Yeni Üyelik
31.
Bölüm

30| GÜNÜN SONU ALACALI

@saniyesolak

Keyifli okumalar🥂

 

Bölüme geçmeden önce yıldızı parlatalım✨

 

Bol bol yorumlarla bana motivasyon olun olur mu💙

 

Bölüm şarkıları:

 

Ruelle & UNSECRET - Revolution

 

Thomas LaRosa - Like a Dream

 

Hidden Citizens & Ranya - Paint it Black

 

YAZARDAN:

 

Yoğun bir günü geride bırakmıştı Savaş Kalkavan. Son dersinden de çıktığında parmak uçlarında hâlâ boyanın tatlı kirli izleri duruyordu. Ellerinin boyalı görüntüsünü seviyordu, bu ona emeğini hatırlatıyordu. Yıllardır ilmek ilmek işlediği emeğini...

 

Eşyalarını arabasının bagajına koyup bedenini sürücü koltuğuna attı. İzel'in daha iki dersinin olduğunu biliyordu, onu beklemesi gerekiyordu. Ve bu süreyi nasıl geçireceğini de iyi biliyordu. Yan koltuğa bıraktığı ceketine uzanıp iç cebinden telefonunu çıkardı. Numarası henüz çok yeni olduğu için telefonunda kayıtlı olan çok kişi de yoktu. Bu sevgili kuzenine bir kez daha sövmesine neden oldu. Ne halt yemeye numarasını dağıtıyordu ki?

 

Aradığı numarayı bulup telefonu kulağına yasladığında, göğsüne ince bir sızının sokulduğunu hissetti. Sızıyı görmezden gelmek adına boğazını temizleyip ellerini saçlarından geçirdi. Telefon "Alo, oğlum Savaş..." diye açıldığında o sızı görmezden gelinemeyecek kadar yoğunlaşmıştı bir an. Ne çok isterdi bu üç kelimeyi söyleyenin Semiha Kalkavan olmasını...

 

"Nasılsın Elif Teyze?" diye sordu bir kez daha boğazını temizleyip. "İyiyim oğlum." dedi evlerinde çalışan yardımcı kadın sıcak sesiyle. Elif Hanım yıllardır onlarla birlikteydi, Savaş'ın küçücük yaşlarını bilirdi. Ne zaman Semiha Hanımın odasının kapısının önünden geçse Küçük Savaş'ın hayalini orada görür gibi olurdu. Otururdu kapının önüne alırdı eline kalem kağıdı, hafif açık olan kapıdan annesini izleyerek resim çizmeye çalışırdı. İçeriye girmeye cesaret edemezdi çoğu zaman çünkü annesi tarafından kovulurdu hep. Elif Hanım o zamanlarda hüngür hüngür ağlayan Savaş'ı çikolata ile kandırmaya çalışırdı. Başlarda bu işe yarasa da sonradan sonraya kanmaz oldu küçük çocuk. Dahası ağlamaları kesti, kendi içine gömüldü. Kovuldu, eğdi başını ve çıktı odadan, sonra hemen kapının önüne oturup resim çizmeye devam etti. Ertesi gün gocunmayıp yine girdi o odaya, yine kovuldu, eğdi başını yine ve çıkıp kapının önüne oturup resmine devam etti. Yine...

 

Küçücük omuzlarına ağır gelse de o yükler Savaş taşımaktan hiç yorulmadı yıllarca.

 

"Annem nasıl? Ne yapıyor?" diye sordu kısık sesle Savaş. Kuruyan dudaklarını ıslatıp başını koltuğa iyice yaslarken, dikiz aynasından koyu mavi gözleriyle çarpıştı bakışları. Yorgun küçüklüğünü bir an gözlerinde görür gibi oldu. Sonra annesinin sözleri zihninde yankılandı.

 

"Her şeyinle baban gibisin. Tıpkı ona benziyorsun."

 

Bu koyu mavi gözlerinden nefret etme nedeni buydu işte, gözlerini Metin Kalkavan'dan almıştı Savaş. Ne zaman aynaya baksa bir kâbusu yaşıyor gibi hissediyordu kendini. Gözlerinden nefret ediyordu...

 

"İyi oğlum, biraz hava almak istediğini söyleyip dışarı çıktı yarım saat kadar önce. Bir müşterisi ile görüşecekmiş."

 

Boğazına takılı kalan yumruyu yutkunarak gidermeye çalışırken "Anladım Elif Teyze." dedi. Hiç tanımadığı, yüzünü görmediği, kim olduğunu bilmediği birini kıskanması normaldi değil mi?

 

"Artık hiç gelmeyecek misin Savaş oğlum?" diye sordu kadın. Sesinden akan hüznü duyumsamıştı Savaş. Kendi içi de hüzne bulandı. Kuruyan dudaklarını ıslattı bir kez daha. Bir eli direksiyonun üzerine konuşlanırken maksadı kendi kendini oyalamaktı. Parmak uçları derinin sert dokusuna sürtünürken "O böyle istiyor..." demekle yetindi. Ama bu cevap Elif Hanım için yeterli bir cevap değildi. "O hep böyle isterdi ama sen hiç dinlemezdin ki oğlum. Sen anneni görmeden yapamazdın, şimdi ise günler geçti son gelişinin üzerinden."

 

Savaş, bir pençe kalbine ulaşmak için göğsünü parçalıyormuş gibi hissetti. O pençe saniyeler içinde buldu kalbini ve var gücüyle sıktı, kalbindeki patlamayı hissetti... Canı çok yandı. Yine de yüzünde tek bir kas bile oynamadı, öylece ön camdan otoparkın içine bakıyordu. "Yoruldum artık Elif Teyze." dedi kuru bir sesle. Tüm acısını ifadesizliğinin altına gömüp sonsuza kadar çürümeye bıraktı orada, orası çürük cesetlerle doluydu. Bazen onların kokusunu alıyordu, bazen hayaletlerinin sessiz fısıltılarını duyuyordu, bazen de bir anıyla hatırlatıyorlardı kendilerini. Yine de onları orada tutmayı başarıyordu genç adam sarındığı ifadesizliğiyle.

 

"Yıllardır ona ulaşmayı denemekten ama hiçbir sonuç alamamaktan yoruldum. Akıntıya karşı boşa kürek çekiyorum, hayatı hem ona hem kendime zehir ediyorum."

 

Ellerinde büyüdüğü kadının zaten bildiği şeyleri dile getirirken bunları söylemekte zorlanmadı Savaş. O andan sonra söylenecek bir şey yoktu. O yüzden Savaş annesi eve geldiğinde kendisine haber vermesini söyleyip konuşmayı sonlandırdı.

 

Aldığı derin nefesler kalbindeki korkunç ağrıyı geçirmese de o ağrı o kadar uzun zamandır oradaydı ki onunla yaşamayı öğrenmişti, o yüzden oradaki varlığına alışıktı. Birkaç derin nefes alışverişiyle birlikte o ağrıyı da o mezara gömüp bu kez kuzenini aradı. İlk çalışta "Bensiz yapamıyorsun değil mi?" diyen bir ses tarafından açıldı telefon. Sesin sahibi tabi ki Güney'di.

 

Gözlerini devirdi Savaş ve konuyu uzatmadan "Neredesin?" diye sordu.

 

"Savaş bu ses tonuyla, bu soruyu sorman gereken kişi ben değilim, yanlış numarayı aradın. İzel Hancı'yı araman gerekiyor."

 

Alaycı bir sesle aldığı cevap karşısında bir kez daha gözlerini devirdi. "Güney..." dedi uyarı dolu bir sesle, şakanın hiç sırası değildi.

 

"Tamam tamam..." dedi Güney gülerek. "Sana da hiç şaka yapılmıyor ki zaten. Birazdan derse gireceğim ve girmeden önce bir kahve almak için kafeteryaya indim. Bensiz yapamadığını biliyorum ama dersten sonra da beni göremeyeceksin sevgili kuzenim. Peder Bey çağırdı, ne sikim söyleyecekse artık. Yani bana her ne söyleyeceksen yarını beklemek zor..."

 

"Gece Hancı orada mı?" diyerek Güney'in uzun uzadıya uzattığı konuşmayı kesti. Evet tam olarak bunun için aramıştı. Gece Hancı ile konuşmak istiyordu ama tüm okulu da onu arayarak geçiremezdi ya.

 

"Ovv..." dedi Güney küçük bir duraksamanın ardından. "Bunu sormak için mi aradın lan beni şerefsiz?" Omuz silkti Savaş. "Evet."

 

"Şerefsiz piç..." dedi Güney ardından telefon ahizesinden birkaç hışırtı geldi ve Güney kafeteryadaki çalışan ile konuşmaya başlayarak Savaş'ı bir süre bekletip kahve siparişini verdi.

 

Parmakları direksiyonun üzerinde ritim tutarken "Şu an kim şerefsizlik piçlik yapıyor acaba?" dedi Güney'e ve Güney'in önce güldüğünü ardından da kahvesini höpürdeterek içtiğini duydu. Sonrasındaysa nihayet konuşmaya karar vermişti.

 

"Bana kendimi bir an önemsiz hissettirmenin cezası olarak say. Ama bak bir an diyorum... Ayrıca evet burada, kendine mesken edindiği köşesinde yine bilgisayarına gömülmüş bir vaziyette. Hayırdır bir sorun mu var? Varsa söyle alırım façasını."

 

Duyduklarıyla güzel dedi kendi kendine. En azından aramama gerek kalmadı.

 

"Bir sorun yok, sadece konuşmak istiyorum."

 

🎭💎

 

Savaş yalnızca beş dakika sonra boyalı tişörtünü değiştirmiş bir halde kafeteryadan içeri girdi. Ona dönen bakışları umursamadan adımlarını doğrudan, mekânın arka kısmındaki, diğer yerlere nazaran daha sessiz olan köşesine doğru yönlendirdi. Yaklaştıkça gördüğü ilk şey Damla'nın sarı saçları oldu. Güney, Gece Hancı'nın yanında Damla'nın da olduğunu söylememişti oysaki. Bir an durup geri dönmeyi ve konuşmayı günün başka bir zaman dilimine ertelemeyi düşünse de Damla tarafından çoktan fark edilmiş, minik bir tebessüm ve havaya kalkan bir el ile selamlanmıştı bile. Ve Damla'nın bu hareketi Gece Hancı'nın da onu görmesine neden olmuştu. Yani geri dönüş yoktu.

 

Pekâlâ Damla'dan müsaade istese seve seve vereceğini bilecek kadar tanıyabilmişti onu, nezaket sahibi biriydi. Adımları masaya yaklaşırken telefonu çalmaya başladı, görmezden gelip aramayı sessize aldı. Tam masanın yanında durduğunda susan telefonu saniyeler içinde yeniden çalmaya başladı. Koyu mavi gözleri önce Gece ve Damla'ya dokundu ardından da bu kadar ısrarlı arayanın kim olduğuna bakmak için telefonunun ekranına indirdi gözlerini. Yeni numarasını bilen çok az kişi vardı ve saniyeler içinde iki arama düşüyorsa telefonuna, konu önemli olmalıydı.

 

Keza arayan Altuğ'du...

 

Gözleri kısacık bir an yeniden Damla ve Gece'ye kaydı. Onların da merakla kendisine baktığını gördü, daha doğrusu Damla merakla bakarken Gece Hancı'nın bakışları sertti.

 

Bir kez daha sessize almayı düşünse de bunu yapmaktan vazgeçip telefonu yanıtlayarak kulağına dayadı, daha alo deme fırsatı bulamadan Altuğ'un telaşlı sesinden dökülen cümleleri duydu.

 

"Yasemin ve İzel iktisadi ve idari bilimler fakültesinin çatısında."

