Yeni Üyelik
4.
Bölüm

3| Yanılgının İlk Temeli̇

@saniyesolak

Sellam❤️

Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın olur muuu🥲

Keyifli okumalar✨❤️

💎🎭

İZEL İZEM HANCI’DAN:


Bakışlar dokunabilir miydi? O dokunuşu siz hissedebilir miydiniz? Arkamda gözüm yoktu ve olan gözlerimle önümdeki listeden adımı bulmaya çalışıyordum ama hissediyordum. Arkamdaydı ve benimle birlikte o da listeye bakıyordu. Kendi adım yerine onunkini buldum önce.

Savaş Kalkavan.

Soyadı Kalkavan'dı. Bu soyadı daha önce de duymuştum; birçok kez... Ve eğer düşüncelerim beni yanıltmıyorsa o Metin Kalkavan'ın oğluydu. Adamı hiç görmemiştim ama babamdan birçok kez adını duymuştum. Pek iyi andığı söylenemezdi. Beslediği nefreti her seferinde dile getirirdi.

Gözüm bir an arkamda duran Savaş'a kaydı. O babamın nefret ettiği adamlardan birinin oğluydu. Babamın güçlü rakiplerinden birinin, babamdan korkmayan birinin... Gözlerim kısılırken aklımda dolanan tilkiler beni bile şoka sürükleyecek cinstendi.

Yeniden listeyi taradım ve sonunda Savaş'ın adının beş sıra altında buldum. Adımın yanında parantez içinde yazan 'burslu' kelimesi de gözümden kaçmamıştı. Tanrım, bundan daha fazla bir insan sınıflara ayrılabilir miydi? Bu ayrımcılığın kaçıncı seviyesiydi?

Dudaklarımdan alaylı bir 'hıh' sesi çıktı. Ders ortak bir dersti ve kalabalık bir listeden adınızı bulmak ölüm gibiyken adınızın yanında sizi diğerlerinden ayıran, normal insanlar arasında mükemmel bir ayrıcalık olacakken bu okulda hakaret niteliği taşıyan 'burslu' yazısını görmek sırattan sonra cehenneme adım atmaktan farksızdı. İmzamı atarken Savaş'ın fısıltısını duydum.

"İzel Hancı... Hancı!"

Eğildiğim masanın üzerinden doğrulup ona döndüğümde gözleri kısıktı. Aklından neyin geçtiğini çok iyi biliyordum.

"Sen Kahraman Hancı'nın kızısın!"

Dehşet içinde kalmış gibi bir hali vardı. Kahraman Hancı'nın kızını gören kimse yoktu. Daha doğrusu benim onun kızı olduğumu bilen kimse yoktu. Bilinen şey Kahraman Hancı'nın kızının sır gibi saklandığıydı.

Çok önemli bir şeyi saklamak istediğinizde onu kamufle edip ortada bırakırsanız, en derin kasaya bile saklamanızdan daha güvende olurdu o şey. İnsanlar önemli şeylerini önemli yerlerde saklarlardı. Ve o şeyi bulmak isteyenler de o önemli yerleri hedef alırdı. Kimse ortalıkta duran bir şeyin önemli olduğunu düşünmezdi. Buna sebep olan şeyin madenler olduğunu düşünüyordum. En değerli şeyler en zor bulunan yerlerde olur, çıkarmak için türlü zahmetlere girmenizi gerektirirdi. Kimse sahil kenarında bulunan sıradan bir parlak taşın gerçek bir elmas olacağını düşünmezdi. En fazla alır taş koleksiyonunun içine koyar ya da bir kolye yapardı; onu satıp milyon dolarlar kazanabileceği aklının ucundan bile geçmeden...

Onun mavilerine bakarken soyadım her duyulduğunda aldığım etkiye verdiğim tepkiyi üzerime giydim ve güldüm.

"Bir gün o kızı bulup, yok edip gerçekten yerine geçeceğim."

Sözlerimle kaşları çatıldı. Ama ona açıklamadan yanından geçip en alttan yukarıya doğru mükemmel bir oranla dizilmiş krem rengi sıraların arasından geçip ortadaki sıranın en arkasına geçtim. Ona açıklama yaptığımda neler olduğunu görmüştüm. Aklım yine o anlara kaydı.


"Niye yaptığını anlamadığım bir şekilde yalan söylüyorsun. Dün bana yardımlarımdan dolayı teşekkür etmekte zorlanan adını söylemek için bile güvenmeyen o kız bugün gelmiş bana açıklama yapıyor. Hiç mantıklı değil İzel!"

