Yeni Üyelik
35.
Bölüm

34| RÜYA VE GERÇEK

@saniyesolak

Sellam💙

 

Nasılsınız? Ben iyiyim💙

 

Bölümü normalde birkaç gün daha erken okuyacaktınız ama Wattpadde saçma sapan bir sorun çıktığı için bir türlü yayınlayamadım.... Neyse sakin kalıyor ve yolumuza devam ediyoruz... Umarım beğendiğiniz bir bölüm olmuştur.

 

Bölüme geçmeden önce yıldızımızı parlatırsanız çok mutlu olurum çünkü oy ve yorumlar benim motivasyonum💙

 

Keyifli okumalar diliyorum ✨

 

🎭💎

 

YAZARDAN:

 

Güven, dünya üzerindeki en hassas duygudur, kurulması bir ömre bedelken yıkılması bir anlıktır. Ve yıkılmadan önce gelen sarsıntıları hisseder insan.

 

Kahraman Hancı'da oğlu gibi gördüğü, soyadını verdiği çocukla konuşmasını sonlandırırken bu sarsıntıyı hissediyordu.

 

Bir şeyler ondan saklanıyordu...

 

(Ayakta uyuyosun ama sen bilirsin💁🏻‍♀️)

 

Telefonu elinde döndürürken kısık bakışlarıyla önünde uzanan şehrin manzarasına baktı. Bir şüphe içini kemirmeye başladığı zaman, tutunduğu kemiği kırmadan bırakmazdı. Şüpheler... Her daim dikkate alınması gereken bir şeydi çünkü haklı çıkması haklı çıkmamasından çok daha yüksekti. Ve Kahraman Hancı'nın şüphelerinin hep haklı çıkmak gibi bir huyu vardı.

 

"Bakalım..." diye mırıldandı kendi kendi. "Haklı mıyım, değil miyim?" Sonra sırtını cama dönüp büyük çalışma odasının ortasına doğru yürüdü ve "Lucas..." diye seslendi. Anında odanın kapısı açıldı ve yirmilerinin sonunda olan, sapsarı saçlı, gri gözlü, soluk tenli bir adam içeri girdi.

 

Kahraman Hancı masasının önündeki iki koltuktan birine otururken "Kapıyı kapat." diye emretti, emri anında yerine getirildi.

 

Lucas ellerini önünde birleştirip dinleme moduna geçtiğinde, Kahraman Hancı birkaç saniye onu izleyip "Kumarbazsın..." diye mırıldandı. "Söyle bakalım, kumar masasında hile yapanı anlar mısın?"

 

Lucas duruşunu dikleştirirken "Bu, hilebaza bağlı efendim..." diye ucu açık bir cevap verdi. Kahraman Hancı ona soran gözlerle baktığındaysa devam ettirdi konuşmasını. "Eğer söz konusu hilebaz bensem asla yakalanmam. Ama ben değilsem, öyle ya da böyle hile yapan kişiyi anlarım."

 

Bu cevap Kahraman Hancı'yı güldürmüştü. "Hile yapıyor musun Lucas?" diye sordu bu kez. Lucas'ın gözleri bilgelikle parladı. "Kumar hile yapılmadan kazanılmaz efendim."

 

Kumar hile yapılmadan kazanılmaz...

 

İşte kilit cümle buydu. Kahraman Hancı, kolunu kaldırıp, dirseğini oturduğu koltuğun kolçağına yasladı ve yeni çıkmaya başlayan sakallarını sıvazladı. Kısık bakışlarından akan şüpheyi anında yakalamıştı Lucas. "Peki Gece Hancı?" diye sordu bu kez, sıvazladığı sakalında elini çekerek. "Onunla aynı zamanda yetiştiniz, onu yakından tanıyorsun. Sence o hilebaz mıdır?"

 

Lucas bu soruyla şaşırdı, bu soruyu duyan herkes şaşırırdı. Gerçek şu ki Gece Hancı sorgulanmazdı. Adamların arasında Kahraman Hancı'nın en son sorgulayacağı kişi Gece Hancı'ydı çünkü güvenirliğini pek çok kez kanıtlamıştı. Hancı kızlarının başında olmasının en temel sebebi buydu.

 

"Gece Hancı eğer bir kumarbaz olsaydı, hiç şüphesiz bu işte benden daha iyi olurdu. Biraz önce de söylediğim gibi, kumar hile yapılmadan kazanılmaz. Yani evet, Gece Hancı hile yapardı."

 

Kahraman Hancı bu sözleri kafasında tarttı. Bu gizemi zihninde büyütmeye niyeti yoktu, hemen çözülmeli ve sorun her neyse kökünden sökülmeliydi. Ki bir daha filizlenemesin...

 

Odaya birden çöken sessizlik yeniden Lucas tarafından bozuldu. "Gece'nin size ihanet ettiğini mi düşünüyorsunuz efendim?"

 

Aklında dolananların sesle vücut buluşundan hoşlanmadı Kahraman Hancı. Çünkü ihanetin karşılığını vermek gerekirdi ve Gece Hancı ihanet eden tarafsa bu karşılığı nasıl vermesi gerektiğini bilmiyordu.

 

Gece ve İzel... Birbirlerinin aynası gibiydiler. Cezalar artık onlar için bir çözüm değildi. Kızının bir haftalık ceza sürecinden sonra nasıl da dik bir şekilde korkusuzca gözlerinin içine baktığını hatırlıyordu. O bitik haline rağmen nasıl da güçlü durduğunu... Gece'nin de aynı şekilde olacağından zerre şüphesi yoktu. Onun İzel kadar bile etkilenmeyeceğini çok iyi biliyordu. İzel için elinde hâlâ bir koz vardı ama Gece için elinde ne vardı ki?

 

Yıllar önce doğru bir adım attığını sanarak yaptığı o hamle şimdi ayağına dolanıyordu. Aklı onu o güne götürdü. On iki yaşındaki bir çocuğun eline tutuşturduğu silahın elinden kaybolan ağırlığını hatırladı. Silahı verdiği o çocuğun korkuyla titreyişini. Korkmasına sinirlenmişti Kahraman Hancı. Ve boş odanın içinde, çocuğun yüzünde patlayan tokadın sesi yankılanmıştı.

 

Küçük Gece, gelen o darbeye rağmen yıkılmadan ayakta kalmayı başarabilmiş ve zor bela da olsa titreyişini bastırabilmişti.

 

"Korkaklar ölüme mahkûmdur..."

 

Kulaklarında yalnızca bu cümle, tokadın sesiyle birlikte çınlıyordu. Ölümün ne olduğunu biliyordu Gece ama korktuğu ölmek değildi daha o yaşında. O ölürse İzel hapsolduğunda ona kim yemek kaçırırdı ki gizli gizli? Ya da Damla'nın başarısız olduğu noktalarda kim kimseye fark ettirmeden ona yardım ederdi? Kendisi için değil, kız kardeşleri için yaşamak zorundaydı Gece.

