Yeni Üyelik
30.
Bölüm

29| KOPAMAYAN BAĞLAR

@saniyesolak

Sellam✨

 

Bölüme geçmeden önce yıldıza bir tık alayım...

 

Bol bol yorum yapmayı unutmayın💙

 

Keyifli okumalar dilerim✨

 

Bölüm şarkıları:

 

İsabel LaRosa - More Than Friends

 

İsabel LaRosa - Praying

 

🎭💎

 

Zihninin duvarlarına çarpıp çarptığı noktada kanlı emareler bırakan bir ses...

 

"Anne benim neden bir kardeşim yok?"

 

Anıların perdesine yansıyan hüzün dolu gözler ve buruk bir gülümseme ile kıvrılan dudaklar...

 

"Gece ve Damla var ya güzel kızım, onlar senin kardeşin."

 

Ve anıların perdesinde dönen oyun değişti. Bu kez sahnede iki kişi vardı. Minicik kalbi kırık bir küçük kız çocuğu ve ruhu da bedeni de yaralarla dolmuş, kalbi paramparça olmuş bir kadın. Beş yaşındaki İzel küçük başını iki yana sallayıp minik elini annesinin karnına koydu ve "Burada büyüyen bir kardeş..." dedi cümlelerinin annesinin halihazırda yaralı olan ruhunu daha da deştiğini bilmeden. Küçük dudakları biraz sitem biraz da üzgün bir ifadeyle büzülmüştü. "Gece ve Damla burada büyümedi ki... Hem ben onları sevmiyorum. Babam onlar yüzünden beni sevmiyor. Onlar iki kişiler, benden bir kişi daha çoklar diye mi beni sevmiyor anne? Belki bir kardeşim olursa bende iki kişi olurum, beni de sever. Bugün Damla'ya çikolata verdiğini gördüm. Bana hiç vermedi. Kardeşim olursa çikolatalarını bana verebilir. Verir değil mi anne?

 

Ve kadının omuzlarına daha çok... Daha çok... Daha çok yüklenen acı... Engellenemeyen bir damla göz yaşı ve içinden attığı çığlıkları...

 

💎🎭

 

İZEL İZEM HANCI'DAN:

 

Allak bullak olmuştum... Kelimenin tam anlamıyla... Bilgiler önüme yapboz parçası gibi dağılmıştı ama bana verilenler ve zihnimdekiler karışıktı. Hangi parça nereye ait bulamıyordum, denediğim her seferinde parçalar birbirini tutmuyordu.

 

Benim bir kardeşim mi vardı?

 

Hayır olması imkansızdı. Annem hastaydı, yalnızca tek bir çocuk sahibi olma şansı vardı ve o da bendim. Benden başka bir çocuğu yoktu. Olamazdı...

 

Parçalar uyuşmadı...

 

Gece ve Damla'nın birlikte çekilmiş bebeklik fotoğrafları vardı.

 

Ama Gece Damla'dan beş yaş büyüktü... Onların aynı yaşlarda aynı karede yer almaları imkansızdı.

 

Parçalar uyuşmadı...

 

Kafamın içindeki yirmi yıllık bilgilere tamamen tezattı elimdeki görseller. Peki asıl olan neydi? Hangisi gerçekti? Elimde tutuklarım yalansa... Kim neden böyle bir yalan söylerdi? Belleğindekiler sahteyse, yıllarca bu sahteliği neden zihnimize işlemişlerdi?

 

Belirsizlikten nefret ederdim ve şimdi o belirsizliğin tam ortasında duruyordum. Dört bir yanımda kafamı karıştıran fısıltılar dönüp duruyordu ve tek yapmak istediğim dizlerimin üzerine çöküp tüm seslere kulaklarımı tıkamaktı.

 

Birileri bizi yalanın kozasına yatırmıştı ya da yatırmak istiyordu. Şimdi, o kozanın içinden çıkmayı bekleyen bir kelebeğe mi dönüşüyordum yoksa habersizce etrafıma ipeği örmelerine izin mi veriyordum bilmiyordum.

 

Birinin "İzel..." diyen sesini duyana kadar gözlerim resimlere odaklanmış, etrafımdaki her şey silinmişti. Öyle ki o ses bile uzaktan geliyordu sanki kulağıma. Başımı kaldırıp baktığımda Savaş'ı hemen yanı başımda buldum, benim aksime gözleri resimlerde değil, benim yüzümdeydi ve arayış içindeydi. Ona baktığımı gördüğü an "İyi misin?" diye sordu. Sorusuyla, yüzümde neyi aradığını da anlamıştım.

 

Acilen kendimi toparlamam gerekiyordu. Allak bullak olan zihnimin acilen berraklaşması gerekiyordu. Bu resimler beni aşıyordu, zarfın üzerinde ne bir isim, ne bir adres vardı, hiçbir şey yoktu. Beni aşan bu iş tam Gece'nin boyuna göreydi, onun çözeceğinden emindim. O yüzden fotoğrafları, hissettiğim karmaşanın aksine sakin hareketlerle koydum zarfa ve yüzüme bir gülümseme takıp "Elbette iyiyim." diye cevap verdim. "Kötü olmam için hiçbir sebep yok."

 

Savaş tam dudaklarını aralayıp bana cevap verecekti ki "Güney!" diyen bir ses araya gidip susturdu onu.

 

İkimiz de aynı anda sesin geldiği yöne döndük. Yasemin bu kez ekürileri olmadan hemen birkaç metre ilerimizde dikiliyordu. Uzun kahverengi saçları kalın maşalarla şekillendilirmiş; omuzlarından aşağı salınırken, üzerindek ince askılı siyah bir crop ve bacaklarını sımsıkı saran siyah bir tayt vardı.

 

Birkaç adım daha atıp aradaki mesafeyi biraz daha kısaltırken kahverengi gözleri kısa bir an Savaş ve bana kaysa da asıl odağı Güney gibi hemen ona döndü. Ya da bizi yan yana görmeye katlanamadığı için...

 

"Artık konuşabilir miyiz?" diye sordu sıkılmış bir sesle. "Çok uzun sürdü bu saçmalık."

 

Gözlerimi bile kırpmadan yüzüne bakıyordum. Bugün bana olan bakışlarını unutmamıştım, bir şeyler planlıyor gibi ve planladığı şeyde de yüzde yüz başarılı olacak gibi bir ifadeydi. Zafer kazanmış gibi...

 

Güney'in bir adım öne çıkıp Yasemin'e doğru yürüdüğünü gördüm göz ucuyla. Bu hareketi Savaş'ı germiş, yerinde hareketlenmesine neden olmuştu. Babamın annemi görmeme izin vermediğini öğrendiğim gece onun evinde kaldığımda bu duruma karşı ne kadar hassas olduğunu kendi gözlerimle görmüştüm. Kuzeninin yeniden o batağa batmasını istemiyordu.

 

Ama Güney'in birkaç adımdan sonra durduğunu görünce o da durdu.

 

"Konuşmak istediğinin ben olduğuma emin misin?" diye sorarken sesi duygusuzdu Güney'in, donuk ve ifadesiz. Hiçbir şey hissetmiyormuş gibi... Belki de hissetmiyordu artık.

 

Yasemin'in gözleri küçücük bir an Savaş'a kaydı ama hemen toparlanıp bıkkın bir sesle "Güney ben ciddiyim." dedi. "Konuşmamız gerekiyor artık, çok sıkıldım bu durumdan. Konuşup halledelim her şeyi."