Gözlerim kısılırken yüzüne bakmaya devam ettim. İçimdense atladığım bu minik ayrıntıya küfrediyordum.

Lanet!

Boğazımı temizleyip gözlerimi birkaç saniye etrafta gezdirdim ve bakışlarım yeniden onu buldu. Gözlerini değil... Gözlerinin koyu mavilerine bakarsam sekteye uğrar, istediğim etkiyi alamazmışım gibi geliyordu. Bu yüzden saç uçlarından başlayıp gözlerini es geçerek ayaklarına kadar onu süzerken, gözlerimde alaycı bir ifadenin yapış yapış dokusunu hissediyordum.

O doku geçip, alay gözlerimde katılaştığında, bakışlarım işte o zaman koyu mavilerini buldu. Dudaklarım da gözlerimdeki alaydan nasibini alarak kıvrılmıştı.

"Kimsin sen?" diye sordum dökülürken dudaklarımdaki alayla ıslanan ses tonuyla. "Sen kimsin ki ben sana yalan söyleyeceğim? Adam yerine koyup bir şeyleri açıklıyorum ama fark ediyorum ki bunu yapmam hata ve ben dünkü tepkimde çok haklıyım."

Gözlerindeki değişime anbean şahit oldum ama değişikliklerin anlamını çözmekle yormadım hiç kendimi. Onu ardında bırakıp okula doğru yürüdüm. Bir süre sonra peşimden gelmeye başladığını sezdiğimde bile dönüp bakmadım.

Takibi sınıfa kadar sürdüğünde şaşkınlığın kozasındaydım ve listede adını gördüğümde o kozayı yırtmıştım. Bu nasıl bir tesadüftü bilmiyorum ama bir şekilde aynı derse düşmüştük. Ortak dersin hangi bölümle veya kaçıncı sınıfla olduğu konusunda ise bir fikrim yoktu.

Gözlerim ister istemez onu takip etti. Bakışları bendeyken bu tarafa doğru geliyordu. Kaşlarım çatıldı. Tanrı aşkına bu neydi? Niye kafayı bana takmış gibi yanıma doğru geliyordu?

O gözlerini çekmeyince ben de çekmedim. Uzun bir bakışma eşliğinde o benim hemen yan tarafımdaki sıranın benden tarafına oturdu. Aramızda sadece bir metre kadarlık bir mesafe vardı şimdi. Ve bakışlarımız sıkı bir halat çekme yarışındaymışçasına tutunmuştu birbirine, ikisi de birbirinden inatçıydı.

En sonunda bakışlarımı çeken ben oldum. Hayır utandığımdan ya da sıkıldığımdan değil... İnatçı bir kişiliğim vardı ayrıca hırslı biriydim. Bir yarışa girmişsem mutlaka kazanmam gerekirdi. Çekmiştim çünkü çekmek zorunda bırakılmıştım.

"İzel Hancı!"

Tam olarak bu iki kelime bitirmişti yarışı. Hiç tanımadığım bir ses tonundan dökülen adım...

Halinden memnun gözlerim sessizce ama hızlı bir şekilde çekildi okyanusun en derin köşesinden ve adımı zikreden sese döndüm.

Açık kahverengi dalgalı saçları omuzlardan aşağıya beline kadar dökülen, yüzündeki makyajın fazlalığını aradaki bu mesafeden bile seçebildiğim, kırk derecelik açıyla eğilse bile altında ne var ne yoksa görünecek kısalıkta beyaz pileli bir etek giymiş, üzerine sütyen niyetine sayılabilecek toz pembe bir büstiyer seçmiş, ayağında ise büstiyeri ile aynı renkte kalın tabanlı bir spor ayakkabı ile masanın yanında duran ve daha ilk anda dikkati üzerine çekmeyi başarabilecek bir auraya sahip olduğunu ilk bakışta fark ettiğim bir kız gördüm orada.

Sorun giydikleri vesaire falan değildi. Bunu sağlayan baştan sonra kızın kendisiydi. En çok da gözlerindeki ezici, küçük büyük her dağı ben yarattım havasında olan bakışları. Kahverengi gözleri derin göz makyajı ile, olması gerektiğinden daha etkileyici duruyordu.

Hayır benim olmayan makyajım ya da sıradan siyah şortum ve siyah kalın askılı tişörtüm, özgüvenimi sömürmüyordu. Zaten olmak istediğim gibiydim. Sade ve dikkatleri üzerine çekmeyen.