 

Silahı tutan elini kaldırıp tıpkı Kahraman Hancı'nın istediği gibi ileri doğru uzattı. Karşısında iki sandalyede oturan, elleri ve ayakları bağlı bir adam ve bir kadın vardı. Başlarına geçirilen beyaz bir çuval, yüzlerini görmesine engel oluyordu. Sahi yüzlerini görmesi neyi değiştirecekti ki? Hemen yanında bir tehdit gibi dikilen Kahraman Hancı varken... Hiçbir şeyi...

 

Bilseydi o an kimlere silahı doğrulttuğunu ve tetiği çekip ona öğretildiği gibi silahı sıktığını... Bilseydi kafalarına sıktığı birer kurşunla hayattan kopardığı kişilerin kim olduğunu... Hiç düşünmeden silahı Kahraman Hancı'ya doğrultur ve yine hiç düşünmeden ona sıkardı. Sonrasında olacakları hiç umursamadan... Ama bilmiyordu. Bildiğini sandığı tek şey o iki kişinin birer yabancı olduğuydu. O günden sonra rüyalarını işgal eden, yüzsüz, kanlı iki bedenin öz annesi ve babası olduğunu bilseydi o gün ölen Kahraman Hancı olurdu.

 

Eğer o gün, o hamleyi yapmasaydü ve o ikisi hâlâ yaşıyor olsaydı Gece Hancı'ya karşı elinde çok büyük bir kozu olurdu. Öyle ki Gece'nin aklına ihanetin i'si bile gelmezdi. Derin bir nefesle göğsü şişerken Lucas'ın sorduğu bu soruya cevap vermek yerine iki parmağını havada sallayıp "Bana bir kadeh konyak koy." dedi. Sert bir içki şu an ihtiyaç duyduğu tek şeydi. Bir çıkmazın içindeydi. İlmek ilmek işleyerek bugünlere getirdiği o ekip... Birbirlerine ölümüne bağlı o üç çocuk... Birine bir şey olması demek, diğerlerini de kaybetmek demekken bu riski göze alamazdı. Hele ki o ekibin hemen ardından kurmaya çalıştığı ekibin beceriksizliği göz önünde bulundurulunca. Hazır olacaklarını düşünmüştü Kahraman Hancı ama yapılmıştı. Asla hazır olmayacaklardı, asla İzel, Damla ve Gece'nin yerini tutmayacaklar, onlar kadar başarılı olmayacaklardı.

 

Lucas'ın ona uzattığı kadehi alıp sarımtırak sıvıyı tek dikişte bitirdikten sonra bardağı yeniden Lucas'a uzattı. Genç adam verilen bu sessiz emre anında uyup içkiyi tazelerken, cevapsız kalan sorusundan aldığı cevapla yeniden konuşmaya başladı.

 

"Gece Hancı, İzel Hanım ve Damla hanım ile sizin aranızda bir köprü görevi görüyor efendim. Size çok şey borçlu olduğunun farkında ve vefalı bir adam. Size ihanet ettiğini düşünmüyorum. İhanet edecek olsaydı çoktan ederdi bana soracak olursanız. Özellikle de..." cümlenin devamını getiremedi. Bu gerçek; bu evde, bu dört duvarın içinde bile sesli dile getirilmesi yasak olan, söyleyeni ipe götüren bir gerçekti.

 

Hiç kimse Eftelya Hancı'yı Kahraman Hancı'nın vurduğunu sesli söyleyemezdi... Çünkü bu gerçek Kahraman Hancı'yı ipe götürecek bir gerçekti...

 

İzem Hancı'nın zamanında bunu kanıtlama çabalarının sonuçsuz kalmasının nedeni de buydu. Olay medyadan kesin çizgilerle saklanırken ve çevrelerinde olan kişi ya da kişilere hiçbir şey duyurulmamıştı. Eftelya Hancı'nın yaralanışı herkesten sır gibi saklansa da polisler ve tabi savcılar bu sırra dahil değildi. İfadeyi almaya gelen polislere ve savcılara evde olan herkes Kahraman Hancı'nın Eftelya Hancı'ya ne kadar âşık olduğunu anlatmıştı. Karısı için canını verebileceğini ve onun saçının teline bile zarar gelmesini istemeyeceğini... Koca bir yalanın ve adaletsizliğin ilk temeliydi. Konu, Kahraman Hancı'nın düşmanı olan birinin eve gizlice girip çalışma odasında Eftelya Hancı'ya yakalandığı ve Eftelya'nın panik halinde sıkılan silahla yaralandığının kanıtlanmasıyla kapanmıştı. Evet kanıtlanmıştı çünkü onun için çalışan birbirinden yetenekli hacker grubunun hazırladığı sahte bir güvenlik kamerası görüntüleri ve parayla tutulan bir adamın ben yaptım itirafı vardı ortada.

 

Zamanında babası ve kayınpederinin hazırlamış olduğu sözleşme ve vasiyetler yüzünden avukatlardan yakasını sıyırmak o kadar da kolay olmamıştı ama bugüne gelindiğinde, serveti hâlâ onundu ve her geçen gün katlanarak büyüyordu. Güç hâlâ onundu.

 

"Özellikle de ne?" Elindeki kadehi bir kez daha tek dikişte bitirip boğazını yakan sıvıya aldırış etmeden bir yenisini doldurması için Lucas'a uzattı.

 

Lucas aceleyle içkiyi tazeledi. "Üzgünüm efendim bunu söylememem gerekiyordu..."

 

Kahraman Hancı elindeki bardağın içindeki sıvıyı döndürürken gözleri o sıvıdaydı. "Eftelya'nın vuruluşu... Çocukları derinden etkilemişti. Üçünü de... Ama o gün o üç çocuk birbirlerine daha da sıkı kenetlendiler. Gece'nin bana ihanet ettiğini düşünüp düşünmediğimi soruyordun öyle değil mi? Düşünüyorum... Söylediğin gibi Gece; kızlarla, özellikle İzem ile aramdaki köprü. O köprü sağlam kalmalı ki Gece'yi kızlardan ayırmayayım, ekibi dağıtmayayım. Gece kumar oynamaz sanıyorsun ama en büyük kumarı Gece Hancı oynuyor. Benimle oynuyor... Ve söylediğin gibi çok iyi hile yapıyor, iki taraf için de ortayı bulmayı her seferinde başarıyor. Gece'nin görevi adım adım her şeyi bana aktarmak, hiçbir şey saklamadan... Kızların işleri aksatmasını önlemek ve İzem'i zaptetmek... Ama Gece Hancı benden bir şeyleri saklıyor... Bu zamana kadar bunu anlayamadım çünkü bana uslu bir İzem anlatmadı. Aksine tam bir baş belası olan bir kızı anlattı. Bu bende şüphe uyandırmadı çünkü İzem asla uslu bir kız çocuğu olmayı beceremez. Ama bugün avukat tarafından arandım. Kısaca eğer söylediklerini yapmazsam beni dava açmakla tehdit etti. Bu kez kanıta dayalı olmayan bir dava... Hile yapamayacağım, sadece İzem'in beyanı ile sonuçlanacak bir dava... Her ne kadar aynı zamanda Eftelya'nın fişini çekmekle sonuçlanacak da olsa... Kızım'ın avukatı aramaya karar vermesini anlayabilirim, bunu akıl edebilmesini... Ama bu kararı bende iki soruyu doğuruyor..."