 

Tek bir cümle... Tüm hücrelerini harekete geçirirken kalbinin korkuyla teklemesine neden olan tek bir cümle... Başta söylenenleri algılayamadığını hissetti ve "Ne?" diye sorarken buldu kendini. Sonra her bir kelime zihninin süzgecinden geçip düşüncelerinim tam ortasına çakıldı.

 

Yasemin ve İzel iktisadi ve idari bilimler fakültesinin çatısında...

 

Yasemin ve İzel...

 

Bir çatıda...

 

Nefesi tekleyen kalbi yüzünden ağırlaşırken aklına bir çift yeşil göz düştü. Bade... Korktuğu başına mı geliyordu?

 

Uğuldayan kulaklarının arasından Altuğ'un "Savaş," diye bağıran sesini duydu. "Orada yalnızlar mı bilmiyorum ama Yasemin'i birazcık tanıyorsam orada yalnız olan tek kişi İzel Hancı'dır. Binaya kimse giremiyor çünkü kapılarda yüksek voltajda elektrik var. Büyük bir şey planladığı belli, yoksa tüm girişleri kapatmazdı. Beni duyuyor musun Savaş?"

 

Duydukları, algıladıkları beynine ağır geliyordu. Kapılarda yüksek voltajda elektrik mi vardı? Neyin peşindeydi bu kız?

 

Kalbi göğsünün içinde büyüdü, büyüdü, büyüdü... Kalbi göğüs kafesine sığmaz oldu, ciğerlerine içten baskı yapıyordu sanki, nefes alamıyormuş gibi hissediyordu kendini. Zihninde bir sürü senaryo birbirine girmiş vaziyetteydi. Birinde Yasemin elinde kalemle İzel'in üzerine koşuyordu. Birinde havaya kaldırdığı bıçağı onun boynuna saplıyordu, birinde onu çatıdan aşağı itiyordu. Yapmaz diyemiyordu Savaş, akıl hastanesinde yatmış olabilirdi ama onun iyileştiğine inanmıyordu. Düşüncesi bile göğsünün ortasında koca bir delik açarken, endişe o delikten göğsünün içine doldu. "Biri santral odasından elektrikleri keserken bir kişi de jeneratörü devre dışı bıraksın." dedi adımları geri geri giderken. Bastığı yerdeki zemini hissedemiyordu, korku iliklerine işliyordu.

 

Altuğ'un "Denedik zaten." dediğini duyduğunda adımları duraksadı. "İşe yaramadı..."

 

O an kafeteryanın içinde yankılanan adını duydu. Sesin sahibi Güney'di. Nefes nefese bir halde girmişti kafeteryaya ama kuzeninin yüzünü gördüğünde haberin ona çoktan ulaştığını anladı.

 

"Ne demek işe yaramadı?" diye gürledi Savaş ve duraksayan adımlarına yön verip çıkışa koşmaya başlarken. "Nasıl işe yaramaz?"

 

Gece Hancı o anlarda sadece seyirci konumundaydı. Ta ki Savaş koşa koşa kafeyi terk etmeye başlayana kadar... "Bir şeyler oluyor..." diyen Damla'nın sesi eşliğinde bilgisayarının kapağını indirip yerinden kalktı ve hızlı adımlarla hâlâ soluklanan Güney'in yanında bitti. Hemen yanı başında da Damla vardı.

 

Elektrikler neden kesiliyor, jeneratör neden devre dışı bırakılıyordu? Aklında sorular bin devirde dönmeye başlıyordu.

 

"Ne sikim dönüyor burada?" diye sordu sert bir sesle ama Güney'in cevap vermesine gerek kalmadan kafeteryanın girişinden biri başını uzatıp "Millet İzem Hancı ve Yasemin Koçer çatıya çıkmış. Büyük olay var, kimse içeri giremiyor." diye bağırdı, sanki yüz yılın olayını duyuruyormuş gibi. Bu onlar için yüz yılın olayı olabilirdi elbette çünkü işin ucunda tanıdıkları bir Yasemin Koçer ve henüz tanıyamadıkları ama adının yankısını, geldiği gibi arabasının lastikleri ile okul bahçesine kazıyan bir İzem Hancı vardı. O izler hâlâ varlığını koruyordu bahçenin zemininde.

 

O andan sonrası büyük bir karmaşaydı. Herkes birden ayaklanıp, bu âna şahitlik etmek ister gibi çıkışa akın etmeye başlarken, Gece hepsinden önce davrandı, hızla kafeteryayı terk edip Savaş'ın peşinden koşarken onun kafeteryadan çoktan uzaklaştığını ve bir binaya doğru koştuğunu gördü. Adımları bir an bile yavaşlamadan peşinden gitti ama onun aksine binanın etrafını dolanmadı, doğrudan kapıya yöneldi. Amacı çatıya İzel'in yanına çıkmaktı. Sonra da belki Yasemin Koçer'i o çatıdan aşağı atardı. Yasemin Koçer'i tanımıyor olabilirdi ama aklında dolanan şüpheler vardı, ayrıca İzel'e bıçakla saldırmaya çalıştığı gerçeği...

 

Bunlar beyninin felaket senaryoları üretmesine neden olurken gözlerinin önünde dolanan görüntüler, o senaryoyu kanla besliyordu. Tam kapıya geldiğinde Damla'nın bağıran sesini duydu ama kelimeleri anlayamadan kapının kolunu tuttu. Tuttuğu an parmak uçlarından tüm omzuna ve oradan da bedenine yayılan elektrik tenini sarstı ve hızlı bir refleks ile elini çekti. Dudaklarının arasından "Siktir!" diye bir tıslama çıkarken elektrik akımının geride bıraktığı o ağrıyla elini salladı.

 

"Sana söylemiştim." dedi Damla merdivenlerin başında dururken. "Kapıda elektrik varmış demiştim."

 

Demek Savaş'ın bahsettiği elektrikleri kesme ve jeneratörü etkisiz hale getirme bununla ilgiliydi dedi kendi içinden ve işe yaramadığı ile ilgili söylediği şey de...

 

Burnundan sert bir soluk dökülürken merdivenleri indi hızlı adımlarla. Damla'nın yanından geçerken Damla "Çok abartmıyor musunuz?" diye sordu. "İzel'den bahsediyoruz, Yasemin ona zarar vermeye çalışsa bile Yasemin'i çiğ çiğ yer."

 

Gece gözlerini kaldırıp binaya bakarken "Yasemin'i çiğ çiğ yiyebilir evet..." dedi. Baktığı noktadan çatıda herhangi bir hareket göremiyordu. Ela gözlerini indirip kardeşinin mavilerine bakarken "Ama şüphelerim doğruysa Aenean'ı yenemez.

Emin olmadan bir şey yapamam ama o şüpheyi de görmezden gelemem." dedi. Sözleri Damla'nın kafasını karıştırmıştı. Yüzünün çehresini okşayan bir tutam dalgalı sarı saçını kulağının arkasına sıkıştırıp kaşlarını çatarken "Aenean da kim?" diye sordu. Gece Hancı aceleci adımlarla okulun arkasına yöneldiğinde Damla da peşinden yürüdü. Gece'nin cevabı gerçeği ortaya serse de tam manasıyla karşılığı da değildi izlediklerinin ama o görüntülerin bir karşılığı var mı onu da bilmiyordu.

 

"Psikopat bir kaltak..."

 

💎🎭

 

Öte yandan Savaş Kalkavan bahsi geçen binanın arkasına nasıl geldiğini bile bilmiyordu. Kalabalık toplanmaya başlamıştı ve yukarıda bir noktaya bakarlarken kendi aralarında konuşuyorlardı. Koşan adımları duraksarken başını kaldırıp o da yukarı baktı. Korkunun nefesi ensesindeydi.

 

İzel Yasemin ile birlikte tam çatının kenarında duruyordu, bir adım sonraları boşluktu.

 

"Sonunda geldin, ne yapacağız?"

 

Altuğ'un yanına geldiğini ancak konuştuğu zaman fark edebildi. Gözlerini bir an olsun çekmedi İzel'in üzerinden. Sanki başına bir şey gelirse durduğu o noktadan koruyabilirmiş gibi... Koruyamazdı. Yasemin tam şu an ona bir zarar verse bu gözlerinin önünde olurdu ve Savaş hiçbir şey yapamazdı. Ama diye geçirdi içinden. İzel güçlü... Bade gibi değil o, Yasemin'in ona dokunmasına izin vermez.

 

Tabi Yasemin orada yalnızsa...

 

Altuğ'un sözleri zihninde yankılandı bir kez daha. Orada yalnızlar mı bilmiyorum ama Yasemin'i birazcık tanıyorsam orada yalnız olan tek kişi İzel Hancı'dır.

 

"O elektriği hemen kesmek zorundayız, beni duyuyor musun Altuğ? Hemen! Oraya çıkmam gerek. Aksel nerede?"

 

Adımları binanın tam önüne gelmişti. Önlerinde bina boyunca uzanan havuz vardı, oradan düşseler havuzun içine düşme ihtimalleri, dışına düşme ihtimallerinden daha fazlaydı ama o yükseklikten atlayan biri için havuz yeterince derin değildi muhtemelen, her ihtimalde zemine çakılırlardı. Suyun kuvveti bunu yavaşlatsa bile tamamen kesemezdi.

 

Kalbi göğsünün içinde bir kez daha sıkıştı. Eli kolu bağlanmış gibi hissediyordu kendini, tamamen çaresiz bırakılmış gibi. Gibisi fazlaydı, tamamen çaresizdi genç adam o anın içinde.

 

"Bugün okula gelmemiş."

 

Savaş'ın parmakları avuçlarına gömülürken sıktığı dişlerinin arasından "Bu siktiğimin binasına nasıl elektrik verdi bunlar? Sabahtan beri neden fark edilmedi bu?" diye sordu. Sesinden akan kin elle tutulacak kadar keskindi. O an Yasemin Koçer karşısında olsa kimse ellerinden alamazdı. Hoş, onlar oradan indikten sonra da kimse alamayacaktı ya...

 

"Tüm öğrencilere binada tadilat olacağı ve ders işlenmeyeceği ile ilgili mail atılmış bizzat dekanın mail adresinden. Eh öğrencilerin canına minnet, bina sabahtan beri boşmuş, ayrıca..."

 

Duraksadı Altuğ. Savaş işte o an gözlerini İzel'den ayırıp Altuğ'a çevirdi. Burnundan solur bir halde "Ayrıca ne?" diye sordu.

 

"Binaya dört tane adam girerken görülmüş."

 

Savaş ağız dolusu bir küfrü dudaklarından saldı. Yani Yasemin'in yanında dört tane de adam vardı öyle mi? Ve İzel orada yalnızdı...

 

"Yasemin'in psikopatlık derecesine bir ile on arasında kaç puan verirsin Kalkavan?"

 

Gece Hancı'nın sesi yan tarafından geldiğinde gözlerinin odağı bu kez ona çevrilmişti. Onun da gözleri yukarıdaydı ve bir hayli sinirli görünüyordu. Savaş da koyu mavi gözlerini onun baktığı noktaya çevirdi. Durup beklemek işkence gibiydi ama beyni durmuş bir haldeydi, beynindeki sinirler uyuşmuş, düşünme yetisini kaybetmiş gibi... Kurban psikolojisine girmişti, oysaki kurban olan kendisi değildi.

 

"Bir kızın gözlerini kalemle oyduğunu hesaba katarsak mi? Derecelendiremem. Ama akıl hastanesinde yatacak kadar kafayı sıyırmış olduğunu söyleyebilirim."