Ama atladığım, daha doğrusu aklımın ucuna bile gelmeyecek bir ayrıntı vardı. Adımın yanında yazan 'burslu' kelimesi...

Böyle bir okulda bu kelime bir lanet gibiydi. Ve şimdi bana ezici gözlerle bakan bu kızın kim olduğunu bilmesem de ne olduğunu tahmin etmekte hiç zorlanmıyordum. O, her okulda bulunan popüler ve öğrencileri ezmeye yemin etmiş o kızdı.

O an bu klişeyi yaşamamak için bildiğim tüm duaları okumaya başladım. Hayır... Hayır kesinlikle onunla baş edemeyeceğim için falan değil, ya da ondan korktuğum için. Benim bu hayatta baş edemediğim tek bir kişi vardı, onunla da elindeki kartlar fazla güçlü diye edemiyordum. O kartlar eninde sonunda değişecek ve benim de elim güçlenecekti. İşte o zaman baş edemediğim kimse kalmayacaktı.

Sır gibi sakladığım gerçeğe bel bağlamaktan korkuyordum ben. Kim olduğumun öğrenilmesinden... Biliyordum ki yeri geldiğinde bana verilen ve inatla reddettiğim o gücü kullanmaktan çekinmezdim. Ben o gücü kullandığındaysa değil bu okuldaki bu ülkedeki herkes ayaklarıma kapanırdı. Ama insanların sahte samimiyetleri midemde bir ekşimeye neden oluyordu ve sonrasında gelen rahatsız edici bir bulantıya...

Karşımdaki kızın bakışları önce tüm sınıfta dolandı. Herkesi hızlıca taradı ve en sonunda beni buldu. Bulduğu ilk anda gözleri kısıldı, bakışları yeniden listeyi taradı ve tekrar bana döndü. Bu kez gözleri parlıyordu. Tıpkı uzun bir süre aç kalıp sonra kendine etli bir ceylan bulmuş bir aslan gibi. O avcıydı ve ben avdım sanki. Bunu bakışları ile hissettirdi bana. Bakışları... Nasıl tasvir etsem bilmiyorum ama psikopat bir kişilikmiş gibi bakıyordu.

Elinde tuttuğu küçük kol çantasını, o an fark ettiğim uzun boylu, kalıplı kumral bir çocuğa verdi. Çocuk çantayı aldığında bakışları bana ulaşmıştı. Mavi gözlerinde onun da bir parlama gördüm ve dudaklarında bir kıvrılma... Gülümseme değildi, pek çok anlamlara gebe bir kıvrılmaydı. Benim pek hoşuma gitmeyen anlamlardı bunlar.

Eli boşalan kız bir manken edasıyla bana doğru yürümeye başladığında yan tarafımda bir hareketlenme hissettim ve ilk andan beri o kızın gözlerinden ayrılmayan gözlerim yan tarafımı buldu. Savaş ayağa kalkmış ve sırasından çıkmıştı. Onunla gözlerimiz birleşti. O an ben o mavilerde endişenin kirli kırıntılarını gördüğüme yemin edebilirdim.

Ondan ayırdım gözlerimi bu kez kendi irademle. Çünkü muhtemelen birazdan yine kesilecekti birileri tarafından girdiğimiz yarış. Yeniden bana yaklaşmak üzere olan kızı buldu gözlerim ve dirseklerimi yasladığım masadan ayrılıp arkama yaslandım, kollarımı göğsümde bağladım. Bakışlarındaki ifade öyle eziciydi ki yerimde başka biri olsa kendisini böcek gibi hissederdi. Ama ben hissetmedim. Aksine bakışlarına aynı ifadelerle karşılık verdim.

Koridordaki belirli aralıklarla konulmuş basamaklardan sonuncuyu da çıktığında bakışları bir anlığına yanımda dikilen Savaş'a kaydı ama çok durmadı, saniyeler sonra yeniden bendeydi. Tepeden tırnağa incelenirken gözlerimi bir an olsun çekmedim gözlerinden. O üstünlük kurmaya çalışırken bakışlarımı kaçırmak demek, üstünlüğünü kabul etmek demekti ve ben onun benim üzerimde kurduğu üstünlüğü kabul etmiyordum. Kendimi bu klişeye kurban etmeyecektim.