 

Sustu... Konuşmaktan kuruyan boğazını içkinin sert, yakıcı tadıyla ıslattı. İki soru... Gece'nin ihanetini kanıtlar nitelikte olan iki lanet olası soru...

 

Sessiz kalması üzerine "Bu sorular nedir efendim?" diye sordu Lucas. Sesine sinen merak apaçık ortadaydı.

 

Kahraman Hancı bitirdiği üçüncü kadehin ardından bardağı sertçe, önündeki yüzeyi cam olan sehpaya bırakıp ayağa kalktı.

 

Bileğindeki saati kontrol ederken derin bir nefesle yeniden göğsünü şişirip konuşmaya devam etti. "İzel Washington'a taşınmayı istemiyor... Fransa olmadıktan sonra nerede olduğunun önemli olmaması gerekirdi. Ama bu onun için önem kazanmış. Bir şey... Ya da biri... Onun İstanbul'da kalmak istemesine neden oluyor. Bu, doğan ilk soru... İkincisine gelecek olursak... Yeni ekipten haberi vardı. Yani gözden çıkarılabilir olduğunu düşünüyordu. Tek bir ters hareketinde annesini fişini hiç çekinmeden çekebileceğimi, çünkü artık sevgili kızıma bir şey olmasının benim için bir kayıp olmayacağını düşünüyordu. Bu konuda onu yeterince manipüle etmiştim. Biri; ona yeni ekibin işe yaramaz olduğunu, kendisini hâlâ gözden çıkaramayacağımı söylemiş olmalı ki avukatı arayacak cesareti buldu."

 

Kol düğmelerini düzeltirken monoton bir sesle kurduğu bu cümlelerin ardından ellerini, pahalı kesim kumaş pantolonun ceplerine sokup Lucas'ın gri gözlerine baktı. O grilerde tamamlanan denklemler gördü Kahraman Hancı, birleşen yapboz parçaları...

 

"Seni buraya çağırıp tüm bunları anlatmamın nedenine gelecek olursak... İlk uçağa atlayıp İstanbul'a gideceksin. Oradaki elim kolum olacak ve o üçü neler karıştırıyor tek tek öğrenip bana saat başı rapor vereceksin. Tuvalete gittikleri andan bile haberim olacak... Yanına kaç kişi gerekiyorsa al. Tek bir an bile gözünü onlardan ayırmayacak ve varlığını asla fark ettirmeyeceksin. Hayalet olacaksın, olacaksınız. Ekibi oluşturduğumda Gece Hancı'dan daha iyi olduğunu düşünüyordun, şimdi bunu kanıtlamanın zamanı geldi. Hata istemiyorum Lucas. Tek bir tane bile... Eğer bir hata yaparsan..."

 

Sözlerinin birazdan ortaya dökeceği tehdidi pekiştirsin diye bir an durup adamın gri gözlerine baktı söylediklerini beyninin içine çakmak ister gibi. Ardından devam etti...

 

"Sana yemin ederim kızını, altına bomba döşeli bir sandalyeye oturtur, seni karşısına diker ve tek bir hareketiyle kızının parçalara ayrılışını izletirim sana."

 

Adamın gözlerine yayılan korkuyu zevkle izledi. İşte güç buydu... Ellerinde bu varken güvene ihtiyacı yoktu. Başıyla kapıyı işaret edip "Şimdi çıkabilirsin. Alex'e söyle, kaptanı arayıp yatı hazırlamasını söylesin ve bu hafta olan tüm toplantılarımı bir hafta sonraya ertelesin." dedi ve arkasını dönüp yeniden önünde uzanan Marsilya manzarasına baktı.

 

Uzun zamandır ziyaret etmediği, hayatının küçük sırrı olan birini ziyaret etmesi gerekiyordu.

 

💎🎭

 

İZEL İZEM HANCI'DAN:

 

Hiç istemediğiniz anlarda çok hızlı akan zamanın, akmasını istediğiniz an akmamak gibi bir huyu vardı. Her şeyden nefret etme potansiyeline sahip olsamda şu olay gerçekten ama gerçekten aralarında en nefret ettiğimdi.

 

Her şeyin normal seyrinde ilerlediği bir iki gün olmuştu. Damla sabaha kadar hiç uyanmadan uyumuş ve derin uykusundan acıdan ağlayarak uyanmıştı. Neyse ki ilaçlar vardı. İlaçlar, içtikten birkaç dakika sonra etkilerini göstermeye başlamış ve acısını dindirmişti. Gece, görevin bıraktığı tahribatı kontrol edip, çaldığımız belgelerle ilgilenip aynı zamanda da sızlana sızlana benim ondan istediğim şeyi ayarlamaya çalışırken biz Damla ile onun yatağında The 100* izleyerek vakit öldürmüştük. Dizi izlemek pek benlik değildi, kitap okumayı tercih ederdim ama Damla, dizi izlemeye kesinlikle bayılıyordu ve bu konuda bana nazını her zaman geçiremediğinden, yaralı halini kullanmış, beni de onunla birlikte izlemeye ikna etmişti. Canı yansa da çok fazla şikayetlenmemişti. Diziden sıkıldığımız noktalardaysa gündemimiz Yazgı ve Maya denen kadınlar olmuştu. Damla o ikisine teşekkür etmeyi canı gönülden istese de bunun pek mümkün olmadığının o da farkındaydı.

 

Ve Savaş... Fransa yalanını yememiş, bunu da mesajlaştığımız her an dile getirmişti. Mesaja jest ve mimik ekleyemediğimden bunu normal karşılıyordum, karşımda olsaydı ve o yalanı yüzüne karşı söyleseydim inanmamak gibi bir seçeneği yoktu açıkçası. Yine de kararıma saygı duyarak yanıma gelmemişti. Yazdığı o iki uzun mesajın cevapsız kalışına da üstü kapalı bir gönderme yapmıştı. O an bir miktar trip yiyormuş gibi hissetmiştim doğruyu söylemek gerekirse... Ama cevabını verecektim, hem de en güzel şekilde. Sadece ayarlamaların bitmesini beklemem ve Damla'nın iyi olduğundan emin olmam gerekiyordu.