 

Kalçamı arabanın kaputuna yaslayıp kollarımı göğsümde topladım. Bu konuşma uzayacağa benziyordu.

 

"Bende ciddiyim Yasemin." diye karşılık verdi Güney, bu kez ses tonunu yeterince sert tutamamıştı, minik çatlamayı yakalayabilmiştim. Kimseyi yargılamak istemiyordum aslında ama merak ediyordum, Güney Yasemin gibi bir kızda tam olarak ne bulmuştu? Güzeldi evet ama sadece bu kadar... Ve güzellik, kesinlikle yetmemeliydi birini kendinden vazgeçecek kadar sevmeye... Güney kendinden vazgeçe geçe seviyordu karşısındaki kadını. Yoksa kim büyük bir suçu, birinin uğruna üstlenirdi ki? Hazal'a yapılanlar Yasemin'in planıydı ama Güney o gün hiç düşünmeden yapmasını ben söyledim demişti.

 

"Asıl konuşmak istediğinin Savaş olduğundan o kadar eminim ki..."

 

Güney'in bu sözlerinden sonra Savaş bir kez daha rahatsızca yerinden kıpırdanıp hemen yanıma yaslandı. Konunun öznesi olmaktan hiç hoşlanmadığını, koluma sürtünen kolundaki kasların gerilişinden anlıyordum.

 

Yasemin'in gözleri kızgınlıkla parladı. Kırmızı lip gloss ile renklendirilmiş dudaklarını yalayıp bir adım daha yaklaştı Güney'e ve "Eğer konuşmak istediğim kişi Savaş olsaydı, muhattabım sen olmazdın Güney. Şu an onunla konuşuyor olurdum." dedi. Gözlerindeki kızgın yansımanın yankısı sesindeydi.

 

Ah tabi bende prenses Diana'ydım zaten...

 

Güney'in güldüğünü gördüm sarsılan omuzlarından, ardından otoparkın içini hafif bir kahkaha doldurdu. "Ortada İzem Hancı gibi bir engel varken mi?"

 

Ah Güney... Sanırım seni sevebilirim...

 

Bu sözleri Yasemin'in de gülmesine neden oldu. Anlaşılan karşılıklı olarak gülüşmelerini izleyecektik.

 

"İzel... İzem... Ya da her neyse... Gerçekten ondan çekineceğimi mi düşünüyorsun? Tanrım yıllardır birlikteyiz, beni hiç mi tanımadın sen?"

 

Sonra bakışları bana döndü.

 

"Söylesene İzel ve İzem arasında nasıl bir fark var?"

 

Birkaç saniye gözlerinin içine baktım, ardından dudaklarım yavaşça iki yana kıvrıldı. Bir ayağımı diğer ayak bileğimin üzerine atarken "İnan bana..." diye girdim söze. "Öğrenmeyi istemezsin!"

 

Yasemin gözleriyle baştan aşağı süzdü beni. Gözlerinin perdesine yansıyan oyunun adı küçümsemeydi. "İnan bana..." dedi beni taklit ederek. "Öğrenilmesi istenmeyecek tarafı olan tek sen değilsin."

 

Tek kaşımı kaldırıp yüzüne meydan okurcasına baktım. Başım sol omzuma doğru yatarken "Ne yaparsın mesela Yasemin? Elinde kalem, üzerime mi atlarsın gözlerimi oymak için?" dedim alay edercesine.

 

Sadece gülmekle yetindi. Samimiyetle uzaktan yakından alakası olmayan, soğuk ama alaycı bir gülüştü.

 

Konuşmayı burada bitirmiş gibi gözlerini benden çekti ve yeniden Güney'e döndü.

 

"Çok uzadı bu Güney!"

 

Güney Kalkavan ellerini ceplerine yerleştirip "Ne konuşmak istiyorsun? O gün kapıma geldiğinde içindekileri yeterince kusamadın mı yoksa?" diye sordu. Şu an araya girip konuşmanın içeriğini sorsam saçmalamış olurdum muhtemelen, ama merak etmiştim.

 

"Terk edilen bir kızın, düşünmeden söylediği sözlerdi onlar. Bunun için beni suçlayamazsın, beni tanıyorsun."

 

Güney birkaç saniye susup karşısındaki kadına baktı. Pes ettiğini düşündüm, Yasemin'in konuşma isteğini kabul ettiğini... Ama öyle olmadı.

 

"Sevişirken hep gözlerimin içine bakmak istemenin nedeni gözlerimin Savaş'ın gözleri ile aynı olması değil mi?"

 

Kaşlarım duyduklarımın etkisiyle havaya kalktı. Bunu kesinlikle beklemiyordum. Bu birinden gerçeği çekip almak için en iyi yoldu. Hiç beklemediği anda hiç beklemediği yerden sorardınız sorunuzu, hazırlıklı olmazlar, ilk an bocalarken gerçeği ortaya dökerlerdi. Yasemin Koçer de beklemiyordu. Gözlerindeki şaşkın parlama gerçeği ortaya serdi. Güney'in söyledikleri gerçekti.

 

Savaş'ın yanımda sertçe nefes verdiğini duyduğumda gözlerim önümde sergilenen tiyatrodan ona döndü. Başını iki yana sallarken gözlerini otoparkın başka bir noktasına dikmişti. Konudan gerçekten rahatsızdı. Ona baktığımı hissettiğinde gözleri bana döndü. Parıltılarını kaybeden okyanusları karanlık bakıyordu. Yine de yüzüme baktığında bana dudağının köşesi ile gülümsedi. Bu beni de gülümsemeye itti.

 

"Saçmalıyorsun Güney, beni bu şekilde aşağılayamazsım." diyen Yasemin'in sesini duyduğumda bile dönüp bakmadım o tarafa.

 

"Doğrular neden bir aşağılama olsun ki Yasemin? Doğrular yalnızca doğrudur. Gerçekler yalnızca gerçek... Senin doğrun buysa, kendini aşağılanmış hissetmeye hakkın yok!"

 

"Geri dönüşü olmayan bir yola girmeye başlıyorsun. Kapıma geldiğinde bu sözlerin hepsi sana tek tek hatırlatılacak."

 

Bu sözler bizim göz temasımızı kesen sözlerdi. O an Yasemin'in ses tellerini yerinden sökmek istedim. O okyanuslara bakmak bir lütuftu. Yakında ellerimden kayıp gidecek bir lütuf... Ve bunu elimden alıyordu.

 

Savaş gözlerini benden ayırıp önümüzdeki ikiliye çevirdi ve "Güney bir daha senin kapına gelmeyecek Yasemin. Bunun bir kez daha yaşanmasına izin vermeyeceğim." dedi.

 

Yasemin'in kızgın bakan gözleri perdelendi ve dudaklarına alaycı bir gülüş yerleşirken "Bu söylediğine kendin inanıyor musun Savaş?" diye sordu. Gözleri ile birbirlerine meydan okuyorlardı. Biraz önce Güney'in sevişmek ve gözlerle ilgili söylediği şeyler yüzünden bu bakışma içimde bir yerlerin karıncalanmaya başlamasına neden oldu. Tenimin altından bir elektrik akımı geçiyormuş gibi hissettim. İnkâr edemeyeceğim o noktada bunun kıskançlık olduğunu biliyordum. Ama bu bana tanıdık olandan farklıydı. Annemi Damla ve Gece'den kıskandığım zamanlar olmuştu. Babamı da... Bu his o anlarda hissettiğimden çok daha yakıcıydı.