İncelemesi bitmiş olduğunda yüzündeki kendinden emin gülümseme daha da büyüdü. Gülümseme dediğime bakmayın. Gülümseme deyince kulağa yumuşak geliyordu, onunki tehlike kokuyordu. Karşımdaki kızın içinde bir yerlerde psikopat bir kişilik olduğuna yemin edebilirdim. Bu bakışların ve gülümsemenin başka bir açıklaması olamazdı.

"Okulumuza hoş geldin yeni kız."

Ne duymayı bekliyordum bilmiyorum ama kesinlikle bir 'hoş geldin' beklemediğim kesindi.

Cevap vermedim. Gözlerim kısılırken amacını anlamaya çalışıyordum.

Gözleri yine Savaş'a çekildi. Savaş hala yanımda duruyordu. Neden orda öylece duruyordu? Hazır kız bana bakmıyorken birkaç saniyeliğine kaçamak bir bakışla bende Savaşa baktım. Uyarı doluydu mavileri. Bana karşı değil karşısındaki kıza karşıydı.

Sonra kızın eli havalandı ve işaret parmağı Savaş ile beni işaret etti.

"Siz tanışıyor musunuz?"

Tehlikeli tınının arasına serpiştirilen merakı net bir şekilde hissedebildim. Bu kez yanıtsız bırakmadım onu. Cevabı belli ki Savaş'tan bekliyordu ama ben verdim.

"Hayır!"

Çünkü cevabı Savaş'a bıraksaydım içimden bir ses "Evet!" diyeceğini söylüyordu. Boş yere kalkmamıştı ayağa ya da karşısındaki kıza bakarken gözlerine çöreklenip tortularını bırakan o uyarı boş yere değildi. Neden olduğunu, hangi sıfatla bunu yaptığını bilmediğim bir şekilde koruma iç güdüsüyle yapıyordu.

Dün bir bugün ikiydi. Bu ne demek oluyordu? Şu kızı başımdan defettikten sonra onunla bunu konuşmayı zihnimin ön sıralarına not ettim.

Başını aşağı yukarı salladı kız ve odağını bana çevirdi. Kurmaya çalıştığı üstünlük o kadar belliydi ki biraz daha zorlasa elle tutulacak kıvama gelecekti. Muhtemelen o kıvama gelememesinin nedeni bakışlarımdı.

"Ben Yasemin. Yasemin Koçer... Bu okulun sahibinin kızıyım. Ünümü başka ağızlardan duymak seni ürkütmesin diye bizzat tanışmaya karar verdim."

Yüzündeki gülümseme asla sevimli bir hal almıyor ses tonu daha az tehlikeli çıkmıyordu. Tüm güzelliğine rağmen gözleri fazla psikopatça bakıyordu.

Başta karşılık vermemeyi düşünsem de başımdan gitmesi adına ayağa kalktım ve "İzel Han..." diye girdim söze. Fakat lafım kesildi.

"Biliyorum biliyorum. Aşağıda da söyledim ya. İzel Hancı'sın. Okulumuza yeni gelen burslu kızsın. Seninle çok eğleneceğimizden emin olabilirsin. Diğerleri zaten sıkmaya başlamıştı."

Son cümlesinde; bahsettiği şey onu hayal kırıklığına uğratan bir şeymiş gibi gülümsemesini silmiş ve dudaklarını sarkıtmıştı.

Kelimeleri, sesi, bakışları... Tam da bahsettiğim gibi bir klişenin beni beklediğini söylüyordu. Karşımdaki kız o klişenin duvarlarını örmeye başlamıştı bile. Ama ben İzel Hancı'ydım. Daha da önemlisi İzem Hancı'ydım. O duvarları yerle bir edip bu kızı o kibir tuğlalarının altında ezmeyi de pekâlâ bilirdim.

O an ilk kez konuştu Savaş. Sözleri bana değil karşımdaki Yasemin'eydi.

"Bunu yapmayacaksın Yasemin."

Ses tonu kendinden emin kalın ve toktu. Uyarılar virüs gibi ses tonuna bulaşmış kelimelerle karşısındaki kıza taşınıyordu. Gözlerim ikisinin arasında gidip gelirken o virüsün Yasemin'i hiç etkilemediğini fark ettim. Bağışıklık kazanalı çok olmuş gibiydi.

Bir adım attı ve Savaş'ın dibine girip özel alanını talan etti. Sağ elini kaldırdı ve sanki Savaş'ın siyah tişörtünün omuz kısmı tozlanmış gibi orayı hafifçe silkeledi. Gözleri bunu yaparken omzundaydı, parmakları hareket etmeyi kestiğinde mavilerine çıktı ama elini omzundan çekmedi.