 

Gece Hancı o an bir aydınlanma yaşamış gibi hissetti kendini. Zihnindeki düşüncelerin hepsi birbirine girip arap saçına dönmüşken Savaş'ın dudaklarından çıkan bir soru cümlesi, sihirli bir el olup dokundu düşüncelerine ve her şey bir anda yerine oturdu.

 

"Bir kızın gözlerini kalemle mi oydu?" diye sordu, duyduklarından emin olmak ister gibi. Amacı yerine oturan o taşların yeniden dağılmasını önlemekti, eminlik Gece Hancı için her şey demekti.

 

Başını salladı Savaş ama şu an bu konuşmayı neden yaptıklarını anlayamıyordu. Tek istediği beynindeki uyuşukluğu geçirmek, bir çözüm bulmak ve İzel'i oradan çekip almaktı.

 

"Akıl hastanesinde ne zaman, ne kadar süre yattı?"

 

Savaş gelen soru üzerine burnundan sert bir nefes verip öfkeli bakışlarını Gece'ye çevirdi.

 

"Bu soruları neden soruyorsun bilmiyorum ama şu an önemli olan şey bu değil bunu çok iyi biliyorum Gece Hancı. İzel yukarıda, yanında daha önce birinin gözlerini acımasızca oyan, küçüklüğünden beri kana zaafı olan bir akıl hastası ve ondan farkının olmadığına yemin edebileceğim dört tane de herif var. İşte önemli olan bu!"

 

"Savaş haklı, acilen yukarı çıkabilecek bir yol bulmamız lazım."

 

Bunu söyleyen Güney Kalkavan'dı. Elindeki tableti ikilinin önüne doğru tutup tabletteki görüntüleri onlara gösterdi.

 

Savaş görüntünün çatıyı gördüğünü anladığı an hızla tableti kavrayıp neler olup bittiğine baktı. Bir drone tarafından çekiliyordu görüntü. İzel ve Yasemin'in tam kenarda durduğunu buradan bile görebiliyordu ama görüntüde konumları çok daha tehlikeli görünüyordu. Kalbi biraz daha sıkıştı. Ufacık bir yanlış hareket... Her şeyin sonu olabilirdi.

 

Ve tam da tahmin ettikleri gibi dört tane adam saldırmaya hazır vaziyette bekliyordu. Kalbi biraz daha sıkıştı... Eğer burada oyalanmaya devam ederlerse o adamlar tarafından İzel'e zarar geleceği kesindi...

 

Gece göz ucuyla tablete bakıp bakışlarını yeniden yukarı dikti. Sinirli göründüğü kadar rahat bir ifadesi de vardı, buraya gelene kadar içinde taşıdığı o endişe, havuzu gördüğü an yerini rahatlamaya bırakmıştı. İzel oradan çok rahat kurtulacaktı.

 

"Buna gerek kalmayacak." dedi o rahatlığı belli eden bir sesle. Bu üç kelime Savaş ve Güney'in gözlerini Gece'ye çevirmelerine neden oldu. Ona anlamsızca bakarlarken, neyi kastettiğini anlayan Damla söze girdi, "Ya havuzu denk getiremezse."

 

Savaş bu konuşmanın ne anlama geldiğini çözmeye çalışırken, koyu mavilerini bir kez daha İzel'e çevirdiği o anda, asla beklemedikleri o şey gerçekleşti.

 

İzel bir anda Yasemin'i sırtından aşağı itti.

Nefesler tutuldu, esen rüzgâr bile durdu o an. Yasemin'in çığlığı boşluğun içinde dalga dalga yayılmaya başlarken bir yaprak gibi süzülmeye başladı o boşlukta. O an... Her şeye rağmen Güney Kalkavan korkunun esareti altında paramparça olduğunu hissetti. Sevdiği kadın, yirmi katlı bir binadan aşağı düşüyordu... Kafasında bitirmesine rağmen kalbinde bitiremediği duygulardı ona bunu hissettiren.

 

Ve sonra ikinci hamle gerçekleşti. İzel arkasını boşluğa dönüp Yasemin'in hemen ardından kendi bedenini de o boşluğun içine bıraktı. O ana kadar zihninin felç olduğunu düşünüyordu ya Savaş... O an her şeyi felç oldu; zihni, düşünceleri, ruhu, kalbi, duyguları... Ayakta durmakta zorlandığını hissetti, bir çınar gibi devrilmek üzere olduğunu... Gözlerini bile kırpamıyordu, bu anı görmek istemiyordu; hafızasından asla silinmeyecek bu anı görmek istemiyordu ama gözleri ona ihanet ediyordu. Uğuldayan kulaklarına uğrayan sesler vardı ama hepsi anlamsız bir uğultudan ibaretti. Savaş Kalkavan o anın içinde, hayatında hiç korkmadığı kadar korktu.

 

Hiç kimse tek kelime bile konuşmuyordu, etrafı saran tek ses, düşmekte olan Yasemin Koçer'den geliyordu. İzel ise Yasemin'in aksine sessizdi... Yasemin havada dönüyor, tutunacak bir şeyler arıyor gibi çırpınıyordu, İzel ise karşı koymuyor, iki yana açtığı kollarıyla sanki düşmüyor da usulca süzülüyordu.

 

Geçen her bir saniye, onları biraz daha yere yaklaştırırken artık hiç kimse nefes bile almıyordu, bir felaketi bekliyorlardı sessizce. İki cesedin ölmeden önceki son görüntülerini görüyorlarmış gibi... Herkes şok içindeydi.

 

İlk düşen Yasemin oldu. Suyun içine dalarken çıkan ses, pür dikkat onları izleyen kalabalığın gözlerinin kapanmasına neden oldu. Ama Savaş izlemeye devam etti, gözleri Yasemin'e bir an bile dokunmuyordu, ona ne olacağı ile hiç ilgilenmiyordu. İlgilendiği tek kişi her saniye yere biraz daha yaklaşıyordu ve o her saniye Savaş Kalkavan'ın boğazına bir yumru gibi oturuyor, nefes alışını engelliyordu.

 

Zaman ânın içinde nabzını durdurup kendini ölüme yatırdı. Korku artık her yerdeydi, aldığı havada, tenini okşayan rüzgârda, damarlarında dolaşan kanda...

 

Ama bilmediği bir şey vardı Savaş Kalkavan'ın... İzel ne yaptığını iyi biliyordu, nasıl bir şey ile karşı karşıya olduğunu ve ne yapması gerektiğini...

 

Yere düşmeden hemen önce pozisyonunu pozup havada döndüğünde ve suya balıklama atladığında şaşkınlığı artık had safhadaydı Savaş Kalkavan'ın. Önündeki insanları itip havuzun kenarına kadar geldi ve berrak suyun içinde Yasemin'in çırpındığını gördü. İzel ise havuzun dibinde ilerliyordu.

 

Artık ciğerleri isyan bayrağını çekmişti, tam ileri atılıp havuzun içine atlayacağı sırada, İzel başını sudan çıkarıp doğrudan Savaş ile göz göze geldi. Dudağının köşesinde minik bir kıvrım vardı.

 

İçinde tuttuğu nefes, rahatlamanın etkisiyle ciğerlerini terk ederken yutkundu genç adam. Her şey birkaç dakika içerisinde olmuştu ama bir asırdır aynı zaman diliminin ortasında takılı kalmışlar gibi hissediyordu kendini.

 

Aldığı derin soluklarla havuzun kenarına tek dizinin üzerine çöktü ve elini İzel'e doğru uzattı. Kalbi öyle delicesine atıyordu ki bir an duracak sandı. Gözlerinin perdelerinde oynayan felaket senaryoları bir türlü gitmiyordu, İzel'in derin kahvelerine bakarken bile. Gözleri zaman zaman yüzünde zaman zaman da suda geziniyor, kanın emareleri var mı araştırıyor, bulamadığı her seferinde çöken dinginlik ile yeniden kahvelerine dalıyordu.

 

O iyiydi...

 

Hiçbir şey olmamıştı...

 

Suyun içine harika bir şekilde atlamayı başarmıştı...

 

O. İyiydi.

 

İzel yüzünden akan suları umursamadan; bir, koca bir okyanusun sığdığı gözlere, bir de ona uzanan ele baktı. Dudağındaki alayın var ettiği kıvrım yerini samimi bir tebessüme bırakırken ona uzanan eli tutup Savaş'ın onu suyun içinden çıkarmasına izin verdi. Sudan çıkıp havuzun kenarına oturduğunda Savaş'ın güçlü sıcak kolları etrafına dolanmış, onu çepeçevre sarmıştı. Derin bir nefesi içine çekerken burnuna dolan havadan çok Savaş'ın kokusuydu. Önce saçlarındaki elin varlığını hissetti, ardından ıslak saçlarından kulağına doğru akan sıcak nefesi...

 

"İyi misin?" diye sordu Savaş. Gördüğü ona yetmiyormuş gibi hissediyordu, duymaya ihtiyacı vardı.

 

Herkesin bakışlarının üzerlerinde olduğunu hissetmek İzel'i gererken başını sallayarak onaylayıp "İyiyim." diye fısıldadı tıpkı Savaş gibi.

 

Savaş İzel'i göğsünden biraz uzaklaştırıp onun yanaklarını avuçlarının içine aldı ve başparmakları elmacık kemiklerini okşarken "Başını bir yere falan çarpmadın değil mi?" diye sordu. İzel birkaç saniye susup sadece karşısındaki adamın gözlerini izledi. Öyle güzeldi ki o gözler... Mutlulukla parlarken de güzeldi, endişe ile titrerken de... Ne zaman baksa hayran olacağı kadar güzel...

 

Dudaklarını yalayıp tam konuşacaktı ki "İzel başını bir yere çarpmadı ama sen ona biraz daha bu kadar yakın durmaya devam edersen, havuzun içine gömülen sen olacaksın..." diyen Gece Hancı'nın sesi aralarına girdi. Sonra kendi kendine homurdanarak ekledi. "Şuna bak vatos gibi yapışmış benim kardeşime..."

 

Savaş Gece'nin sözleriyle gözlerini devirip başını ona çevirdi ve ters ters ela gözlerine bakarken nispet yapar gibi kollarını bir kez daha İzel'e dolayıp göğsüne çekti ve sarıldı.

 

(Çatla Gece patla Gece sbkzbzkmz)

 

Ardından, gözlerini Gece'ye çevirdiği esnada, gözüne çarpan Hazal'a dönüp "Tasarım atölyesinden İzel için bir şeyler bulabilir misin?" diye sordu, Hazal en başından beri oradaydı ve her şeyi izlemişti, o da çok korkmuştu ama şimdi gördüğü kadarıyla İzel iyiydi. Savaş'ın ricasıyla başını sallayıp arkasını döndü ve kalabalığın arasına karışıp gözden kayboldu.

 

İzel bulunduğu yerden memnun olsa da kalkması gerektiğini biliyordu, hastalığı henüz tam olarak atlatamamışken ıslak kıyafetlerle durmak iyi değildi, haftasonu görevleri olduğunu da düşünürse... Kesinlikle iyi değildi. Yavaşça sıyrıldı Savaş'ın kollarından ve gözlerinin içine bakarken "Onunla gidip üzerimi değiştireyim " dedi Hazal'ı kastederek. Savaş'ın gözleri anlık olarak hâlâ havuzda durup soluklanmaya çalışan Yasemin'e kaydı. Ona bakmak bile sinirlerinin feci şekilde gerilmesine neden oluyordu, parmak uçlarında tanıdık bir karıncalanma vardı, zarar verme arzusu damarlarını sıkıştırıyordu özgür kalmak için.

