısa sürede art arda iki video mu? Kafayı yemiş olmalıydılar.
Tepkisizce izledi videoyu Gece. Kan donduran dehşet ve çığlıklar onu hiç etkilemedi. Aksine normalden çok daha dikkatli, zaman zaman durdurarak zaman zaman da geri sararak izledi. Video tünel gibi bir yerde çekilmişti ve Gece o tünelleri biliyordu. Alfonso kullanıcı adlı bir pisliğe aitlerdi. İşte Aenean'ı ilginç yapan da buydu ya. Tünelleri kazanabilen sayılı kişilerden biriydi ve Alfonso gibi bir gücü arkasına almayı başarmıştı. Bu herkesin hayali olan ama neredeyse hiç kimsenin erişemediği bir ayrıcalıktı.
Kırk sekiz dakikalık video kaydı, Gece'nin duraklamaları yüzünden bir buçuk saate yayılmıştı ve Gece şimdiden pişmandı izlemeyi yarına bırakmadığı için. Son saniyeler sayılmaya başlandığında videoyu kapatmak için uzandı ama tam on saniye kala ekranın bir köşesinde başlayan parazit onu durdurdu. Çok yoğun değil, hafif bir buğu şeklindeydi. Kaşları çatılırken, ne olduğunu anlamaya çalıştığı sırada son kez tünellerin içinden biri çıktı. Üzerindeki pelerininden onun Aenean olduğunu anlıyordu Gece ama mozaikleşen tarafa denk gelen yüz kısmında maske yoktu. Paraziti kaldırdığı an Aenean'ın yüzünü görebilecek miydi yani? Üstelik hiçbir gereği olmayan son beş saniyelik bu kısım çok rahat videodan çıkarılabilecekken? Böylesine büyük bir risk neden alınırdı ki?
Gözlerini devirdi Gece. Gerçekten bu numarayı yiyeceğini mi sanmışlardı? Bunun üzerine kafa yorup bir de bu kadar uğraşmışlar mıydı yani? Amatörlüğün kaçıncı seviyesiydi bu?
"Kesin chiwawa düzenledi bu videoyu." diye mırıldandı kendi kendine. Ondan başka hiç kimse bu kadar bariz bir hata yapamazdı Gece'ye göre. "Beynini siktiğimin beyinsizi." diye homurdandı kendi kendine.
Sonra aklına bir ayrıntı geldi. Hedef şaşırtmaya çalışıyorlardı, başka bir kadını Aenean gibi göstermeye... Bunu anlayamayacak kadar aptal değildi Gece. Son beş saniyelik bu kısmı videodan çıkarmak yerine mozaikliyorlarsa bunun başka bir açıklaması olamazdı. Yani bu demek oluyordu ki... Aenean'a sandığından çok daha yakındı.
Ve belki de Aenean burnunun dibindeydi...
💎🎭
İZEL İZEM HANCI'DAN:
Derler ki inanmak başarmanın yarısıdır. Ama unuttukları bir şey var, başarının tamamı diğer yarıdadır.
İnanın bana, bunu tüm hayatı boyunca özgür olacağına inanmış biri olarak söylüyorum. İnanmak hiçbir şeye yetmiyor, sadece kendinizi kandırıyorsunuz. Başarı bundan çok daha fazlasını istiyor. Başarı tüm hayatınızı, geçmişinizi ve geleceğinizi, ruhunuzu ve benliğinizi istiyor. Eğer bir şeyler başarmak istiyorsanız işe önce bunu anlayarak başlayın.
Ben anladığım için artık o kadar da çabalamıyordum. Babamın bana bunu anlatırken seçtiği yol hâlâ dün gibi aklımdaydı. Üzerinden üç yıl geçmiş olması hiçbir şeyi değiştirmiyordu. Patlayan silahın sesi hâlâ kulağımdaydı... Kurşunun kulağımın dibinden geçerkenki hızıyla saçlarımı savuruşunun hafızamdaki yeri... Ve kanın kokusu... Bana ait olması için her şeyimi ama her şeyimi verebileceğim o kanın kokusu... Benim değil annemin kanının kokusu...
En zayıf anılarımız en zayıf anlarımızı tercih ederdi bize uğramak için.
Dün gece yine aynı kabusu doğurup kucağıma bıraktığında, Savaş'ın mesajının üzerinden geçen bir saatin ardından ancak uykuya dalabilmiştim. En uzun süren rüyanın maksimum yirmi saniyeye kadar çıktığı söylenirdi. O zaman ben neden tüm gece aynı anların içine dönüp durmuştum? Şimdi, gözlerimi açtığım şu anın içinde bile o rüyanın içine hapsolmuşken, buna nasıl yirmi saniye diyebilirlerdi? Alnımda biriken ter damlaları o rüyanın eseriydi. Hafif hafif titreyen bedenim... Bu hissi tanıyordum. Ruhumun rüyaya tepkisinin bedenim tarafından dışavurumuydu bu, ateşim yeniden yükseliyordu.
Ellerimden destek alarak yavaşça doğruldum yataktan. Tamamen ayağa kalktığımda beynim sarsılıyormuş gibi hissettim bir an için, sanki kafamın içinde emanetti. Yavaşça banyoya doğru ilerledim ve dün Savaş yaparken nefret ettiğim şeyi bugün kendim yaptım. Üzerimi çıkarma gereği bile görmeden soğuk suyun altına attım kendimi. Bunun iyi geldiğini, ateşi düşürdüğünü dün ilk elden tecrübe etmiştim. Ani bir titremeyle vücudum ilk an sarsılsa da çok sürmeden alıştım suya. Tenim dün olduğu kadar hassas ve duyarlı olmadığı için şu an kendimi bir işkence çekiyormuş gibi hissetmedim. Aksine duyularım açılıyor, bedenim rahatlıyordu sanki.
O an Tek eksik Savaş'tı.
Ama sanırım bundan sonra da hiç olmayacaktı. Sahi arkadaş olmaya karar vermiştim değil mi? O da bunu onaylamıştı? Bu garipti çünkü normalde arkadaşlar birbirlerinin dudaklarının tadını ezbere bilmezlerdi. Ben ise Savaş'ınkini uzun bir süre hafızamdan atabileceğimi sanmıyordum. Güzel dudakları vardı ve tadı cenneti vad ediyordu sanki.
Sorun değil dedim kendi kendime. Sadece hoşlanıyorum. Baya bir hoşlanıyorum ama kör kütük aşık da değilim sonuçta.
Tam o an Gece'nin sesi yankılandı zihnimde. Aşık oluyorsun demişti. Göz göre göre aşık oluyorsun...
Yüzümün önüne gelen saçlarımı kenarı itip başımı iki yana salladım. Belki biraz daha zaman geçirmiş olsaydık buna aşk diyebilirdim ama hayır. Bu, şu anlık sadece hoşlantıdan ibaretti. Basit diyemiyordum çünkü basit olmadığını biliyordum. Kimse onun için basit olan birinin kokusunda huzur bulamazdı, benim Savaş'ta yakaladığım şey tam olarak buydu. Huzur demek güven demekti. Onun varlığı kendimi güvende hissetmeme neden oluyordu.