"Elbette yapacağım Savaş. Hep yaparım ve sen hep karşı çıkarsın, ama sonunda kazanan yine ben olurum. Aynı klişeyi bir kez daha yaşamayalım. Çünkü senin bu boş çabaların sıktı."

Sözlerini desteklercesine gözlerini iki saniye daha kırpmadan mavilerde tuttu ve arkasını dönüp sevgilisinin yanına benim sol tarafımdaki sıraların en ön kısmına oturdu.

Az önce ne olduğunu soracak olursanız... Bende tam olarak anlamış değildim. Hiç tanımadığım bir kız bana resmen savaş açıyordu ve yine hiç tanımadığım bir adam beni koruma iç güdüsüyle doluyordu. Garipti... Söz konusu benken garip olmaması tuhaf olurdu zaten.

Yanılgının ilk temeli o an atıldı. Tanımadığım bu kızı ciddiye almadığım; gücünü, kafasının içinde dönenleri, yapabileceklerinin sınırını hafife aldığım o an...

💎🎭


Derin nefesler eşliğinde hızımızı yavaşlatıp durduğumuzda, tek bir adım atmaya bile dermanım kalmamıştı. Öne eğilip ellerimi dizlerime yaslarken nefesimi de düzene sokmaya çalışıyordum aynı zamanda. Gözlerim yanımdaki Damla'ya kaydığında onun benden daha fena durumda olduğunu gördüm. Kendisini yürüyüş yoluna atmış boylu boyunca uzanıyordu. Kapalı gözleri ve aldığı derin nefesler bir an endişeyi rüzgâr gibi üzerime uçursa da "Gece'yi öldürmeliyiz." demesiyle gayet iyi olduğunu anladım.

Gece'yi öldürme fikri ağrıyan ciğerlerimle her saniye daha da aklıma yatmıyor değildi. Normalde her gün kırk dakika koşardık ama o bugün tam olarak bir saate tamamlatmış bundan sonra da böyle olacağını söylemişti. Maksat dayanıklılığımız artsın hızımızdan bir şey kaybetmeyelimmiş.

Hayır zor olan koşmak değildi. Kendisi bizi arkamızdan arabayla takip etmiş, etmekle kalmamış bildiğin kovalamıştı. Yavaşladığımız anda kornaya basarak uyarıp arabanın hızını artırıyordu. Size de otomatik olarak hızlanmak düşüyordu.

Hiç koşmayın dediğinizi duyar gibiyim. Öyle bir seçeneğe ne yazık ki sahip değildik. Her zaman değil ama söz konusu görevler ve dahilindeki şeyler olduğunda -ki eğitimler de buna dahildi- Gece ne derse onu yapmak zorundaydık. Yapmamanın bedeli ağır oluyordu. Benim için sorun yoktu ben alışmıştım ama Damla için büyük sorundu ve onun için bende katlanmak zorundaydım.

Hemen arkamızda arabayı durdurmuş olan Gece, sonunda lütfedip arabadan indiğinde yüzünde, bizimle gururlanmak ve alay etmek arasındaki ince çizgide salsa yapan bir ifadeyle bize doğru geldi.

Tam olarak alay etmese bile o çizgide oyalanması bile sinirlerimin yerinden oynaması için yeterli bir nedendi.

"Çok eğleniyorsun öyle değil mi?"

Sesimin sert çıkmasına engel olmak gibi bir çabam yoktu. Ağzını yüzünü dağıtmak istiyordum ama onunla kavga etmeye girişsem, karşılık vermekte çekinmeyeceğini biliyordum.

Yüzündeki gülümseme büyürken "Çok!" dedi. Ses tonu da bunu destekler nitelikteydi.

Bakışlarımı ondan çektim ve doğrulup yere oturdum. Yanımıza geldiğinde ancak fark edebildim elindeki iki su şişesini. Birini bana birini Damla'ya uzattı. Damla kılını bile kıpırdatmadan ona bakarken ben şişeyi aldım ve tek dikişte hepsini bitirdim. Nefeslerim sonunda normal seyrini yakalamaya çok yakınken "Orospu çocuğunun tekisin." dedim.

Damla'nın şişeyi almayacağından emin olmuş olacak ki uzatmaktan vazgeçip yanımıza oturdu ve sözlerime omuz silkti.

