Yeni Üyelik
34.
Bölüm

33| BİR KÜÇÜK ZAFER

@saniyesolak

Sellam✨

 

Umarım beğendiğiniz bir bölüm olur❤️

 

Bölüme geçmeden önce oy vermeyi ve bol bol yorumlarla satır aralarını doldurmayı unutmayın❤️

 

Keyifli okumalar✨

 

İZEL İZEM HANCI'DAN;

 

Birini, acısını kendi canınızda hissedecek kadar çok sevdiniz mi?

 

Hayatım boyunca insanlara değer verip onları hayatımın bir noktasına koymaktan kaçınmıştım hep.

 

Hem buna el verişli bir hayatım olmadığındandı bunun nedeni. Çünkü arkadaşlarla yapılan aktivitelere; bir kafede oturup bir şeyler içip sohbet etmek ya da bir sinemaya gitmek gibi basit şeylere bile iznim yoktu. Hayatımın her anını kapsayan eğitim ve idmanlar benden pek çok şeyi çalıp götürmüştü.

 

Hem de küçücük yaşımda, en yakınlarımdan yediğim derin kazıklar insanlara güvenmemem gerektiğini öğretmişti bana, onlardan uzak durmayı...

 

Bu korkaklık mıydı bilmiyorum ama beni benden başka koruyacak kimse yoktu çoğu şeye karşı. Gece, insanlara karşı koruyabilirdi mesela ama bana en çok zarar veren kişiye, babama, karşı onun da eli kolu bağlıydı. Bir noktada hep yalnızdım ve hep bir şeylere direnmek zorundaydım.

 

Bunun bana öğrettiği en net şey mesafeydi. Mesafe demek güven demekti bir noktada.

 

Mesafeli olmadığım tek kişiydi Damla... Her şeyimi tüm çıplaklığıyla bilen... Koşulsuz şartsız güvenip sırtımı yasladığım o güvenli duvar...

 

Şimdilerde bu değişime uğruyor olsa da değişmeyen tek şey Damla'ya karşı düşüncelerim ve hislerimdi. Hem arkadaşım hem kardeşimdi o.

 

Şimdi korkuyu iliklerime kadar hissetmemin nedeniydi...

 

Şimdi yara olmayan vücudumun acıma sebebiydi...

 

Patlayan bir kurşun, onu benden çekip alabilirdi. Hayır... Buna katlanamazdım. Bunu kaldıramazdım.

 

Tilki, Yazgı denen kadının kurşunlarıyla delik deşik olurken korka korka baktım Damla'ya. Mavi gözleri iri iri açılmıştı ve dudakları titriyordu. Beyaz bir ten daha da beyazlaşabilir miydi? Damla'nın yüzü ölü bir beniz kadar soluk gorünüyordu.

 

Korktum...

 

Çok korktum...

 

Gözlerim yüzünden aşağı indiğinde kurşunun saplandığı yeri görmekten çok korktum. Ölümcül bir noktaya gelmiş olabilirdi. Onu benden çekip alabilirdi... Küçük, sevimli kız kardeşimi benden alabilir, güven duvarımı yıkabilirdi.

 

Bu sırada Damla'nın eli yaraya dokunmuştu ve parmaklarına bulaşan kana bakıyordu.

 

Beyza gömleğini kirleten kan, kolundan geliyordu. Kolundan vurulmuştu. Rahat bir nefes aldığım, üzerime binen tüm yükleri atıp hafiflediğimi hissettiğim an bu andı. Adımlarım hızla ona doğru ilerlerken kulaklığımdan kulağıma dolan sesleri algılamaya başladığımda ancak anladım kulaklarımın çınladığını.

 

"İzel..." diyordu Gece... Sesi korkuyla mı doluydu yoksa uğultudan dolayı ben mi yanlış anlıyordum? Bu ayrımı yapamıyordum.

 

Elimdeki dosyalarla dolu çantayı yere atıp Damla'nın elini tuttum. Şu an benden daha çok korkan biri varsa o da Damla'ydı.

 

Damla kana bulanan parmaklarını göz hizama kadar kaldırıp "K-kan mı bu?" diye sordu önce. Ardından yüzü buruşurken "B-benden mi geliyor?" diye ekledi. Şokta gibiydi.

 

Elini bırakıp kolumu yara olmayan omzuna doğru sardım ve onu kendime çekip sarıldım. "Sakin ol..." diye fısıldadım kulağına doğru. "Sakin ol civciv..."

 

Bedeni titremeye başlarken başını kaldırıp yüzüme baktığını hissettiğimde bende başımı eğip ona baktım. Gerçekten şoka girmişti, çakmak çakmak gözlerle bakıyordu yüzüme. "Sakin mi olayım?" diye sordu masum bir sesle. Sonra bakışlarını benden çekip "Sakin..." diye fısıldadı kendi kendine. Algılamaya çalışır gibi fısıltıyla sayıklamaya başladı. "Sakin olmalıyım... Vuruldum... Ben vuruldum... Sakin olmalıyım..."

 

Saçlarını okşayarak onu sakinleştirmeye çalışmamın onun için bir faydası var mıydı bilmiyorum ama benim için vardı.

 

Gece bilmem kaçıncı kez "İzel bir cevap ver..." diye bağırdığında son kez Damla'yı kontrol edip "Biz iyiyiz, buradan ne zaman çıkabiliriz?" diye sormakla yetindim. Evet yarası ölümcül bir noktada olmayabilirdi ama gömleğinin o kolunu kırmızıya boyayacak kadar çok kanadığını görebiliyordum. Öyle ki yere damlamaya bile başlamıştı.

 

"Adamlar otoparka ulaştılar, hepsinin ayrılması beş altı dakikayı bulur gibi. Damla ne durumda? Yarası nerede?"

 

Gece'nin sözleriyle yavaşça dizlerimin üzerine çöküp dikkatli olmaya çalışarak Damla'nın da çökmesini sağladım. Dudaklarından kısık kısık inlemeler dökülse de hâlâ şokta olacak ki hiçbir şey söylemiyor, bana uyum sağlıyordu. Onun yere uzanmasını sağladıktan sonra yaralanan koluna bakıp "Kolunun omzuna yakın olan kısmından... Kurşun sıyırıp geçmiş sanırım ama çok kanıyor..." dedim. Ellerimin titrediği ikinci andı.

 

Gece'nin derin bir nefes aldığını duydum. "Otopark boşalır boşalmaz minibüsü oraya getireceğim o zamana kadar hareket ettirmeyin ki kan pıhtılaşsın, ayrıca tampon yapın..."

 

Gözlerimi yaradan çekip başımı kaldırdığımda amacım tampon için bir şeyler aramaktı ama Yazgı'nın hızlı adımlarla yanımıza geldiğini gördüğümde buna gerek kalmadığını da anladım. Elinde tilkinin taşıdığı kıyafetler vardı, ayrıca biraz önceye nazaran en azından elleri temizlenmiş duruyordu. Ne zaman yanımızdan ayrıldı, ellerini yıkamaya ne zaman gitti hiç bilmiyordum ama bu önemli de değildi zaten. Damla'nın yanına diz çöküp elindeki kıyafetleri yırtmaya başladığında ne yaptığını biliyor gibi bir hali vardı ve bu beni rahatlatan bir diğer ayrıntı oldu. Çünkü titreyen ellerimle ne yapacağımı kesinlikle bilmiyordum. Bildiğim tek şey Damla'nın bu gibi şeylere asla alışık olmadığıydı. Bu yüzden çok çabuk etkilenmişti ya zaten. Vurulan ben olsaydım durum çok daha farklı olurdu çünkü ben yaralara da yaraların getirisi olan acılara da alışıktım. Damla değildi.

 

Yazgı, iki uzun parça yırttığı gömlekten kalanları bana uzattığında düşünmeden aldım. Şu an ona güvenmektem başka hiçbir şansım yoktu. Sahi bugün o olmasaydı nasıl sonuçlanırdı? Düşünmek bile istemiyordum.

 

Gözlerim ellerinin hareketini takip etmeye başladı. Pek çok canı alan o eller şimdi, Damla'nın küçücük yarasına bakmak için usulca Damla'nın üzerindeki gömleği, yaranın olduğu kısımdan yırtıyor, yarayı açıkta bırakıyordu. Ardından kestiği parçalardan birini yaranın üst kısmına, diğerini de alt kısmına sıkıca bağlıyordu daha fazla kan kaybetmesin diye. Birilerinin korkulu rüyası olan bu kadın bizi resmen bir felaket silsilesinden kurtarıyordu.

 

Gözleri yaranın üzerini taradıktan sonra elimdeki gömleğe uzanırken "Maya..." diye mırıldandı. "Yaranın uzunluğu dört ya da beş santim kadar, enini anlayamadım ama üç milimden fazla olduğunu sanmıyorum. Ama derin. Beş milimden daha derin, dikiş atılmadığı sürece kan kaybetmeye devam edecek gibi görünüyor çünkü vurulalı üç dört dakika olmasına rağmen hâlâ bir pıhtılaşma belirtisi göremiyorum. Bulunduğunuz araçta ilkyardım çantası var mı? Morfin ya da benzeri bir şey, dikiş seti?"

 

Artık tüm kulaklıklar birbirine bağlı olduğu için herkes her şeyi duyuyordu, Yazgı'ya cevap veren Gece oldu. "İlkyardım çantası var ama içinde morfin ve dikiş seti yok." Hemen ardındansa Maya ekledi. "Ama senin arabana çok yakınız."

 

Surat ifadesinde hiçbir değişiklik olmayan Yazgı "Tamam, biz otoparka iniyoruz, siz de arabadan çantayı alıp gelin." diye cevap verdi. Başka bir konuşma olmadı. Yazgı bir kolunu Damla'nın bacaklarının, diğerini de sırtının altından geçirip onu zorlanmadan kucağına alıp ayağa kalktı. Bu hareketiyle Damla'nın canı yanmış olacak ki, acıyla inlerken yüzü buruştu. Sanki olayların içinde değil de dışarıdan izleyen farklı bir göz gibi hissediyordum kendimi. Fiziki olarak oradaydım ama ruhum uçup gitmiş gibiydi.

 

O kucağında Damla ile asansöre geçtiğinde yere attığım çantayı da alıp peşinden gittim. Asansör hızla aşağı doğru kaymaya başlarken gözlerim Damla'daydı. Gözleri kapalıydı ama ara ara yüzünü buruşturup dudaklarını yalamasından kendinde olduğunu anlayabiliyordum.

 

"O ölmüş gibi bakmayı kesecek misin? Bu yarayla kimse ölmez."