Ve şimdi arkadaş kalmaya karar verdiğimize göre, bir gün aşkı tatma ihtimalim de artık yoktu. Zaten robotlaşmaya zorlanan bir insanın hayatında aşka da yer yoktu... Zaten yakında gidiyorduk ve ben bir daha Savaş'ı göremeyecektim.
Gözlerime batan dikenlerin burnumu sızlatması normal miydi?
Bir kez daha ve bir kez daha başımı iki yana salladım. Artık bunları düşünmek anlamsızdı. Hayatınızda müdahale edemeyeceğiniz ölçüde büyük şeyler oluyorsa direnmenin bir anlamı yoktu. Bazen akıntıya kendinizi bırakmanız en doğru karardı. Bilemezdiniz, belki de siz uçuruma doğru sürüklenirken şelaleden aşağı düşmeden önce kaderin ağlarına takılır ve hayatta kalırdınız.
Soğuk suya iyice alışan bedenimle birlikte uzun uzun oyalandım duşun altında. Su tenime değdiği her an; dünün anılarıyla, güçlü kollar tarafından sarmalanıyormuş gibi hissettiğim içindi belki de bu kadar uzun durmamın nedeni. O yağmur sonrası toprak kokusu banyomun içine sinmiş gibi hissettiğim için...
Sebebi ne olursa olsun, Gece beni antrenman için uyandırmadığından ve alışık bünyem yüzünden erkenden kalktığımdan bol bol vaktim vardı oyalanmak için. Bende bu vakti değerlendirdim.
Sonunda suyun altından çıktığımda parmak uçlarım buruş buruş olmuş, kıyafetlerim üzerimde ağırlaşmıştı. Hızlıca onlardan kurtulup titreyen bedenimi havlu yardımıyla kuruladım. Aynanın karşısına geçip çıplak bedenime baktığımda gördüğüm tek şey bir enkazdan geriye kalanlardı. Bileğimdeki izler sanki hiç geçmeyecekmiş gibi oradaydı. Zayıflamıştım; kaburga kemiklerim daha bir ortaya çıkmış, yüzüm çökmüş, yüz hattımı oluşturan kemikler daha bir belirginleşmişti. Koskoca bir haftanın sonunda ilk kez doğru düzgün kendime bakıyordum ve gördüğüm görüntüden asla memnun değildim. Birkaç adımla tezgâha yaklaşıp göz altıma halka halka işlenen morluklara baktım. Ne zaman susuz kalsam o halkalar olması gerekenden daha koyu çıkıyordu ortaya ve cildim solgun duruyordu.
Sanki güç bulmaya çalışır gibi çektim nefesi ciğerlerime ve çekmeceyi açıp fön makinesiyle tarağı çıkardım. Kendimi yenilemek ve içimdeki enkazı dışarı yansıtmamak benim işimdi.
Saçlarımı hızlıca tarayıp dümdüz bir fön çektim. Sağlam bir kapatıcıyla yüzümdeki kusurları kapatıp, highlighter yardımıyla da daha canlı ve sağlıklı görünen bir cilt elde etmiştim. Hafif bir göz makyajı ve nude pembe bir rujla makyajım bitmişti. Biraz önceye oranla çok daha iyi görünüyordum.
Banyodan çıkıp dolabıma girdim ve askılı ve kolu kısa olan her şeyi es geçip doğrudan gömleklerime yöneldim. Bileklerimdeki izleri de kapatıcı ile kapatabilirdim elbette ama kapatıcının silinmesi ihtimalini göze alamazdım. Seçtiğim kolları kalın manşetli siyah şifon bir gömlek ve bacaklarıma tam oturacak sıkı deri bir pantolon, siyah dantelli bir büstiyer ve iç çamaşırı ile çıktım dolaptan ve hızla üzerime geçirdim kıyafetleri. Pantolonun tamamlayıcı parçası olan kalın tabanlı diz kapaklarımın üç parmak kadar üzerine çıkan çizmeleri de giydiğimde artık hazırdım. Son olarak içine telefonumun sığmayacağı kadar küçük olan, yalnızca kartlarımı, rujumu ve kapatıcımı sığdırabildiğim Prada marka çantamı, araba anahtarımı ve telefonumu da alıp odadan çıktım. Asma kattan bile mutfaktan gelen güzel kokuları alabiliyordum. Umarım mideme bir şeyler sokabilirdim çünkü ciddi anlamda yemek yemeyi özlemiştim.
Bir süre Gece'nin sesi bir yerlerden geliyor mu diye etrafı dinledim. Son istediğim şey şu an onunla karşılaşmaktı. Hatta uzun bir süre onu görmek istediğim söylenemezdi. Söyledikleri, eylemleri... İçimde bir yerleri öyle çok kırmıştı ki tamiri nasıl yapılır bilmiyordum, öğrenene kada da Gece'yi görmek istemiyordum. Aynı evin içinde yaşadığımız için bu imkansız olsa da en azından bunu en aza indirebilirdim.
Sesini duymayınca merdivenlerden inip mutfağa geçtim. Damla mutfak adasının bir köşesinde meyve sıkacağı ile limon sıkıyordu. Adanın diğer köşesine ise kahvaltıyı hazırlamıştı. Mutfağa öyle hâkimdi ki o mutfakta olduğu zaman ne yaparsa yapsın asla dağınıklık göremezdiniz. Nasıl başarıyordu bilmiyorum ama bir yandan yiyecek hazırlarken diğer yandan da toplayabiliyordu. Bu bakımdan Savaş ile birbirlerine benzediklerini söyleyebilirdim. Onun kahvaltı hazırladığı gün de mutfağı hiç dağınık değildi mesela ve o da en az Damla kadar hâkim görünüyordu mutfağa.
Ben mi? Ben yemek yapamam demiyordum. Yapabilirdim ama asla bu kadar düzenli kalmazdı mutfak. Toparlaması ise pek kolay olmazdı, bu yüzden pek mutfağa girmezdim.
"Günaydın..." dedim Damla'ya orada olduğumu belli etmek için. Yaptığı işten başını kaldırıp bana baktı ve gülümseyip "Günaydın." diye karşılık verdi. Ardından yarım limonu daha sıkacağa yerleştirip kolunu çevirdi, saniyeler içinde limondan suya dair hiçbir şey kalmamış, alttaki hazneye dolmuştu. Sonra Damla limon suyu ile dolu hazineyi çıkarıp meyve sıkacağını lavaboya koydu ve hızlıca yıkadıktan sonra kuruması için kenara koyup limonlardan arta kalanları çöp kovasına attı. Tezgahı da hızlıca sildiğinde artık kimse orada birkaç saniye önce limon sıkıldığını anlayamazdı.