 

Gece ile aramda da hiçbir sorun kalmamıştı. Hatta iki gün boyunca birlikte kahvaltı hazırlamış ve akşam yemeklerini birlikte sipariş etmiştik. Evet sipariş etmiştik... Çünkü ne o ne de ben yemek yapmaktam anlamıyorduk ve mutfağı yakmak da pek iyi bir seçenek olmazdı. Garip bir şekilde her şey güzel gidiyordu. Normaldi. Sanki bir gün önce gözlerimin önünde bir dolu cinayet işlenmemiş gibi... Sanki bir gün önce hepimizin hayatı bir noktada tehlikeye girmemiş gibi... Tek sorunumuz Damla'nın kolundaki yaraydı. O da idare ediyordu.

 

Hayatım boyunca hiç hissetmediğim bir heyecan tam göğsümün ortasına çökmüş, orayı çorak bir araziden bir çiçek bahçesine döndürüyordu. Zamanın akmayışının nedeni de buydu... Gece, ayarlamaları yapmıştı, her şey hazırdı ve tek yapmam gereken zamanı beklemekti ki bu en zor kısımdı.

 

Kendimi aklı beş karış havada, aptal bir ergen gibi hissediyordum. Yirmi yaşındaki biri için bu normal sayılırdı değil mi? Böyle duyguları ilk defa hisseden biri için? Acı ve kedere öyle alışmıştım, varlıklarını öyle benimseyip ikinci bir deri gibi üzerime giyinmiştim ki... Şimdi şu hislerim bana çok aptalca geliyordu. Ama önleyemiyordum çünkü aptalca geldiği kadar doğru da hissettiriyordu. Onun adını her ekranda gördüğümde, geçiştirmeli değil de hissettirerek yazdığı her mesajını okuduğumda; beş yaşında, oyun parkındaki bir salıncağa binmiş, küçük, mutlu bir kız çocuğu gibi hissediyordum. Engelleri olmayan, yeterince hızlanırsa sanki gökyüzündeki bulutlara dokunabilirmiş gibi hisseden, özgür ve sevgiyle büyümüş, sırtına karanlığın yükü binmemiş bir kız çocuğu gibi...

 

Bu eşsiz bir duyguydu...

 

Sabırsızlıkla beklediğim o gün sonunda gelmişti. Bugün on yedi kasımdı ve on sekiz kasıma girmemize yalnızca yedi saat vardı. Savaş'ın bu konuyla ilgili ne söylediğini gayet iyi hatırlıyordum ama zaten bu tam olarak doğum gününü kutlamak da sayılmazdı. Bugüne başka bir anlam yüklemeyi planlıyordum ben.

 

Derin bir nefes alıp içimdeki o heyecanı baskılayarak elimi uzatıp zile bastım. Evde olduğunu biliyordum, okuldan geldikten sonra ya resim çiziyor ya da arka taraftaki atölyede bir şeylere şekil vererek heykel yapıyordu. Dün bitirdiği, özel bir sipariş olan ve neredeyse kendi boyundaki bir kartal heykelinin resmini atmıştı. Hayran kalmamak elde değildi açıkçası. Bahçesine serpilen fanuslarla korunan heykeller için de bu geçerliydi. Gerçekten yetenekliydi.

Bekletilmedim. Çaldıktan kısa bir süre sonra kapı aralandığında boşluktan görülen manzara kesinlikle görülmeye değerdi. Savaş, kapıyı aralarken gözlerim ilk an gözleriyle çarpışsa da daha aşağılarda onları bekleyen manzaranın farkındalarmış gibi aşağı doğru kaydılar ve birkaç damla mavi boyayla lekelenmiş çıplak göğsünde gezindiler. Pürüzsüz göğsü ve karnını süsleyen kasları bir mıknatıs etkisiyle elimi kendilerine doğru çekiyordu sanki, eğer elim kabanımın cebinde olmasaydı ve parmaklarımı avuç içlerime doğru bastırmasaydım muhtemelen o mıknatısın etkisine kapılırdım.

 

Boğazımı temizleme ihtiyacıyla dolduğumda buna karşı koymadan temizledim. Kuruyan dudaklarımın imdadına dilim yetişirken, zor bela gözlerimi onun orantılı ve mükemmel görünen -mükemmelden kastım leziz durmasıydı ki bu aramızda kalması gereken bir konuydu- gövdesinden ayırıp bir başka en sevdiğim nokta olan okyanus derinliğini içine hapsetmiş gözlerine çevirdim. Yüzünde ışıltılı bir gülümseme varken, gülümsemesindeki ışıltılar gözlerine, taşıyordu.

 

"Bu manzarayla karşılaşacağımı bilseydim daha erken gelirdim." Kuruyan dudaklarımı bir kez daha ıslatıp içimdeki o haylaz kız çocuğunu dışarı vururcasına gülümsedim.

 

Kapıyı benim için tamamen açıp girişten çekildi ve bana yol verdi. "Nesneleştiriliyor muyum şu an?" diye sorarken parlayan mavileri kısılmıştı.

 

Yanından geçerken tam önünde durup ona yandan bir bakış attım. "Malzemenin tamamını göremedim ki nesneleştirebileyim." Ve göz atıp omzumu bilerek çıplak göğsüne doğru sürterek yanında geçip büyük salonuna adım attım.

 

Salonun ortasında büyük bir tuval duruyordu. Cidden büyük... Üzerinde ince çizgilerle taslak çizilmiş olsada henüz şekiller tam oturamdığı için nasıl bir şey çizdiğini seçemedim ama bittiğinde ortaya mükemmel bir şey çıkaracağından emindim. Şövalenin hemen yanında katlanabilir bir masa duruyordu ve masanın üzerinde de boya kutuları, fırça ve kalemler. Ve metal bir paletin üzerine üç noktaya sıkılmış farklı tonlarda mavi boya vardı.

 

Savaş kapıyı kapatıp arkamdan salona girdiğinde "Ne üzerine çalışıyordun?" diye sordum.

 

Hemen yanımda durdu. Bir elini siyah eşofmanının cebine yerleştirirken diğeriyle zaten dağınık olan saçlarını daha da dağıtıp "Deniz manzarası..." diye cevap verdi. "Özel bir sipariş."

 

"Hmm..." derken ileri doğru bir adım attım. Ayağımdaki topuklu bot yüzünden attığım her adımda tok sesler çıkıyordu. Üç kişilik bir koltuğun yanında durup kalçamı arkalığına yasladım. "Acelesi var mı?" Meraklı gözlerim şimdi hem gözlerini görüyordu hem de geri kalan manzaranın tadını çıkarabiliyordu. Uzun boyu ve geniş omuzlarına tezat ince beliyle o kadar iyi görünüyordu ki... Sıkılmadan bakabileceğim bir tablo gibiydi, içinde pek çok anlamlar barındıran...