"Beni zengin kocası için yetimhaneye bırakan bir anneye sahibim. Kendisinin orospu olduğuna hiç şüphem yok."

Sözlerinden sonra söyleyecek bir şeyim kalmamıştı. Önüme dönüp tam anlamıyla kendime gelmeye çalıştım.

"Eee anlatın bakalım ilk gününüz nasıl geçti yeni okulunuzda?"

Sorusuyla şok olmuş bir şekilde ona baktım tekrardan. Bizim okul anılarımız Gece'nin gündemine son sıradan bile giremezdi.

"Bana gerek kalmadan kafana falan mı geçirdiler senin?"

Damla'nın sorusuyla bakışları bana döndü. Yosunlu bir denize benzeyen ela gözlerindeki ifadeden, aslında konunun bizim okulumuzun nasıl geçtiği olmadığını, altından başka şeyler yumurtlayacağını net bir şekilde anlamıştım.

"Dökül!"

Dudaklarımdan çıkan tek bir sözcükle alnına inmiş birkaç tutam saçı geriye itip "Minik bir ayrıntı var." dedi. Gözleri hala bendeyken "Senin okulunla ilgili, daha doğrusu okulundaki birileri ile..." diye ekledi.

Bir cevap vermeden ona soran gözlerle bakmaya devam ettiğimde "Kalkavan soyadı sana tanıdık geliyor mu?" diye sordu.

Ah! Pekâlâ şimdi derdini anlamıştım. Konu Savaş Kalkavan'dı. Tahminimde haklıydım. O Metin Kalkavan'ın oğluydu.

Söyleyeceklerini merak ederek başımla onayladım onu.

"Kahraman Hancı ilk başta senin kimliğini gizlemene karşı çıksa da şu an destekliyor. Çünkü okulunda iki tane Kalkavan var. Özellikle onlara karşı dikkatli olmalı, kim olduğunu belli etmemelisin İzel."

Söylediklerinden aklıma takılan şey sadece 'Kahraman Hancı ilk başta senin kimliğini gizlemene karşı çıksa da şu an destekliyor' kısmı oldu. Yıllarca kimliğin onun yüzünden saklanmıştı. Şimdi ben kendim bunu istediğimde de saklamama karşı çıkmış ortaya çıkmamı istemişti. Ve şimdi bir şey olmuştu... O bu kararımı destekliyordu. Kim olduğumu ortaya dökme fikrine şu an o kadar yakındım ki. İnadına benimle inatlaşmışken şimdi beni desteklediğini söylemesi... Ah! Yemin ederim bu adama katlanamıyordum.

"Onun ne düşündüğü ya da istediği umurumda bile değil Gece. Ben nasıl istiyorsam öyle olacak, o değil. Artık değil..."

Bir şey söylemesini beklemeden yerimden kalktım ve sisini bırakan bir sis bombası misali, içime atılan öfke beni nefessiz bırakırken Gece'yi ve Damla'yı arkamda bırakıp yeniden koşmaya başladım. Bu koşudan zararlı çıkan bacaklarım olacaktı ama en azından ruhum biraz ferahlayacaktı. Benim için ruhum her şeyden önemliydi. Ruhum bir kuklaydı ve özgür olduğu anlar çok kısıtlıydı. O kısıtlı anları acı düşüncelerle ona zehretmeye hakkım yoktu.


🎭💎


Okulumdaki ilk bir haftamı bugün dolduruyordum ve beklediğimin aksine, ya da ilk günkü vakanın aksine, sakin bir hafta olmuştu. Derslere girmiş çıkmış, insanların ezici bakışları altında geçirmiştim bir haftamı. Birkaç kez Yasemin Koçer'in değişik bakışlarını üzerimde hissetmiştim ama bulaşmamış ona her baktığımda sevimli olduğunu düşündüğü ama benim psikopatça olarak adlandırabileceğim bir gülümseme ile bana el sallamıştı.

Ve Savaş Kalkavan...

Bu bir hafta içerisinde onu bir daha görmemiştim. Gece'nin söyledikleri aklımın her köşesinde gezerken istemsizce bakışlarım onu aramıştı. Kimliğimi açıklamak pek mantıklı bir hareket olmazdı ama Savaş ile arkadaş olmak kesinlikle mantıklı bir hamleydi. Ama o yoktu.

Ne demişti Gece?

"Okulunda iki tane Kalkavan var."

Biri Savaş'tı. Peki diğeri kimdi?