 

Bu sözler kahvelerimi Damla'dan ayırmama neden oldu. Asansör aynalı değildi, nasıl göründüğüme dair hiçbir fikrim yoktu. Sadece yüzümü kaplayan maskenin büyük oranda ifadelerimi gizlediğini biliyordum. Beni ele veren tek şey gözlerim olmalıydı.

 

"Çok fazla kanıyor..." demekle yetindim. Şimdi bakışlarımın hedefi yere damlayan damlalardı. Birkaç saniyede ne de çok kan birikmişti öyle yerde.

 

"Arkadaşında hemofili mi var?"

 

Bu soruyla kaşlarım çatıldı. Hemofili ne demekti? Zihnimi kurcaladım tanıdık gelen bu kelimeyle. Bir yerlerden duyduğuma emindim, gördüğüme ya da okuduğuma...

 

Zihnim beni yanıltmadı...

 

Hemofili bir hastalıktı. Kanın pıhtılaşmamasının tıbbi karşılığıydı. Başımı kaldırıp karşımdaki kadının yeşile çalan elalarına baktım ama hiçbir şey söyleyemedim. Öyle aman aman hastanelerle işimizin olduğu söylenemezdi. Bir tedavi yapılacaksa bu evde yapılırdı. Öyle ki böbreklerimden birini kaybettiğim o ameliyatı bile evde olmuştum. Yani Damla'nın öyle bir hastalığı varsa bile bunu bilmiyorduk. Daha önce onun bir yerlerini yaraladığına şahit olmuş muydum? Bir yerlerini kestiğine?

Aklıma eğitim alanındaki her düşüşümüz geldi. Zihnim defalarca kez gezindi o anılarda. Evet... Evet kanadığı anlar olmuştu... Bir keresinde koşarken ayakları birbirine dolanmış ve dizlerinin üzerine çok sert düşmüştü. Ama kanadığını görmemiştim çünkü o düşer düşmez etrafı adamlarla çevrilmiş ve yarasına anında müdahale edilmişti. Bu onda hemofili olduğunu kanıtlar mıydı? Çünkü benim düştüğüm anlarda böyle şeyler olmazdı. Dizlerim parçalansa da kalkıp devam etmek zorundaydım. Babamın Damla'ya olan hassasiyeti, onu zorlamaması bu yüzden miydi yani? Hemofili vardi ve o bunu biliyor mudu? Madem öyleydi bu bize neden söylenmemişti?

 

"Eğer hemofili varsa, bu noktadan sonra kaybedeceği her damla kritik bir önem taşıyor demektir." diye devam etti Yazgı sözlerine. Benim aklımsa hâlâ bu bilginin bizden neden saklandığındaydı. "Çünkü yeterince kan kaybetti ve bizim elimizde ona takviye edeceğimiz bir kan yok."

 

Son cümlesini kurarken asansör durmuştu. Hızla asansörden indik ve otoparka adım attık. Biraz önce dopdolu olan alan şimdi bomboştu, öyle ki adım seslerimiz bile yankılanıyordu otoparkın içinde.

 

Damla'yı usulca yere bırakıp uzanmasını sağladıktan sonra bir kez daha yarasına baktı. Hemen yanlarında diz çökmüş bir haldeydim. Yarası alttan ve üstten bağlı olduğu halde hâlâ kanamaya devam ediyordu.

 

"Artık kesinlikle eminim..." diye mırıldandı Yazgı. "Bu kız hemofili hastası." O an gözlerim Damla'nın yüzüne kaydı. Biraz önce minik hareketlerle buruşan yüzü şimdi hareketsizdi. Solgun teniyle bu hareketisizlik birleşince korkunç bir kombinasyon oluşturuyordu. Nefesimin teklediği o anda elimi uzatıp yüzüne yapışan bir tutam saçı gözlerinin önünden çektim ve avucumu yanağına yaslayıp "Damla..." diye mırıldandım. "Bizimle kalman gerek, şu yarayı atlatalım bol bol uyursun ama şimdi uyanık olmana ihtiyacım var civciv."

 

Sesim ve hareketlerim içimdeki o telaşı pek yansıtmıyordu çünkü kendinden geçmesinden daha doğal hiçbir şey yoktu şu noktada. Ama yine de beyazlaşan solgun teni ve hareketsizliği ölü bir bedenmiş gibi görünmesine neden olurken telaşlanmamak elde değildi.

 

"Sakin ol," diye fısıldadı Yazgı. Şimdi Damla'nın bileğini tutmuş, kolundaki saate bakarken onun nabzını sayıyordu. "Nabzı normal seyrinde, olması gerektiği gibi atıyor. Birazdan burada olurlar, dikiş atıldıktan sonra hiçbir sorun kalmayacak."

 

Parmaklarım usulca Damla'nın yanağını okşarken "Sen doktor musun?" diye sormayı akıl edebildin. Hareketleri ve sözleri bunu ortaya serse de bunu ondan duymak beni daha çok rahatlatırdı.

 

"Psikiyatristim..."

 

Pekâlâ kesinlikle bir doktordu ve ne yaptığını biliyordu. Omuzlarımdan biraz daha yük kalktı. En şanssız geçen görevin bir anda en şanslı görevimiz olması ne büyük bir ironiydi böyle. Saçmaydı evet ama hayatımızı kurtardığı için bu saçmalığı görmezden gelecektim.

 

Bir arabanın gürültüsü yavaş yavaş otoparkın içini doldurmaya başlarken gelenin kim olduğunu biliyordum. Bitmek üzereydi, buradan kurtulmak üzereydik.

 

Aklıma takılan bir diğer soruyu dudaklarımdan dökerken amacım zihnimi dağıtmaktı. Gözlerim hipnoz olmuş gibi Damla'nın solgun teninde geziyordu ve baktığım her an sanki teninin ısısı kayboluyormuş gibi hissediyordum. Psikolojik bir şey olduğunu biliyordum ama engel olamıyordum... Zihnim bana, en son birinin başında aynen bu şekilde dizlerimin üzerine çöktüğüm anı hatırlatıyordu. Biliyordum... Biraz daha Damla'ya bakıp düşünmeye devam edersem, görüntüler değişecekti ve ruhumun bir parçasının hâlâ bugün bile hapsolduğu o an gelecekti gözlerimin önüne... Damla'nın yerini annem alacaktı. Onun gözlerini kapatışı ve bir daha açamayışını hatırlayacaktım. Sonra görüntü düzelecekti. Yine Damla'nın baş ucunda olacaktım ama bu kez sesler zihnimin içinde yankılanıp duracaktı.

 

Ya uyanamazsa...

 

Ya o da annen gibi olursa...

 

Anneni koruyamadın! Damla'yı koruyamadın! Ne işe yararsın ki sen?

 

Kimse değil, bana en büyük kötülüğü zihnimin içindeki şeytan yapıyordu. Her konuda kendimi suçlu hissettirmeyi başarıyordu bana. Eğer düşünmeye devam edersem o şeytanın sesinin yükseleceğini biliyordum. Babam o şeytana bunu öğretmişti çünkü. Yükseldiği her an ise zaten pamuk ipliğine bağlı olan akıl sağlığımdan bir parçayı daha kaybetmem kaçınılmaz olacaktı.

 

"Onlar..." diye girdim söze. Aklıma tilkiler geldi; koridora akın edişleri ama hiçbirinin kaçmaya çalışmayı bırak, kendini savunmak için silahına davranmaması... "İsteseler seni çok rahat öldürebilirlerdi. Yapmaları gereken tek şey silahlarını çekmek ve ateş etmekti. Anlamıyorum..."

 

Yazgı ne yapmaya çalıştığımı anlamış gibiydi o yüzden sorgulamadı ya da geçiştirmedi, bana ayak uydurdu.

 

"Sana, onlar beni öldüremezler derken bunu egodan söylediğimi mi düşündün?" diye sordu önce. Benim gözlerim Damla'nın yüzündeydi ama onun bakışlarının benim yüzüme kaydığını hissettim. Otoparkın içine bir arabanın girdiğini duyduk ikimiz de. Geliyorlardı. Büyük minibüsün parlak farları üzerimize akmaya başladığı sırada benim sessizliğimle konuşmaya devam etti Yazgı.

 

"Rauf Karan... Kesin bir emirle bu talimatı verdi onlara. Bana dokunamazlar, beni yaralayamazlar, beni öldüremezler. Yakalamak istiyorlarsa savaşmak zorundalar, ki anladığın üzere o konuda da pek iyi sayılmazlar."

 

"Neden?"

 

"Uzun hikâye Küçük Kız... Çok uzun hikâye..."

 

(Bu noktadan sonraki Yazgı Deha Yaman ile ilgili detaylar Yazgı'nın kendi kitabı olan Misilleme'de işlenecek🤝🏻)

Tam o an, minibüs hemen dibimizde durduğundan bir şey söyleyemedim. O andan sonra her şey çok hızlı oldu. Gece ve gri, kısa, küt saçlara sahip genç bir kadın minibüsten indiler. Kadın'ın keskin bakışları kısa bir anlığına bana kaydı ve tatlı bir gülümsemeyle göz kırpıp Yazgı'ya odaklandı. Elindeki çantayla birlikte Yazgı'nın yanına diz çöküp çantanın kalın fermuarını açtığında, içindekileri gördüm. Ameliyat için gerekli olan her şey vardı neredeyse.

 

Bir ara Gece'nin yanımda durup onları izlerken "Onlara neden güvendiğimizi bilmiyorum ama güveniyorum..." dediğini duysam da sessizliğimi korudum. O noktada başka ne yapabilirdik ki? Yazgı'nın söylediğine göre Damla hemofili hastasıydı. Yani kanamaya devam ettiği her an onun için daha kritik bir hâl alıyordu ki kanın durmaması her şeyi ortaya döküyordu. Bu risk, bizim tanımadığımız bu iki kadına güvenmemizden daha tehlikeliydi, göze alamazdık.

 

Önce, çantadan çıkan cam bir şişenin içindeki sıvıyı Yazgı'nın eline döktüler. Sonra aynı sıvıyla yarayı yıkadıklarında Damla acı bir çığlıkla kendine geldi. O noktada devreye giren bizler olduk, Damla'yı tutarken Yazgı Damla'nın koluna bir kaç noktaya bir iğne yaptı. Sorgulayan gözlerimize bakıp "Lokal anestezi... Yarayı yıkarken uyanacağını düşünmediğim için yıkamadan önce yapma gereği duymamıştım." diye açıkladıktan sonra işine geri döndü. O yarayı dikerken Maya'nın başı kucağımdaydı. Boncuk boncuk terleyen alnından saçlarını çekip açık duran mavi gözlerine baktım. En azından artık yüzünde acının emareleri yoktu.