Neyse ki o temas Yasemin'in gözlerini çekmesiyle son buldu. Kahveleri Güney'e dokunduğu an, "Sen bensiz yaşayamazsın." dedi. Birkaç adım atıp Güney'e yaklaşmaya çalıştı ama Güney de birkaç adım geriye gidip mesafesini korudu. O an Güney'in bunu, mesafe kapanırsa dayanamayacağını düşündüğü için yaptığını hissettim.

 

"Şu an yaptığım tam olarak bu Yasemin. Yaşıyorum. Hatta o kadar çok yaşıyorum ki, daha önce hiç bu kadar yaşamamıştım. Yıllardır beni yönettiğin o iplerden kurtuldum, artık özgürüm. Kapına geleceğimi düşünüyorsun ama bir insan özgürlüğü bir kez tadıca yeniden girmez kafesine. Değil bir kez daha kapına gelmek, yanından bile geçmeyeceğim."

 

Tüm bu sözlerin içinde tek bir cümleye takılı kaldım. İnsan özgürlüğü bir kez tadınca yeniden girmez kafesine... Bu cümle doğru muydu? Özgürlük öyle mi hissettiriyordu? Ruhum tadını bile bilmediği o özgürlüğe açtı, susuzdu.

 

"Pişman olacaksın." dedi Yasemin. Yenilgiyi kabullenemiyor gibiydi. Yüzündeki ifadeler hızla değişiyordu ama şaşkınlık en ön saftaydı.

 

Güney duruşunu dikleştirip başını iki yana salladı. "Tek pişmanlığım, bunca yıldır kör kalmayı seçmiş olmam. Ama sana bir şey diyeyim mi? Ben en azından bir zavallı gibi kendimi hayallerle kandırmadım. Sen benim altımda inlerken ve kuzenimi hayal ederken ben gerçekten istediğim kadına dokunuyordum."

 

Ve bunlar Güney'in son sözleri oldu. Arkasını Yasemin'e döndü ve hızlı adımlarla bizim yanımızdan geçip arabanın arka koltuğuna oturdu. Biz mi? Savaş'ı bilemem ama ben şaşkındım. Ve biraz da şokla titreyen Yasemin'i görmenin etkisiyle keyifli... Yasemin gururunu omuzlarına atıp duruşunu dikleştirdi ve önce Savaş'ın gözlerine baktı. Bu kez diğerlerinden daha uzun sürdü bakışları. Sonra bana çevirdi gözlerini... Savaş'tayken ifadesiz olan bakışları, bana çevrildiği anda tehditkâr bir hâl alırken son kez bakıp arkasını döndü ve gitti.

 

Yasemin Koçer'in yüzüne kapılar bir bir kapanıyordu. En azından ben buradan gittiğimde onun da saltanatından bir eser kalmamış olacaktı.

 

💎🎭

 

Yol boyunca arabada sessizlik hâkimdi. Güney tek kelime bile konuşmadan yalnızca yolu izlemişti ve Savaş sürekli dikiz aynasından ona bakıp durmuştu. Gözleri arada bana dokunsa da şu an zihninin kuzeni ile meşgul olduğunu biliyordum.

 

Benim zihnimse hâlâ elimde tuttuğum zarftaydı. İçindeki resimlerde. Ne kadar kendimi düşünmemeye zorlasam da aklım oraya kayıp duruyordu benden bağımsız.

 

Eve geldiğimizde Güney merdivenlere yönelip doğrudan üst kata çıkmış o andan sonra da bir daha ortalıkta görünmemişti. Savaş ise şu bahsettikleri tantuni yemeğini eve sipariş etmişti.

 

Şu an yemeğin gelmesini beklerken ikimiz de birer şövalenin önünde duruyorduk. Hemen ortamızdaki sehpanın üzerinde açık duran bilgisayarın ekranında bir meyve sepeti vardı. Evet meyve sepeti... Bununla alay etsem de Savaş çizmeye ilk başlayanların genelde bu şekilde başladığını söylemişti. Bahsettiği yaş gurubunun sekiz on iki olduğunu söylememe gerek var mıydı bilmiyorum ama kendimi kötü hissettiğimi söylemeliyim. Bu biraz... Aşağılayıcıydı. Ve Savaş'a bunu söylediğimde Arkadaşlar acı söyler demişti. Kafasında tuvali parçalamak istediğim bir andı ama neyse ki kendime hakim olmayı başarmıştım. Sevgili arkadaşıma zarar gelsin istemezdim elbette. Çizdiğim kafes resmini alıp saklayan o adam neredeydi tam olarak? Savaş bazen gerçekten devrelerimi yakıyordu.

 

Ama haklı olduğu bir nokta vardı... Çizmek konusunda gerçekten berbattım. Yani bana meyve sepeti çizdirerek başlatmakta haklıydı. Bunu tabi ki ona söylemeyecektim.

 

"Bir şeylere bakmadan, kendi zihnine yansıyanı çizmekte daha başarılısın." dedi Savaş uzun süren sessizliğin ardından. Gözlerim kendi resmimden ayrılıp ona çevrildiğinde kolları göğsunde bağlı beni izlediğini gördüm. İnat ettiğim için tüm konsantrasyonumla resme odaklanmıştım ve Savaş'ın beni izlediğinden habersizdim. Kahvelerim kısa bir an onun tuvaline kaydı. Sanki tabağı alıp oraya yerleştirmiş gibiydi...

 

Pekâlâ bir işe yeni başladığınızda ve berbat olduğunuzda, sizden daha iyi birini görürseniz önünüze iki yol çıkar; ya hırslanır ve daha çok gayret ederek o kişinin seviyesine ya da daha ilerisine ulaşmak istersiniz. Ya da... Pes edersiniz.

 

Ben pes etmezdim...

 

Konu resim çizmek olmasa...

 

Dört yaşındaki bir çocuğa sırf resim çizdi diye tokat atarsanız, o tokadın acısı asla geçmezdi. Çünkü o zamanlar yaptığı şeyin çok kötü olduğunu düşünürken, zaman zinini yoğurmaya başladığında yaptığının ne denli masum bir hareket olduğunu ve o tokadı boşuna yediğini anlardı. İnsanı en çok yoran şeydi bedelini ödediği bir şeyin sonunda boşuna çıkması.

 

Ve dört yaşındaki bir çocuğa sırf resim çizdi diye tokat atarsanız, o çocuk küserdi çizmeye.

 

Parmaklarım gevşedi ve kalem elimde titredi. Sonra pes etmişliğimi belli edercesine elimi indirdim yanıma. Bir adım geri atacakken "Sakın!" diyen sesini duydum Savaş'ın. Gözlerim yeniden ona döndü. Kollarını çözmüş bana doğru yürüyordu. Birkaç adımda yanıma gelip kalemi tutan elimi tuttu ve parmaklarımın yeniden kalemi sımsıkı kavramasını sağladı.

 

Okyanusları doğrudan ıslak topraklarıma akıyordu. "Pes etmeyi aklından bile geçirme." dedi. Ardından yüzü yüzüme doğru yaklaştı. Öyle ki bir an beni öpecek sandım. Dudaklarım bu istekle sızladı. Ama hayır, yüzünün rotası yanağını teğet geçti ve dudakları kulağımın hizasındayken durdu. "Bu hareket benim aklıma kazınan ve hiç kimsenin, senin bile silemeyeceğin İzel'in ihtişamına hiç yakışmaz."