Onu izlemeyi bırakıp kahvaltıya doğru yöneldiğim sırada "Miden ne durumda?" diye sordu. Yüksek bar sandalyesini çekerken "İyi gibi..." dedim. Henüz bir bulantı hissetmemiştim. Sandalyeye yerleştiğimde, ne ara hazırladığını bilmediğim orta boy bardakta limonatayı önüme koydu ve "Savaş ne olur ne olmaz diye sabah da bir bardak bol naneli bir limonata içmeni söyledi." dedi. Sesindeki heyecan elle tutulur gibiydi. Bakışlarımı kaldırıp ona baktığım sırada o da sandalyesine yerleşiyordu. "Savaş mı?" diye sordum.
Önündeki tabağa iki salam dilimi alırken "Hm hm..." dedi halinden memnun bir şekilde. Ardından gözlerini bana çevirip ekledi. "Dün gece sana mesaj atmış ama yarım saat boyunca cevap alamamış. Bu kez endişelenip bana mesaj attı ve durumunu sordu. Bende ona güzel güzel rapor verip hasta bakmanın inceliklerini öğrendim birazcık. Mesela suyun altına girdiğinizde onu dövmeye çalışmamışsın, süt dökmüş kedi gibiymişsin."
Süt dökmüş kedi gibi miymişim? Ben mi?
"Hiç de süt dökmüş kedi gibi falan değildim, Sadece Savaş fazla güçlüydü gücüm yetmedi, yoksa onu da döverdim. Elinden kurtulmaya çalıştım ama çok vicdansızdı, zorla tuttu beni suyun altında." dedim. Sesim sonlara doğru bir miktar şikayet eder bir tona bürünmüştü. Sözlerime karşın Damla'nın gözleri haylaz bir parlamayla kısılırken "Hani hatırlamıyordun?" diye sordu alay dolu bir sesle. Gözlerimi devirmekle yetindim, o ise sadece güldü. Her şey normale dönmüş gibiydi.
Gözleri ile önündeki bardağı işaret ederken "Hadi iç..." dedi ve "Savaş Bey bunun mide bulantın için iyi olacağını söyledi. Çok düşünceli bir bey, bir hayli endişeli senin için." diye ekledi imalı bir sesle. Ses tonundan akan imalar hoşnutlukla doluydu ve o imaların alt metnini okuyabiliyordum. Soğukluğu ile bardağın dışını buğulandıran içeceği önüme çekerken "Evet..." diye mırıldandım. Onun sesindeki canlılığın aksine benimki durgun çıkmıştı. "Çok düşünceli bir arkadaşım..."
"Arkadaş mı?" diye sordu Damla şaşkın bir sesle. Sonra güldü. "Şaka mı yapıyorsun?" Yine sesinde bir ima... Omuz silkip sanki umurumda değilmiş gibi bir imaj çizmeye çalışırken tabağıma kahvaltılıklardan almaya başladım. "Arkadaş kalmaya karar verdik."
Göz ucuyla Damla'nın balık gibi açılan ağzını görebiliyordum. "Siz..." dedi önce. Bir kaç saniye durup "Arkadaş kalmaya karar verdiniz?" diye ekledi. Sonra mavi gözlerini kısıp "Pardon buna hangi zaman diliminde karar verdiniz?" diye sordu. "Çünkü en son dün sizi gördüğümde pek de arkadaşa benzemiyordunuz. Hani Savaş'ın senin üzerinde olduğu anlardan bahsediyorum. Dudak dudağa olduğunuz..." Ses tonundan anladığım kadarıyla inanmadığı barizdi.
İnanır mısın Damla buna bende inanmak istemiyorum...
Şu an bile dudaklarımın sızlaması normal mi?
Yutkunup tabağıma bir dilim domates de alırken "O anlardan hemen önceydi..." diye yanıt verdim. Sonra ciddi olduğumu anlasın diye yüzüne bakıp devam ettim. "Bizi bastığın o an bizim vedamız gibi bir şeydi."
Anladı... Hayal kırıklığı kapladı yüzünü. "Çok saçma..." diyerek sitem etti. "Yakında gidecek olsak bile uzak mesafe ilişkisi diye bir ilişki türü var. Ayrıca seni tanıyorum, Gece'yi ayakta uyutup çok rahat buraya gelebilirsin arada. Savaş da canı istediğinde atlar gelir, altı üstü on saat falan sürüyor yol. Mesafe birilerine engel olabilir ama size engel değil İzel."
Omuzlarım çöktü. "Ne istiyorsun Damla?" diye sordum. Üzerinde bu kadar düşünmesini gerektirecek bir şey yoktu onun açısından. Bahsettikleri elbette kolaydı bizim için, Savaş da gelirim demişti. Tüm bunların zor olan tarafı Kahraman Hancı'ydı. Damla bunu bilmiyor muydu ki şu an beni umutlandırıp gaza getirmeye çalışıyordu.
"Mutlu olmanı istiyorum İzel..." diye cevap verdi bana. Uzanıp elimi tuttuğunda desteğini çok net hissettim. O iyi ki vardı... "Savaş seni mutlu ediyor... Onunlayken iyisin."
Sanki sol tarafımda melek sağ tarafımda şeytan varmış gibi hissediyordum kendimi. Biri Savaş'tan uzak dur diyordu diğeri durma... Eh, kimin melek kimin şeytan olduğunu anlamışsınızdır.
Gözlerimi Damla'dan çekip önümdeki tabağa çevirdiğim sırada "Bunun altından kalkabilirsiniz." dedi.
Gözlerimi kaldırıp ona baktığımda bence ne söyleyeceğimi anladı. Çünkü gözlerindeki umudun ve heyecanın sönüşüne tanıklık ettim. Savaş'a söyleyemediğim ayrıntıyı Damla'ya hiç zorlanmadan söyledim.
"Ama Kahraman Hancı'nın altından kalkamayız. Annemden sonra bir de Savaş'a zarar verirse bunun yükünü taşıyamam. Bu kez ikisi birden çok ağır gelir."
Damla bir kez daha uzanıp elimi tuttu ve "Annene olanlar senin suçun değildi İzel..." diye fısıldadı. Kendi söylediğine gerçekten inanıyor muydu bilmiyorum ama anneme olan şey tam da benim suçumdu.
💎🎭
ÜÇ YIL ÖNCE, YAZARDAN;
On yedi yaşındaki bir insan ne ister? Huzur? Mutluluk? Aşk? Para? Ya da belki biraz heyecan?
İzel Hancı tek bir şey istiyordu. Özgürlük... Suçluluk hissinin boynuna doladığı urgandan, bileklerine geçirdiği kelepçeden ve ruhunu çepeçevre saran kafesten kurtulmak... Nefes alıyor olsun ya da olmasın hiç fark etmediği bir noktadaydı. Ölü ya da diri... Sadece özgür olmak istiyordu. Ona zorla yaptırılan bu işi yapmak istemiyordu artık. Kimsenin bir şeylerini çalmak istemiyordu.