 

Sarı saçlarını okşayıp gülümseyen dudaklarımla alnına bir öpücük kondurduğumda onun da dudakları zoraki bir gülümsemeyle kıvrıldı.

 

"Acımıyor değil mi?" diye sordum kahvelerim Yazgı'nın diktiği deriye kayarken. Dikkatli dikişlerle yaranın ortasına kadar gelmişti bile çoktan. Yazgı iğneyi bir kez daha Damla'nın derisinden geçirdiğinde gözlerimi çektim ve küçük civcivimin gözlerine baktım. Dudaklarındaki gülümsemeyi hâlâ korurken "Sol kolum yokmuş gibi hissediyorum." diye mırıldandı. Her şeye rağmen sesinde az da olsa canlılığı hissetmek güzeldi.

 

Bu beni yeniden gülümsemeye iterken bir kez daha saçlarını okşayıp oyunbaz bir sesle "Sol kolunu komple kestiler çünkü." dedim. Bir an şaka yaptığımı anlayamadığı için gülümsemesi yüzünde donarken gözleri irileşti. "Ne?" diyerek hareketlenecek gibi olduğunda "Şaka yapıyorum Damla." diyerek onu sakinleştirdim. "Kolun yerinde duruyor, sadece yarayı dikiyorlar."

 

Rahat bir nefes aldı. Gözleri kısıldığında, yeniden uyumaya çok yakın olduğunu anladım. Yorgun ve halsiz düşmüş olmalıydı. Küçük bir yaraydı ama çok kan kaybetmesine neden olmuştu.

 

"Sakın bu makyajla uyumama izin verme..." dedi son kez gözlerini açmaya çalışırken. "Cildim mahvolur..." Ardından gözleri kapandı.

 

İsteğine karşın başımı iki yana sallamaktan öteye gitmedim. Bu halde bile cildi onun için çok önemliydi. Uyuduğunu sandım ama gözleri bir kez daha zorla aralandı, dudaklarını yalayıp "İzel..." diye fısıldadı.

 

Biraz daha ona doğru eğilip saçlarını okşamaya devam ederken "Buradayım..." diyerek onu telkin etmeye çalıştım ama konu bu değilmiş gibi başını belli belirsiz iki yana salladı Damla. "Biliyorum... Ne zaman sana ihtiyacım olsa hep orada oluyorsun."

 

Fısıldadığı için cümlelerin altında yatan anlamları anlayamamıştım ama nedense sözleri kalbime dokunmuştu. Dudaklarımı bir kez daha alnına bastırıp "Hep orada olacağım." diye fısıldadım bende onun gibi.

 

"Özür dilerim..." dedi bunun üzerine. Kaşlarım çatılarken uzaklaşıp baktım yüzüne ve o an gözünden şakağına doğru kayan bir damla gözyaşını gördüm. O damla saçlarına karıştığında bir kez daha fısıldadı.

 

"Yanımda olduğun kadar yanında olamadığım için özür dilerim..."

 

Bir an donup kaldım. Zamanın üzerinize devrildiğini ve altında kaldığınızı hissettiniz mi hiç? Aslında üzerinize devrilen zaman değildi, anılardı. Şimdi o anıların altında kalsam, ezilmekten ve ölmekten beni kurtaracak olan ne vardı?

 

Ezilmedin mi zaten defalarca? Ölmedin mi? Nefes alıyorsun da sen yaşadığını mı sanıyorsun? Yaşamayı nefes almaktan ibaret mi sanıyorsun? Kırık kalbinin içinde yapayalnız kalan cesedini göremiyor musun?

 

Aldığım derin nefesler artık yetmiyordu. Duvarların arasında sıkıştığım o ana girmiştim artık. Buradan çıkmaya ihtiyacım vardı, gerçekten nefes almaya... Damla'nın hep suçlu hissettiğini biliyordum, tıpkı suçlu olmadığını bildiğim gibi. Onu hiçbir zaman suçlamamıştım. O benim hayatımın en masum ayrıntısıydı ve o giderse ben biterdim.

 

Yine de kalbimde bir noktanın kırık olduğunu inkâr edemezdim. Nedeni Damla değildi. Nedeni babamdı. Nedeni Gece'ydi. Nedeni bizi birbirimize karşı suçlu hissettiren herkesti.

 

Şakağımı Damla'nın alnına yaslayıp "Şşşşh..." diye fısıldadım. "Hiçbiri senin suçun değildi... Hiçbir zaman olmadı. Sen hep oradaydın Damla. Bedenin orada olasa bile kalbin oradaydı, ben kalbini hep hissettim ve bu his bana yetti küçük civcivim. Şimdi uyu, uyandığında evimizde olacağız, canın artık yanmıyor olacak. Her şey geçmiş olacak."

 

Yazgı dikiş atmayı bitirip yarayı güzelce sardığında Damla'nın başı hâlâ kucağımda duruyordu. O derin uykusundaydı ve ben onun saçlarını okşuyordum. Yazgı bir kalemle Gece'nin avucuna bir şeyler karalayıp "Bu ilaçları alın; yarası berbat bir ortamda dikildi, enfeksiyon kapma ihtimali çok yüksek. Ayrıca en yakın zamanda bir hastaneye gidip bu kızı kontrol ettirin, hemofili olduğundan eminim ama kesin bir teşhis en iyisi. Ve birkaç gün dikişlerini zorlayıcı hareketlerden kaçınsın, hatta ayağa bile kalkmasın. Çok fazla kan kaybettiği için bir takım sorunlar yaşayabilir. Beslenmesine dikkat eder ve bu ilaçları düzenli alırsa çabuk toparlanır." diye mırıldandı. Gece avucuna karalananlara bakarken başını salladı ve ona arkasını dönüp bize doğru yöneldi. Birkaç adımdan sonra aklına bir şey gelmiş gibi durdu ve omzunun üzerinden bakıp "Hemofili'den emin misin gerçekten?" diye sordu. O an sesinin tınısındaki bir şey dikkatimi çekti. Ne olduğunu anlayamadım ama allak bullak olmuş gibi geldi bana.

 

Şakağım hâlâ Damla'nın alnına yaslıyken başımı kaldırıp Yazgı'nın güzel yüzüne baktım. Kanlarla kaplı yüzüne rağmen güzel görünüyordu. Hatta o kanlarla daha güzeldi. Sanki o kanlar onun bir parçası gibi...

 

Başını sallayarak onayladı Gece'yi. Ardından omuz silkip "Ben sadece gözlemimi söylüyorum, ki genelde yanılmam. Yine de bir doktora görünmeniz gerek. Profesyonel bir ortamdaki profesyonel bir doktora..." dedi.

 

Gece başını bir kez eğerek onaylayıp yeniden bize döndüğünde kahvelerim kısa bir anlığına ona kaydı. İfadesiz görünse de yosun tutmuş denizlerindeki yangını gördüm. Bir şey oluyordu... Düşüncelerinde bir savaş başlıyordu, bu yangının anlamı buydu.

 

Yazgı'nın yanındaki gri saçlı kadın yerdeki çantayı toparlayıp Yazgı'nın yanına geçtiğinde gitmek için hazır olduklarını gördüm. Gece eğilip dikkatle Damla'yı kucağına aldığında ayağa kalkıp onlara doğru birkaç adım yaklaştım. Başıma yapışan maskeyi çenemin altından tutup çıkarırken yaptığım şeyin riskli olduğunun farkında olsam da umursamadım. Eğer biraz daha o maskeyle durursam maske yüzüme yapışacakmış gibi hissediyordum.

 

Düz saçlarım omuzlarımdan salınırken tam Yazgı'nın karşısında durdum. En azından bir miktar nazik olabilirdim öyle değil mi? Neticede o olmasa şu an bitmiştik. Ama nezaketten önce aklıma takılan bir soruya cevap almalıydım.

 

Maske elimde sallanırken dağıldığı için yüzüme gelen birkaç tutam saçı, parmaklarımı arasından geçirerek başımın gerisine doğru itip "Merak ediyorum da... Bize neden yardım ettiniz?"

 

Yazgı elindeki kalemi Maya'ya uzatıp bir adım öne çıkararak tam karşımda durdu. Dudaklarında varla yok arasında duran bir gülümsemeyle kollarını göğsünde bağladı. Tenine sıvanan kandan hiç rahatsızlık duymuyor gibi bir hali vardı, son derece rahattı.

 

"Burası teşekkür etmen gereken nokta... İzel."

 

Küçük Kız demedi, adımı söyledi... Bu bir gelişme sayılır mıydı?

 

"Aklımda takılı kalan soru işaretlerinden nefret ederim... Yazgı." diye cevap verdim ona.

 

Yazgı tek kaşını kaldırıp baktı yüzüme. Ardından yüzünü çevirip başka bir noktaya baktı birkaç saniye. Her ne düşünüyorsa sonuca varması uzun sürmedi, yeşil gözlerininin hedefi yeniden ben oldum.

 

"Rauf Karan yapmaması gereken bir şey yaptı. Biz de karşılık vermek için bir hamle yapacaktık. Siz... Yolumuza çıkmakla kalmayıp bizim planladığınızdan daha büyük bir tehlikeye davetiye çıkarmak üzereydiniz. Yardım etmekten başka şansımız yoktu."

 

(Yalan shzhkzhxk vardı ama yazar olarak ben olmamasını istedim sgishxkxjsk)

 

"Nasıl bir hamle yapacaktınız?" diye sordum kafamı karıştıran bu sözlerin üzerine. Biz tam olarak ne yapmıştık da neye davetiye çıkarmıştık anlayamıyordum.

 

Yazgı dolgun dudaklarını diliyle ıslatırken burnundan bir nefes verdi. Sorularımdan sıkılmış gibi bir hali vardı. Doğruyu söylemek gerekirse sıkılmasını pek de umursamıyordum.

 

Arkadaşı, Yazgı'nın sıkıldığını anlamış olacak ki bize yaklaşıp araya girerek "En kısa haliyle özetlemek gerekirse, binanın güvenlik sistemini hacklediğiniz an benim bilgisayarımı da hacklediniz ve az daha tüm şehri patlatıyordunuz." dedi. Yazgı'ya oranla ses tonu daha yumuşaktı ama görünüş olarak Yazgı'dan pek de farklı sayılmazdı. Onun kadar sert bakmıyor olsa da onun da gözlerinde ürkütücü bir ifade vardı.