 

İzel Hancı demeyişi... Sadece İzel deyişi... İçimde bir yerlere dokundu. Dokunduğu yerlerde çiçekler açmaya, orası çiçek bahçesine dönmeye başladı sanki. Bu bana kendimi iyi hissettirdi. Soyadım olmadan da vardım, bendim, gerçektim...

 

Elimi kaldırıp kalemin ucunu tuvale dokundururken "Kendimi benimle kıyaslama." diye fısıldadı kulağıma. Ardından arkama geçip çenesini omzuma yasladı. Yanağıma dokunan yanağı, burnuma dolan nefesi... Derin bir nefes almak zorunda hissettim kendimi. Ve yutkunmak... Parmaklarım avuçlarının içinde şekillenirken elini hareket ettirmeye başladı. Haliyle elim de onunla birlikte hareket etti. Gerimizde bıraktığımız yolda nesneler şekillenirken "Ben bu işin içine doğdum." diye devam etti sözlerine. "Nereden bakarsan on sekiz yıldır çiziyorum. Sense daha yenisin, yürümen gereken çok yol var, yürüyeceksin, ve ben bunu göreceğim. Üç hafta sonra gidiyor olman bunu değiştirmeyecek İzel. Benden tamamen kopmana izin vermeye niyetim yok."

 

Son sözleri fısıltıdan ibaretti, nefesi saçlarımın arasına dağılıp boynumun açıkta kalan tenini okşuyordu. Göğsü ne ara sırtıma yaşlanmıştı bilmiyorum ama kalbinin vuruşlarını sırtımda hissedeceğim kadar yakındı bana. Tamamen onunla çevrelenmiştim ve bunun bana verdiği his sanki bir güven çemberinin içindeymişim gibiydi. Burada kimse bana dokunamazmış gibi...

 

Bu his dudaklarımı aralamama neden oldu. Gözlerim ellerimizi takip ederken "Aslında bir zamanlar resim çizmeyi çok seviyordum." dedim. Sonra dalga geçercesine gülüp başımı iki yana salladım, yanağım Savaş'ın yanağına sürtündü. "Dört yaşında falan..." diye ekledim kısık bir sesle. Sesim kendi kulağıma bile zor ilişirken Savaş beni duymadı sandım ama duymuştu.

 

"Peki sonra ne oldu?" diye fısıldadı bir kez daha kulağıma. Bedeni bedenime biraz daha yaslanmıştı. Dudakları kulağıma sürtünürken karnımın üzerinde bir baskı hissettim, avucu karnıma yaslanmıştı. Beni konuşmaya teşvik ediyordu. Ve ben konuşmak istiyordum. İstiyordun ama "Beni küstürdüler..." diyebildim yalnızca. Daha fazlasını söylemeye cesaret edemedim.

 

Parmakları karnımın üzerinde yavaş hareketlerle hareket ederken bence Savaş bu hareketin içinde yarattığı depremlerin farkındaydı. Nefesim ağırlaşırken aldığım nefesler bana yeterli gelmiyormuş gibi soluk soluğa kalmak üzereydim, kendimi tutuyordum. Kalp atışlarım boğazıma doğru tırmanırken Savaş'ın kalp atışlarını da sırtımda hissettim. En az benimki kadar hızlıydı. Kalbi kalbime çarpıyordu sanki. Artık ikimiz de önümüzdeki tuval ile ilgilenmiyorduk. Ellerimiz hareket etse de...

 

Yetmezmiş gibi Savaş başını biraz daha boyun girintime soktu. Dudakları şimdi kulağıma değil, omzum ile boynum arasındaki noktaya temas ediyordu.

 

"Sana çizmeyi yeniden sevdireceğim."

 

Tenimin üzerine fısıldadığı kelimeler kalbimi tekletti. Artık karnımın üzerinde duran şey eli değil koluydu, avucu sahiplenircesine belimi kavramıştı. Yutkundum. Sıcak nefesimle kavrulan dudaklarımı ıslatıp "On altı yıllık küskünlüğü üç haftada geçiremezsin Savaş." dedim. Ama sesim bir nefesten ibaretti. Hâlâ nasıl konuda kalabildiğime bile şaşırıyordum. Nefesi boynumu yakıyordu. Kokusu her yerdeydi. Ezberlediğim tadı damağıma yayılıyor, dilim o tadın kaynağını arıyordu. Dudaklarım sızlıyordu.

 

"Biraz önce de söyledim, benden tamamen kopmana izin vermeye niyetim yok İzel."

 

Başımı çevirip yüzünü, gözlerini görmek istedim ama bu büyük bir hataydı. Burnum burnuna çarparken dudakları dudaklarıma çok yakındı. Dudaklarımı sızıdan acıtacak kadar... Bir şeyler söylemem gerektiğini biliyordum ama kelimeler zihnimin içinde karmakarışık bir haldeydi. Beynimde kırmızı alarmla sirenler çalan tek şey o an Savaş'ı öpmek istediğimdi.

 

Yüzü yüzüme biraz daha yaklaştı. Bir an sonrası dolgun dudaklarının dudaklarıma dokunuşu olacaktı. Ki... Bir ses benden uzaklaşmasına neden oldu. Başımızı çevirip baktığımızda gördüğümüz manzara inanılmazdı.

 

Güney oradaydı, salonun girişindeki duvara omzunu yaslamış, elinde bir kâse, kâsenin içinde de çekirdek... Çekirdek çitleyerek bizi izliyordu. Ona baktığımızı fark ettiği anda dudağına yapışan bir kabuğu yere tükürüp "Lütfen bozmayın, ben yokmuşum gibi devam edin." dedi. Aşk acısından tüm yol konuşmayan çocuk neredeydi bu haylaz herif nerede?"

 

Savaş nasıl bakıyor bilmiyordum ama benim bakışlarım kesinlikle insancıl değildi onu biliyordum. Güney bana bakıp bir çekirdiğin daha dişlerinin arasında içini çıkarıp kabuklarını yere atarken "Ne?" diye sordu. "En son bu kadar yoğun çekimi Dany ve Jon Snow arasında görmüştüm. Aranızdaki elektrik bir ülkenin bir yıllık elektrik ihtiyacını karşılar."

 

Gözlerimi devirdim. Savaş ile aramıza çoktan mesafe girmişti.

 

"Dany ve Jon Snow da kim?" diye sordum. Bu çocuk neden olaya hep benim bilmediğim taraftan yaklaşıyordu?

 

Güney'in mavi gözleri irileşti ve şaşkınlıkla dudaklarını araladı. Ardından Savaş'a döndü ve "Olmaz bundan Savaş. Çok cahil bu." dedi. Elimde duran kalemi ona fırlatmam da kaçınılmaz oldu tabi ki. Eğilip kalemden kurtulurken "Ne yalan mı?" diye sordu. Eğildiği için kâsedeki çekirdeğin bir kısmı yere dökülmüştü. "Hem tantuniyi bilmiyorsun hem de Game of Thrones'u, katıksız cahilsin."

 

Bakışlarım kısılırken "Bildiğim yedi dille döverim seni Güney." dedim. Gözleri yuvalarından fırlayacak gibi oldu. Elindeki kâse daha fazla dökülmesin diye kenarı bırakırken "Yedi dil mi?" dedi hayretle. "Yuh amına koyayım, ne yaptın sözlüğün içinde mi yatıp kalktın, akşam yemeği niyetine sözlük mü yedin?"