 

Odağı yeniden İzel olurken başını sallayıp onu serbest bıraktı. İzel ayağa kalkıp ileriye doğru bir adım atacaktı ki son anda durup omzunun üzerinden o da Yasemin'e baktı. Dudakları yeniden o alaycı kıvrımla bükülürken "Umarım..." dedi onun duyabileceği kadar yüksek sesle. "Yaptığın o kadar hazırlık boşa gitti diye bana kırılmamışsındır Yasemin, bir dahakine uçma ihtimalini de göz önünde bulundurarak plan yaparsın artık."

 

Havuzun kenarına sıkı sıkı tutunan Yasemin, zor da olsa boğazına tırmanan öksürükleri yutup "Bir dahaki sefere ölmek için yalvaracaksın İzem Hancı." dedi hırsla. İzel dudaklarını cevap vermek için araladı ama Gece Hancı ondan önce davranıp, "Bir dahaki sefere diye bir şey olmayacak! Sen ve köpeklerin bir daha bu okulun kapısının önünden bile geçemeyeceksiniz!" dedi. Tek uyarısı bu olmayacaktı elbette... Taşların yerine oturması artık karşısındaki kadına daha dikkatli bakmasına neden olmuştu, sıradan bir öğrenci değildi o, ya da sıradan bir suçlu... Aenean dedikleri psikopatın ta kendisi olduğundan artık emindi Gece Hancı. Bu ihtimal hep beyninin bir köşesinde asılı duruyordu ama şimdi, sadece tek bir soru ve sorunun cevabı o ihtimali zihninin merkezine oturtmuştu.

 

"Hayır!" diye söze karıştı İzel! Gözleri Gece Hancı'daydı. "Kimse hiçbir yere gitmiyor." Ardından gözlerini Yasemin'e çevirip "Eğer biraz cesaretin varsa yarın bu okulda olursun, ya da ondan sonraki gün... Ya da ondan sonraki gün..." dedi sesinin her bir zerresinden tehdit ve meydan okuma akarken. Bu meydan okuma Yasemin'in hoşuna gitmiş gibi dudakları kırıldı. Gözleri alev alev yanarken "Sen acılar içinde kıvranırken öyle bir zevkle izleyeceğim ki seni, ölmek için gerçekten yalvaracaksın!" dedi tüm tehditkârlığıyla. Gece Hancı burnundan sertçe solurken onun sesini kesmek için havuza doğru bir adım atmıştı ki biri ondan önce davranıp havuza atladı. İzel kim olduğunu biliyordu, sırtını döndüğü havuza bu kez yüzünü dönüp Savaş'a baktı. Hızla Yasemin'e doğru ilerliyordu suyun içinde. Ve Yasemin... İlk kez korkunun onun gözlerinde şekillenişini gördü, onu ittiğinde görme şerefine erişemediği korku işte oradaydı. Aceleyle havuzdan çıkmaya çalıştı ama o daha ne olduğun anlayamadan Savaş suyun içinden çıkıp Yasemin'in ensesinden tuttuğu gibi onu suyun içine çekip başını suya gömdü. Yasemin'in atmak üzere olduğu çığlık suyun içinde yitip giderken Savaş Kalkavan acımasızdı.

 

Ve Güney... Kalbinde acıyla bu manzarayı izlerken kendini kenarda kalmaya öyle çok zorluyordu ki, sıktığı her bir kası sızım sızım sızlıyordu. Kalbinde büyük bir yangın vardı ve ne yaparsa yapsın sönmeyecek gibi hissediyordu. Savaş'ı durdurmak istiyordu ama onda çok şeyin biriktiğini de biliyordu, Savaş çok fazla sabretmişti ve Yasemin o sabırla çok fazla oynama cürreti göstermişti. Yasemin'in bunu çoktan hak ettiğini biliyordu. Biliyordu da işte kalbine söz geçirmek zordu.

 

Savaş içinde biriken tüm öfkeyle Yasemin'in ensesindeki elini kaydırıp saçlarının köklerine asıldı ve onun çırpınmalarından hiç etkilenmezken saçlarından kavrayıp başını sudan çıkardı.

 

Dudakları havayla temas eden Yasemin aceleyle dudaklarına havayı doldurmaya çalışırken yeni bir öksürük krizine tutulmuştu.

 

Daha doğru düzgün nefeslenemediğini bilen Savaş, bir kez daha acımasızca onun başını suyun içine bastırdı. Öfke kanını öyle bir kaynatıyordu ki o an, Yasemin'i oracıkta boğarak öldürebileceğini hissediyordu, boynundaki ve alnındaki damarlar şişmiş, beyaz tani öfkeyle kızarmıştı. Gözleri, tüm parlaklığını yitirmiş, avını yakalayan bir yırtıcı kadar vahşi bakıyordu.

 

Yasemin suyun içinde nefes alacak bir alan arıyor, suyun baskısı ile ciğerleri çığlık atarcasına isyan ediyordu, bir damla nefes için direniyordu, tırnaklarını Savaş'ın gücünün baskısı bir nebze azalır diye onun elinin üstüne bastırıp batırıyordu. Tırnakları battığı deriyi delip ete geçti, derin sıyrıklar bıraktı, açılan yaradan sızan kan, minicik bir an temas ettiği suyun rengini değiştirse de anında hiç var olmamış gibi kayboldu. Ama genç adam eline açılan o izlerin tek bir zerresini bile hissetmiyordu, o an hissettiği tek şey öfkeydi. Bu kan arzusundan daha yoğun, daha baskın, daha yakıcıydı.

 

Güney daha fazla dayanamadı bu manzaraya, bozguna uğramış bir halde havuza doğru bir adım atıp "Savaş," dedi. Sesinin güçsüz çıktığını ancak sesi kulaklarına dolduğunda fark edebildi. Kalbinin tamamına sahip olup, sahip olduğu her bir noktayı itinayla tahrip eden bu kadını, o halde görmek canını yakıyordu. Boğazını temizleyip "Savaş!" dedi daha güçlü, yüksek bir sesle. Acısını belli etmemeye çalışması işe yarıyor muydu bilmiyordu, yaradığını umuyordu. Aşk acısı çeken bir adam izlenimi vermeyi, bu izlenim Yasemin'in kulağına gittiğinde yaşayacağı tatmini ona yaşatmak istemiyordu."Öldüreceksin, yeter! Elini kirlettiğine değmez!"

 

Savaş başta Güney'i duymasa da Yasemin'in hareketlerinin teklemeye başladığını fark ettiğinde onun başını bir kez daha sudan çıkardı. Öyle derin bir nefes aldı ki Yasemin, ölümle yaşam arasındaki çizginin tam üzerine doğru sürüklenirken son anda yaşamın alanında kalmayı başarmıştı sanki. Saçları yüzünün her yerine yapışmış, bir miktarı ağzının içine girmişti, yuttuğu suyu kusarken aynı anda öksürmeye çalışmak, canını çok daha fazla yakarken, durdurmak adına hiçbir şey yapamıyordu. Bacakları titriyor, ciğerleri acıyla sızlıyordu. Savaş avucunun arasındaki saçlara biraz daha asılıp Yasemin'in yüzünü yukarı doğru çevirdi ve dudaklarını kulağına yaklaştırıp sıktığı dişlerinin arasından "Eğer, bir kez daha böyle bir şeye cesaret edersen Yasemin, sana yemin ediyorum ölmek için yalvaran kişi sen olursun! Anladın mı beni? İzel'den uzak duracaksın!" diye tısladı.

 

Öksürmekten nefes bile alamayan Yasemin, Savaş'ın sorusuna cevap veremeyince Savaş o saçlara biraz daha asıldı. Bu Yasemin Koçer'in acıyla inlemesine neden oldu.

 

(Şu sahnelerde kadınlar diye duyar kasan olursa ağır söverim bilginize...)

 

"Anladın mı beni?" diye gürledi bu kez Savaş. Sesi alanda bulunan herkesin kulağında çınlamıştı. Yasemin Koçer'in gözlerine kırgın bir ifade yerleşti. Başını sallamakla yetindi, o an konuşabilecek durumda değildi asla. Ciğerleri ve boğazı bir yana, Savaş'ın gözlerine baktığı her saniye en büyük acıyı kalbinde yaşadı. O acı yerini saniyeler içinde nefrete ve kine bırakırken içinden, ben duracağım ama Alfonso durmayacak diye geçirdi. Yaptığı plan için hâlâ doğru zamanı bekliyorken, şimdi planın kapsamını genişletecekti.

 

En çok senin canını yakacağım Savaş! diye geçirdi içinden.

 

Savaş onu suya doğru iterek bırakıp havuzun kenarına doğru yüzdü ve hiç zorlanmadan ellerini mermere yaslayıp bedenini yukarı çekti, üzerine yapışan suların bir kısmı mermere akarken saçları alnına doğru akıyordu. Havuzdan çıkıp alnına yapışan saçları geriye doğru yatırdı ve İzel'in yanına gitmek için kalabalığın arasına karıştı. Ama tam o esnada bir telefonun kamerasının onlara doğru dönük olduğunu gördü. Adımları yön değiştirirken kalabalık ikiye yarılıp Savaş'a geçmek için alan açıyordu. Birkaç adım yetti her şeyi kayıt alan çocuğun yanına gelmesine ve çocuk aceleyle kamerayı kapatıp telefonunu cebine koymaya çalışırken, çocuğun kolunu tutup telefonu elinden sökercesine aldı. Yere attığı telefonun üzerine sertçe basarken mavileri bir an olsun karşısındaki gözlerden ayrılmıyordu. Telefonu paramparça edene kadar ayakkabısının altında ezdikten sonra eğilip yerden aldı ve çocuğa uzattı.

 

Yutkunan çocuk titreyen eliyle telefonu kavradığında hiçbir şey söylemeden arkasını dönüp İzel'in yanına geldi, elini tuttu ve onu alandan çıkarıp Hazal'ın peşinden tasarım atölyesine götürdü. İzel üzerini değiştirirken Savaş sınıfından onun eşyalarını toplamak için yanından ayrıldı. Güney de peşinden onu takip ediyordu.

 

Boş koridorda ilerlerlerken "İyi misin?" diye sordu Güney. Bu soru Savaş'ı durdurdu. Aldığı derinbir solukla birlikte burun kemerini sıkıp "Havuza düşmeyebilirdi..."dedi daha çok kendi kendine konuşuyor gibi. "Zemine çakılabilirdi, ya da kafasını havuzun mermerine çarpabilirdi..."

 

Mavilerini kuzenine çevirdiğinde hiç olmadığı kadar savunmasız görünüyordu. "Ölebilirdi..." diye fısıldadı. Aynı cümleler, başka biri için Güney'in de aklını meşgul ediyordu ama bunu Savaş'a belli etmeyecekti. Ne olursa olsun sorumlusu Yasemin'di. Oraya çıkmalarının tek sebebi Yasemin'di ve İzel haklı olarak bir kurtuluş yolu bulmuş, kumarını oynamış ve kazanmıştı. O yüzden kendi acısını görmezden gelip, bir daha dirilmemek üzere içine gömdü ve destek olurcasına bir elini Savaş'ın koluna koyup "Sakin ol dostum." dedi yatıştırıcı bir sesle. "O iyi, hiçbir şey olmadı. Uçmayı iyi biliyormuş." Son cümlede alayını belli edercesine güldü. Ardından kuzenini de güldürmek için "Hem iyi tarafından bak, ekstrem sporları seviyorsun ve seninle birlikte korkmadan o sporlara katılacak bir hatun buldun. Korumasız yirmi katlı binadan atlayacak kadar cesur olan biri korumalar olduğunda neler yapar Allah bilir." Ama bu sözleri Savaş'ı güldürmedi. Aksine yüzü buruştu. "Kimseyi bulduğum falan yok, birkaç haftaya gidecekler ve bir daha dönmeyecekler." dedi.