Çıktıkları görevden döneli henüz birkaç dakika olmuştu. Ünlü bir değerli taş koleksiyoncusunun hazırladığı bir sergiyi patlatmışlar ve üç saatlik bir polis kovalamacasının ardından sonunda eve gelebilmişlerdi. Bu konuşmaya polislerle kovalamaca oynadıkları o üç saat içerisinde karar vermişti. Bedeli ne olursa olsun... Bu gece bu işi bitirecekti genç kız.
Çift kanatlı kapıdan girer girmez başındaki başlıktan kurtulup yere bıraktığı sırt çantasının saplarından tuttuğu gibi merdivenlere yöneldi. Arkasından onu takip eden Gece ve Damla ikilisini umursamadı bile. Kaybedecek bir dakikası yoktu sanki. Öyle çok inanıyordu ki onu babasının çalışma odasına götüren; kırmızı halıyla döşeli, duvarları altın kaplamalı çerçevelere asılan pahalı tablolarla donatılmış koridoru arşınlarken özgür kalacağına. Sanki celladına değil de özgürlüğüne gidiyordu. Gece'nin ona seslendiğini duydu ama duymazdan geldi.
Çalışma odasının kapısının önüne geldiğinde durup birkaç kez derin bir nefes aldı cesaretini toplamak için. Kahraman Hancı'nın geldiklerinden haberi vardı, tam burada bekliyordu onları. Bu yüzden kapıyı çalmadan doğruca kolunu tutup çevirdi ve kapı biraz sonra yaşanacakların ürkütücü bir senfonisi gibi hafifçe gıcırdayarak açıldı. O gıcırtı üç yıl sonra bile hâlâ kulağındaydı İzel'in. Eğer bilseydi aldığı kararın böyle bir sonuç doğuracağını, kendi dilini kendi elleriyle keser yine de tek bir kelime bile etmezdi o gece. Ama bilmiyordu...
Önce İzel, hemen ardından ise Gece ve Damla girdi odaya. Genç kız elindeki çantayı, tıpkı günahlarını atar gibi attı babasının ayaklarının dibine, "Bitti!" dedi kendinden emin bir sesle. "Artık bunu yapmıyorum."
Babasının önünde durduğu camdan, gecenin karanlığı sayesinde kendi yansımasını görebiliyordu İzel. On yedi yıl boyunca kendini ilk kez o kadar güçlü gördü, tıpkı sesi gibi duruşu da kendinden emindi. Kendisi ile gurur duydu o an, damarlarına aşıladığı özgüveni daha da arttı.
Kızının sözleri üzerine sessiz kalan Kahraman Hancı, sakin hareketlerle arkasını dönüp genç kıza baktığında, İzel o özgüvene tutunuyordu tamamen. Korkmuyor muydu? Elbette korkuyordu. Ama bu gece korkunun onu durdurmasına izin vermeyecekti. Suçluluk öyle boğuyordu ki onu, korkuya bile diz çöktürecekti bu gece. İnandığı buydu en azından, uğruna savaştığı...
Sadece iki kelime söyledi Kahraman Hancı. "İkiniz çıkın." Bu iki kelimenin muhattabı Damla ve Gece'ydi. Damla tüm endişelerine rağmen ikiletmeden çıktı odadan, Kahraman Hancı'nın gazabından ölesiye korkuyordu. Gece ise durdu, göz ucuyla İzel'e baktı ve onun korkusuzca babasına baktığını gördüğünde endişesi bir kenara çekilip göğsü deniz köpüğü gibi gururla kabardı.
'İşte benim kızım!' diye geçirdi içinden. Orada kalmayı, ona destek olmayı o kadar çok istiyordu ki. Ama Kahraman Hancı uyarı dolu bir sesle "Gece!" deyince ve İzel ona bakıp sorun yok dercesine gözlerini kapatıp açtığında çıkmaktan başka çaresi kalmamıştı.
İzel ve babası çalışma odasında yalnız kaldıklarında saat onu elli iki geçiyordu. On bir olmasına sekiz dakika vardı. Sekiz dakika sonra çalışma odasının kapısı açılacak ve Eftelya Hancı o kapıdan elinde bir tepsi ile girecek ve Kahraman Hancı'nın her gün tam on birde içtiği kahveyi getirecekti. Sadece sekiz lanet olası dakika sonra yani...
"Söylediklerini bir daha tekrar et!" dedi sert bir sesle Kahraman Hancı. Ama İzel o ses tonundan hiç etkilenmedi. Ölümü bile göze almıştı, öyle bir noktadaydı artık. Dayanamıyordu...
"Artık bu işi yapmayacağım! İstediğin kadar işkence et, istediğin yere kapat, istediğini yap... İstersen çek vur beni... Öldür... Umurumda bile değil! Ben artık yokum!"
Öyle dimdik duruyordu ki karşısında genç kızın, öyle sarsılmaz ve yıkılmaz... Genç kız özgüvenine tutunmakta zorlanıyordu şimdi.
"Artık bu işi yapmayacaksın?" dedi sorarcasına Kahraman Hancı. Ardından tehditkâr bir sesle ekledi. "Öyle mi?"
Kader ağlarını örmek için yeni bir şey arıyordu sanki... Belki acı belki ölüm...
O tehdit içini titretse de bunu dışarı vurmadı İzel. "Öyle." dedi güçlü bir sesle. Hissedilen güç bazen aldatıcı olabilir, sizi en başta o yıkabilirdi. İzel o gücün aldatıcı olduğunun farkına varamamıştı. Hayatı üzerine bir kumar oynamıştı ama unuttuğu şey hayatının zaten en başından beri bir kumardan ibaret olduğuydu. Adaletsiz bir oyundu; dağıtılan kartlar özenle seçilmiş, İzel'e en güçsüz kartlar verilmişti. İzel'in kazanması hiçbir koşulda mümkün değildi. Sadece İzel Hancı henüz bunu öğrenememişti. Öğrenmiş olsaydı zaten o an o konuşmayı yapıyor olmazlardı. Öğrenmiş olsaydı eğer öyle bir mühürlerdi ki dudaklarını, konuşmayı bile unuturdu.
Kısa bir sessizliğin içine çekildiler. İzel, ölüm fermanının imzalanmasını bekleyen bir mahkûm gibiydi o an. Canının çok yanacağını biliyordu ama hiçbir acı hissettiği o suçluluk hissiyle yarışamıyordu. Hiçbir acı; yaptığı şey yüzünden, utancından annesinin yüzüne, gözlerinin içine bakamamak kadar kötü olamazdı. En azından İzel öyle düşünüyordu o an için. Babasının karşısına dikildiğinde kaybedecek sadece bir canı vardı genç kıza göre ve onu da kaybetmek sorun değildi artık.
Ne büyük yanılgıydı...