 

Omzunu hemen yanında duran duvara yaslayıp diğer elini de eşofmanının cebine yerleştirdi. Güzel gözleri yüzümü inceliyordu ama ben onun yüzüne bakamıyordum. Hareketleriyle kasılan kasları sürekli odağımı kendilerine çekiyordu.

 

"İki hafta daha sürem var..." diye cevap verdi soruma. Ardından "Eee?" diye sordu imalı bir sesle. "Fransa nasıldı?"

 

Küçük oyunuma devam edip "Sıkıcı..." dedim burnumu kırıştırırken. Yaslandığı yerden doğrulup bana doğru gelmeye başladı. Tıpkı benim gibi burnunu kırıştırırken "Kötü bir yalancısın..." dedi.

 

Kaşlarımı kaldırarak cıklayıp bir ayağımı diğer ayak bileğimin üzerine yerleştirdim. "Aslında çok iyi bir yalancıyım. Sadece şu an yalan söylemem için bir neden yok çünkü sonuna geldik."

 

Adımları tam önüme gelene kadar devam etti ve tam önümde durup bana tepeden baktı. Koltuğa yaslandığım için boy farkı daha da açılmıştı, bir çınar gibi dikiliyordu önümde.

 

Bir elini uzatıp çehremden omzuma doğru akan bir saç tutamını kulağımın arkasına doğru itti, kalbim bir an ritmini kaybedip tekledi. "Neyin sonuna geldik?" diye sorduğunda gözlerim asla olmaması gereken bir noktaya, dudaklarına kaydı. Dudaklarımdaki sızıyı hissettim, özlemin karnımın alt kısımlarında yaydığı elektriği. Aramızda bir engel olmadığını bilirken uzak durmanın zor olacağını bildiğimden iki gündür ondan uzak durmayı tercih etmiştim ve şimdi hemen karşımdaydı. Aç tarafım adeta içimi parçalamak iç ilk darbesini attı. An meselesiydi... Eğer irademe tutunmasaydım dudaklarına kapanmam an meselesiydi. Yutkunup sıkı sıkı tutunduğum o iradeye dayanarak "Gitmemiz gerek..." dedim. Ama sesim beklediğimden çok daha zayıf çıkmıştı. Öyle ki sesimin çıkıp çıkmadığından bile emin olamadığım bir andı.

 

Boğazımı temizledim sesimi bulmak için ve derin bir nefes alıp gözlerimi sonunda dudaklarından çektim. Yeniden konuşurken neyse ki bu kez sesim daha güçlüydü. "Gitmemiz gerek, fazla vaktimiz yok."

 

Kaşları çatıldı. Elini usulca çekti benden ve yeniden cebine yerleştirdi ama uzaklaşmadı. Mavilerindeki o canlı parıltı hâlâ oradaydı. "Nereye gitmemiz gerek?" diye sordu. Beni etkilediğini biliyordu ve bundan keyif alıyordu. Gözlerinden tutun da ses tonuna kadar keyfinin soluğunu hissedebiliyordum. Kendime hakim olma iç güdüsüyle kollarımı göğsümde birleştirdim. Hayır öpüşmek sorun değildi de bu kadar özlemişken o dudakların tadını alırsam kendimi ayıramazdım, devamı gelirdi ve biz geç kalırdık, yapılan tüm plan boşa giderdi. Bunu istemiyordum.

 

Omuz silktim. "Sürpriz..."

 

Önce yüzündeki gülümseme dondu, ardından yavaş yavaş silindi. Silinirken gözlerindeki parıltıları da beraberinde götürdü. İfadeleri durgunlaşırken "Sürpriz?" diye tekrarladı beni. Daha çok anlamaya çalışır gibi bir hâli vardı, sorgular gibi... Bir kez daha dudaklarını ıslatıp yutkundu. Gözleri şimdi gözlerimde değildi, hatta yüzümde bile değildi, kaçırıyordu benden mavilerini.

 

"Bu sürprizin..." duraksadı. Sesinde memnuniyetsiz bir tını vardı. "Yarın ile bir ilgisi var mı?" derken nihayet mavilerini kahvelerime çevirmişti yeniden. Yarın onun doğum günüydü. Bir bakıma vardı ama bir bakıma da yoktu ve ben olmayan kısmına tutunarak hareket ediyordum.

 

Başımı iki yana salladım. "Hayır, yok!"

 

Gözlerinde inanmayı dileyen tarafını görüyordum. İnanmayan tarafını da... Şüpheyle kısılmıştı bakışları. Bir adım daha atıp kişisel alanıma tam olarak girerken "İzel..." dedi anlamamı ister gibi bastırarak. "Güney'in bile saygı duyduğunu söyledim..."

 

"Biliyorum Savaş..." diyerek araya girdim bende onun gibi sözcüklerin üzerine bastırarak. "Hatırlıyorum. Bahsettiğim şey, gideceğimiz yer doğum günün ile alakalı değil. Başka bir anlam yüklemeyi planlıyorum."

 

Bu sözcüklerimin kafasını daha da çok karıştırdığından emindim. Gözlerimi devirip kollarımı çözdüm ve yaslandığım yerden doğruldum. Bedenlerimiz neredeyse dip dibeydi. Bunun aklımı bulandırmasına izin vermeden ellerimi omuzlarına yerleştirip onun yönünü çevirdim ve "Hadi ama Savaş..." dedim yakınan bir sesle. Avuçlarımı teninden ayırmadan onu sırtından iterken amacım kesinlikle hareket etmesini sağlamaktı. Yoksa tenini ve sıkı kaslarını hissetmek için falan değil yani... "Konuşarak vakit kaybettiğin her dakika geç kalmaya biraz daha yaklaşıyoruz. Ve ben bunun için çok uğraştım, geç kalmak istemiyorum."

 

Teknik olarak Gece uğraşmıştı ama konumuz bu değildi. Neticede fikir bana aitti.

 

Ben onu itmeye çalışırken Savaş ellerimi yakalayıp beni durdurdu ve yeniden bana döndü. "En azından nereye gideceğimizi söyle..."

 

Kaşlarımı kaldırarak cıkladım. "Tek bir kelime bile alamazsın, gidince görürsün."

 

Burnuma minik bir fiske atıp "İnatçı keçi..." diye homurdanırken burnumu kırıştırıp başımı geriye doğru eğdim ve parmaklarının baskısından kurtuldum. Beni serbest bıraktı. "En azından duş alabilirim, öyle değil mi inatçı keçi?"