 

Ortada hâlâ bir sorun göremeyen Güney "Yani?" dedi sorarcasına. "Uzak mesafe ilişkisi denen bir ilişki türü var ve ikiniz de her an kalkıp uçağa atlayıp birbirinizi ziyaret edebilecek konumdasınız. Onu da geç, seni çok iyi tanıyorum, o kıza aşık olduğunu çok iyi biliyorum, ve peşinden gidebilecek kadar gözü kara olduğunu da. Seni kırmak için söylemiyorum ama seni buraya bağlayan bir aile bağı yok Savaş, sadece ben varım ve beni dert etmeyeceğini de biliyorum. Yani ortada hâlâ bir sorun yok..."

 

"Bizim açımızdan..." dedi Savaş. "Bizim gözümüzden bir sorun yok ama İzel'in açısından çok büyük bir sorun var. Babası..."

 

Devam edemedi cümlesine. Ne diyeceğini bilememekti onu susturan. İzel ve babasının arasında tam olarak nasıl bir ilişki olduğunu çözememişti ama bildiği bir şey varsa o da normal bir baba kız gibi olmadıklarıydı. İzel babasından, bir kız çocuğunun babasından hiç çekinemeyeceği kadar çok çekiniyordu. Orada bir yerde nefreti de hissediyordu Savaş. İlk anlar kendi kimliği ile okula gelmemesini, babasının kanatlarının altına girmemek için olduğunu söyleyerek açıklamıştı. Soyadının ona sunacağı sahtelikleri istemediğini... Soyadından nefret eder gibi bir hâli vardı.

 

"Ah şu babalar..." demekle yetindi Güney. Kendi babasıyla arasındaki ilişkinin ne boktan olduğunu bildiğinden daha da derinine inmedi konunun.

 

"Eee peki şimdi nesiniz siz? Öyle takılıyor musunuz yoksa şafak sayar gibi gün sayarak ilişkinizi mi yaşıyorsunuz?"

 

Ellerini ıslak saçlarının arasından geçirdi Savaş. Dilinde eğreti duran kelimeyi söylerken yüzü bir kez daha buruştu. "Arkadaşız..."

 

"Hassiktir lan oradan!" diye bir tepki koydu ortaya Savaş'ın ağzından çıkan o tek kelimeyi duyar duymaz. "Daha dün gözlerinizle birbirinizi soyup teoride seksen beş tane çocuk yapıyordunuz, pratiğe dökememenizin nedeni benim orada olmamdı. Ondan önceki gün sizi bastığımızda da haliniz ortadaydı. Ne arkadaşlığından bahsediyorsun dostum? Yatak arkadaşı diyorsan o başka tabi..."

 

Güney ensesine inen bir şaplak ile susmak zorunda kaldı. Savaş kısık bakan gözlerle onun yüzüne bakarken "Harbiden..." dedi. "Benim seks hayatıma garezin mi var senin de bizi bölüp duruyorsun?"

 

(Güney'in hepimize garezi var shjsbzkzbjx)

 

Güney acıyan ensesini ovarken "Sizi zinadan koruyorum işte, iyilik de yaramıyor pezevenge." diye homurdandı.

 

Savaş ileri doğru bir adım atıp koridorda ilerlemeye başlarken "Sen git önce kendini koru..." diye homurdandı. Güney de kuyruğu gibi peşinden yürümeye başlarken "Valla sen kendi haline yan, ben hayatımda Yasemin'den başka kadına dokunmadım." dedi.

 

Bu sözler Savaş'ın adımlarını yeniden duraklattı. Başını çevirip hemen arkasında olan Güney'e baktı ve "Kusura bakma..." dedi. "Az önceki manzara için..."

 

Zihnine yeniden Yasemin'in o görüntüleri düşen Güney'in kalbi bir kez daha acıyla kasıldı ama bu acının izleri yüzüne uzanamadı. Önemsizmiş gibi omuz silkip "Kusurluk bir durum yok." dedi kuzenine cevaben. "O bunu ve belki de çok daha fazlasını çoktan hak etmişti,"

 

Bunlar aralarında geçen son konuşma oldu. İzel'in dersliğine girip eşyalarını aldılar ve derslikten ayrıldılar. Tasarım atölyesine geri döndüklerinde Gece ve Damla'da oradaydı. İzel'in açık mavi alt tabanlı pembe çiçekli bir elbise giydiğini görünce dudaklarının kıvrılmasına engel olamadı. Onu hep farklı bir tarz içinde gördüğünden bu hali gözüne çok farklı gelmişti. Çok... Tatlı...

 

Gözleri İzel'de takılı kalmışken, bir anda ne olduğunu bile anlayamadan dudaklarına bir bez bastırıldı ve sürtüldü. Başını geriye çekip bezin baskısından kurtulurken mavilerinin odağı İzel'den bezi bastıran kişiye kaydığında Gece Hancı'nın ela gözleri ile karşılaştı. Çatılı kaşlarının ardından ona bakan Gece "Ağzının suyu aktı, sileyim dedim." dedi ters ters Savaş'a bakarken...

 

Savaş sabır dilenircesine bir nefesi içine çekip "Kızlar burada olmasaydı o bezle bak ben sana neler yapıyordum." dedi ve Gece'nin bir şey söylemesine izin vermeden kızlara doğru yöneldi. Damla İzel'in saçlarındaki ıslaklığı bir havlu yardımıyla alıyorken İzel uslu bir kız gibi kalçasını masaya yaslamış ona izin veriyordu. Üzerindeki elbiseyle tam olarak uslu bir kız çocuğuna benziyordu zaten. Hazal ise bir köşede sessizce duruyordu.

 

"Eee ne yapıyoruz?" diye sordu. Gözleri İzel'in yüzündeyken. İzel'in bakışları da bakışlarına karşılık vermişti anında. "Derse girmeyeceksen iki saatlik bir boşluğumuz var demektir..."

 

"O iki saatlik zamanda İzel bana lazım." diyerek hemen araya girdi Gece Hancı ve herkesin gözlerinin ona dönmesine neden oldu. İzel tek kaşını kaldırıp sorgularcasına baktığında Gece'nin tek bir bakışı anlattı konunun ne olduğunu. Plan hakkında konuşacaklardı. Çoktan konuşmuş olmaları gereken plan hakkında...

 

"Çok uzun sürmeyeceğinden eminim." dedi İzel kahvelerini Gece'den Savaş'a çevirirken. "İstersen sen eve geç, üzerin hâlâ sırılsıklam. İşimiz bitince gelirim ben."

 

Savaş'ın gözleri bir an üç kardeşin üzerinde gezindi, son durağı yeniden İzel olurken "Eve mi gideceksiniz?" diye sordu. Gece Hancı yine ağzının içinden homurdanırken Damla İzel'in saçlarından havluyu çekip ondan uzaklaştı. İzel kalçalarını yasladığı masadan ayrılıp Savaş'a doğru bir adım attı ve başını sallayarak onayladı onun sorusunu. "Tamam o zaman..." dedi Savaş son derece isteksiz bir sesle. İzel'in yanından ayrılası hiç yoktu. Elindeki çantayı İzel'e uzatırken gör kırpıp dudağında minik bir tebessüm ile "Elbise yakışmış..." dedi. Dudaklarına ekilen tebessüm filizlenip dallarını İzel'ın dudaklarına sürdü, onun da dudakları iki yana kıvrıldı. "Biliyorum." dedi dudağında başlayan o gülümseme gözlerine doğru tırmanırken. "Bana ne giysem yakışır."

 

Savaş bir adım daha atıp aradaki mesafeyi biraz daha kapattı ve İzel'in kulağına doğru eğilip fısıldadı. "Bu arkadaşlık sınırlarını biraz aşıyor sanırım ama ben hiçbir şey giymediğin anları tercih ederim."

 

💎🎭

 

İZEL İZEM HANCI'DAN:

 

Kalbinize söz geçiremediğiniz anlarla nasıl başa çıkıyordunuz? Ben çıkamıyordum çünkü. Gitme düşüncesi hep zihnimin içini tırmalıyordu, oradaydı ve beni rahatsız edip duruyordu, varlığını unutmama izin vermiyordu.

 

Ama Gitmeyi istemiyordum...

 

Gideceğimiz yer evimiz değildi çünkü. O uçağa bindiğim zaman beni annemin yanına taşımayacaktı o uçak... Bambaşka, çok yabancı bir yerde açacaktım gözlerimi. Üç kişilik küçücük hayatın içinde; duygulardan, hislerden arınarak, bir kukla gibi yaşayıp kaybolup gidecektim. Her gece gözlerimi özgür olduğumu hayal ederek kapatıyordum, iplerimden kurtulmuş, doya doya gülüyor, doya doya ağlıyor, mutluluktan geberiyor oluyordum. Annem uyanmış oluyordu, bana sarılıyordu. Rüyalarımız bilinçaltımızın yansımasıysa ben neden hiç bunları görmüyordum uykularımda? Ben neden hiç rüya görmüyordum da gördüklerim birer kâbustan ibaret oluyordu? Çoktan işlenmiş olması gerekmez miydi bu hayallerin bilinçaltıma?

 

Ve şimdi o hayallerin arasına bir şeyin daha eklendiğini hissediyordum. Bir çift okyanus mavisinin... Kapılıyordum... Kapıldığım her an işler benim için daha da zorlaşıyordu. Bugün benim için ne kadar korktuğunu görmek, kollarının arasına girdiğimde hissettiğim o güven duygusu ve Yasemin'in tehditlerinden sonra yaptığı o hareket... Bunlar insana kendini değerli ve özel hissettiriyordu. Hayatı boyunca hep değersizleştirilen birine yüklenen bu değer, insanın ayaklarını yerden kesiyordu.

 

Günün sonunda yere çakılmaktan korkuyordum.

 

Günün sonunda yere çakılacağımı biliyordum.

 

Eve geleli yaklaşık on dakika olmuştu. Yol boyunca herkes sessizdi, Damla bile video izlememiş sessizce yolu izlemeyi tercih etmişti. Şimdi meşhur salonumuzdaydık ve Gece'yi bekliyorduk. Saçlarım büyük ölçüde kurumuştu. Üzerimi değiştiresim gelmemişti her nedense, toplantıdan sonra duşa girdiğimde değiştirirdim.

 

Gece elindeki dosyalarla salona girip dosyaları ortadaki sehpanın üzerine bıraktı ve her birinin kapağını açıp sehpaya güzelce yaydı. Damla'da bende oturduğumuz koltuklardan kalkıp sehpanın yanında diz çöktü.

 

Dikkatimi çeken ilk şey, bir rezidansın gece vakti çekilen parlak ışıltılı resmi oldu. Üzerinde birbirine dolanmış R ve K harflerinden oluşan kocaman bir amblem vardı. Gözüme bir yerden tanıdık gelen bir amblem...

 

Dosyayı önüme çekip işaret parmağımı amblemin üzerinde gezdirirken "Ben bunu daha önce gördüm." dedim zihnimin içini kurcalamaya başlarken. Ama benim düşünmeme gerek kalmadan Gece cevap verdi. "Elbette görmüşsündür. Babanın iş ortaklarından Rauf Karan'a ait çünkü."

 

Bu isim...

 

Evet Metin Kalkavan ve Kahraman Hancı'nın arasını bozan o meşhur isimdi.

 

Ne yani Kahraman Hancı kendi ortağını mı soyacaktı?

 

"Evet İz, Kahraman Hancı kendi ortağını soyacak."

 

Pekâlâ bu kadarı babam için bile fazlaydı.

 

Damla da en az benim kadar şaşırmış olacak ki "İyi de neden? Ortaklarına bu tarz şeyler yapmaz ki..." dedi.