Bir anda Kahraman Hancı elini beline doğru götürüp, kaşla göz arasında kemerine sıkıştırılmış silahı çekip İzel'e doğrulttu. Yüreği korkuyla kasıldı genç kızın, metalin o parlak yüzeyi aralarında parladığında. Öyle ki geri adım atmamak için kendini zor tuttu ama yüzündeki ifadeyi toparlayamadı. Yüz hatları korktuğunu ele vermişti.
"Söylediklerini bir de şimdi tekrar et bakalım!" dedi Kahraman Hancı baskılayıcı bir sesle ve ifadelerle. Tetiği üzerinde duran eli, basmak için tereddüt etmeyeceğini net bir şekilde gösterircesine titremiyordu bile.
İzel'in gözleri bir o tetikteki ele bir silaha bir de babasının bir buz kütlesinden daha katı duran yüzüne kaydı. Parmakları avuç içlerine doğru göçüp tırnakları avuçlarına mezar kazarken amacı kendine tutunmak, kendinden destek almaktı. Özgüveni ağır yaralıydı.
"Artık kimseye ait olan bir şeyi çalmayacağım." dedi en yalın haliyle. Sesi yükselmeye başlarken devam etti konuşmasına. Korkuyordu ölmekten, nefes almayı, yaşamayı çok seviyordu genç kız. Hayatı... Ama öyle ağır yükler vardı ki omuzlarında... Artık taşıyamıyordu. Bu iğrenç paradoksun içinde yitip gitmektense o silahın patlamasına ve hayatının on yedi yaşında son bulmasına razıydı. "Artık senin dayattığın şeyleri yapmayacağım, artık senin kuklan olmayacağım. Görev bilinci olarak aşıladığın o aşağılık suçu artık işlemeyeceğim. Ben artık özgür olaca..."
Cümleleri daha bitmemişti. Kalbinden kopacak binlerce kelime sırasını bekliyordu zihninde. Ama öyle bir gürültü koptu ki susmak zorunda kaldı İzel. Silahın gürültülü sesi kulaklarını uğuldattı önce. Bedenine saplanacak acıyı bekledi. Her şey ağır çekime alınmıştı sanki. Zaman ağırlaşmış, akrep ve yelkovan yaşlanmış gibiydi. O acı bedeniyle hiç buluşmadı. Sıkılan kurşunu gözlerle takip etmek imkansızdır ama İzel o an takip edebiliyordu. Başının yanından geçti o kurşun, birkaç santim daha solundan geçse beynini delip geçecekti. Kulağının dibindeki vızıltısı ve saçlarını havalandırışı... Korkuyu iliklerine kadar hissederken arkasındaki bir bedenin nefesinin teklediğini duydu önce, ardından acı bir inilti doldu kulaklarına. Ve bir şeyler yere düşerken camların kırılma sesi geldi kulağına. O beden yere yığılmıştı... O an İzel'in gözleri duvardaki saate kaydı. O sekiz dakika dolmuştu, saat tam on birdi...
💎🎭
İZEL İZEM HANCI'DAN:
Düşüncelerimin arasından Damla'nın "İzel!" diye seslenişi ile sıyrılabildim. Suçluluk yine oradaydı... Elinde bir hançerle tam kalbimin ortasına oturmuş acımasızca deşiyordu kalbimi. Ama alışmıştım onunla yaşamaya. Tıpkı diğer her şeyle alıştığım gibi. O gün beni vuracağını sanmıştım, ama annemi vurmuştu. Arkamı döndüğümde ve annemin göğsünden akan kanı gördüğümde yaşadığım acıyı kelimelere asla dökemem, bunun tarifi yok hiçbir yerde. Sadece çığlık attığımı hatırlıyorum. Kulak zarlarımı acıtıp, boğazımı yakıp, günlerce sesimi kısacak kadar acı ve yüksek bir çığlık... Bir de babamın "Bu senin suçun." diyen gamsız sesini... Bir de ne hatırlıyorum biliyor musunuz? Babamın umursamazca bir puro yakıp masasının başındaki koltuğa oturuşunu... Annemi hastaneye götürdüğümüzde kurşunun kalbini sıyırdığını öğrenmiştim, ciğerlerini parçaladığını... Saniye farkıyla kurtulmuştu benim annem. Tabi ona da kurtulmak denebilirse. Komaya girmişti ve üç yıldır da o komadaydı. Bir gün uyanacağına dair umudumu hiçbir zaman kaybetmemiştim, bu yüzden fişinin çekilmesine izin vermiyordum ya zaten. Bu yüzden hâlâ Kahraman Hancı'nın kuklasıydım, hâlâ onun istediklerine göz yumuyor, görev bilinci ile aşıldığı suçları işliyordum.
Derin bir nefes alıp hafifçe silkinerek tamamen sıyrıldım o anın etkisinden ve gözlerimi yeniden önümdeki tabaktan Damla'ya çevirip "Bu konu hakkında konuşmak istemiyorum civciv." dedim. Konuşmak anıları tazeliyordu ve şu an ihtiyacım olan son şey, en büyük pişmanlığıma ev sahipliği yapan anımla kuşatılmaktı. Buna saygı duydu ve konuyu kapattı. Minnettardım.
Önüme koyulan limonatadan birkaç yudum aldıktan sonra kahvaltımı yapmaya başladım sessizce. Bir an midem sorun çıkaracak sansam da en azından ağzıma lokmayı attığım an mide öz suyum boğazıma tırmanmamış beni lavaboya kadar koşturmamıştı.
Kahvaltı boyunca ikimiz de konuşmadık. Damla bir şeyler yerken sosyal medyada video izlemeye bayılırdı. Eğer sosyal medya hesaplarından paylaşım yapabiliyor olsaydık muhtemelen Damla şu an ünlü bir fenomen olmuştu bile. Kendi kendine videolar çekmeye bayılırdı. Telefonunun bunlarla dolu olduğunu biliyordum. Dolan hafızası yüzünden kaç telefon değiştirdiğini... Bu yüzden fotoğrafçılık okuyordu ya. Bu işe bayılıyordu, bir şeyleri çekmek, ânı yakalamak ya da güzel anları ölümsüzleştirmek bu hayattaki en büyük tutkusuydu. Bu yüzden kahvaltımızı o videolardan gelen, Damla'ya göre eğlenceli bana göreyse saçma sesler eşliğinde yapıyorduk.
O seslerin arasına bir ayak sesi karıştığında henüz kahvaltımı yarılamış sayılırdım. Mutfağın girişinden gelen ayak sesleri... Dönüp bakmasam bile gelenin Gece olduğunu biliyordum. Hayır... Dünkü sözlerinden sonra gerçekten onu görmek istemiyordum, henüz hazır değildim buna. Kırgındım bir hayli... Kızgındım da biraz... Ama en çok da yorgundum.
Limonata bardağının dibinde kalan son birkaç yudumu hızla tepeme dikip kalktım sandalyeden ve çantamı alıp mutfağın çıkışına doğru yürüdüm. Damla'nın şaşkınlıkla harmanlanan üzgün bakışlarını sırtımda hissediyordum. Gece'nin yanından geçmek istemediğim için adanın diğer tarafından dolansam da Gece iki adımla aradaki mesafeyi kapatıp kolumu tutarak beni durdurdu.