 

Adımları merdivenleri tırmanmaya başlarken en altta durup trabzana tutundum ve arkasından seslendim. "Yalnızca on dakikan var, seni arabada bekliyorum. Ayrıca sakın o inatçı keçi şeyini bir gelenek haline getirme seni o terimin noktaları kadar döverim."

 

"Tamam inatçı keçi..." derken sesi uzaktan geliyordu. Odasının kapısının açıldığını duydum. Kapanma sesi gelmeden başka bir kapı önce açılıp ardından kapandığında acele ama sessiz adımlarla merdivenleri tırmanıp odasına girdim. Duştan su sesi gelmeye başlamıştı bile. Kısacık bir an kafamın içindeki şeytanlar yanına girmemi söylese de uslu bir kız olup giyinme odasına girdim.

 

İçleri kıyafet dolu olan dolapların en üstünde duran çantalardan birine uzanıp zor bela aldıktan sonra içine birkaç parça kıyafet doldurup önce odasından ardından da evden çıktım. Çantayı arabanın bagajına koyduktan sonra arabanın ön kısmına geçip kalçamı kaputa yasladım ve Savaş'ı beklemeye başladım.

 

Savaş tam da söylediğim gibi on dakika içinde duşunu almış bir halde nemli saçlarıyla, üzerinde siyah kot pantolon, beyaz tişört ve siyah deri cekedi ile çıktı evden. Yaslandığım yerden doğrulup elimde tuttuğum anahtarı ona fırlattım. Bir havada yakaladığı anahtara bir yüzüme bakarken "Navigasyonu takip et..." dedim ve yolcu koltuğunun kapısını açıp araca yerleştim.

 

Sorgulamadan sürücü kısmına geçip arabayı çalıştırdı ve navigasyonun gideceği noktaya baktı. Kaşları havalanırken bana yandan bir bakış attı. "Havaalanı mı?" Bu noktada az çok ne planladığımı anladığından emindim ama düşündüğüm ve ayarladığım şeyin anladığından daha fazlası olduğunu bildiğimden sorun etmedim. Aksine sırtımı kapı tarafina yaslayıp ayaklarımı kucağına doğru uzattım ve sessiz kalmayı tercih ettim.

 

Kısık sesli müziğin eşliğinde o arabayı kullanmaya başlarken ben de planladığım gibi yolu onu izleyerek geçirdim.

 

Havaalanına geldiğimizde kalabalığın içinde Alex'i seçmek hiç zor olmadı. Uzun boyu, iri gövdesi ve sert bakışlarıyla doğrudan göze çarpıyordu. Savaş'a attığı sert bakışlarıyla... Bu gülmeme neden oldu. Korumacı bir baba gibi duruyordu...

 

Normalde uçak ile gidecektik ama Alex arayıp, babamın bir haftalık bir geziye gideceğini ve bu boşluğu değerlendirip beni ziyaret etmek istediğini söylediğinde, daha konforlu bir uçuş beni cezbetmişti doğruyu söylemek gerekirse.

 

Yanımıza geldiğinde Savaş ifadesizce durup ona bakarken ben parmaklarımın ucunda yükselip Alex'e sarıldım. Sarılışıma aynı sıcaklıkla karşılık verirken bozuk Türkçe'siyle "Son görüşmemizden bu yana daha iyi gördüm seni..." dedi.

 

Sonra benden uzaklaştı, gözleri kısacık Savaş'a kaydı ve kısık bakışlarının altında "Hatta baya iyi..." diye ekledi. Bu bozuk Türkçe ile bu kadar sevimli konuşurken ben onu ciddiye alamıyordum ama aynı şey Savaş için geçerli değildi. Bu basit cümlenin altındaki imaları sezmiş gibi kasları gerilirken duruşunu dikleştirdi. Onun da bakışları hafiften kısılmıştı. Mavileri Alex'in bakışları ile yarışıyordu sanki.

 

Dudaklarımda varlığını koruyan gülümsemeyle bir Savaş'a bir Alex'e bakarken "Savaş bu Alex, Alex bu da Savaş..." diyerek tanıştırdım onları. Lakaplara girmedim çünkü Savaş için hangi sıfatı kullanmam gerektiğini bilmiyordum. Henüz...

 

Birbirlerine ellerini uzatıp el sıkıştıklarında ikisinin de bakışları yarışıyordu. Alex Savaş'ın kim olduğunu bildiği için böyleydi, Savaş ise Alex'in kim olduğunu bilmediğinden... Tuhaf bir tezattı ama eğlendiğim gerçekti.

 

Alex son kez Savaş'a baktıktan sonra bir şey söylemeden başı ile arkasını işaret etti. Mesajı almıştım. O arabanın bagajına doğru giderken ben işaret ettiği tarafa doğru yürüdüğümde Savaş da beni takip etti, yan yana yürürken "Bu adam... kimdi?" diye sordu. Sesinde yarım bir merak, yarım bir tereddüt vardı. Yan gözle ona baktım. "Alex... Benim için hayatımdaki baba figürüdür."

 

Şaşırdı. Kaşları kalkarken sadece yüzüme baktı. Ve o noktadan sonra Alex'e bakışları daha dikkatli bir hâl alırken, otomatik olarak duruşu da daha saygılı bir hâl almıştı. Yolculuk boyunca Alex, Savaş'ı terleten sorular sorarak sohbet altında Savaş'ı kıstırdı ve benim tek yaptığım gülerek bu manzarayı izlemekti. Normalde kasılmadan hatta özgüvenle cevap vereceği sorularda, kelimelerini daha dikkatli seçer olmuştu. Bariz geriliyordu. Elbette ki bunun nedeninin benim söylediğim şeyle alâkalı olduğunu biliyordum. Bahsettiğim o yarış sonlanmıştı, şimdi Savaş'ın tavrı sanki karşısında gerçekten babam varmış da babamla tanışmış gibiydi. Kabul ediyorum aşırı tatlı bir manzaraydı.

 

Bir noktadan sonra Alex, Savaş'ı rahat bırakmaya karar vermiş gibi soru sormayı kesti. Bir süre sonraysa bir işi olduğunu söyleyip yanımızdan ayrıldı ve jeti ayıran perdenin diğer tarafında gözden kayboldu. Savaş'ın rahat bir nefes aldığı an bu andı.

 

💎🎭

 

Paris semalarına girdiğimizde bakışlarım kısa bir anlığına güzel şehrin üstten görünüşüne kaydı. Renkli ışıklar ve Eyfel kulesi, görsel bir şölen sunuyordu. Babamın yokluğunu değerlendirip annemin yanına gitmeyi çok istemiştim ama bu Gece tarafından kesin bir dille reddedilmişti. Babam olmasa bile evin bir dolu korumayla korunduğu bir sır değildi ve oraya adım attığım an babamın haberi olurdu. Sonuç yine ağır bir ceza alırdım. Bir cezanın emarelerini yeni yeni atlatırken ikinciyi kaldırabileceğimden emin olmadığımdan bu düşünceyi rafa kaldırmıştım. Bu konuda babamı ikna etmenin bir yolunu bulmam gerekiyordu ki o da bu aralar biraz imkânsız gibiydi.