 

Söylemleri bakışlarımı yumuşatırken gülmekten alamadım kendimi. Komik çocuktu en nihayetinde.

 

Sonra kapı çaldı, yemek gelmişti. Doğruyu söylemek gerekirse bahsettikleri şeyden hiç emin değildim, ta ki görene kadar. Gerçekten lezzetliydi. Dünyada yediğim en iyi şey elbette değildi ama lezzetliydi işte. Yine de çok beğendiğimi dışarı yansıtmadım. İlk ısırığımı alırken ikisinin de gözleri beni izliyordu. Yavaş yavaş çiğnerken ifademi sabit tuttum ve eh işte der gibi bir hareket yaptım. Savaş elbette numara yaptığımı anladı ve yarım ağız gülerken kendi dürümünden bir ısırık aldı. Güney ise yine bildiğimiz gibi, ne kadar zevksiz olduğumla ve ağzımın tadını bilmediğimle ilgili bir dolu yorum yapmıştı tüm yemek boyunca.

 

Sonraki saatlerdeyse yine resim çizmeye odaklanmıştık. Bu kez gerçekten odaklanmıştık ama. Savaş bu kez çizmemiş yalnızca beni izlemek ve direktifler vermekle yetinmişti. Kalemi tutuşumdan tuvale dokunduruşuma kadar. İşini ciddiye alıyordu, zaman zaman gözlerim ona kaydığında, tüm ciddiyeti ile gözlerinin bende, elimde ve tuvalde olduğunu görüyordum. Bazen kaşlarını çatarak bakıyordu bazen de hatalarımla gülümsüyordu.

 

Saat gece yarısına yaklaşırken asla iyi olmayan ama benim için en iyi olan bir çizim çıkarmıştım ortaya. Bebek adımlarına göre hiç fena olmadığımı söylemişti Savaş; hızlı öğrendiğimi, çabuk kavradığımı... Mutlu olduğumu inkâr edemem.

 

Her ne kadar taksi ile gitmekte ısrar etsem de bunu kesinlikle kabul etmemişti. Şimdi evimin önünde, onun arabasındaydık.

 

"Yarın aynı saatte?" diye sordu. Evin kapısında olan kahvelerim dönüp çehresine çarptı. Okyanusları geceye meydan okurcasına parlıyordu. O ne zaman iyi hissetse okyanusları parlıyordu zaten. Kuruyan dudaklarımı ıslattım sorusuyla. Amacım zaman kazanmaktı. Bugün Gece'nin elinden kurtulmuştum. Her ne kadar Savaş ile giderken ona haber vermesem de beni arayıp rahatsız etmemişti. Ama yarın kurtulamayacağımı biliyordum. Hafta sonu bizi bekleyen bir görev vardı ve ben daha görevle ilgili tek bir şey bile bilmiyordum. Ne yapacaktık? Neyi çalacaktık?

 

"Şu an buna net bir yanıt veremem..." dedim onun kahvelerine bakarken. "Ama aynı saatte olabileceğini sanmıyorum. Muhtemelen birkaç saat daha ertelemek zorunda kalabiliriz. Ama çok geç olur dersen anlarım da. Bu hafta hep böyle olmak zorunda çünkü. İstersen haftaya devam edebiliriz."

 

Başı omzuna doğru yatarken "Saat benim için sorun değil ama... Neden tüm hafta olmak zorunda?" diye sordu. Kafası karışmış görünüyordu. Sorular ve verilemeyecek cevaplar... Ne diyecektim ki? Hafta sonu Allah bilir hangi müzayede ya da davette olup, değerli parçalardan oluşan bir grup mücevher ya da benzeri şeyler çalacağız mı?

 

Sustum...

 

Anladı...

 

Omuzları bir kabulleniş ile çökerken merak gözlerindeki parıltıyı gölgeledi. "O zaman senden haber bekliyorum..." diyerek kapattı konuyu. Israr etmeyişinin rahatlığıyla derin bir nefes doldu dudaklarımdan içeriye. "Yarın sabah yine ben gelip alacağım seni." dediğinde itiraz etmedim. Bana uyardı.

 

Sonra eğilip yanağımı öptü. İlk temasında irkilsem de dudakları yanağımda kaldığı süre boyunca gözlerim kapanmış, nefesimi tutmuştum. Birkaç saniye sonra geri çekilip "İyi geceler." dedi boğuk bir sesle. Yüzümü ona çevirdim. Dudaklarım küçük bir tebessüme ev sahipliği yaparken bende ona doğru eğilip dudaklarımı yanağına bastırdım. Yağmur sonrası toprak kokusu buram buram ciğerlerime doğru aktı, seve seve çektim o kokuyu.

 

"İyi geceler..." diye fısıldadım bende ona ve indim arabadan. Ben şifreyi girip bahçe kapısından girene kadar motoru bile çalıştırmadı. Kapıyı kapattığımdaysa gidişinin sesini duydum.

 

Sakin adımlarla eve girdim. Ölüm sessizliği hâkimdi sanki. Işıklar açık olmasa korkutucu bile olabilirdi. Adımlarım doğrudan merdivenlere yöneldi iki basamak çıkmıştım ki gözüme çarpan bir ayrıntı beni durdurdu. Başımı çevirip baktığımda Gece'yi gördüm. Tekli koltukta oturur vaziyette uyuyordu. Ayağım beynimden gelecek olan komutu beklemeden çıktığı basamaklardan birini geri indi ama sonra durdurdum kendimi. Ona haber vermediğim için tartışma çıkaracağından o kadar emindim ki...

 

Hâlâ kırgındım ona. Dünkü tartışmamızdan sonra kendimi daha da parçalanmış hissediyordum Gece'nin karşısında. O yüzden onu uyandırmaktan vazgeçip indiğim basamağı geri çıktım ve yoluma devam ettim. Ayaklarım beni kendi odamdan önce Damla'nın odasına yönlendirdi. Bugün tek başına geçirdiği antrenmandan sonra yorgun düşmüş olmalıydı ki üzerini bile örtemeden uyuyakalmıştı. Ki Damla elli derece bile sıcak olsa üzerine bir şey almadan uyuyamayan biriydi. Yavaşça yanına yaklaşıp yatağın ayak ucunda katlı halde duran örtüyü üzerine örttüm. Huzurlu derin bir uyukunun kollarındaydı. Yavaşça eğilip saçlarının arasına bir öpücük kondurdum. O olmasaydı gerçekten ne yapardım hiç bilmiyorum.

 

Yavaşça kıpırdandı ama uyanmadı. Bende uyanmasın diye geldiğim gibi sessizce çıktım odasından.

 

Odama girdiğimde zarftaki fotoğrafları bir kez daha döktüm ortaya altı üstü iki fotoğraftı ama aklımı durdurma noktasına getirmişti beni. Baktım... Baktım... Baktım... Düşündüm... Düşündüm... Düşündüm...

 

Zihnime dağılan o yapboz parçalarını, her ihtimali değerlendirerek birleştirmeye çalıştım ama olmadı. Hangi taraftan tutsam diğer taraf elimde kaldı.

 

Gece ve Damla tek karede aynı yaştaydı. Aralarında beş yaş olan Gece ve Damla...