"Konuşabilir miyiz?" diye sorarken sesi o kadar yumuşak geliyordu ki doğrudan karşıya bakan gözlerim onun yüzüne kaydı istemsizce. Bakışları da en az sesi kadar yumuşaktı. Kafasına saksı falan mı düşmüştü bu adamın? Dünkü o acımasız bencil gözlerin ve sözlerin sahibi neredeydi, bu adam nerede?
Beni korumak adı altında insanlığımı, duygularımı, fikirlerimi, düşüncelerimi elimden almak isteyen adam neredeydi? Bu düşünceli görünen ifadenin altına mı süpürülmüştü? Gece bu ifadesiyle mi maskelemişti onu?
Kolumu elinden sertçe çekip kurtardım. "Planı Damla anlatır bana..." dedim sadece. Bu cevap onun için yeterliydi. Yeterli olmak zorundaydı. Yeniden yanından geçmek için bir adım attığımda "Konuşmak istediğim konu plan ile alakalı değildi." diyerek bir kez daha beni durdurmaya çalıştı. Ama bu kez durmadan yürümeye devam ettim. Adımlarım çıkış kapısına yönelirken Gece ısrar etmeden gitmeme izin verdi. Bu da şaşırtıcıydı mesela, ben ne istersem o olur diyen tarafına ne olmuştu Gece'de bir gariplik vardı ama yakında çıkardı kokusu nasılsa.
Kapıdan dışarı çıktığımda telefonumu açıp Damla'ya ilaçlarımı unuttuğumla ilgili bir mesaj atıp peşimden okula getirmesini istedim. Anında onaylayan bir mesajla cevap verdi bana. En azından video izliyor oluşu bazı konularda işime çok yarıyor, bir şey yazdığımda anında görmüş oluyordu.
Evin önünde yan yana duran üç arabadan kendiminkine doğru bir adım attığım sırada telefonum elimde titremeye başladı. Durdum. Gözlerim telefonun ekranına kaydığında ekranda parlayan isim heyecanlanmama neden oldu. Tanrım, tam bir ergen gibi davranıyordum!
Başımı iki yana sallayıp boğazımı temizledim ve telefonu "Günaydın arkadaşım!" diyerek açtım. Karşı taraftan güldüğünü duydum. Pek keyifli bir gülüş değildi bu, ses tonundan anlayabiliyordum. "Günaydın arkadaşım." dedi o da benim gibi. Ardından "Kapının önündeyim." diye ekledi. Gözlerim büyük siyah demir kapıya kaydığında sanki ardından onu görebilecekmiş gibi hissettim bir an için. Adımlarım yavaşça o yöne doğru giderken "Gelmene gerek yoktu Savaş, kendim gidebilirdim okula." dedim. Aslında geldiği için bir nebze kendimi iyi hissediyordum. Okula giderken beni düşüncelerimden uzak tutacak iyi bir dikkat dağınıklığı olacaktı
"Geleceğimi söylemiştim." diye cevap verip "Normalde şifreyi bildiğim için içeriye de girerdim ama Gece Hancı ile uğraşmak istemedim sabah sabah. Sen hazır mısın?" diye devam etti.
Bunu sorduğunda kapının önüne gelmiştim bile. Cevap vermek yerine şifre kutucuğuna sakince şifreyi girip büyük kapının içindeki küçük kapıyı açtım ve bedenimi dışarı attım. Tam kapının önüne park etmişti arabasını ve ön camdan okyanuslarının kapıya dikili olduğunu görebiliyordum. Beni gördüğünde telefonu kulağından çekip kapattı ve arabandan dışarı çıktı. Ben de telefonumu kulağımdan çekip ona doğru yürüdüm. Tam ortada buluştuğumuzda yaptığı ilk hamle avuç içini alnıma koymak olmuştu. Ateşimi kontrol ediyordu. Aldığı sonuçtan memnun bir şekilde kemikli yüz hatları yumuşarken "Kendini nasıl hissediyorsun?" diye sordu. Gözlerim dingin bir okyanusu andıran gözlerinde takılı kalırken "İyiyim." diye mırıldandım. Size yemin ederim bunun tadı bambaşkaydı. Birinin sizi merak etmesi, sizin için endişelenmesi, sizinle ilgilenmesi... Bambaşka bir tat yayıyordu insanın damağına... Daha önce hiç tatmadığım kadar lezzetli olan bir tat... Ömrümün sonuna kadar benimle kalmasını istediğim bir tat...
Savaş tam dudaklarını aralayıp bir şey söyleyecekti ki telefonunun melodisi araya girdi. Bıkkın bir nefes verdiğini gördüm. Ardından da gözlerini devirip cebinden telefonu çıkarmış kısacık bir an ekrana bakıp doğrudan meşgule atmıştı. Ama arayan her kimse bir hayli ısrarcı olacak ki anında yeniden çalmaya başladı telefon. Tek kaşım havalanırken "Önemli sanırım, bir bak istersen." dedim.
Ama o söylediğimin aksine, bu kez meşgule atmak yerine telefonu kökten kapattı. Hareketine kaşlarım çatılırken "Bir sorun mu var?" diye sorarken buldum kendimi. Omuz silkip "Bilmiyorum..." diye cevap verdi. "Birkaç gündür sürekli telefonum birileri tarafından aranıp duruyor. Başta belirli numaralardı ama onları engelleyince bu kez numaralar değişkenlik göstermeye başladı. Sanırım numaram dağılmış."
"Arayanlar kız mı?" diye sordum. Tek kaşım bir kez daha havalanmış, ses tonum istemsizce sorgular cinsten çıkmıştı. Savaş bir eliyle ensesini ovalarken başıyla onayladı sorumu. Damarlarıma yakıcı bir hissin dolması normal miydi? Mimiklerimi sabit tutmaya çalışırken alt dudağımın iç kısmını hafifçe dişleyip "Bir dahaki sefere biri aradığında yanındaysam telefonu bana ver. Garanti veriyorum o kişi senin adını bile unutacak." dedim.
Bu yakıcı hissin adı neydi? Kendi içimde bunu bilsem de kabullenmek istemediğimden her zamanki gibi en iyi bildiğim şeyi yaptım ve kaçtım. Kaçmak güvenliydi. Arkadaştık biz. Arkadaşlar birbirlerine yardım ederlerdi. Sonuçta arkadaşım bu aramalardan rahatsız oluyordu öyle değil mi? Buna müdahale etmek arkadaş olarak benim görevimdi. Evet arkadaş olarak müdahale edecektim.