 

Sözleriyse... Kafamı daha çok karıştırmaktan öteye gitmedi. Kaşlarım çatılırken Maya yeni sorumu ben daha sormadan anladı ve sadece "Kolonlara dikkatli bak..." demekle yetindi. Söylediğini yaptım. Bakışlarım kolonlarda gezinirken başta ne olduğunu anlayamadım. Çünkü otoparkın aydınlatması yeterince güçlü değildi ve siyah bantla duvara sabitlenen küçük mekanizma; hem boyutundan hem siyah banttan hem de aydınlatmadan kaynaklı olarak çok iyi kamufle olmuştu.

 

Üst kısmından minik kabloların uzandığı bir bomba düzeneğiydi bu. O kablolar tavana kadar uzanıyor ve tavandan diğer kolonlara doğru dağılıyordu.

 

"Bu küçük düzeneklerin daha profesyonelleri Rauf Karan'ın çoğu mülkünde saklı. O arama yapıp etkisiz hale getirdikçe biz yenisini koyuyoruz. Bilgisayarımda tüm bombaları aynı anda aktif hale getirip iki dakikalık geri sayımı başlatacak bir program var. Ama hiçbir zaman tek tek ayırarak farklı programlara bağlamadık. Rauf Karan'dan nefret edip iktikam almak isteyen bir dolu insan var ve bilgisayarımın hacklenmesi riskini göze alamazdık. Eğer düzenekler ayrı ayrı programlara bağlı olursa bu ihtimal çok daha artardı ve bizden bağımsız birilerinin bir yerleri patlaması anlamına gelebilirdi bu. Yazgı buradaydı çünkü bu binadaki bombaların aktif hale gelmesi gerekiyordu. Ama işler pek planladığımız gibi gitmedi, tıpkı sizin planlarınızın da yolunda gitmediği gibi..."

 

Bakışlarımı düzenekten çekip Maya'ya çevirdim. Söylediklerini çok mantıklıydı. Başımı sallamakla yetindim yalnızca. Başka bir sorum kalmamıştı, Maya uzun bir cevapla her soru işaretini silmişti zihnimden. Ama anlaşılan Gece'nin söyleyecekleri vardı. Çünkü Maya'nın sustuğu noktada Gece'nin sesi dağıldı havaya.

 

"KittyWhite'ın bilgisayarı hacklenebilir mi yani? Bana amatör diyene de bakın..."

 

Sesindeki alayı almamak imkânsızdı. Aralarında geçen konuşmanın içeriğini bilmiyordum ama eğer Gece'ye amatör dediyse bu Gece'nin egosunu zedelerdi ve zedelenen o egonun acısını çıkarmadan duramazdı Gece.

 

En azından Maya'nın gözlerinin içine bakana kadar öyle düşünüyordum. Karşımdaki kadının zeki olduğunu anlamak için gözlerinin içine bakmak bile yeterliydi. Hiç bozuntuya vermedi, dudakları iki yana doğru kıvrılırken "Yakalanan, kimliği açık eden tüm hackerların yaptığı basit hata neydi biliyor musun Gece?" diye sordu. Ardından Gece'nin cevap vermesine fırsat vermeden yeniden konuşmaya devam etti. "Kendilerini çok başarılı sanıp, ezik egolarının arkasına sığınarak gereksiz risk almaları... İyi bir hacker bunu yapmaz... İyi bir hacker tüm önlemlerini alır ve bir hayalet olarak kalmaya devam eder."

 

Gece kalçasını minibüsün ön kısmına yaslayıp ellerini kotunun cebine yerleştirdi. Rahat bir tavrı vardı, Maya'nın söylediklerinden hiç rahatsızlık duymamış gibiydi. Omuz silkerken "Tam da KittyWhite'a yakışır bir cevap oldu." dedi. Rahatsızlık duymak bir yana keyif alıyormuş gibi bir hâli vardı.

 

Bunun üzerine Maya hiçbir şey söylemedi. Gece yaslandığı yerden doğrulup minibüsün önünden dolandı ve sürücü tarafının kapısını açarken "Hadi İzel..." diye seslendi bana. Son kez baktım karşımdaki iki kadına ve kahvelerim en son Yazgı'nın yeşillerinde dururken "Teşekkürler..." dedim ona doğru. "Hayatımı kurtardığın için... Pek çok kez..."

 

Arkamı onlara dönerken son gördüğüm şey gülerken başını iki yana sallayan Yazgı oldu.

 

Yazgı Deha Yaman ilginç bir kadındı ve içimden bir ses, bunun ilk karşılaşmamız olduğunu ama son olmadığını söylüyordu.

 

💎🎭

 

Trafiğin yoğun olduğu yollardan itinayla uzak durup sürekli ara sokakları tercih ettiğimiz uzun bir yolculuğun ardından eve geldiğimizde saat gece yarısını biraz geçmişti. Gece bizi eve bırakıp Damla'yı yatağına yatırdıktan sonra elinde yazanlar silinmeden nöbetçi bir eczane bulmak için yeniden evden çıkmıştı.

 

Bense Damla'yı kontrol ettikten sonra odama geçip sabahtan beri dilediğim şeyi gerçekleştirmiş, üzerimdeki tulumu çıkarıp atmıştım bir köşeye. Hızlı bir duşla tenimdeki o lateks kokusunu attıktan sonra lateks yüzünden tahriş olan cildimi nemlemdirmiş ve askılı ve şorttan ibaret olan pijamalarımı giyip, saçlarımın ıslaklığını aldıktan sonra hızlıca taramıştım. İşte asıl yüklerden kurtulduğumu hissettiğim an bu andı, kelimenin tam anlamıyla rahatlamıştım. Banyodaki çekmecemden makyaj temizleme ürünlerini alıp odamdan çıktım ve yeniden Damla'nın yanına döndüm. Bıraktığım gibiydi, uyuyordu. Yatağının yanına oturduğumda bunu hissetmedi. Pamuğa döktüğüm makyaj temizleme sütüyle, tıpkı onun istediği gibi yüzünü makyajdan arındırdım. Yaşadığının tek belirtisi aldığı nefeslerle usulca inip kalkan göğsüydü. Hepimiz için zor bir geceydi evet ama bu Damla için ekstra zor olmuştu.

 

Damla'nın yüzüyle işim bittiğinde çöpe attığım peçetelerin ardından telefonumu alıp yanına uzandım. Kapalı olan telefonu açtığımda anında iki arama ve üç mesaj bildirimi düştü ekrana. Hepsi de Savaş'tandı. İstemsizce dudaklarıma bir gülümseme kondu. Aramaları es geçip mesajlara girdim.

 

Savaş Kalkavan:

İki kez aradım, ikisinde de telefonun kapalıydı. Endişelenmeli miyim?

 

Savaş Kalkavan:

Neyse, şimdi durduk yere ortalığı ayağa kaldırmaya gerek yok. Yarına kadar cevap gelmemiş olursa o zaman bakarız.

 

Savaş Kalkavan:

Yarın seni aynı saatte almaya geleceğim.

 

Bu gerçekten iyi hissettiriyordu. Birilerinin seni çıkarları için değil de gerçekten düşündüğünü görmek, hissetmek.

 

Yatakta yan dönerken alt dudağımı dişlerimin arasına sıkıştırıp, cevap yazmaya başladım.

 

İzel Hancı:

Endişelenmeye yer mi arıyorsun? Küçük bir işim vardı onu hallediyordum o arada kapanmış telefon.

 

Bir yalanın yükü daha omuzlarıma bindi. Binlerce yalandan yalnızca biri... Sorun etmedim. Dilime pelesenk olmuş yalanlara alışmıştım ne yazık ki. Ama farkındalığın darbesinden kaçamadım ekrana yansıyan yüzümdeki kocaman gülümsemeyi gördüğümde. Yalanlar söylüyordum evet ama ya bir gün gerçekler ortaya çıkarsa ne olacaktı? Ya Savaş her şeyi öğrenirse...

 

Sonra durdum ve kendime şu soruyu sordum. Bu önemli mi? Zaten yakında bu ülkeden bir daha dönmemek üzere gitmeyecek miyiz? Onu bir daha görme şansım olmayacak ki. Gittiğimde bana kalan tek şey anılar olacak ve en azından güzel anılar biriktirmeliyim... Güzel hatırlamalı ve güzel hatırlanmalıyım... Burkulan kalbime iyi gelen bu olacak çünkü...

 

Başımı hafifçe iki yana sallayarak sıyrıldım bu düşüncelerden ve ikinci bir mesajı yazmaya başladım.

 

İzel Hancı:

Yarın gelmene gerek yok, Damla küçük bir kaza geçirdi o yüzden okula gelemeyeceğiz. Ayrıca dersi de ekmek zorundayız, onu bırakıp gelebileceğimi sanmıyorum.

 

Mesajı gönderdiğimde odanın kapısı açıldı. Telefonu kilitleyip yatağın üzerine koydum ve kapıya döndüm. Gece elinde bir eczane poşetiyle içeri girdi. Gözleri önce beni bulsa da çok sürmeden Damla'ya kaymıştı. Usulca yatağa yaklaştığında başta fark edemediğim şeyi gördüm. Bir elinde eczane poşeti varken diğerinde de bir kâğıt vardı. Poşeti yatağın yanındaki komodinin üzerine bıraktıktan sonra Damla'nın diğer tarafına oturduğunda elindeki kağıt parçasının aslında ne olduğunu ancak görebildim. Bir fotoğraftı. Hayır sıradan bir fotoğraf değil, bana kargoyla gelen ve benim Gece'ye verdiğim fotoğraftı bu. Damla ile Gece'nin olduğu kare... Doğruldum. Benim dikkatli bakışlarım Gece'yi izlerken onun yosun tutmuş denizleri bir fotoğrafta bir Damla'nın yüzünde geziyordu. Geniş omuzları çökmüştü.

 

"Hemofili..." diye girdiğinde söze, yataktan tamamen doğrulup geriye doğru kaydım ve sırtımı yatak başlığına yasladım. Bağdaş kurduktan sonra yatağın bir köşesine kaymış olan yastığı kucağıma alıp ellerimi üzerinde birleştirdim ve dinleme pozisyonuna geçtim. O otoparkta onu

ilk gördüğümde bir gariplik olduğunu anlamıştım zaten. Bir sorun vardı...

 

Gece, Damla'nın yüzüne bakarak devam etti konuşmaya.

"Taşıyıcı genlerin annede bulunduğu genetik bir hastalık... Genelde erkekler bu hastalığa yakalanıyorlar ama nadir de olsa kadınlarda da görülebiliyor..."