Benim bir kardeşim vardı... Belki hâlâ yaşayan, hayatta olan, bir yerlerde nefes alan... Bir kardeşim vardı.

 

💎🎭

 

Geceyi söndürüp günü doğuran güneş, ilk ışıklarını şafağa yayarken hâlâ uyanıktım. Uyku içine çekmek bilmemişti beni. Gece boyunca aklımda dönen iki düşünce vardı, öznesi fotoğraflardı.

 

Ellerimle yüzümü ovalayıp kalktım yatağımdan. Uykusuz gözlerim acırken kendime gelmek için ılık suyla duş alıp hızlıca giyindim. Bileklerimdeki izler hâlâ yerli yerinde duruyordu. Bu yüzden beyaz bir gömlek seçip kol düğmelerini sıkı sıkı ilikledim. Siyah dar bir pantolon ve askeri botlarımla tamamdım. Eşyalarımı çantamın içine tıkıştırırken hava artık çoktan aydınlanmıştı.

 

Mutfağa indim, Damla'nın dün yeterince yorulduğundan emindim, en azından ona bir kahvaltı hazırlayabilirdim. Kahvaltı dediğime bakmayın, bahsettiğim şey tost ve çay... Bence yeterliydi.

 

Son tostları da tost makinesinin arasına koyup bastırdığımda "Günaydın." diyen bir sesle hareketlerim duraksadı. Ama sadece bir an... Sonra dönüp bakmadan işime devam ettim.

 

"Daha ne kadar devam edecek bu İzel?" diye sordu Gece. Sessiz kaldım. Konuştuğum zaman karşılıklı olarak birbirimizi kırmaktan başka bir şey yapmayacağımızı biliyordum. En çok kırılanın ben olacağımı da. Artık kırılabilecek bir parçam kalmamıştı, tamamen un ufaktım.

 

Adım seslerini duydum, bu beni gerdi. Neden arkasını dönüp gitmiyordu ki? Neden umurundaymış gibi davranıyordu? Olmadığını biliyordum. Benim ne hissettiğim onun umurunda değildi, bir robot olmamı bekliyordu benden... Bunu istiyordu.

 

Tam yanıma gelip durduğunda nen makinenin içindeki tostları alıyordum. "Sana beni affetmeni sağlayacak, duyduğunda muhtemelen mutluluktan delireceğin bir şey söyleyeceğim desem yine duymazdan mı gelirdin?" dediğinde duraksadım. Ardından gelecek olan kelimeleri bekledim ama o susmaya devam etti.

 

Mutluluktan delireceğim bir şey mi?

 

Merak çoktan damarlarıma sızıp kanımla kalbimde pompalanmaya başlamıştı, başımı kaldırıp yüzüne bakarken kendime engel olamamıştım. Gözlerim yosun tutmuş demizlerine değdiğinde orada gördüğüm ifade beni şoka uğrattı, o şokla gözlerim irileşti. Gece hiç olmadığı kadar şefkatle bakıyordu yüzüme, gerçekten pişman gibi...

 

Dudakları küçük bir tebessümle kıvrıldı ve "Bende öyle düşünmüştüm." dedi.

 

"Neymiş o?" diye sordum sonunda. Önce dudakları aralandı sonra geri kapandı. Merak yerini umuda bıraktığında korkmaya da başladım aynı zamanda. Umuda güvenmek, demek gözlerin kapalı uçurumun üzerindeki incecik bir ipte yürümek demekti.

 

Sessizliği sürdükçe düşüncelerim yön değiştirmeye başladı. Belki de yalnızca beni kandırıyordu, sırf onunla konuşmam için.

 

"Şu an söylersem önümüzdeki göreve odaklanamazsın diye düşünüyorum, daha doğrusu odaklanamayacağını biliyorum. Sadece bana güven olur mu? O zamana kadar benimle yine konuşma istersen, affetme... Ama görmezden de gelme. Görev biter bitmez, eve adımımızı attığımız an sana söyleyeceğim."

 

Umudun sönüşünü, hayal kırıklığının alev alev yanışını hissettim içimde. Çocuk mu kandırıyordu gerçekten? İlk tepkim burnumdan alaycı bir nefesin dökülmesiyle gülmek oldu.

 

Bakışlarımı yüzünden indirip tost makinesinin fişini çekerken "Senden daha iyi bir yalan beklerdim, beni hayal kırıklığına uğrattın." dedim soğuk bir sesle. Ve tostları koyduğum tabağı alıp yürümeye başladım. Ama daha ikinci adımı atamadan kolumdan tutularak durduruldum. Sertleşen bakışlarım Gece'nin yüzüne tırmanırken içimdeki öfkenin yükselişini çok netti.

 

"Yalan söylemiyorum İzel, yemin ederim. Sevdiğim her şey üzerine yemin ederim seni kandırmaya çalışmıyorum. Tamamen samimiyim."

 

Bakışlarım biraz bile yumuşamadı yosun tutmuş demizlerini araştırırken. Ama orada samimiyetini gördüm. Bunu görmek öfkemi dizginlediğinde "Pekâlâ..." dedim ve kolumu kurtardım elinden. "O gün gelene kadar seninle konuşmamaya devam edeceğim."

 

Rahat bir nefes alırken başını sallayıp "Tamam." dedi. "Sen nasıl istersen." Ardından elimdeki tabaktan bir tane tostu kapıp mutfağın çıkışına yöneldi ve bir ısırık alıp ağzı doluyken "Bugün de dinlen." dedi.

 

Bakın işte bunu gerçekten beklemiyordum. Onun bıraktığı boşluğa bakarken başımı iki yana sallayarak güldüm. Birkaç gün sonra görevimiz vardı ve Gece Hancı bana dinlenmemi söylüyordu. Duy da inanma..."

 

💎🎭

 

Savaş beni almaya geldiğinde Gece oradaydı. Ben arabaya binene kadar bizi izlemişti, gözleri genellikle Savaş'tayken tehlikeli, tehdit dolu bir ifadeye bürünmüştü ama hiçbir şey söylemeden izin vermişti onunla gitmeme. Bu da garipti mesela, bir gecede bu çocuğun başına taş falan mı düşmüştü anlayamıyordum.

 

Araba çalışıp keskin bir U dönüşüyle kapının önünde dönerken "Bu çok garipti." dedi Savaş.

 

Başımı sallayarak onayladım onu. "Bugün gerçekten bir garip Gece..."

 

"Sana benimle ilgili bir şeyler söyledi mi?" diye sordu Savaş bu yorumum üzerine kaşlarını çatarak. Sorusu benim de kaşlarımı çatmama neden oldu. "Ne gibi?"

 

Kırmızı ışığa yanmadan birkaç saniye önce trafik ışıklarını geçti ve boş olan yolda hızını artırırken "Senin odanda kaldığım gece çizdiğim resmini hatırlıyor musun?" diye sordu, kafam daha da karıştı. Başımı sallayarak onayladım onu. "O resimdeki eksin olan ayrıntı ile ilgili bu biraz." dedi.

 

Düşündüm. O resimdeki eksik ayrıntı neydi? Resmi gözlerimin önüne getirmeye çalıştım. Sonra hatırladım. "Dudakları renksiz bırakışın... Bana daha sonra nedenini gösterecektin hatta."

 

Başını bir kez eğerek onayladı beni ve anayoldan çıkıp okula giden yola girdi. Artık evlerin sayısı daha az, orman daha yoğundu.

 

"Neden renksiz bırakmıştın?"