 

Özel uçak, havaalanına indiğinde kulaklarımdaki tıkanma yüzünden yüzümü buruşturmadam edemedim. İnce bir yağmur, hafif hafif bizi ıslatırken Alex çantalarımızı bize uzattı. Savaş kendi çantasını gördüğünde tek kaşını kaldırıp baksa da tatlı tatlı gülümsediğimde o da gülümsedi. Gözlerindeki o parıltı hâlâ yerine gelmemişti, sönüktü bakışları. Bunun nedeni muhtemelen hâlâ doğum gününü kutlayacağımı düşündüğü içindi. Kutlamayacaktım. O istemiyorsa saygı duyacak ve bunu yapmayacaktım. Yeter ki o gözleri yine canlılıkla parlasın...

 

Alex'le vedalaştıktan sonra havaalanın araç kiralama kısmına yönelip önceden ayırttığım araca bindik. Çantaları arka koltuğa atarken "İki gün boyunca bunlarla uğraşıyordun demek?" dedi Savaş sorarcasına. Arabayı çalıştırdım ve ona yan gözle bakıp omuz silktim. "Aslına bakarsan ben değil, Gece uğraştı. Bana düşen tek şey Gece'yi ikna etmekti ki ikna yeteneğim oldukça iyidir." Renkli Paris sokaklarının içine karışırken "Ciddi misin sen?" diye sordu. Bakışları üzerimdeydi. Kırmızı ışığa yakalanmadan geçmenin rahatlığı ile yola devam ederken "Kulağa çılgınca geldiğinin farkındayım." diye cevapladım onu. Gece ve bize yardım etmek... Nasıl çılgınca gelmezdi ki?

 

Yoğun bir trafiğe takılmadan, minik sohbetlerle geçirdiğimiz yolun ardından durduğumuzda şimdi içindeki heyecan hat safhadaydı. Arabadan inerken Savaş'ın gözleri artık bende değil, geldiğimiz yerdeydi, Louvre müzesinin dış yapısını ve kanatların ortasındaki camdan piramidi inceliyordu.

 

"Kapanış saati çoktan geçti..." dediğinde gözlerim müzeden onun yüzüne kaydı. "İnsanlar için kapandı, bizim içinse yeni açılıyor..." Ardından arabanın etrafından dolanıp yanına geçtim ve elini tuttum. Elini tutmama şaşırmış gibi bakışları anında bana dönerken gözleri az da olsa canlılık kazanmaya başlamıştı. Hâlâ doğum günü meselesini kafasına taktığını görebiliyordum. Onu yönlendirirken diğer elimi de koluna sardım, yağmur az da olsa hızlanmıştı ama damlalar incecik olduğu için pek ıslattığı söylenemezdi. "Rahatlar mısın artık?" dedim yakınırcasına. "Doğum gününü kutlamak için buraya gelmedik, sadece birlikte geçirebileceğimiz sayılı günlerde, anı biriktirmek istedim. Buraya ilk kez benimle geliyor olmandan daha güzel bir anı da olabilir mi? Sanmam."

 

Bu onu rahatlatmadı. Aksine tuttuğum kolundaki kaslardan, daha da gerildiği net bir şekilde belli oluyordu. Gitme fikrinden hiç hoşlanmıyordu. Kalışıma sevineceğini biliyordum. Ya da... En azından öyle umuyordum...

 

Savaş durdu, beni de durdurdu. Çiseleyen yağmur deri cekedine tutunup damlalardan bir yol çizerken önüme geçip yüzüme doğru eğildi. Hafifçe başımı kaldırarak baktım yüzüne.

 

"Tüm bu emeği boşa göndermek istemen güzelim ama sanırım söylemem gereken bir şey var."

 

Tek kaşımı kaldırıp baktım yüzüne. Gözleri sıkıntılı bir ifadeyle parlarken ellerini saçlarının arasından geçirip saçlarına tutunan yağmur damlalarını dağıttı. "Burayı daha önce pek çok kez ziyaret ettim aslında..."

 

Yüzü gülümseme ile gülümsememe arasında bir yerde kalmış gibi kararsızlık dolu bir ifadeye bürünürken ben söylediği şeyi anlamaya çalışıyordum.

 

Bu ilk olmayacak mıydı yani? Ah hadi ama... Bunun önemi buradaydı. Onun hayali olan bu yeri ilk kez birlikte gezecek olmak...

 

Suratımın düştüğünü anında fark etti ve ellerini kaldırıp avuçlarını yanaklarıma yerleştirdi. Yanaklarım anında avuçlarının sıcaklığını benimsemişti. "Ama sana söz veriyorum daha önce milyon kez gezmememiş gibi davranacağım."

 

Yüzündeki sevimli gülümsemeye bakıp burnumdan sert bir nefes verdikten sonra yanaklarımı ellerinin baskısından kurtardım ve adımlarım girişe doğru ilerlerken "En azından geceyi ilk kez burada geçireceğinden eminim..." dedim.

 

Gülerek peşimden geldi. "Yine de düşüncen için teşekkür ederim."

 

Omzumun üzerinden ona baktığımda yüzündeki eğlenen ifadeyi ve gözlerine yeniden dönen o parıltıyı görmek beni yumuşattı. Yine de kaşlarımı çatılı tutmaya devam ederken dudaklarımda filizlenmek üzere olan gülümsemeyi gizleyip "Kapa çeneni..." dedim. Sesim beni ele verdi.

 

Girişte bizi bekleyen iki güvenlik görevlisi vardı. Gece tarafından ayarlanmış ve cepleri bir hayli doldurulmuştu. Güvenliklerden biri elindeki sepeti bana uzatırken diğeri dikkat etmemiz gereken ıvır zıvırları anlatıyordu. Saat yedi buçuğa geliyordu. Sabah dokuzda açılış olduğu için çalışanların sekizde iş başı yapacaklarını ve bizim en geç yedi buçukta buradan ayrılmış olmamız gerektiğini falan söylüyordu. Mükemmel... İçeride öldüreceğimiz bir on iki saatimiz vardı. Savaş'ın buraya daha önce gelmediğini düşündüğüm zamanlarda bu süre gözüme az geliyordu ama daha önce geldiğine göre yeterliydi.

 

Görevliler yanımızdan ayrıldığında adımlarımızı müzenin cam piramidin içindeki aşağıya uzanan merdivenlere yöneldi. Trabzanlardan aşağı baktığında merdivenin oluşturduğu spiral görüntü baş döndürüyordu. Savaş elimdeki sepete kısa bir bakış attıktan sonra onu uzanıp benden aldı ve üzerindeki siyah örtüyü hafifçe kaldırıp altında ne olduğuna baktı.