 

Söylediklerinden hiçbir şey anlamıyordum. Bunun konumuz ile ne alakası vardı anlamıyordum. Kaşlarım çatılırken sessiz kalmayı seçtim, konuyu nereye bağlayacağını merak ediyordum.

 

"Bir ara onu araştırmıştım..." diye devam etti cümlesine. "Her ne kadar beni bir adam için terk etmiş olsa da onu merak ediyor, yüzünü görmeye ihtiyaç duyuyordum. Bilmiyorum belki de içten içe, o hikâyenin doğruluğunu kendi gözlerimle görmek istedim. Kim olduğunu dahi bilmediğin birinden nefret etmek çok zor İzel. Belki de nefretimin haklı olduğunu görmek istemiştim. Bilmiyorum... Ama araştırdım."

 

Bir süre sustu. Yeniden konuştuğunda dudaklarından yalnızca fısıltı şeklinde iki kelime çıktı.

 

"Liana Andre..."

 

Ve bir kez daha sustu. İlki kadar kısa süreceğini düşünmüştüm ama öyle olmadı. Uzun ve derin bir suskunluğun içinde boğuluyordu. Bu anlattıklarını bilmiyordum. Hep kapalı bir kutuydu ve annesi konusunda sabit fikirliydi. Onu terk eden kadının onda hiçbir yerinin olmadığını savunurdu hep, umurunda olmadığını... Ama şimdi görüyordum ki içten içe umursuyordu.

 

"Hakkında neredeyse hiçbir şey bulamadım." diyerek sessizliğine son verdi. "Doğum kaydı bile değil, sadece... İki sayfadan ibaret olan bir hastane kaydı; avuç içindeki derin bir kesik için dikiş atılmış ve yoğun kan kaybı nedeniyle kan takviyesi sağlanmış."

 

Derin bir nefes aldığında omuzları hareketlendi. Sonra omzunun üzerinden bana baktığında... Karşımda sanki hiç tanımadığım bir Gece Hancı vardı. Dağılmış görünüyordu, çaresiz ve karmakarışık bir düğüm olmuş gibi.

 

"Onda da hemofili vardı İzel..." dediğinde bir an hava ağırlaştı zannettim. Gece'nin sesi zihnimde yankılandı.

 

Hemofili genetik bir hastalık...

 

Sonra Yazgı'nın sözleri takip etti zihnimin içinde Gece'nin gür, erkeksi sesini.

 

Arkadaşında hemofili mi var?

 

Başımı iki yana salladım. Hayır... Bu mümkün değildi.

 

"Gece..." derken sesim tüm bunların anlamsızlığını vurgular nitelikteydi. Öyleydi çünkü bu ihtimalin oluru yoktu. "O Liana Andre, annen olmayabilir, bu..."

 

"Biliyorum..." diyerek sözlerimi böldü. "Kafamda her ihtimali değerlendiriyorum şu an, hepsini geçebiliyorum ama bir ihtimali öylece geçemiyorum İzel."

 

Gece resmi bana doğru uzatıp bir kez daha görmemi sağladıktan sonra, "O raporları defalarca kez okudum ve ezberledim. Bu resim olmasaydı bunun aptal bir tesadüf olduğunu düşünürdüm ama şimdi bunu yapamıyorum. O kadın... Yazgı, Damla'ya hemofili teşhisi koyduğundan beri zihnimde dönüp duran şey bu. Doğruysa da değilse de emin olmam gerekiyor İzel. DNA testi yaptırmam gerekiyor." dedi. Şimdi benim gözlerim bir resim bir Damla bir de Gece arasında mekik dokuyordu. Aklımın durma noktasına geldiğinden haberi var mıydı bu adamın? Ya da sözlerinin ne anlama geldiğinden. Ne yani Gece ve Damla kardeş miydi? Öz?

 

"Bu mümkün değil Gece... Yani... Babam sakladı diyelim... Annem bunu bizden saklamazdı."

 

Omuz silkti Gece. Bu hareketi gözüme masum bir çocukmuş gibi görünmesine neden oldu.

 

"Kahraman Hancı öğrenmemizi istemezse, Eftalya anne ne yapabilir ki İzel? Kim, ne yapabilir ki Kahraman Hancı karşısında?"

 

Yaslandığım yerden doğrulup Gece'ye yaklaştım ve resmi havaya kaldırıp "Eğer bu doğruysa..." diye fısıldadım. Gece'nin yosun tutmuş denizlerinin içine bakarken söyleyeceklerimin farkındalığı ağzımın içine acı bir tadın yayılmasına neden oldu. "Siz kardeş misiniz yani? Öz kardeş... Kardeşi geç, bu resimde aynı yaştasınız, ikiniz de bebeksiniz... Gece siz ikiz misiniz?" diye sordum. Soru bile dilimde yavan duruyordu.

 

"Bilmiyorum..." diye cevap verdi. Resmi yatağa bırakıp elleriyle yüzünü sıvazlarken, içine daldığı çıkmazdan kurtulmaya çalışıyor gibi görünüyordu. "Bilmiyorum ama öğrenmem gerekiyor. Öyleysek de değilsek de... DNA testi yaptıracağım."

 

Bir an heyecanlanmam normal miydi? Kulağıma çok çılgınca geliyordu. Yıllardır yan yanaydık, neredeyse bir günü bile ayrı geçirmemiş kardeş gibi büyümüştük. Ve şimdi aramızdan iki kişinin öz kardeş hatta ikiz çıkma ihtimali mi vardı yani... Akımı kaçırabilirdim...

 

Kuruyup gerilen dudaklarımı yalayıp ıslattıktan sonra nemli saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdım. "DNA testi yaptırırsan anında babamın haberi olur. Hastane kaydınızı sisteme girdiği an hemde..."

 

Gece bir süre daha sustu ama bu susuşu farklıydı. Bir şey düşünmüştü, bir yol bulmuştu bile çoktan. Öyle keskin bir zekası vardı ki, ortadaki problemi gördüğü an beyni otomatik olarak çözüm üretmeye başlıyordu.

 

"Bizim kaydımız geçmezse bulamazlar."

 

Başımı omzuma doğru yatırıp kaşlarımı çatarak baktım yüzüne sözlerinden sonra. "Aklından ne geçiyor?"

 

Bir elini ensesine atıp ensesini ovduktan sonra "Seninki..." dedi ve anlamamı beklercesine baktı yüzüme. Benimki dediğinde tam olarak neyi anlamalıydım onu bilmiyordum ama. Anlamadığımı anlayınca gözlerini devirdi. "Kalkavan'dan bahsediyorum İzel..."

 

Ah, tabi ki Savaş'tan bahsediyordu.

 

İstemsizce güldüm. Elimi ileri doğru uzatıp alnına doğru dökülen saçlarını karıştırırken "Ne oldu Gece Hancı? Maya denen o kadın kafana fazla mı sert vurdu senin? Savaş'tan benimki diye bahsetmeler falan, hayırdır?" dedim gülerek. Benim aksime Gece, homurdanarak elimi ittirip "Ne yapıyorsun kızım yaaa?" diyerek huysuzlandı. "Çocuk muyum ben?"

 

Şu an ne kadar çocuk gibi göründüğünü bilse bence bu söylediğinden utanırdı. Omuz silkip elimi yeniden kucağıma çektim. Aramızdaki bu iletişimi özlediğimi inkâr edemezdim. Onunla sürekli bir inat bir itişme halinde olmak zordu. Ona soğuk yapmak ve görmezden gelmeye çalışmak daha da zor.

 

"Benimki diyordun..." dedim yeniden konuya dönerek. "Dökül bakalım."

 

Gece'nin gözleri yeniden Damla'ya kaydı, ardından ayağa kalkıp "Dışarıda konuşalım, Damla da dinlensin. Muhtemelen sabaha kadar uyanmaz zaten... Sonra sende gider uyursun ben beklerim başında." dedi. Başımı sallayarak onaylayıp dikkatle kalktım yataktan ve telefonumu da alıp Gece'nin peşinden odadan çıktım.

 

İstikametimiz mutfak oldu. Gece doğrudan kahve makinesine yönelirken bende ada tezgâhın önündeki taburelerden birine oturdum. O, kahve makinesinin fişini prize takarken "Eeee?" dedim sorarcasına.

 

Bir yandan kahveyi hazırlarken bir yandan da konuşmaya başladı.

"Sen kolay kolay kimseye güvenmezsin ama Savaş Kalkavan'a güveniyorsun. Ayrıca kimliğini öğrendiğinde de sakladı, yani bu sanırım onun güvenilir biri olduğunu gösterir..."

 

Ah! Tanrı aşkına ne saçmalıyordu bu adam? Gözlerim devrilirken dirseklerimi ada tezgahına yaslayıp çenemi avuçlarımın içine gömdüm ve "Sadede gelecek misin Gece?" diye sordum. Yorgundum berbat bir gece geçirmiştim, uvuzları kopuk cesetler gözlerimin önündeydi hâlâ, ve hâlâ burnumun ucunda leş gibi kan kokusunu duyumsuyordum sanki. Yani en son istediğim şey kelime kalabalığıydı.

 

Makineyle işi bitmiş olacak ki "Pekâlâ..." diyerek bana döndü ve o da ellerini adaya yaslayıp yosun tutmuş denizleriyle gözlerimin içine bakarken "Benim örneğimi Savaş, Damla'nın örneğini Güney adına vereceğiz hastaneye. Yani onlar kendi örnekleriymiş gibi verecekler." dedi sonunda aklında dönen tilkiyi dışarı salarak.

 

Zekiceydi. Gece ve Damla'nın adı, daha doğrusu Hancı soyadı geçmeyeceği için hiç kimsenin haberi olmayacaktı. Ve tereyağından kıl çeker gibi sıyrılacaktık bu işten.

 

Çenemi avuçlarımdan çekip, bakışlarımı kıstım. "Peki bunu neden yapsınlar?"

 

"Sen Savaş'tan istersen o piç her boku yapar."

 

Dudağımın bir köşesi kıvrıldı. Başımda bir şapka olsa, onun kıvrak zekasına şapkamı çıkarırdım. Kısacık sürede bunları düşünebilmişti. Ama atladığı minik bir nokta vardı ki bu en önemli noktaydı. "Gururum okşandı..." dedim önce. Ardından yanağıma ara ara temas edip tenimi gıdıklayan saçı tellerimi kulağımın ardına ittim. "Peki bunu ben neden yapayım? Neden Savaş'tan böyle bir şey isteyeyim?"

 

Kelimenin tam anlamıyla bozguna uğradı. Benden böyle bir çıkış beklemiyordu ve hazırlıksız yakalandı. Devam ettim sözlerime.