Savaş sözlerime gülüp geçti ardından arabaya bindik ve bir radyo kanalında sabahı selamlayan bir adamın sesinin eşliğinde okula kadar geldik. Daha otoparktayken gözler üzerime dönmeye başlamıştı. İnsanların kendi aralarında fısıldaşmalarını net bir şekilde görebiliyordum. Bir hafta önce Kahraman Hancı'nın biricik kızı İzem Hancı olarak giriş yaptığım bu okula bir hafta boyunca uğramayınca insanlar haliyle daha da merak etmişlerdi beni. Otoparktan çıkıp dersliğime gidene kadar Savaş da benimle birlikte yürüdü. Üzerimdeki gözlerin baskısı, ilgisi öyle yüksekti ki Savaş bir şey söylüyor ama ben odaklanamıyordum.
Dersliğin önüne geldiğimizde Savaş kolumu tutup beni yavaşça kendine çevirdi. Okyanusları derin derin kahvelerime bakarken "Bugün çok yoğun bir gün olacak o yüzden çıkış saatine kadar yanına uğrayamayacağım. Senden bir yarım saat önce çıkıyorum, seni otoparkta bekliyor olacağım. Eğer işin yoksa doğrudan bana geçer hızlandırılmış çizim derslerine başlarız." dedi. Onun okyanusları varken diğerlerinin bakışları ve ilgileri kayboluyordu. Şimdi sanki sadece o vardı. Dudaklarım kıvrılırken "Güzel plan. Bir işim yok." diye onayladım onu. Muhtemelen Gece bundan hiç memnun olmayacaktı. Çünkü okul çıkışı yine antrenman vardı. Sabahki antrenman için beni uyandırmamış olsa da akşamkini asmama izin vermezdi muhtemelen. Ama şu işe bakın ki ondan izin almak gibi bir niyetim yoktu, hatta haber vermek gibi de...
"Tamam o zaman..." dedi Savaş ve ardından eğilip yavaşça dudaklarını alnıma bastırdı. Bu basit hareket bile heyecanlanmama sebep oluyorsa eğer... Kalbimi hızlandırmaya... Sanırım bu boku yemek üzere olduğumu kanıtlıyordu. Neyse ki zamanında müdahale ile bunu durdurabilmiştik. Durdurmuştuk değil mi?
Savaş'ın dudakları alnımı yakmaya devam ederken yutkunup "Arkadaşlar birbirlerinin alınlarını öperler mi?" diye sordum. Sorum üzerine Savaş dudaklarını çekip burnunu alnıma yasladı. Ellerini kollarımda hissettiğimde neredeyse sarılır bir pozisyondaydık. Neredeyse... Etraftaki herkesin bize baktığını hissedebiliyordum, gözlerinin ağırlığı üzerime biniyordu sanki.
"Öpemezler diye bir kural olduğunu sanmıyorum. Yani ölebilirler." diye cevap verdi Savaş. Bunun üzerine dudaklarım iki yana kıvrılırken bakışlarımın haylazca bir ifade ile parladığına yemin edebilirdim. Yavaşça geriye doğru eğildim ve yüzümü Savaş'tan uzaklaştırdım. Ayak parmaklarımın uçlarında yükselirken Savaş'ın okyanusları merakla hareketlerimi izliyordu. Dudaklarımı tıpkı onun bana yaptığı gibi bende onun alnına yasladığımda gülüşü doldu kulaklarıma. Geri çekilirken gülüşüne eşlik ettim. Gülücüklerinin arasında "Ne yapıyorsun?" diye sordu. Dudaklarımdan alnına geçen ruj izine bakarken "Sen söyledin..." dedim tamamen masum bir sesle. Alnı konusunda onu uyarmaya niyetim yoktu. Ne? Herkes bugün hangi ton ruj sürdüğümü görsün istiyor olamaz mıydım?
O güzel gülüşüyle kalbime ritim kayması yaşatırken kaşları ile arkamda kalan kapıyı işaret edip "Hadi gir içeri." dedi Başımı sallayıp bir adım geri çekildim ve son kez güldüm ona. Elimi sallamayı da ihmal etmemiştim. "İyi dersler arkadaşım." deyip arkamı Savaş'a döndüğümde içinden içinden homurdandığını duyduğuma yemin edebilirdim. Arkamı döner dönmez yüzümdeki gülüş silinirken ifadesiz ve donuk gözlerle girdim içeri.
Tüm günüm ama tüm günüm o lanet bakışlarla geçmişti. Damla'nın getirdiği ilaçları aldığım için kendimi gayet iyi hissediyordum ama o bakışlar toparladığım enerjimi bir sünger gibi emiyordu. Her arada derslikte kalmayı tercih etmemin sebebi buydu. İnsanların çoğu sigara için dışarı çıktığından binanın içi bir hayli boşalıyor, en azından biraz da olsa nefes alıyordum. Hazal ve Damla buldukları her fırsatta yanıma geliyorlardı. Bana kalsa öğle vakti de derslikte kalmayı tercih ederdim ama bana kalmamıştı. Birlikte kafeteryaya gittiğimizde Gece'yi orada bulurum sanmıştım ama Hazal'ın söylediğine göre haftasonu yapılacak olan görev için gitmişti. Rahatladığımı inkâr edemezdim.
Sabahtan bu yana görmediğim ikiliyi de o arada kafeteryada görmüştüm. Yasemin ve Aksel... Yanlarındaki birkaç kişiyle birlikte bir masada oturuyorlardı. Hepsi ifadesiz gözlerle bana bakarker Yasemin'in gözlerinde başka bir şey vardı. Elindeki bardağın pipetini dudaklarına götürürken bile gözlerini ayırmadı benden. Zafer kazanmış gibi bakıyordu. Kaybettiği bu kadar çok şey varken neden böyle baktığına dair hiçbir fikrim yoktu ama üzerine düşünemeyeceğim kadar doluydu zihnim. O bana bulaşmadığı sürece bende onlara bulaşmayacaktım. Zaten yeterince sorunla boğuşuyordum ben.
Sonunda çıkış saati geldiğinde hem yorgun hem de rahatlamış hissediyordum kendimi. Rahatlamamın nedeni girmediğim derslerin notlarını bulmamdı elbette ama bakışlardan sonunda kurtulacak olmanın da etkisi yok diyemezdim. İzem Hancı kimliğinin işime yaradığı tek an notları bulmak olmuştu. İlk zamanlar benimle değil konuşmaya bakmaya bile tenezzül etmeyenler, şimdi notlarını almam için birbirleri ile yarışa girmişlerdi. İnsanoğlu ne acayip bir yaratıktı öyle...
Otoparka indiğimde Savaş arabasına yaslanmış beni beklerken biriyle telefonda konuşuyordu ve yanında da Güney vardı. O an Savaş acaba onu arayıp duran kızlardan biriyle mi konuşuyor diye merak etmiştim. Ama yanına yaklaştığımda "Babam hiç uğradı mı?" diye sorduğunu duydum karşısındaki kişiye. Bir süre susup dinledi her kimle konuşuyorsa. Ardından "Tamam Elif Teyze bu numara benim yeni numaram, bir sorun olursa beni bu numaradan ararsın." dedi ve telefonu kapattı. Okyanuslarının bana dönmesini beklemiştim ama doğrudan Güney'e odaklanmışlardı. Kızgın görünüyorlardı ama çok da yoğun bir kızgınlık değildi bu. Benimde gözlerim Güney'e kaydı bu kez. Sırıtmamak için kendini zor tutuyor gibi bir hali vardı.