 

Gözleri pür dikkat yola bakıyorken dolgun dudaklarını önce ıslatıp ardından alt dudağını diliyle dişlerinin arasına yuvarladı.

 

"Bu biraz karmaşık bir konu..." dedi önce. Ardından gözlerini bana çevirdi. Okyanuslarında hafif bir endişe varken "Daha uygun bir zamanda anlatmayı, belki de göstermeyi tercih ederim." diye ekledi.

 

Bu sözleri istemsizce güldürmüştü beni ama keyiften ya da samimiyetten uzak bir gülüştü bu. Daha çok kendime gülüyordum. Bugün herkesin beni erteleme günüydü sanırım.

 

Üstelemedim. "Pekâlâ." dedim yalnızca. "Sen öyle istiyorsan..."

 

Yolculuğun sonrası sessizdi. Savaş'ın arada bana dokunan bakışlarını hissetsem de benim gözlerim yola odaklıydı. Okula gelip otoparka girdiğimizde. Çantamı omzuma alıp arabanın kapısına uzandım ama Savaş elime dokununca durmak, ona bakmak zorunda kaldım. Arayış içindeki gözleri yüzümü tararken "Kızdın mı?" diye sordu. Sesinde endişe yakaladım. Başımı iki yana sallarken "Kızmadım." dedim, bu doğruydu.

 

"Ama sessizleştin?" dedi tek kaşını kaldırıp.

 

Ah!

 

Sessizleşmemi kızmama mı yormuştu?

 

Bu gülmeme neden oldu, öyle ki omuzlarım sarsıldı.

 

"Savaş ben kızdığım zaman sessizleşmem, genelde gürültülü olur benim kızışlarım. Sadece... Bu sabah aynı senaryo bana Gece tarafından yaşatıldı. Bu tesadüf garip geldi sadece."

 

Rahat bir nefes aldığını gördüm. Başparmağı elimin üzerini okşamaya başlarken "Peki bugünkü dersimiz saat kaçta?" diye sordu.

 

Ah, doğru ya...

 

"Dün ile aynı..."

 

Kaşları çatılırken "Ama dün daha geç olacağını söylemiştin?" diye sordu. Omuz silkip "Bugünü kurtardım, diğer günler tam da dün bahsettiğim gibi olacak." diye cevap verdim. Başını salladı. Parmağı hâlâ elimin üzerini okşuyordu. "Pekâlâ, seni otoparkta bekliyor olacağım."

 

Elimi usulca elinden çekip arabanın kapısını açarken, "Dünkü yediğimiz şeyden yiyelim yine, ama bu kez iki tane istiyorum..." dedim. Bu onu güldürdü. Güzel gözlerinin içi bile gülüyordu o anda. Arabadan çıkıp kapıyı kapattım ve kollarımı cama yaslayıp "O mor salatadan da istiyorum." diye ekledim. Arkasına yaslanıp dudaklarında bir tebessüm ile yüzümü izlemekle yetindi. Arabadan uzaklaşıp geriye doğru bir adım atmıştım ki aklıma gelen bir ayrıntı ile işaret parmağımı ona doğru kaldırıp, "Bunu sakın Güney'e söyleme, bir de onun diline düşmek istemiyorum." dedim. Attığı kahkaha görülmeye, duyulmaya değerdi ve kalbim tekledi...

 

💎🎭

 

Gün son derece sakin geçiyordu, kafeteryaya gittiğim ya da okulun içinde dolaştığım hiçbir anda Yasemin'e denk gelmemiştim. Hazal, okula geldiğini, sabah onu gördüğünü söylemişti ama hiçbir yerde karşıma çıkmamıştı.

 

Son iki dersim kalmıştı ve araya gireli birkaç dakika olmasına rağmen sınıf çoktan boşalmıştı bile. Elli dakikalık dersin ardından çoğu öğrencinin cigerleri sigara yoksunluğu çekiyordu, haliyle koyun sürüsü gibi hızla sınıfı boşaltıp bahçeye akın ediyorlardı. Sigara içmeyenleri de içenler sürüklüyordu.

 

Bir haftadır kaçırdığım dersleri toparlamakla meşgul olduğum o dakikanın içinde telefonuma gelen mesajla başımı kitaptan kaldırıp telefonumun ekranına baktım. Kayıtlı olmayan bir numaradandı. Yalnızca iki cümle:

 

İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesinin çatısında, seni bekliyorum. Bakalım ne kadar cesaretin var karşıma çıkmaya.

Yasemin!

 

Sadece bir an... Durup karşımdaki duvara baktım. Cesaretin varsa diyordu, bana meydan okuyordu. Pekâlâ, seve seve kabul ediyordum o zaman.

 

Oturduğum yerden kalktım ve telefonumu kotumun arka cebine sıkıştırıp sakin adımlarla önce sınıftan ardından kendi fakültemden çıktım. Hem yan binamız iktisadi ve idari bilimler fakültesiydi. Kapısı ardına kadar açık olan binaya girdiğimde garip bir sessizlik karşıladı beni. Bir planın ya da tuzağın ortasına kendi ayaklarımla gittiğim hissine kapıldım ama bu beni durdurmadı. Asansör kabinine girip çatının tuşuna bastığımda hızla yukarı doğru kaymaya başladı asansör. Gergin değildim ya da korkmuyordum. Gayet rahattım. Yasemin Koçer ile baş edebileceğimin farkındalığı benimleydi. Tüm algılarım açık, dikkatim üzerimde... İzem Hancı benimleydi.

 

Asansör durduğunda ve kapılar kayarak açıldığında önce serin bir hava esti yüzüme on iki katlı bir binada bu gayet normaldi sanırım. Simsiyah parke ile döşenmiş zemine adım attığım an gördüm onu. Tam kenarda durmuş manzarayı seyrediyordu. Kabinden çıktığımda kapılar kayarak kapandı.

 

"Normalde de insanlar gözüme hep böyle görünür." diye girdi söze. "Yerdeyken bile... Küçücük, değersiz, üzerine basıp geçebileceğim bir karınca, bir hamam böceği gibi."

 

Omzunun üzerinden başını çevirip bana baktı. Tam anlamıyla ifadesizdi yüzü. "Ama şimdi bir de buradan bakınca... Ne kadar haklı olduğumu anladım."

 

Ayaklarım ona doğru yürürken bir an bile tereddüt etmedi.

 

"Ne istiyorsun Yasemin?" diye sordum. Sertçe esen bir rüzgâr önce Yasemin'in sonra da benim saçlarımı uçuşturdu. İnce gömleğimden içeri sızıp tenime çarptı. Yerdeyken soğukluğu hissedilmese de bu kadar yüksekte olunca işin rengi değişiyordu.

 

Sorumu tamamen duymazdan geldi. Önce kendi sözlerini bitirmek istiyor gibi bir hali vardı. "Doğruydu..." dedi başını yeniden önüne çevirip aşağı bakarken. Buraya kimsenin çıkmayacağını düşündüklerinden olsa gerek ne bir korkuluk ne bir tümsek, hiçbir şey yoktu. Aramızda birkaç adım kala durup "Ne doğruydu?" diye sordum. Kollarım gögsümde bağlanmıştı.

 

"Dün Güney'in söyledikleri... Seviştiğim kişi Güney'di ama ben hep Savaş'ı hayal ettim."

 

Dilimi ısırmak zorunda hissettim kendimi. Dünkü o yakıcı his, şu an kavurmaya başlamıştı beni. Kıskançlık çok yoğun çarpmıştı.