 

"Sen... Biz bir araya gelmeyelim diye, sen ezilen gururunu onar diye Savaş'a benim onu kullandığımı söyledin, yetmedi bu ülkeden gideceğimizi, daha benim bile haberim yokken Savaş'ın öğrenmesini sağladın, Gece. Ben o aralarda annemi görüş iznimin olmamasını atlatmaya çalışıyordum. Onun bana iyi geldiğini biliyordun. O bana iyi gelmesin istedin, benden uzak dursun... Korkunç geçen bir haftadan sonra, bana nasılsın diye bile sormadan Savaş'ın bu evdeki varlığından rahatsız olup yine beni kırdın. Ve şimdi karşıma geçmiş bunları söylüyorsun. Bu yüzsüzlüğün kaçıncı seviyesi?"

 

Nefesini tutup öylece baktı yüzüme. Söylediklerimin film şeridi gibi gözlerinin önünden geçtiğine yemin edebilirdim. Haklı olduğumu biliyordu.

 

"İzel..." dedi ama devamını getiremedi. Ben bir şey söylemedim ya da bir hareket yapmadım. Sadece baktım, onun devam edememesinin nedeni de buydu. Bir elini ensesine atıp sertçe ensesini ovarken en sonunda sessizliğini bozup "Burada bekle beni." dedi ve bir hışımla mutfaktan çıktı.

 

Onun dönüşünü beklerken telefonumu alıp yeni mesaj var mı diye baktım. Olmasa şaşırmazdım gerçi çünkü saat bir hayli geç olmuştu ama vardı. Yüz hatlarımın yumuşamasını net bir şekilde hissettim. Ekranı açıp mesaja girdim.

 

Savaş Kalkavan:

Dersi asmaya yer mi arıyorsun?

 

Sabah saat dokuzda oradayım.

 

Damla'ya ne oldu? Sen iyi misin peki?

 

Kahve makinesinden gelen sesle oturduğum sandalyeden kalkarken ona cevap yazdım.

 

İzel Hancı:

Gece de burada olacak, gelmek istediğinden emin misin? Ayrıca Damla iyi sayılır, bende iyiyim.

 

Bu kadar düşünceli olma sevgili arkadaşım. Her an bende bağımlılık yapabilir çünkü.

 

Kaşınıyor muydum? Bir miktar...

Ama arkadaş kavramını Savaş'tan çok kendime hatırlatmam gerekiyordu. Çünkü basit bir mesaj bile kalbimi bu denli hızlandırırken işim gerçekten zordu. Çok az kalmıştı. Çok yakında artık Savaş hayatımda olmayacaktı. Işıl ışıl parlayan güzel gözleri, tatlı gülümsemesi, sarıldığında hissettirdiği sıcaklığı... Artık bana 'Sarılmamı ister misin? İhtiyacın varmış gibi duruyor da?' diye soran biri de olmayacaktı. Beni yakan öpücükleri zaten kaybolmuştu, onları özlüyordum ve yakında özlediğim şeylerin sayısı üçe beşe katlanacaktı. Kısacık bir zamanda nasıl bende bu kadar çok yer edinebilmişti ki? En son kitapçıda yardımlarından ötürü ondan şüphe duymuyor muydum ben? Hangi arada özleyeceğim birine dönüşmüştü, hangi arada şu an bile sarılmasına ihtiyaç duyduğum birine dönüşmeyi başarmıştı? Hangi arada kalbimi bu denli hızlandırırken, beni varlığını arar hale getirmişti?

 

Hazır olan kahveyi iki kupaya koyarken bir mesaj daha geldi. Kahveleri adaya koyup, adanın etrafından dolanarak eski yerime oturana kadar bakmadım mesaja. Kendi kahvemi önüme çektiğimde dumanı tüten kahvemden gelen o yoğun, leziz kokuyu içime çektim. Kahve demek benim için sakinleştirici demekti, yeri geliyor en iyi ağrı kesiciden bile daha etkili bir ağri kesici görevi görebiliyordu.

 

Erteleyip durduğum şeyi daha fazla ertelemenin bir manasının olmadığını bildiğimden telefonu açıp mesaja girdim.

 

Savaş Kalkavan:

Bu arkadaşlık muhabbeti... O kadar sıktı ki İzel. Sana yemin ederim şu an aklımdan geçen tek şey; oraya gelip, hafızandan bu kavramı silene kadar seninle sevişmek. Sana adını bile unutturana kadar...

 

Kalbim... O kadar hızlı atmaya başladı ki bir an atışı zihnimde çınlamaya başladı, öteki an durdu sandım. Bunu beklemiyordum. Her şey olabilirdi ama bu kesinlikle beklediğim cevaplar arasında değildi.

 

Ben daha o mesajı sindiremeden uzun bir mesaj daha geldi.

 

Savaş Kalkavan:

Arkadaşın olmak istemiyorum. Senin de arkadaşım olmak istemediğini biliyorum. Biz arkadaşlık kavramını daha en başında ihlal eden bir çiftiz. Bizden her şey olur ama arkadaş olmaz İzel çünkü birbirimizden uzak durmayı beceremiyoruz. Yanına her yaklaştığımda aklımdan geçen tek şey seni öpmekken, senin de aklından bunun geçtiğini bilirken bunu becerebilmemiz imkânsız. Hayatında bir şeyler olduğunu ve o şeylerin seni zorladığını biliyorum. Ne olduklarını bilmesem de sana zarar verdiklerini biliyorum. Korunmaya ihtiyacın yok, bunu kabul etmeyeceğini de biliyorum ama günün sonunda, sana sarılmak için orada olmama izin ver.

 

Duygular bazen öyle yoğun gelir ki insana... Altından kalkamaz insan. O anlarda mutlu da olsa üzgün de... Bitik hisseder kendini. Çünkü o yoğunluk onu bitiriyordur. Tam olarak öyle bir andaydım. Kâbus gibi bir gündü, böyle biteceğini sanıyordum... Şimdiyse çok bir şey değil, birkaç mesaj, göğsüme baharı getiriyordu sanki, midemde uçuşan kelebekler de bu baharın habercisiydi. Ama mutlu değildim. Değildim çünkü yazdığı şeylere olan ihtiyacımın farkında olsam buna izin veremeyeceğimin bilincinde olmak beni bitiriyordu. Üstelik bu babamın kulağına giderse biten tek kişi ben olmayacaktım. Göz göre göre onu bu tehlikenin içine nasıl atabilirdim ki?

 

Hiçbir şey yazamadım cevap olarak. Yüzümde tek bir mimik bile oynamazken telefonumu sakince kilitleyip kenara koydum ve sıcaklığını umursamadan kahve kupasını avuçlarımın arasına alıp sıcak kahvemden bir yudum aldım. Avuçlarım yandı... Dilim yandı... Hiçbirinin acısı yanan kalbimin yanına bile yaklaşamadı.

 

Gece'nin yeniden mutfağa girdiğini bile elini önüme koyduğunda fark edebildim. Hafifçe irkilerek kendimi toparladığımda Gece çoktan elini çekmiş ve karşıma geçmişti. Şimdi önümde, elini koyduğu yerde; siyah, sarı yaldızlı bir kartvizit duruyordu.

 

Üzerinde; Av. Filiz Duman yazıyordu ve ismin altında da bir telefon numarası vardı.

 

Gözlerim Gece'ye kaydığında kendinden emin bir halde tepkilerimi izlediğini gördüm. Avuçlarıma ciddi bir ısı yayan kupayı kenara bıraktım ve kızaran avuçlarımı es geçip kartviziti elime aldım.

 

Avukat Filiz Duman... Kimdi bu kadın?

 

"Sana görevden sonra seninle bir şey konuşacağımı söylemiştim hatırlıyor musun?" diye girdi söze Gece.

 

Hatırlıyordum. Onu affedeceğim bir konuşma olacağını söylemişti. Başımı bir kere eğerek onu onayladım.

 

"Öncelikle..." diye devam etti. "Bu konuşmanın senden istediğim şey ile bir ilgisi yok, ortaya böyle bir iddia atılmasaydı da bu konuşma gerçekleşecekti. Çünkü İzel, sandığının aksine sen benim için çok değerlisin. Tamam sürekli bir şeyleri batırıyor olabilirim, beceremediğimin farkındayım ama biraz önce saydığın tüm o şeyleri yaparken düşündüğüm tek şey sendin, iyi olmanı istemiştim."

 

Derin bir nefes aldı. Gözlerindeki samimiyeti görüyordum. O doğru bildiği şeyleri yapıyordu ama onun doğruları sadece beni daha fazla kırıyordu. Ve Gece bunu anlayamıyor, ısrarla doğrularını dayatmaya devam ediyordu. Ona bunu farkındalığını yaşatan neydi bilmiyorum ama şimdi karşımda sanki başka bir Gece vardı.

 

"Şimdi... Bir şeyi kendi doğrularımdan sıyrılarak yapacağım, babanın hoşuna gitmeyecek. Hayır baban bu fikirden nefret edecek ama onun zaten nefret etmediği bir şey yok, o yüzden onunla baş edebiliriz. Hep ettik..."

 

Bu sözleri beni istemsizce güldürdü. Bölmedim onu. Konuyu nereye bağlayacağını merak ediyordum ve kısa kesmesi işime gelirdi ama söylediği gibi, eğer kendi doğrularından sıyrılacaksa bu onun için hiç kolay değil demekti. Gece Hancı, doğru bildiği şeylere körü körüne bağlanan bir adamdı.

 

"Elindeki kartvizit..." dedi gözleriyle elimde tuttuğum kartı işaret ederek. "Deden Rasim Akaydın'ın avukatı Orhan Bilgin'in kızına ait."

 

Rasim Akaydın... Annemin babası. Annemin ölüm fermanını bilmeden kendi elleriyle imzalayan o adam. Kızından uzakta, kızının ve torununun neler yaşadığını bilmeden yaşamış ve bu dünyadan göçüp gitmiş bir adam. Bizi düşündüğünü, önemsediğini biliyordum çünkü sözleşme yoluyla da olsa bir şekilde kendince bizim haklarımızı korumaya çalışmıştı. Bana koca bir servet ve bir mimarlık imparatorluğu bırakırken tek şartı okulumu bitirip mezun olmamdı. Onu bir kez bile görmemiştim. Onu ya da diğer akrabalarımı... Ama benim geleceğimi en parlak şekilde çizmeye çalışan o adamın iyi biri olduğunu düşünüyordum. Muhtemelen yaşadıklarımızı bilse asla müsade etmeyeceğini... Korkak davranan ve kimseye bir şey duyuramayan bizlerdik. Bazen korkak olmak demek hayatınızı kendi ellerinizle bitirmek demekti. Biz kendi hayatımızı kendi ellerimizle bitirmiştik annemle.