 

"Ta ki ortakları ona karşı bir şerefsizlik yapana kadar..." diyerek durumu aydınlatmaya başladı Gece. Ardından dosyalardan birini alıp sayfaları karıştırdı ve aradığı sayfayı bulduğunda yeniden ortaya koydu. Fotokopi makinesinden çıkan bir resimdi bu. Resimde on tane kız vardı. Bakır kızılı saçları, kulaklarının hizasında küt kesilen kızların alınlarına dökülen kâhkülleri vardı. Hepsinin üzerinde siyah bir takım elbise ve siyah gözlük vardı. Ten renklerindeki farklılık olmasa; aynı saç rengi, saç şekli ve giyimleri yüzünden hepsinin aynı kadın olduğunu bile söyleyebilirdim.

 

"Ta ki Rauf Karan, tilkilerini babanın ofisine sokmayı deneyecek kadar yürek yiyene kadar..."

 

Tilkiler...

 

Ne komik bir isimdi bu böyle. Daha orijinal bir şey bulamamışlar mıydı?

 

(Bulamadım İzel Hanım ne yapayım ayol... Zaten iki gram beynim var🙄)

 

"Tam olarak neler oldu?" diye sordum.

 

"Baban ve Rauf Karan birbirlerinden habersiz aynı arazi ihalesine başvurdular. Bunu öğrendiklerinde Rauf Karan babanın karşısında hiç şansının olmadığını biliyordu ama arazi konumu açısından elden kaçırılamayacak kadar değerli. Zaten Rauf Karan bu ihalelerde yaptığı şerefsizlikleriyle ünlü bir adam. Babanın teklifini öğrenmek için tilkileri ofisine sokmaya çalıştı ama kurnaz kızları babanın gücünü bilmiyordu. Herşeyi ayarladıklarını sandılar, bilgileri çaldıklarını... Baban ofise girmelerine izin verdi anlayacağın, ama ellerinde tuttukları bilgiler yanlış bilgiler. Normal teklifinin tam sekiz katı yazıyor çaldıkları dosyada ve bu rakam Rauf Karan'ın tek başına altından kalkamayacağı bir rakam."

 

Gece durup anladığımızdan emin olmak istiyormuş gibi yüzümüze baktı. Gözlerim tilkilerin resimiyle rezidansın resmi arasında mekik dokurken en sonunda rezidansta durdum ve "Peki buradan tam olarak neyi çalacağız?" diye sordum.

 

Gece dirseklerini sehpaya yaslayıp "Güzel soru..." dedi ve altta kalan dosyayı çıkarıp en üste koydu. Binanın çizim planı açıktı şimdi önümüzde.

 

"Baban Rauf Karan'a bir ders vermek istiyordu, elindeki yanlış bilgiyle o dersi verdi. Ama bu babana tabi ki yeterli gelmediğinden, canı sidik yarışı istemiş olacak ki belge öyle çalınmaz böyle çalınırı göstermek istiyor. Rauf Karan elindeki rakamı denkleştirmek için yanına bir enayi arıyor, bu yüzden pazar günü bu rezidansta büyük bir toplantı olacak. Taşaklı kodomanların katıldığı bir toplantı... Yani işimiz hiç olmadığı kadar zor çünkü tek bir adamın korumalarıyla değil dokuz adamın korumalarıyla gözetleniyor olacak bina. Yeraltı dünyasının en önemli dokuz adamı, ki aralarında en az baban kadar güçlü biri olan İsmet Kaşıkara ve Fatih Altuğlu da var. Güvenlik önlemleri en üst seviyede olacak ve bu kez hiçbiri babanın tuttuğu adamlar değil. Ya da polis... Açık verme ya da görülme lüksünüz yok çünkü bu adamlar sizi yakalamakla uğraşmazlar, gördükleri yerde kafanıza sıkarlar. Ayrıca tikliler de orada olacak... Çok felaket olduklarını bilin yeter, fark edilirseniz, kaçmak gibi bir şansınız da yok demektir, bu kızlardan kaçamazsınız. Sen bile İzel."

 

Pekâlâ kulağa çok ürkütücü geliyordu anlattıkları ama her görevin kendine göre bir zorluğu vardı. Henüz hiçbirinde faka basmamıştık, çok yaklaştığımız anlar olmuştu elbette ama sonuç hiç değişmemişti, biz hep kazanmıştık.

 

Gözlerim yeniden tiklilere kaydı. Vahşi görünmüyorlardı ama narin oldukları da söylenemezdi. Belki hepsinin aynı olması belki de değil ama kesinlikle rahatsız edici bir tarafları vardı.

 

"Sadece gelecek misin artık?"

 

Gece başını bir kez sallayıp binanın çizim planının üzerine elini koydu ve en alta inip planı anlatmaya başladı. Uzun ve zorlu bir yolculuk bizi bekliyor olacaktı. Ve işin ucunda çalacağımız şey milyon dolarlık bir mücevher ya da elmas değil yalnızca birkaç belge ve dosya olacaktı.

 

Gece planı anlatmayı bitirdiğinde parmaklarımla şakağımı ovaladım. "Kahraman Hancı bizi gözünde fazla mı büyütüyor acaba? Görünmezlik özelliğim yok, adamların kaynadığı bir yerden bu kadar rahat geçemem, havalandırma deliği falan yok mu bu binada?"

 

O kadar çok ayrıntı vardı ki daha şimdiden başım ağrımaya başlamıştı.

 

"Rauf Karan zeki bir adam, bu tarz durumlarda genellikle havalandırma boşlukları kullanıldığı için binanın o kısmını özel olarak tasarlatmış. Yirmi kilodan fazla ağırlık bindiği zaman otomatik bir alarm sistemini devreye sokuyor. Alarm çalmadan kapatmak mümkün değil ve çaldıktan sonra da yalnızca Rauf Karan ve sağ kolu Selim Yardımcı'nın bildiği bir şifre ile devre dışı bırakılıyor. Ayrıca baban bizi gözünde büyütmüyor, yıllardır ilmek ilmek işlediği emeğin meyvesini toplamayı bekliyor sadece."

 

Sözleri gözlerimi devirmeme neden oldu. "Emek ki ne emek..." diye homurdandım. Gece bunu duymazdan gelip "Anlaşılmayan bir nokta?" diye sordu. "Yakalandığımız taktirde bir B planımız var mı peki?" diye sordum bende bunun üzerine.

 

Gece'nin dudağı yamuk bir gülüşle kıvrılırken "Var tabi, var... Olmaz mı? B planı yakalanmamak." dedi ve ayağa kalkıp dosyaları toplamaya başladı.

 

"Ben diyorum göründüğünüz an kafanıza sıkarlar, sen gelmişsin yakalandığımızda B planı var mı diye soruyorsun. Sonra sinirlenince sinirlendi oluyorum. O ihtimali unut İzel, yakalanmayı unut. Unutun. İkiniz de."

 

Dosyaları kucağında toplayıp salonun çıkışına yöneldiğinde "Peki benimle konuşacağın şu konu?" diye sordum. Durdu. Omzunun üzerinden bana bakıp "Zorlu bir görev var önümüzde. Sana sabah da söyledim, görevden sonra konuşacağız, o ana kadar dikkatini dağıtacak bir şey istemiyorum. Hatta bana kalırsa Kalkavan ile şu eğitim zımbırtısına ara verin, pazardan sonra ne halt yiyorsanız yersiniz."

 

Ellerimi sehpaya yaslayıp ayağa kalktım ve tek kaşımı kaldırırken "Eğitimime ara vermeyeceğim." dedim.

 

Arkasını dönüp yürümeye devam ederken "Tabi ki vermeyeceksin!" dedi kinayeyle.

 

Ne? Eğitim önemli bir şeydi...

 

Sonra bir ayrıntı geldi aklıma. Ertelenemeyecek bir ayrıntı... Merak içimi bir tahta kurusu misali kemirirken, erteleyemeyeceğim kadar önemliydi.

 

"Gece!" diyerek onu bir kez daha durdurduğumda sıkıntılı bir nefes verdiğini duydum. Ardından bedenini bana doğru çevirdi ve sorarcasına tek kaşını kaldırdı.

 

"Sana göstermem gereken bir şey var. Beni burada bekle." dedim ve yanından geçip merdivenlere çıktım, odama girdim. Dün gelen zarfı koyduğum çekmeceden alıp geldiğim hızla geri döndüm salona ve zarfı Gece'ye uzattım.

 

Yosun tutmuş denizleri soru işaretleri ile dolarken, kaşlarını kaldırıp "Ne bu?" diye sordu. Elindeki dosyaları koltukaltına sıkıştırıp zarfı elimden aldı. Açmadan önce birkaç kez önlü arkalı kontrol etti not ya da isim var mı diye. Ardından acele etmeden yapışkanı açılmış kıvrımı kaldırıp zarfa elini soktu ve içindeki iki resmi çıkardı.

 

O resimlere bakarken konuşmaya başladım. "Dün bunu okulun otoparkına bir kurye getirdi. İsim, adres, telefon hiçbir şey yok..."

 

Gece resimleri algılamaya başladığı noktada beni duymuyormuş gibi tamamen resimlere odaklandı. Öyle ki salon boyunca yürüdüğü o yolu geri dönüp elindeki dosyaları masanın üzerine bırakmış ve daha dikkatli incelemeye başlamıştı. Bakışları Damla'nın da dikkatini çekince o da Gece'nin yan tarafına geçip resimlere bakmaya başladı. Birkaç dakikayı sessizliğin göğsünde boğduk. Belki de birkaç dakikadan daha uzun sürdü bu sessizlik, bilmiyorum. O an sadece onların tepkilerini izliyordum. Benden aşağı kalır bir yanları yoktu, ikisinin de ifadeleri allak bullak olmuş gibiydi, anlam veremeyen bir ifade kol geziyordu yüzlerinde.

 

"Bunlar gerçek mi?" diyerek ilk konuşan Damla oldu. Yüzündeki ifadenin katbekat fazlası sesinde yaşıyordu. Sessiz kaldım. Bunun cevabını verecek olan Gece'ydi.

 

Gece birkaç saniye daha sessizliği tercih etse de en sonunda derin bir nefesi dışarı salıp kendini toparlamaya çalıştı. "Gerçek gibi duruyor ama tam anlamıyla kontrol etmeden bir şey söyleyemem." Ardından bakışları bana döndü. "Okulun otoparkına dedin değil mi?" diye sordu. Suratına diktiği maskeler hislerini gizlese de elindeki fotoğraflara en az benim kadar şaşırdığını biliyordum. Onun da aklını en az benimki kadar meşgul edecekti, belki de daha fazla...

 

Başımı sallayarak onayladım sorusunu.

 

"Kuryeye hiçbir şey sormadın mı? O an yerini nereden biliyormuş da eve değil de okula getirmiş ve seni otoparkta bulabilmiş?"

 

"O an zarfın içinden bunların çıkacağını tahmin edemediğim için sorma gereği de görmedim bunları."

 

Gece burnundan sert bir nefes verirken "İzel sana hayatında kaç kez bu şekilde bir paket geldi?" diye sordu. Sonra elini boşver der gibi sallayıp "Bunu araştıracağım." dedi ve bıraktığı dosyaları yeniden aldı. "Altından bir şey çıkacağını sanmıyorum, biri bizimle oynuyor büyük ihtimalle. Gerçek olduğunu bile sanmıyorum, hazırlayan her kimse çok profesyonel ama, hakkını yiyemem."

 

Sözleri beni sinirlendirdi. O bir şeyi yapacağını söyledikten sonra arkasından bu kadar çok şey sıralıyorsa o konu ya ertelenecek demekti ya da unutulacak... Buna izin vermeye hiç niyetim yoktu.