 

"Bir zavallı olduğunu kabul ediyorsun yani?"

 

Sesim hissettiğim duygunun yoğunluğu yüzünden bir hayli sert çıkmıştı. Ona doğru biraz daha yaklaştım ve tam yanında durup onun gibi önümüzde uzanan manzaraya baktım. Ormanın bittiği yerden şehir başlıyor ve uçsuz bucaksızmış gibi önümüzde uzanıyordu. Gözlerim aşağı kaydı. Bina boyunca uzun bir yüzme havuzu vardı, olimpik bir havuzdu. Ve bazı öğrenciler çimlerin üzerinde otururken bazıları havuzun kenarında toplanmıştı. Tam da bahsettiği gibi, küçücük görünüyorlardı, önemsiz bir ayrıntı gibi.

 

"Güney o konuda da doğruyu söylüyordu yani?"

 

Derin bir nefes aldı ve bir süre sessiz kaldı. Konusmaya başladığındaysa benim ne söylediğimin zerre önemi yokmuş gibi, konuşmayı kendi istediği yöne çekmişti. "Söylesene nasıl bir duygu?" diye sordu bu kez.

 

Gözlerimi devirdim. Aşağıda bir hareketlenme olmaya başlamıştı. İnsanlar ayaklanmış ve bir araya toplanıp küçük bir grup oluşturmuşlardı. Varlığımız onlar tarafından fark edilmişti ve şimdi hepsi başını kaldırmış buraya bakıyordu.

 

"Ne nasıl bir duygu Yasemin?" diye sordum bu kez sıkılmış bir sesle. Bu konuşmaları kesse, doğrudan sadede gelse ve ne istediğini söylese ya da ne yapacaksa yapsa ne iyi olurdu. Sabırsız bir insan için bu konuşmalar cidden yorucuydu.

 

"Savaş'ı öpmek... Ona dokunmak... Onunla uyumak... Onunla uyanmak... Kollarında olmak... Nasıl bir duygu? Hayal ediyorum ama gerçeğinin hayal gibi olmayacağını da biliyorum."

 

Dalga mı geçiyordu benimle. Gözlerim aşağıdaki gruptan ayrıldı ve Yasemin'in yüzüne kaydı. Bir erkek için kavga eden bir kız olmayı hiç istemiyordum. Seçilen taraf olup bununla övünmeyi... Ama şu an hissettiklerim bunun çok dışındaydı. Yüzündeki ifade dilinin sorduğu tüm sorunun cevabını aslında öğrenmek istemediğini bas bas bağırıyordu.

 

"Senin asla tadamayacağın bir his... Eşsiz... Tarif edilemeyecek kadar muazzam."

 

Yüz ifadesi serleşti. Aşağı bakan kahvelerinin karardığını net bir şekilde gördüm. Birkaç derin nefes aldıktan sonra başını kaldırıp yüzünü hızla bana çevirdi. Şimdi dudakları keyifli bir gülümseme ile kıvrılmışken gözlerine dün gördüğüm zafer ışık tutuyordu.

 

"Sen de bir daha tadamayacaksın o duyguları." dedi. Sesinden buram buram kibir akıyordu. Gözleri benden sıyrıldı ve arkamızda kalan noktaya döndü. Bakmayı istemesem de görmek zorunda olduğumdan başımı çevirip baktım baktığı noktaya. Dört tane iri kıyım adam asansörün içinden çıkıyordu tam o sırada.

 

Ne yapmayı düşünüyordu bu kız? Ya da ne yaptırmayı...

 

"Bina tamamen boşaltıldı. Savaş'ın ya da o yanındaki Gece denen adamın buraya gelip seni kurtarabileceğini düşünüyorsan, gelemeyecekler. Tüm kapılar kilitlendi ve yüksek voltajda elektrikle korunuyorlar. Üstelik bu elektrik okulun santraline değil, güneş panellerine bağlı olduğu için kesilmesi mümkün değil. Burada tamamen yalnızsın İzem Hancı, seni kurtaracak kimse yok. Okulu istediğin kadar satın alabilirsin ama güç ve itibarı satın alamazsın. Benim karşımda sen de diğer insanlardan farklı değilsin, ezilmeye mahkûm bir hamam böceğisin, ve ben seni birazdan seve seve ezeceğim."

 

Beni kapanına aldığını sanıyordu, oraya sıkıştığımı. Ama bilmiyordu ki benim hayatım o kapanların arasında savrulmakla geçmişti.

 

Gözlerim bir kez daha adamlara kaydı. Gerçekten iriydiler, en kısasının bir doksan olduğuna yemin edebilirdim. Sakalları dövmeleri ve piercingleri ile son derece korkunç görünüyorlardı.

 

"Bana ne yapacaklar?" diye sordum. Bir an olsun gözlerimi onlardan ayırmadan.

 

"Bilmem..." dedi Yasemin, "Seçim tamamen onlara ait, canları ne isterse... Önümüzde uzun bir gün ve uzun bir gece var. İnan bana yapacak çok şey bulacaklardır."

 

Birkaç saniyemi sessizliğe yatırdım. Sahibinden komut bekleyen köpeklere benziyordu adamlar tam şu an.

 

Sonra derin bir nefes aldım ve ben bir soru sordum Yasemin'e.

 

"Hani dün İzel ve İzem arasında nasıl bir fark var diye sordun ya, öğrenmek ister misin?"

 

Keyifli bir sesle "Nasıl bir fark varmış?" diye sordu. Gözlerimi adamlardan çekip Yasemin'in yüzüne baktım. Rüzgâr saçlarını yüzünün çevresinde dans ettiriyordu.

 

"Dedin ya seni kurtaracak kimse yok diye, kurtarılmaya ihtiyaç duyan bir prenses izlenimi verdiysem bu benim hatam. Çünkü ne İzel ne de İzem kurtarılmayı bekleyerek kaderine razı gelmez. İzel, buradan kendi çabasıyla kurtulur, en iyi bildiği yolu seçer ve buradan aşağı tek başına havuza atlayarak kaçardı. Ama İzem... İşte o bunu tek başına yapmazdı. İzel, yanında götüreceği kişi kim olursa olsun zarar görmesi ihtimalini göze alamaz, ama İzem, o kişiyi kendi elleriyle bile öldürür."

 

Ve daha Yasemin sözlerimin altında yatan anlamı anlayamadan, düşeceği yerin havuz olup olmayacağını bir an bile umursamadan onu sırtından aşağı ittim. Boşluğa doğru savrulurken kahverengi gözleri irileşti ardından dudaklarından kopan çığlık havada yankılandı. Gözlerim doğrudan manzaradaydı.

 

Adamların şaşkınlık dolu nidalarıyla birlikte bana doğru koşan ayak seslerini duyduğumda yönümü onlara dönüp iki elimin orta parmağıyla hareket çektim ve kendimi de Yasemin'in hemen ardından boşluğa doğru bıraktım.

 

Yasemin Koçer çok yanılıyordu. Paranın kendisi zaten bizzat güç ve itibar demekti. Paranın satın alamayacağı şeyse cesaretti.

 

YAZAR: SANİYE SOLAK

 

Bölümü nasıl buldunuz?

 

Bir sonraki bölüme kadar kendinize iyi bakın sağlıcakla kalın💙

 

Seviliyorsunuz💙

Loading...
0%