 

"Gördüğün üzere kızı da avukat oldu..." diye devam etti Gece. "Babası emekliye ayrılırken tüm işlerini kızına devretti. Dedelerinin ortak imzaladığı vasiyetname de o işlerden biri. İzel, o vasiyet senin eğitim hakkını kırmızı çizgilerle koruyor. Korumasaydı, baban üniversite için izin vermezdi sana. Çünkü senin mezun olup mimar çıkman demek özgürlüğün demek. Şimdi yapman gereken tek şey, avukatı aramak ve babanla konuşmasını istemek."

 

Karışan aklım, gözlerimden belli oluyor muydu bilmiyorum ama olsa gerekti çünkü feci halde karışmıştı. Tam olarak ne demek istediğini anlayamıyordum. Avukat ile ne için konuşacaktım ve ne diyecektim anlayamıyordum.

 

"İzel..." dedi Gece ve ellerini adaya yaslayıp bana doğru eğildi. "Anlasana güzelim... Seni bekleyen bir imparatorluk var. Dünya'nın en güvenilir şirketleri arasına giren, tek bir hatası dahi olmadan takır takır işleyen bir holding. Başına geçtiğin an seni Dünya'nın en genç zenginleri listesine sokacak bir güç. Yapman gereken tek şey mezun olmakken bu hakkın kesin kurallarla korunuyor ve sana vazgeçme şansı tanınmıyor. Baban senden iki hafta sonra sadece yaşadığın ülkeyi değil, okulunu da değiştirmeni bekliyor. Gideceğin okul ile görüşüldü bile, her şey hazır. Eğer burada kalmak istiyorsan, avukata söylemen gereken tek şey olası bir okul değişikliğinin eğitim hayatını olumsuz yönde etkileyeceği. Gerisini avukat hukukî bir dille halledecek. Ve sonra hiçbir yere gitmeyeceğiz, Türkiye'de kalmaya devam edeceğiz, okuluna gitmeye devam edeceksin."

 

Nutkumun tutulduğunu hissettiğim bir andaydım. Ciddi miydi yoksa benimle oynuyor muydu? Burada kalabilme şansım mı vardı yani? Biraz önce düşündüklerim aklımın içinde dolandı. Savaş'ın cevap veremediğim upuzun mesajı... İnanmak istedim, inanmak istemedim.

 

İnanmak istiyordum çünkü istediğim buydu. Burada kalmak ve yoluma bakmak. Annemden uzakta da olsam, en azından özgür hissedebildiğim anlara sahip olma şansım vardı. Kalbimin sesini dinleyebilme şansım...

 

İnanmak istemiyordum çünkü gerçek olmamasından korkuyordum. Ya da avukatın halledememesi de bir ihtimaldi. Babamın kabul etmemesi... Ya da beni yine annemle tehdit etmesi...

 

Hayır annemi riske atamazdım. Biliyordum, avukat o konuşmayı gerçekleştirir gerçekleştirmez beni arayacak ve bir dolu tehditlerle avukatı savuşturmamı isteyecekti. Her şey onun istediği gibi ilerlesin isteyecekti. Bunun için kullanacağı tek kişi tabi ki annem olacaktı.

 

Bir çıkar yol arayarak Gece'ye baktım ve dudaklarımın arasından yalnızca "Annem..." sözcüğü çıktı.

 

Gece rahatlığından ödün vermeden kahvesinden bir yudum alıp omuz silkti.

 

"Kahraman Hancı, annen ve senin hayatının birbirine bağlı olduğunu biliyor. Eftalya anneye bir şey olursa seni de kaybedeceğinin, seni kaybederse ekibi de kaybedeceğinin farkında. Evet, bize bir şey olması ihtimaline karşılık bir ekip daha kurmaya çalıştı. O ekibi gördüm İzel. İzledim. Bizim en kötü halimizden katbekat daha kötüler. Korkaklar, kriz anlarını asla yönetemezler. Ve Kahraman Hancı bunun da farkında. Yani seni kaybetmek... Göze alamayacağı bir kumar demek, Kahraman Hancı bu kumarı asla oynamaz."

🎭💎

 

Gece mutfaktan çıkıp beni yalnız bırakalı ne kadar oldu bilmiyordum ama tüm bu süre zarfında düşündüm. Artılar ve eksiler kafamın içinde listelendi. Doğruyu söylemek gerekirse Gece'nin sözlerinden sonra eksiler öyle azdı ki, görmezden gelmek çocuk oyuncağı oldu. Kahraman Hancı'yı bir hayli kızdıracaktık ama hey sonucunda elde edeceğim şey buna değerdi.

 

Elim telefona gitti, saatin kaç olduğu umurumda bile değildi. Kilidi açtığımda karşıma çıkan ilk şey Savaş'ın uzun mesajıydı, bu kez içimde daha farklı hisler uyandıran kelimelerdi. Bu kez mutluluğu kalbimde misafir edebildim, yeniden okurken ifadesiz değildi yüzüm, dudaklarımdaki gülüşe engel olamıyordum. O huzur benim olabilirdi, o özgürlük, o sıcaklık... Söylediğim ve söyleyeceğim yalanlara, aramızdaki sırlara rağmen... Bu nasıl bir büyüydü bilmiyorum. Bir an bu kadar umutsuzken diğer an nasıl böyle umutla dolabilirdi insan? Bir an hiç ışık yokken öteki an nasıl yoluna güneş doğabilirdi? Şu an bana olan şey tam olarak buydu.

 

Mesajdan çıkıp kartvizitteki numarayı tuşladım ve telefonu kulağıma yasladım. Muhtemelen aradığım numaranın sahibi şu an uyuyordu ama umurumda bile değildi. Uyanmak zorundaydı. Bu gece bu iş halledilmeden uyuyabilmemin imkânı yokken o da uyumamalıydı.

 

İlk aramada açılmadı telefon ama bu beni durdurmadı, hemen yeniden aradım ve neyse ki bu kez telefon kapanmadan açıldı, uykulu bir kadının "Alo?" diyen sesini duydum.

 

Heyecan içime içime dolarken bir an ne diyeceğimi bilemedim. Böyle bir anda ilk ne söylenmeliydi ki? Derin bir nefes alıp duruşumu dikleştirdikten sonra "Merhaba..." dedim kendimden emin bir sesle. "Ben İzel İzem Hancı, sizinle önemli bir konuda görüşmem gerek."

 

🎭💎

 

YAZARDAN:

 

Genç avukat telefonu kapattıktan sonra odasına dönüp yatakta uyuyan eşine baktı ve onu uyandırmadan parmak uçlarında ilerleyerek çalışma masasındaki bilgisayarını alıp yeniden odadan çıktı. Bu saatte bu acelenin neden olduğunu bilmese de dosyanın önemini bildiğinden sesini çıkarmadan müvekkili İzel İzem Hancı'nin isteğini onaylamıştı. Hızla bilgisayarını açıp bir kopyasını bilgisayarında, ıslak imzalı aslınıysa ofisindeki kasasında bulundurduğu vasiyetnameyi bilgisayarından açtı. Babası emekli olurken her işini genç kadına devretmiş ama bu dosyanın üzerinde ayrı bir şekilde durmuş ve önemini özellikle vurgulamıştı. Bu yüzdendi zaten İzel İzem Hancı adını duyunca telefonu kapatmayıp konuşmaya devam etmesi. Yoksa hiçbir güç onu gecenin iki buçuğunda iş konuşmaya itemezdi.

 

Ezbere bildiği satırları bir kez daha gözden geçirdikten sonra müvekkilinin isteği üzerine telefonunu alıp İzel İzem Hancı'nın attığı numarayı aradı. Fransa'da yaşadığını bildiği adam için saat, kendi saati kadar uygunsuz olmasa gerekti, çünkü şu an orada saat on iki buçuktu, kendi ülkesindeyse iki buçuk...

 

Beklediği gibi de oldu avukatın. Kahraman Hancı bekletmeden açtı telefonu ama ne bir alo dedi ne de bir ses çıkardı. Filiz hanım boğazını temizledikten sonra "Merhaba Kahraman Bey..." dedi tüm profesyonelliğiyle. Bu gibi kodomanlarla nasıl konuşulması gerektiğini iyi biliyordu. "Ben Avukat Filiz Duman, Avukat Orhan Bilgin'in kızı, aynı zamanda kayınpederiniz Rasim Akaydın'ın yeni avukatıyım. Gerçi siz bunları zaten biliyor olmalısınız?"

 

Kahraman Hancı'nın yüzü memnuniyetsiz bir hareket ile şekillenirken "Aynı tavır, aynı ses tonu, aynı ego... Anlaşılan babanın sana bıraktığı tek şey işleri olmamış. Ne istiyorsun Avukat?" dedi sert bir sesle. Bu avukat bozuntularından nefret ettiği kadar hiçbir şeyden nefret etmiyordu.

 

Filiz Duman, oturduğu sandalyeden ayağa kalkarken çene hizasına gelen saçlarının önlerini parmaklarıyla geriye yatırıp "Sizi temin ederim Kahraman Bey, ben babamdan daha inatçı bir avukatım. Sizi rahatsız etme nedenim de kızınız İzel hanım. Sanırım yakınlarda sizin karar verdiğiniz bir okul değişikliği söz konusu olacakmış. Biz dosya avukatlarının bu okul değişikliğine onay vermediğimizi haber vermek için aradım." dedi. Tek bir an bile duraksamıyor, gayet kendinden emin konuşuyor, konuşmanın hiçbir noktasında takılı kalmıyordu.

 

Kahraman Hancı, oturduğu koltuktan kalktı. Tüm memnuniyetsizliği ile odanın içinde ilerlerken "Sizin onayınıza neden ihtiyaç duyayım?" diye sordu. Bu avukatların olur olmadık anlarda kendilerini ilgilendirmeyen konulara burunlarını sokma huyları yok muydu? Büyük penceresinin önüne geçtiğinde ayaklarının altında uzanan Marsilya manzarasına bakıp "Bu sizi ilgilendiren bir konu değil Avukat Hanım." diye devam etti cümlesine. "Kızım eğitim hayatına devam edecek, yeni okulu ile çoktan görüşmeler tamamlandı bile. Yani vasiyetnamedeki maddeleri ihlal eden tek bir durum yok."

 

Normalde açıklama yapma zahmetine bile girmezdi ama bu avukatların laftan anlamaz bir halleri olduğundan uğraşmak istemiyordu Kahraman Hancı. Bu konuşma şimdi yapılıp bitsin istiyorsa onları tatmin edecek cevaplar vermeliydi.