"Vallahi tamamen iyi niyetimden yaptım." dedi ellerini havaya kaldırıp. Mavi gözlerini de irileştirdiğinde bir hayli masum duruyordu.
"Yani iyi niyetinden numaramı dağıttın öyle mi?" diye sordu Savaş.
Savaş'ın numarasını mı dağıtmıştı yani? Başka kızlara?
Duyduklarımla kaşlarım kalkarken Güney'in bunun üzerine ne söyleyeceğini merakla beklemeye başladım. Bahsettiği o iyi niyet tam olarak neydi acaba?
"İt gibi İzel'i merak ediyordun oğlum. Saçma bir nedenden ötürü gidip Prenses'e de soramıyordun. Eh Malûm Gece Hancı'ya da soramazdın. Bende Prenses'e sorabilirim diye düşündüm ama onu Gece Hancı'nın yanından uzaklaştırmam gerekiyordu. Kızlar da numaranın üzerine balıklama atladılar. Sonuç olarak sen de istediğin bilgileri öğrenmiş oldun. Bak tamamen iyi niyetliyim. Melek miyim neyim ben acaba?"
(Aynen Güney askom sen Selene'sin shkabskzn)
Duydukları Savaş'ı yumuşatmış olabilirdi ama beni yumuşatmamıştı. Gözlerim kısılırken "Kızlar numaraya balıklama atladılar ve sende verdin öyle mi?" diye sordum. Bu kez Güney'in yüzüne sevimli olduğunu düşündüğü bir gülümseme yerleşti. "Tamamen iyi niyetimden sevgili yengeciğim." dedi. Sonra komuyu değiştirmek istiyormuş gibi ellerini iki yana doğru açıp "Kim tantuni yemek ister?" diye sordu.
Kaşlarım çatılırken "Konuyu değiştirmeye çalışma! Hem tantuni de ne?" diye sordum. Adını ilk kez duymuştum. Cümlelerimle birlikte sadece Güney değil Savaş'ta şaşkınca baktı bana. Güney bir adım atıp bana doğru yaklaşırken "Tantuninin ne olduğunu bilmiyor musun?" diye sordu. Bilmem mi gerekiyordu? Gözlerim Savaş'a kaydığında onun da en az Güney kadar bu sorunun cevabını merak ettiğini gördüm.
"Bilmiyorum ne var?" diye sorarken sinirlenmeye başlamıştım.
"Cahil!" diye bağırdı Güney heyecanla. "Katıksız cahil!" Bir yandan da gülüyordu.
Bu hareketleri sinirlerimi daha da zıplatırken ona doğru bir adım atmıştın ki Savaş araya girip omuzlarımı tuttu. "Anlaşılan yarım saattir karar veremediğimiz ne yiyeceğiz sorusu sonunda cevabını buldu. Seni Dünya'nın en iyi lezzeti ile tanıştıracağım." dedi okyanusları ile gözlerimin içine bakıp beni sakinleştirerek.
Dünya'nın en iyi lezzeti fazla iddialı olmamış mıydı?
Tam dudaklarımı aralayıp konuşacağım sırada otoparkta bir motorun gürültü sesi yankılandı ve saniyeler içinde siyah sarı şeritlere sahip bir motorla üzerinde kurye üniforması olan bir adam yanımızda durdu. Gözleri üçümüzü taradıktan sonra bende durduğunda aradığını bulmuş gibi bir ifade parlamıştı.
"İzel Hancı?" dedi sorarcasına, doğruluğunu teyit ediyordu. Bakışlarım ifadesizliğe yeniden bürünürken "Evet?" dedim bende sorarcasına. Adam motordan inip motorun arkasındaki şekli tuhaf olan kasayı açtı ve sarı bir zarf çıkarıp bana uzattı. "Bu size..."
Şüpheci bakışlarım adamın elindeki zarfa kayarken "Ne bu?" diye sordum. Adam hâlâ zarfı uzatmaya devam ederken "Kuryeler taşıdıkları kargoların içeriğini bilmezler genelde efendim." dedi. Burnumdam alayvari bir gülüş dökülürken adama Çok mu zekisin sen bakışı atıp zarfı aldım. Motor kurye geldiği hızda kaybolurken Güney "Hem cahil hem yabani bu. Elinden gelse kuryeyi dövecekti." diye bir cümle attı ortaya. Şu an elimden gelse seni döveceğim demek isterdim ama o an ilgimi elimdeki zarf daha çok çekiyordu. Bu nedenle onu duymazdan gelmek zor olmadı benim için.
Çantamı ve telefonumu Savaş'ın arabasının kaputuna koyup zarfı yırttım sakince. İnce zarfın içinden yalnızca iki resim çıkmıştı. Birinde bir adam bir kadın iki de bebek vardı. Bebeğin birini adam birini de kadın tutuyordu. Bebeklerin yüzleri öyle tanıdıktı ki, onların Gece ve Damla olduğunu hemen anlayabiliyordum ama bir sorun vardı. Gece bizden beş yaş büyüktü. Yani ikisinin birden aynı karede bebek olması imkansızdı. Bu farkındalık kaşlarımın çatılmasına neden olurken, yaşadığım karmaşıklıkla diğer fotoğrafa baktım. İlk an beni gafil avlayan şey annem oldu. Resimde annem vardı. Gözleri her zaman olduğu gibi o an da yorgun ve hüzünlü bakıyordu. Çok genç görünüyordu, benim birkaç tane olan bebeklik fotoğrafımda göründüğünden daha genç. Bir elini karnına koyarken öylece gülümsemişti kameraya. Az da olsa gözlerindeki heyecan seçiliyordu. Hamilelik heyecanı olmalıydı bu çünkü elini koyduğu karnı bir hayli şişkin duruyordu. Yedi aylık falan olmalıydı, en azından öyle tahmin ediyordum. Kısa saçları dikkatimi çekti bir de. Omuzlarına bile değmiyordu bu karede. Hâlbuki benim bebekliğimle olan resimlerde saçları beline kadar uzanıyordu. Bir saçın bu kadar hızlı uzaması imkânsızdı.
O an yutkunamadığımı hissettim. Nefes alamadığımı... Gece ve Damla'nın aralarında beş yaş varsa nasıl aynı karede bebeklik fotoğrafları vardı? Annem bu karede bana hamile değilse kime hamileydi? Benim bir kardeşim mi vardı yani?
💎🎭
Bölümü nasıl buldunuz?
Oy vermeyi unutmayın bu benim en büyük motivasyonum❤️
Gelecek bölümde görüşünceye dek kendinize iyi bakın hoşçakalın. Seviliyorsunuz💐 |
0% |