 

O yeniden arkasını dönüp yürümeye başlarken "Bir kardeşim olabilir Gece!" diyerek onu bir kez daha durdurdum. Sesin farkındalığın etkisiyle sert çıkmıştı. "Yirmi yıldır birileri bize yalan söylüyor olabilir. Elindekiler gerçek olabilir."

 

"İhtimaller ihtimaller... İhtimaller ile ilgilenmiyorum İzel. Bana somut, gerçek bir şeyler lazım..."

 

Önüme gelen bir tutam saçı geriye itip kuruyan dudaklarımı ıslattım ve "Araştırırsan elinde somut, gerçek bir şey olur." dedim.

 

Sözlerim üzerine elindeki resimleri havada sallayıp "Araştıracağımı söyledim. Ama Bunun için vaktim yok şu anlık." dedi.

 

Umudun içinizde kırılırken çıkardığı sesi hiç işittiniz mi? Attığı çığlıkları duydunuz mu?

 

Başımı iki yana sallarken umudun kırıklarının boğazıma dizdiği yumruyu yutkunarak geçirmeye çalıştım.

 

"Araştırmayacaksın..." dedim kısık bir sesle. Bu sesimin zayıflığından değildi, bu gerçeğin sesime bindirdiği yorgunluktandı.

 

Gece'nin omuzları düştü.

 

"Yapma İzel, ben aramızdaki mesafeyi daha tam olarak kapatamamışken, yeniden açma. Araştıracağım dedim, araştıracağım. Ama önce şu hepimizin pamuk ipliğine bağlı olduğu görevi bir atlatalım. Sonra söz veriyorum, sadece bu konu üzerine yoğunlaşıp her şeyi tüm çıplaklığıyla önüne sereceğim."

 

Sözlerinin efsununun bu kez beni büyülemesine izin vermedim. Yüzüne ona hiç inanmadığımı gösteren bir bakış atıp sadece başımı sallamakla yetindim. Farkındaydı sözlerine güvenmediğimin. Bu da benim oyunumdu. Şimdi sırf bana bir şeyleri kanıtlamak, sözünde durduğunu göstermek için yine araştıracaktı o konuyu. Benim yanıldığımı bana göstermek, kanıtlamak için. Yoğunluğu onu durdursa da bu konuda, egosu durduramayacaktı.

 

Size hayatla ilgili bir sır vereyim mi? Egoistleri manipüle etmek, sıradan birini manipüle etmekten çok daha kolaydı.

💎🎭

 

Konuşmamız orada son bulmuştu, Gece salondan çıkıp giderken ben de son kez Damla'ya bakmıştım. O hep sessizliğini koruyan, yorum yapmayan taraf olarak yine rolünü üstlenmiş ve izlemekle yetinmişti. Sonra odama çıkıp hızlı bir duşun ardından üzerime sıradan bir siyah kot ve beyaz bol bir tişört geçirmiş, üzerine de deri ceketimi giyip evden çıkmıştım.

 

İş çıkış saatine henüz gelmediğimiz için neyse ki trafiğe takılmadan Savaş'ın evine varabilmiştim. Trafikten nefret ediyordum.

 

Arabayı Savaş'ın arabasının yanına durdurup yan koltuğa attığım çantamı da alıp arabadan indim. Bahçeyi süsleyen fanusların içinde sergilenen heykeller o kadar güzel duruyordu ki bu bahçeye en güzel çiçekleri dahi eksen bu heykellerin yanına yaklaşamazlardı. Her biri eşsizdi. Bazıları mermerden yapılmıştı, bazıları camdan... Tanrım! Savaş bu konuda gerçekten yetenekliydi. Ama bu ona bahşedilen bir yetenek değildi bunu da biliyordum. Bu emeğin ve sabrın meyvesiydi.

 

Adımlarım evin kapısına doğru ilerlerken kapı Savaş tarafından açıldı. Dudaklarım bir gülümseme ile kıvrılırken "Kapıda mı karşılanıyorum?" diye sordum. Savaş bir an çok saçma bir şey söylemişim gibi yüzünü buruşturdu ve gülerken "Hayır," dedi. Ardından mavileri ardımda bir noktayı işaret etti. "Sadece siparişim gelmişti." Sesi son derece ciddi çıksa da gözlerinde titreşen oyunbaz parıltıları görebiliyordum.

 

Başımı çevirip baktığı noktaya baktığımda gerçekten de bir motor kuryenin elinde karton bir paket ile bahçeye girdiğini gördüm.

 

Odağımı yeniden Savaş'a çevirip kıstığım bakışlarımla yüzüne bakarken "Ne yani ben kapıda karşılanacak biri değil miyim?" diye sordum. Sesim en az onunki kadar oyunbazdı.

 

Savaş kuryeden paketi teslim alıp ödemeyi yaptıktan sonra bana döndü ve tatlı tatlı gülümseyerek baktı yüzüme birkaç saniye. Size yemin ederim güzel şeyler söyleyecek, iltifatlara boğacak sandım. Ama sadece "Ben kız arkadaşlarımı kapıda karşılarım İzel, normal arkadaşlarımı değil." dedi, üzerine noktayı koyar gibi göz kırpıp içeri geçti.

 

Elindeki paketle onu boğsam tahmini olarak kaç yıl ceza yerdim?

 

Derin bir nefes alıp ardından içeri girdiğimde onu elindeki paketi salondaki sehpanın üzerine boşaltırken gördüm, yemeği sipariş etmişti.

 

Aslında ona biraz önceki sözleri için çok güzel laf sokabilirdim ama konunun arkadaşlık olması can sıkıcı olduğundan "Güney yok mu?" diyerek konuyu değiştirdim.

 

Salata paketlerinin jelatinini çıkarırken "İşi varmış, o yüzden bugün yok." dedi. Yani evde baş başaydık. Pekâlâ, usulca zihnimin kapısını çalan düşünceleri kovmam gerekiyordu, işleri daha da karmaşık bir noktaya getirip her şeyi berbat etmenin bir manası yoktu. Bu yüzden üzerimdeki deri ceketi çıkarıp koltuğun kol kısmına atarken son derece rahat bir görüntü sergiliyordum. Savaş'ın tam karşısına yerleşip yemeğin bana ait olan kısmını kendi önüme doğru çektim ve "En azından şunun tadını bugün doyasıya çıkarabileceğim." deyip elimdekinden bir ısırık aldım. Savaş sözlerime gülerken "Dün o kadar laf söyledikten sonra beğendiğini anlarsa kırk yıl dilinden düşmezsin." dedi.

 

Omuz silkmekle yetindim ve kendimi tam olarak yemeğe verdim.

 

O noktadan sonra pek konuşmadık. Bazen Savaş'ın yüzüme daldığını yakalasam da bozuntuya vermeden yemeğime devam ettim. Sonra resme geçtik. Yine meyve sepeti çizdiriyordu. Dünden idmanlı olduğum için bugün dünkü kadar bocalamadım neyse ki. Sadece beynimin hafızası değil, elimin hafızası da iyidi. Savaş bir ara ortadan kayboldu. Geri döndüğünde elinde iki kupa dumanı tüten kahve vardı, kahvenin o güzel kokusunu içime çekerken hoşnutlukla mırıldanmadan edemedim. Kahve demek her şey demekti.

 

Son derece mesafeli bir şekilde ilerleyen ders kapının zil sesi ile bölündü. İkimizin de bakışları aynı anda kapıya kayarken "Birini mi bekliyordun?" diye sordum. Başını iki yana sallayarak cevap verdi bana, ardından kapıya doğru yürüdü. "Güney'dir."

 

Kapıyı açtığında bakışlarım sırtındaydı. Kapıdakinin Güney olmadığını biliyordum çünkü o hiç durmadan aralıksız bir şekilde çalıyordu zili, insanın beynine tecavüz etmeyi seviyordu. Şimdi ise kapı bir kez çalınmış ve durulmuştu. Normalde camdan dışarıyı görebiliyorduk ama şu an görünen tek şey koca bir siyahlık ve o siyahlığa yansıyan flulu görüntülerimizdi.

 

Elimdeki kalemi tuvalden uzaklaştırıp tamamen Savaş'a döndüm yüzümü, geleni merak etmiştim.

 

Savaş kapıyı açtı, gelen adamın siması tanıdıktı, onu daha önce kanlı canlı görmemiş olsam da yüzünü bir resimde görmüştüm. Aksel'in evinde Savaş'ın önüme koyduğu o resimde. Gelen Metin Kalkavan'dı, Savaş'ın babası. Ama size bir şey söyleyeyim mi? O resmi hiç görmemiş olsaydım da anlardım o adamın Savaş'ın babası olduğunu. Gözleri birbirlerinin aynısıydı.

 

Savaş babasına hiçbir şey söylemedi, onu eve davet etmek için hiçbir girişimde bulunmadı. Bana arkası dönük olduğundan yüzünde nasıl bir ifade olduğunu bilmiyordum ama sırt kaslarındaki gerilmeyi net bir şekilde görebiliyordum.

 

Metin Kalkavan'ın oğluna özlem ve şefkatle dolu olan bakışları kısa bir anlığına bana çevrildi ve o kısacık anda bakışlarından şaşkınlığın geçtiğini gördüm. Ardından yeniden oğluna dönerken "Misafirin olduğunu bilmiyordum." diye mırıldandı.

 

Savaş işte o zaman konuştu. O konuştu ben şaşkınlıkla sarsıldım.

 

"Evet misafirim var, şu an hiç müsait değilim."

 

Sesi daha önce ondan hiç duymadığım kadar sert ve soğuktu.

 

"Sadece..." dedi Metin Kalkavan. Koskoca adam oğlunun karşısında neredeyse kekeliyordu. Gözleri kısacık bir an yeniden bana kaydı. Sonra elini kaldırıp üzerindeki takım elbisenin ceketinin iç cebinden ince uzun bir kâğıt parçası çıkardı ve Savaş'a uzattı.

 

"Kabul etmeyeceğini bilsem de şansımı denemek istedim. Doğum günün için..."

 

Doğum günü mü?

 

Bugün Savaş'ın doğum günü müydü? Tanrım... Daha doğum gününü bile bilmiyordum. Biz birbirimizi ne kadar tanıyorduk ki sahiden, hakkımızda bildiğimiz şeyler ne ile sınırlıydı?

 

Savaş'ın alayla güldüğünü duydum, omuzları hafif hafif sarsıldı.

 

"Sen benimle dalga mı geçiyorsun?"

 

"Savaş..." diye başlasa da Metin Kalkavan, sustu ne diyeceğini bilemiyormuş gibi bir hâli vardı. Adı, Kahraman Hancı'ya kafa tutabilen adam olarak anıldığında Metin Kalkavan gözümde güçlü bir profil olarak canlanmıştı ama şimdi güçlü olmaktan çok uzaktı. Daha çok aciz biri gibiydi. Savaş hiçbir şey söylemeden öylece babasının yüzüne bakıyordu.

 

Merak ettim... Babamla benim arama o uçurumları dizen çok haklı sebeplerimiz vardı. Peki Savaş ile babasının arasına bu uçurumu dizen sebep neydi?

 

"Oraya gitmeyi çok istediğini biliyorum. Sırf bana inat olsun diye gitmediğini... Ben sadece... Hayalini gerçekleştirmek istiyorum oğlum. Güney ile gidersiniz diye iki bilet aldım ama..." diye devam etti Metin Kalkavan cümlelerine ve gözleri ile beni işaret etti. Savaş varlığımı unutmuş da beni ona hatırlatıyormuş gibi "Arkadaşın Güney'den çok daha iyi bir seçenek."