 

Filiz Duman, çalışma odasındaki aynasının karşısına geçti. Bir dosyaya hazırlanırken savunmayı önce aynadan kendine yapar ve ne kadar iyi bir avukat olduğunu kendi kendine kanıtlayıp, özgüvenini tazelerdi her seferinde. O aynanın karşısından, önce mesleğine ardından da kendine hayran olarak ayrılırdı. Bu yüzden işinde çok iyiydi ve kaybettiği tek bir davası bile yoktu.

 

"İzel hanım öyle düşünmüyor ama..." dedi Filiz Duman tam aynadaki yansımasında gözlerinin içine bakarken. "Zaten iki yıllık bir kaybı varken olası bir okul değişikliğinin kendisine iyi gelmeyeceğini, alışma ve odaklanma problemi yaşayacağını bu yüzden de derslerinden yeterli verimi alamayacağını düşünüyor. Bu durumda sizin sözlerinizin hiçbir hükmü kalmıyor Kahraman Bey. İzel Hanım'ın rahatsızlığı, vasiyetnamedeki maddelerden en önemli olanın ihlali demek ve bunun sonuçlarını siz eminim ki çok iyi biliyorsunuzdur."

 

Kahraman Hancı burnundan sert bir nefes verdi. Şimdi memnuniyetsizliği iki katına çıkmıştı. Demek avukatı arayan kızıydı. Bu durum hiç hoşuna gitmedi, hem de hiç... Neden akıllanmak nedir bilmezdi ki bu çocuk?

 

"Kızımın böyle düşündüğünden haberim yoktu. Olsaydı zaten böyle bir istekte bulunmaz, yeni bir okul arayışına girmezdim. Sadece eğitimini en iyi şekilde tamamlaması için atılan bir adımdı bu, benim bulduğum okulun ona sunduğu imkân çok daha fazlaydı." dedi yüzsüz bir tavırla ilgili baba rolleri oynayarak. Ama bu sözleri Filiz Duman'a hiç samimi gelmiyordu. O vasiyeti okuyan hiç kimseye de samimi gelmezdi zaten.

 

"Bu konuda sizin değil, kızınız İzel Hanım'ın düşünceleri önemli."

 

"Elbette..." dedi Kahraman. "Önemli olan hep kızımdı zaten." Öfkesi damarlarında çağlarken bunu söylemek zordu ama henüz karısı Eftalya'ya olanlar için bile avukatların yakasını tam mânâsıyla bırakmadığı göz önüne alınırsa dikkatli olmalıydı. Uğraşmak istediği son şey, tüm servetini riske atıp ipin ucuna götürecek bir davaydı.

 

Filiz memnuniyetle gülümserken "O zaman anlaştığımızı varsayıyorum Kahraman Bey. Bu konunun takipçisi olacağımdan emin olabilirsiniz. Eğer aksi bir durum söz konusu olursa açılan davanın duruşma gününü, size bizzat arayıp söyleyeceğimden de emin olabilirsiniz." dedi ve telefonu Kahraman Hancı'nın yüzüne kapatıp aynanın önünden ayrıldı. İzel'i yeniden arama gereği görmeden kısa bir mesajla işi hallettiğini söyleyip yatağına, eşinin yanına döndü.

 

Öte yandan İzel, telefonunun ekranına bakarken yazanları algılamakta bir an zorlandı.

 

Av. Filiz Duman:

Okul değişikliği iptal. Babanız sorun çıkarmayacak. Aklınıza takılan başka bir şey olursa, ya da ihtiyaç duyduğunuz başka bir konu, yarın daha uygun bir saate görüşürüz.

 

Avukata cevap verme gereği görmedi. Şimdi bir miktar gerilmişti işte ve babasından gelecek olan o aramayı bekliyordu. Arayacağını ve tehditlerle sindirmeye çalışacağını biliyordu. Hep bunu yapardı ve genelde başarılı da olurdu. Söz konusu annesi olduğunda İzel için akan sular dururdu çünkü. Aklından söyleyeceklerini toparlamaya çalışıyordu. Hem annesini hem de burada kalışını garanti altına alacak sağlam bir konuşmaya ihtiyacı vardı.

 

O beklediği arama hiç gelmedi. Gelmediği her saniye İzel daha da gerilirken oturduğu tabureden kalkıp mutfağın çıkışına yöneldi ve tam çıkışta karşısından gelen Gece ile karşılaştı. Son anda onu fark edip kendini durdurmuş ve olası bir çarpışmanın önüne geçmişti.

 

Gece elinde tuttuğu telefonu bir kez havada sallarken "Baban aradı." dedi.

 

İzel hissettiği tüm gerilimi yüzüne yansıtarak baktı Gece'nin gözlerine ve bu daha kötü diye geçirdi içinden.

 

"O kadar da kötü değildi, hatta hiç kötü değildi..." diye açıklamaya girişti Gece İzel'in yüz ifadesini görünce onu rahatlatmak için. "Sadece hoşuna gitmediğini söyledi ama kabul etti. Onun dışında da görevi sordu ve Damla'nın vurulmuş olması şu an senin okul değişikliğinden daha çok gündemde."

 

Bir an rahatladı İzel ve öteki an kalbinde alışıldık bir kasılma oldu. Canını yakan ama alıştığı bir kasılma. Bunu görmezden geldi. Babasının Damla'yı önemsemesi sürpriz değildi. Bu yüzden onu rahatlatan kısma odaklandı. Artık buradaydı. Sürpriz gidişler yoktu. Tabii ki görevler için seyahatler olacağını biliyordu ama günübirlik seyahatler İzel için hiç sorun değildi.

 

Dudakları hissettiği mutluluk ve heyecanla kıvrılırken, bu heyecanın yüzde doksanı Savaş Kalkavan ile ilgili olsa da o an yanında Gece olduğundan Gece'ye doğru atılıp ona sıkıca sarıldı. "Teşekkür ederim..."

 

Genç adam, İzel'in sarılışına büyük bir hafiflemeyle karşılık verip kollarını beline sararak onu kendine bastırdı. Sonra onun neden bu kadar sevindiğini hatırlayınca suratı düşerken "Şanslı piç... Seni üzmese iyi eder. Ayrıca onun hakkında da konuşmamız gerek. Bilmen gerekenler var." diye homurdandı. Uzun bir zamandan sonra İzel'i ilk defa sesli bir şekilde güldürmüştü bu.

 

Gece'den ayrılırken "Onun hakkında öğrenmem gerekeni ondan öğrenirim, nasıl olsa artık bir dolu vaktimiz var." dedi. Bu düşünce, alt dudağını dişlerinin arasına kıstırmasına neden oldu. Cidden artık zaman diye bir sınır kalmamıştı aralarında. Saçma sapan bir arkadaşlık muhabbetinde takılı kalmaları gerekmiyordu. Duygularını istedikleri gibi yaşayabilirlerdi ve Gece de artık bu konuya burnunu sokmayacaktı çünkü bunu sağlayan kendisi olmuştu. Bir dolu anılar biriktirebilirler, ânı doyasıya yaşayabilirlerdi artık. Hâlâ Kahraman Hancı bir sorun olarak orada durmaya devam ederdi ama işte şimdi altından kalkabileceklerini biliyordu İzel. Çünkü Gece onların yanlarında olacaktı, karşılarında değil.

 

"Affedildim mi?" diye sordu Gece küçük bir çocuk gibi gözlerini irileştirerek.

 

İzel tam başını sallayacakken aklına gelen şeyle durdu. Alt dudağı bir kez daha dişlerinin arasına yuvarlanırken ayak parmaklarının üzerinde yükselip alçalmaya ve küçük masum bir kedi gibi Gece'ye bakmaya başladı.

 

"Küçük bir şartım daha var," derken sevimlilik kartını kullanıyordu. Ve Gece'nin yüzünde büyüyen gülümsemeden bunun işe yaradığını da biliyordu. "Neymiş?" diye sordu genç adam ama İzel'in kulağına fısıldadığı cümlelerle sorduğuna bin pişman oldu. İtirazları bir sonuç vermezken İzel, Gece'nin kabullendiğini varsayarak odasına kaçmış ve Gece Hancı'nın da bunu gerçekten kabullenmekten başka şansı kalmamıştı. Onun hevesini hiç kırası gelmemiş, istediği şey ne kadar zor olursa olsun yapmak için kolları sıvamıştı bile.

 

İzel odasına döndüğünde ilk kez kalbi heyecanla pır pır ediyor, içi içine sığamıyordu. Bir şey yapıyorsa tam yapmalıydı bu yüzden Savaş'ın o uzun mesajına karşın yazdığı şeyle onu bir miktar bozacağını bilse de vazgeçmedi.

 

İzel Hancı

Savaş, acil bir konu için dersi iptal etmemiz gerek, iki günlüğüne Fransa'ya gideceğim, o yüzden yarın gelmene gerek yok. Geri döndüğümde seninle önemli bir konu hakkında konuşmam gerek ama o zamana kadar lütfen ne olduğunu sorma.

 

Evet yine yalan söylüyordu ama dediği gibi, bir şeyi yapacaksa tam yapmak isterdi ve yarın Savaş'la görüşürse ondan saklayamazdı tüm bu olanları. Saklamaya çalışsa bile Savaş'ın bir şeyleri anlayacağından şüphe yoktu.

 

Ve İzel'in bu konu için kesinlikle daha farklı planları vardı.

 

🎭💎

 

Bölümü nasıl buldunuz?

 

Sizce Kahraman Hancı'nın bu kadar kolay kabullenmeli miydi yoksa daha farklı bir tepki mi bekliyordunuz?

 

Yazgı ve Maya'ya veda ettik. En azından bir süreliğine. Onları yeniden görmek ister misiniz yoksa olmasa da olur mu sizce?

Selaamm🤭 Küçük bir şeyden bahsetmek istiyorum, çünkü artık elimde sadece on bölüm kaldı hazır olan. Bildiğiniz üzere her gün düzenli bölüm geliyor Kukla ya bunun nedeni 43 bölümün hazır olması ama 43. bölüm geldiğinde bölüm araları biraz uzayabilir. Bir iki hafta kadar... Bu sizi kurgudan uzaklaştırır mı sadece bunu merak ediyorum. Beklemek sizin için bir sorun olur da kitabı bırakmanıza neden olur mu? Sadece bunu merak ettim.

Görüşlerinizi benimle paylaşırsanız çok sevinirimm💖

Bir sonraki bölüme kadar kendinize iyi bakın güzellerim❤️

Loading...
0%