Okuldaki kimseyle tek bir muhabbet içerisine girmediğim için bunu da öğrenememiştim ve Gece'ye de soramıyordum. Eğer Gece'ye sorarsam altından farklı anlamlar çıkarırdı ve çıkardığı anlamlar onu benim düşünceme götürürdü.

Otobüs durduğunda yerimden yavaşça kalktım. Kaslarımın hafif hafif ağrısını hissediyordum. Hafif dediğime bakmayın. Ben alışık olduğum için çok hissetmiyordum, ama yerimde bir başkası olsaydı çoktan hastanelik olmuş yataklara düşmüş olurdu. Her gün okul çıkışı en az iki saat bizi çalıştırıyordu. Ve bu sıkılığın tek bir anlamı vardı: gelecek olan görev ya da görevler zorlu geçecekti.

Bir hafta boyunca okulun önünde aynı kızla iniyorduk. Onunla da konuşmamıştık. İkimizin de buna pek hevesli olmadığı aşikardı. Her günün aksine onu bugün dağılmış bir vaziyette gördüm. Ağlamaktan gözleri şiş ve kıpkırmızıydı. Anlık bir bakışmadan bile fark edebiliyordum bunu. Doğal olduğu belli olan kızıl saçları her günün aksine dağınıktı.

Üzerindeki tişörtteki etiketi fark ettim. Yeni almış ve etiketini çıkarmayı unutmuştu.

Yavaş ve sarsak adımlarla önümde ilerlerken aslında ayakta bile duracak halinin olmadığını görmemek imkansızdı.

Gözlerim kısılırken adımlarımı hızlandırdım ve adını bile bilmediğimden "Hey!" diyerek ona seslenmeye çalıştım. Duymadı. Normalde bu tarz durumlar pek umurumda olmazdı, insanlarla ya da yaşadıklarıyla ilgilenmezdim ama o an... O an merakım ağır gelmiş, içimden serin bir rüzgâr esip ruhuma ulaşmış ve o kıza kulak vermemi fısıldamıştı.

Yanına ulaştığımda yeniden "Hey!" diyerek kolunu tuttum ama o beklemediğim bir tepki verip irkildi ve "Dokunma bana!" diye bağırdı. Aslında bağıramadı. Sesi çıkmamıştı.

Nesi vardı böyle?

"Sakin ol!" diyebildim verdiği tepkiye. Bir an beni inceledi. Dokunsam ağlayacak gibi duran halleri içimde bir yerlere dokunmadı dersem yalan söylemiş olurdum.

"Sen iyi misin?" diye sordum kısık gözlerimle onu incelerken. Sarıya çalan kahverengi gözlerine kan oturmuştu neredeyse ağlamaktan.

Otomatik bir hareketle başını salladı. İyi olduğu için değil... Beni geçiştirmek için. Sonra gözleri arkamda bir noktaya takıldı. O an gözlerindeki korkuyu o kadar net okudum ki. Kahverengi gözlerinin irislerine tutunan o korku tüm iliklerine işlemiş gibi titredi.

Bu merakımın doldurulduğu kazanın altına biraz daha odun atıp merakımı iyice kaynatırken omzumun üstünden arkama, baktığı noktaya baktım. Yasemin Koçer gözüme çarpan ilk kişi oldu. Yalnız değildi. İlk günden beri dibinden ayrılmayan, ilk gün sınıfta yanında olan çocuk da yanındaydı. Ve üç tane daha çocuk vardı orda.

İkisini daha önce onların yanında görmüştüm ama birini ilk kez görüyordum. Yüzündeki ben piçim diye bağıran sırıtma ile bu tarafa, hemen önünde duran kıza bakan; beyaz saçlı beyaz tişört ve yine beyaz bir pantolon giyip, beyaz bir ayakkabı ile kombinini tamamlayan bir çocuk.

Beyaz iç açar, ruhu aydınlatırdı öyle değil mi? Değilmiş... Şimdi beyaz hiç olmadığı kadar boğuyordu. Bir insan baştan aşağı siyah giyse bu kadar yormazdı beni ama baştan aşağı beyaz giyinmiş birini görmek, öyle ki koluna taktığı saat bile beyazdı, yoruyordu.