 

Savaş'ın sırt kasları bir kez daha gerildi. Derin bir nefes aldığını duydum. Uzanıp babasının elindeki biletleri aldı ve usulca önce ikiye ardından dörde yırtıp yere attı.

 

"Düşünce şeklin gözlerimi yaşartıyor ve gamsızlığınla yüzsüzlüğün de öyle... Gelmişsin, çok normal bir şeymiş gibi bana doğum günü hediyesi veriyorsun..."

 

Babası bir kez daha "Sadece..." diyerek araya girmeye çalıştı ama Savaş hışımla elini kaldırıp "Sadece git!" diyerek onun sözünü kesti. "Elimden bir kaza çıkmadan git..."

 

Kaldırdığı eline çarptı gözlerim ve ellerinin titrediğini ancak o zaman fark edebildim.

 

Metin Kalkavan bir oğluna bir yerdeki kâğıt parçalarına son kez de bana bakıp çöken omuzlarıyla beraber arkasını döndü ve gitti.

 

Bir süre Savaş olduğu yerde kalıp babasının gidişini izledi. Yanına gitmek ve her şey yolunda mı diye kontrol etmek istiyordum. Onun bana iyi geldiği kadar ben de ona iyi gelmek istiyordum. Bu uğurda ilk adımımı da attım ama Savaş kapıyı kapatıp "Bana birkaç dakika ver olur mu?" dedi iafadesiz bir sesle ve koridora doğru girip gözden kayboldu.

 

Yine de ayaklarım durmadı. Kapının önüne kadar gelip dizlerimi kırıp eğildim ve yere saçılan kağıt parçalarına baktım. Ne olduğunu anlamak için yazıları okumam bile gerekmedi çünkü tanıdıktı.

 

Louvre müzesine iki bilet... Haftaya cumartesi için...

 

Savaş'ın en büyük hayali buraya gitmek miydi?

 

Elbette öyleydi, evinin içi dışı kendi yaptığı sanat eserleri ile doluyken nasıl olmazdı ki?

 

Ne demişti babası?

 

Sırf bana inat olsun diye gitmediğini...

 

Derin bir nefes alıp kalan parçaları da topladım ve buruşturup avuç içimde topladım.

 

Babası ile nasıl bir sorunu vardı bilmiyorum ama şu an ne hissettiğini az çok tahmin ediyordum. Bu yüzden adımlarım onun gittiği yöne doğru gitti.

 

Onu mutfakta buldum, ellerini tezgâha yaslamış gözleri kapalı bir hâlde. Muhtemelen sakinleşmeye çalışıyordu, geldiğimi bile fark etmemişti. Elimdeki kağıt parçalarını kenardaki çöp kutusuna atıp birkaç adım daha yaklaştım Savaş'a.

 

"Sarılmak ister misin?" diye sorarken sesim istemsiz tereddütlü çıkmıştı. Hepimizin sorunları ile baş etme yöntemi farklıydı, ben yalnız kalmak istediğimi söylediğim her anda bile yanımda bir nefes, bir soluk sarılabileceğim, yükümü az da olsa benden alacak birini arıyordum. Ama belki de Savaş gerçekten yalnız kalmak istiyordu.

 

Sonra onun bana söylediği bir cümle geldi aklıma. Dudağım hafifçe kıvrılırken, "İhtiyacın varmış gibi duruyor da..." dedim.

 

Başını kaldırıp baktı önce yüzüme ardından da hızla doğrulup ellerini tezgâhtan çekti ve aramızda kalan mesafeyi kapatıp beni kollarının arasına çekti. Sarılışı sıkıydı, beni göğsünün içine saplamak ister gibi... Bedenimin etrafına dolanan kollarıyla bende kollarımı onun ince beline sarıp yanağımı göğsüne yasladım.

 

Konuşmadık, o anın içinde kelimelere ihtiyaç duymadık. Sadece sarıldık ve sarılmak bize; bana, ona yetti. Bazen sadece sarılmak yeterdi zaten, daha fazlasına gerek yoktu.

 

Aradan ne kadar zaman geçti, biz orada ne kadar zaman sarılı bir halde durduk bilmiyorum ama en sonunda beni saran kolları sıkılığını kaybeytiğinde ve ellerimin altındaki gergin kaslar gevşediğinde, tüm bu süre boyunca aklımı meşgul eden soruyu ona sordum.

 

"Bugün doğum günün müydü?"

 

Gevşediğini hissettiğim o kaslar, sözlerimle hafifçe yeniden kasıldı. Derin bir nefes alıp "Bugün değil..." diye cevap verdi. Bekledim. Cümlenin devamında doğum gününü söylemesini bekledim ama söylemedi. Yine iş başa düşmüştü. Göğsüne yaslı halde duran başımın konumunu düzeltip "Ne zaman peki?" diye sordum.

 

"Bu konu hakkında konuşmak istemiyorum, güzelim." dedi.

 

Bu başımı kaldırıp yüzüne bakmaya çalışmama neden oldu ama çenesi başıma yaslı olduğundan görebildiğim tek şey çene hatları ve belirgin ademelması oldu.

 

"Ama merak ediyorum..."

 

Pes ettiğini belirten bir nefesin ardından "Bir hafta sonra..." diye cevap verdi. "On sekiz kasım... Ama kutlamıyorum. Kutlamaktan nefret ediyorum hatta. Öyle ki Güney bile bu kararıma saygı duyup herhangi bir şerefsizlik yapmıyor."

 

Sözlerinin altındaki mesajı almıştım. Kısaca kutlama deseydi de olurdu aslında, bu kadar kelime kalabalığına gerek yoktu.

 

"Anladım..." diye cevap verdim.

 

Sonra gözlerimin önüne bir görüntü gelir gibi oldu. Görüntüde Savaş'ın üzerinde tişört yoktu ve göz alıcı teni gözlerimin önündeydi. Ve kalbinin üzerine işlenen dört tarih...

 

Bir tanesi on sekiz kasımdı. Elim yavaşça belinden göğsüne doğru kaymaya başladığında Savaş ne yapacağımı anladı ve hızlı davranıp elimi tutarak bana engel oldu.

 

"Hafızan gereğinden fazla keskin..." derken durumdan hiç de memnun değilmiş gibiydi ses tonu.

 

"O dövmelerin anlamları ne?" diye sordum.

 

Birkaç saniye sustu. Elim hâlâ avucunun içinde, avucunun sıcaklığı ile kavruluyordu. Başparmağı elimin üzerini okşarken "Sen bana benim soru işaretlerimden birinin cevabını ver, bende sana senin soru işaretlerinden birinin cevabını..." dedi. Adil oynamıyordu. Ya da adildi ama bana adi geliyordu bilmiyorum.

 

Sessiz kaldım.

 

Sessiz kaldı.

 

Sır verme konusunda ikimiz de berbattık sanırım.

 

🎭💎

 

Birbirinin aynı geçen günlerin ardından sonunda hafta tamamlanmış ve görev günü gelip çatmıştı.

 

O sarılmanın ardından hiçbir şey olmamış gibi resim çizmeye dönmüş ve soğuyan kahvelerimizi içerken saatlerce çizim yapmıştık. O gün bir önceki günden daha iyiydim ve bir sonraki gün de ondan önceki günden...

 

Diğer günlerin tek farkı, okulda n sonra antrenmanlara katılıp, antrenmanlardan sonra da Savaş'ın evine gitmekti. Birkaç gündür son derece az uyumuş olsam da bugün burada, plana uygun bir şekilde hareket ederken kendimi iyi hissediyordum. Çuvallama lüksümüzün olmadığı bir andaydık ve iyi hissetmekten başka şansım yoktu.

 

Otoparkın küçük penceresinden içeri baktığımda bir dolu arabanın otoparkı doldurduğunu görebiliyordum loş ışığa rağmen. Ve arabaların başında bekleyen korumaları da... Bir sürülerdi, görmesem bile hepsinde silah olduğunu ve o silahı sıkmaya hazır bir şekilde beklediklerini biliyordum.

 

"Herkes yerinde mi?" diye soran Gece'nin sesi, kulaklıktan kulağıma doldu. "Evet!" diye fısıldayarak onayladım onu, çökmüş olduğum köşeye biraz daha sinerken.

 

"Damla yerindeysen boğazını bir kere temizle değilsen bir kez öksür."

 

Damla'dan bir boğaz temizleme sesi geldiğinde artık saniyeleri saymaya başlamıştık.

 

"Güzel..." dedi Gece. "Hazır olun, başlıyoruz."

 

🎭💎

 

YAZARDAN:

 

"Tüm bombalar yerleştirildi. Aktif hale getirmek için senden haber bekliyorum, Tanrı aşkına Maya orada ne haltlar dönüyor?"

 

"Hiç hoşuna gitmeyecek..." diye cevap verdi telefonun diğer ucundaki Maya.

 

"Söyle!"

 

Derin bir nefes alma sesi geldi telefondan.

 

"Bilgisayarın kontrolünü kaybettim, hiçbir şeye erişemiyorum Yazgı. Kontrolü geri alabilirim sandım ama... "

 

Genç kadın sırtını arkasındaki duvara yaslayıp, "Ama?" diye sordu. Bir otoparkın içinde onlarca adamla baş başaydı. Buradan çıkmak için yapması gereken tek şey, arabaların altına koyduğu bombaların bağlı olduğu, hemen başının yanındaki bombayı aktif hâle getirmekti. Onu aktif hale getirdiğinde diğerleri de aktifleşecek ve on beş dakikalık bir geri sayımın ardından binayı yerle bir edeceklerdi.

 

Ama...

 

Maya'dan beklediği o komut bir türlü gelmediği için bombayı da aktifleştiremiyordu.

 

"Bunu yapan her kimse benim tekniğimi kullanıyor, beni kendi silahımla vuruyor."

 

"Bu ne demek?"

 

"Bu şu demek Yazgı... Bizden bağımsız birileri kontrolü ele geçirdi, iki bilgisayarın yaydığı virüsler birbirlerine bulaştı, onların bunu fark etmesi mümkün değil ama ben görebiliyorum çünkü bunu ben yaptım. O aptal ya da aptalların tek bir hatası; sadece bu binadaki değil, senin önlem olsun diye Rauf Karan'ın her mülklerine koyduğun diğer bütün bombaları da aktif hale getirir."

 

Yazgı alt dudağını ısırıp burnundan sert bir soluğu dışarı salarken "Ve tüm şehir yerle bir olur..." diye devam etti Maya'nın sözlerine. Çünkü Rauf Karan'ın mülkleri her yerdeydi ve Yazgı, hepsine kendi elleriyle yerleştirmişti o bombaları. Bombalar, genel hatta Maya'nın sistemine bağlıydı. Ya Maya'nın sisteminden hepsini aynı anda patlatırdın ya da manuel olarak elle aktif hale getirir patlatırdın.

 

Sistemde hepsinin ayrı ayrı aktif hale getirilememesinin nedeniyse tamamen güvenlik açısındandı. Rahuf Karan'ın tek bir düşmanı yoktu ve bombalardan haberi olan biri Maya'nın bilgisayarına sızıp kafasına göre istediği alanı patlatmayı deneyebilirdi.

 

Şimdi ise bir salak, farkında bile olmadan hepsini aynı anda patlatabilirdi...

 

"Sen dışarıdaki embesiller bul Maya, ben içerdekileri hallederim."

 

🎭💎

 

Bölüm nasıldı?

 

Upuzun bir bölümdü ha? Hakkını yemeyin gerçekten uzun bir bölümdü sgjsgzjs

 

Bir sonraki bölüme kadar kendinize iyi bakın sağlıcakla kalın💙

 

İLETİŞİM:

IG|@saniyesolakk

 

Kitabın official sayfası:

@kuklaofficialpage

Loading...
0%