Yeniden önümdeki kız döndüğümde donmuş gibi öylece oraya bakıyordu. Gözleri bir baraj misali dolmuş kapaklarının açılmasını bekleyen damlalar. Çilli yanaklara inmek için birbirleriyle yarışırcasına dolmaya devam ediyorlardı göz pınarlarına. Ve koca bir damla, özgürlüğünü ilan edercesine düştü gözünden aşağıya ve elmacık kemiklerine bir öpücük kondurup yüzüne veda etti. Onu takip eden damlalar hızlı ve sabırsızdı. Kız bir anda kendine geldi ve hızla okula doğru yürümeye başladı.

Ben ne olduğunu bile anlayamadan yanımdan da bir beden geçti. O beyazlı çocuktu. Kız daha iki at heykelinin arasındayken çocuk kızın kolunu yakaladı. Kızın çırpınışları ve çocuğun sırıtarak kız bir şeyler söylemesi... Her şey o kadar hızlı oluyordu ki, olayları kavramakta güçlük çekiyordum.

Ama karşımdaki manzara olayları kavramayı beklememem gerektiğini söylüyordu bana. Bakışlarım anlık o ikiliden ayrıldı ve etrafı hızla taradım. İzleyenlerin sayısı bir hayli fazlaydı. Bazıları gülerek dalga geçerken bazıları ifadesizce izliyorlardı.

Yeniden ikiliye baktığımda kızın ağlamasının şiddetlendiğini çırpınışlarına devam ettiğini gördüm. Gözleri etraftaki herkese dokunuyor bas bas bağırarak yardım istiyordu. Çocuk güpegündüz kızı taciz ediyor, izleyen kalabalık sadece izlemekle yetiniyor, kimse kıza yardım etmek için kılını dahi kıpırdatmıyor, dahası alay ediyorlardı.

Bu duruma olan hayretimi sonraya bırakıp ikiliye doğru seri adımlarla yürüdüm. Kas gücüm bir erkek ile kavgaya tutuşacak kadar sağlam değildi ama karşımdaki adam uzun boyuna rağmen zayıftı. Altından kalkardım her türlü. Elimde tuttuğum kalın, ciltli kitaba da güvenmiyor değildim tabi ki.

Yanlarına ulaştığımda elimdeki kitabı kaldırıp sertçe çocuğun kafasına vurdum. Arkasından geldiğim için beni fark etmeyen çocuk, beklemediği bu hareket karşısında afallayarak omzunun üstünden bana baktı. Kolları gevşemiş olacaktı ki kız anında kollarından çıkmıştı.

Şaşkınlığını atmasını beklemeden, bana dönmüş yüzünü fırsat bildim ve kitabın sert köşesi ile burnuna hedef alarak vurdum. Burnuna gelen darbeyle birlikte kafası geriye doğru hafifçe savruldu. Elleri burnuna giderken başını dik tutup tamamen bana döndüğünde parmaklarının arasından burnundan sızan kanı gördüm. Dudaklarıma bir gülümseme çökerken yediği darbeler bana yeterli gelmedi ve hızlı hareket edip omuzlarından destek aldığım gibi kasıklarına iki diz darbesi vurdum. Aldığı darbelerle hangi tarafını tutacağını şaşıran beyazlı yere diz çökerken bir eliyle burnunu tutuyor bir eliyle de erkekliğine bastırıyordu.

Çevreden gelen uğultular her saniye artarken, önümde diz çöküp acıyla kıvranan çocuğa eğildim ve "Güzellikle veya zorla... Siz erkekler kadınlara karşı saygılı olmayı öğreneceksiniz." dedim.

Doğrulduğumda uğultu hala devam ediyor şaşkınlık nidaları ortalıkta kol geziyordu.

"Dilerim..."

Yüksek çıkan sesimle sesler yavaşladı ve azaldı. En sonunda kesildiğinde devam ettim.

"Şimdi alay ederek izlediğiniz ya da sessiz kaldığınız şu manzara bir gün sizin ya da sevdiklerinizin de başına gelir... O zaman da aynen böyle izler misiniz merak ediyorum doğrusu."

Sözlerimin hemen ardından kimsenin yüzüne bakmadan doğruca biraz önceki kıza baktım. Kızıl olan at heykelinin önünde durmuş sessizce olan biteni izliyordu. Titremesi ve ağlaması hala devam ederken gözlerindeki korku gitmek yerine daha çok artmıştı. Ona bakarken aklımda iki soru filizlendi yalnızca.

Kimdi bu kız ve ne yapmışlardı bu kıza?

💎🎭

Bölümü nasıl buldunuz?

Zama ayırıp okuyan herkese sonsuz teşekkürler❤️



Loading...
0%