 

Gördüğü bir şişe şarap ve yiyeceklerle mavilerini bana çevirdi ve ciddi misin sen der gibi baktı. Hey romantik olmaya çalışıyordum, ne var bunda?

 

Yanından geçip ilk kata adımımı attım. "Anlamışsındır ben pek sanat insanı değilim. Senin için buradayız ve sen eserlerin keyfini çıkarırken ben de sepettekilerin keyfini çıkarmayı düşünüyorum. Mona Lisa manzarasına karşı bir kadeh şarap içmek falan... Hem on iki saat burada kalacağız, aç mı kalalım Savaş?"

 

Savaş da hemen ardımdan zemine bastığında yan yana duruyorduk. Başımı çevirip onun profiline baktım, o ise şimdiden duvarları süslemeye başlayan tabloları incelemeye başladı. "Bir arkadaşım var..." derken ileri doğru bir adım atmıştı. "Senin bu söylediğini duysaydı sana çok vizyonsuzsun derdi"

 

(Bence o arkadaşın kim olduğunu hepimiz anladık shksshjsjs Körebe okumayanlar hariç tabi ki🤭)

Gözlerimi devirsem de karşılık vermedim ve böylece uzun ve yorucu geçecek müze turumuz başlamış oldu. Dört saat... Aralıksız dört saat boyunca müzenin içinde dolaştık. Ben kaybolduğumuzu düşünsem de Savaş yolu, sanki müze planını kendisi çizmiş kadar iyi biliyordu. Her esere hakim olamaz, mutlaka bilmediği bir şeyler vardır diye düşündüğüm her an beni şaşırtıyor ve bildiği her şeyi bana da aktarıyordu. Kabul etmek gerekirse ilk başlarda salladığını, söylediği çoğu şeyin kendi uydurduğu şeyler olduğunu düşünmüştüm ama birkaç kez ona çaktırmadan fotoğraf çekiyormuş gibi yapıp Google'dan araştırdığımda öyle olmadığını net bir şekilde anlamıştım. Bu Lanet olası Louve müzesi Dünya'nın en büyük müzesiydi ve Savaş içindeki her eser hakkında bilgi sahibiydi. Tanrım, benim hafızamda bile bu kadar yer yoktu. Resmen kendini sanata adamıştı. Burada çalışan rehberlerin bile bu kadar şey bildiklerinden şüpheliydim.

 

Yine de onun sesinden bir şeyler dinlemek eğlenceliydi. Dört saatin tek bir dakikası bile sıkılmadım aksine araya sıkıştırdığı esprilerle beni bol bol güldürdü. Bunu Gece'den isterken aklımdan geçen, hayal ettiğim tam olarak buydu işte. Her şeyden ve herkesten uzakta yalnızca ikimizin olduğu bir alan oluşturmak... Muhtemelen Savaş'ın buraya yolları ezberleyecek kadar çok kez geldiğini bilseydim seçtiğim mekân burası olmazdı ama yine de güzel vakit geçiriyorduk.

 

Artık yorulduğumu hissettiğim bir noktaya geldiğimde durdum ve Savaş ilerlemeye devam ederken birkaç saniye arkasından bakıp ilerlemesini bekledim. Birkaç adım daha gittiğinde dudaklarım yaramaz bir gülümseme ile kıvrıldı. Açılan mesafeyi koşarak kapatıp sırtına atladığımda bunu hiç beklemediği için iki adım öne doğru sendeledi ama neyse ki ikimizi de düşürmeden dengesini sağlamayı başarmıştı. Dudaklarımın arasından bir kıkırtı kaçarken kollarımı boynuna, bacaklarımı da beline doladım.

 

Genizden gelen derin tapılası bir ses ile gülerken "Tam yaramazlık havandasın öyle değil mi?" diye sordu.

 

"Hm hm..." demekle yetindim keyifli bir sesle ve daha sıkı sarılıp yanağımı yanağına yasladım. Bir iç çekip şikayet etmeden beni taşımaya başladı, önümüze çıkan koridordan sol kanada döndüğümüzde kısa koridorun bir alana açıldığını gördüm. Alan dediğim, dikdörtgen şeklinde küçük bir odaydı esasen. Ve en sondaki duvarda tek başına Mona Lisa tablosu asılıydı. Diğer duvardaki tabloların aksine Mona Lisa bir camekanın içinde sergileniyordu.

 

Dudaklarım kıvrıldı. Mona Lisa'ya karşı şarap içme konusunda şaka yapmıştım ama Savaş ciddiye almıştı anlaşılan.

 

Odanın ortasına geldiğimizde Savaş durdu, kollarımı ve bacaklarımı gevşetip sırtından indim. Gözlerim sarımtırak duvarları süsleyen tablolarda gezindi önce ardından Mona Lisa'ya kaydı.

 

"Mona Lisa'nın hikâyesini biliyorsundur zaten..." dedi sorarcasına tek kaşını kaldırarak yüzüme bakıp.

 

Hâlâ elinde taşıdığı sepete uzanıp yönümü Mona Lisa'ya döndüm geri geri yürürken başımı sallayarak onayladım onu. "Ama artık daha fazla sanat eserlerinden konuşmak istemiyorum." diye mırıldandım. Sıkıldığımdan değildi de daha fazla içimde tutamayacaktım. Ne söyleyeceğini, ne hissedeceğini, nasıl tepki vereceğini merak ediyordum. Bu bizim için bir başlangıç olacak mıydı? Yoksa sadece ben kafamda mı kuruyordum?

 

"Günün anlam ve önemine gelmek istiyorum artık..."

 

Yüzümü tabloya dönüp yere oturdum ve sepeti de hemen yanıma bıraktım. Ellerim neden titremeye başlamıştı ki şimdi? Tamam böyle bir adımı ilk kez atacaktım ama bu normal miydi? Ben mi fazla abartıyordum? Savaş yanıma gelip tıpkı benim gibi oturduğunda yanımdaki varlığıyla kalbim hızlandı. Sepetin üzerindeki küçük siyah örtüyü kaldırıp yere serdim ve açlıktan mı gerginlikten mi olduğunu bilmediğim bir nedenden ötürü guruldayan midemi yatıştırmasını umarak sepettekileri çıkardım. Kese kağıdına güzelce sarılmış iki büyük boy kruvasan, iki sandviç, bir paket çilekli fondü, bir şişe şarap ve iki kadeh...

 

Tüm bu süreçte Savaş'ın yüzüne bir kez bile dönüp bakmadım. Bu aptal heyecan yüzünden zaten yeterince bocalıyordum, kendimi konuşmaya hazırladığım ve kelimeleri aklımda toparladığım şu anda onun canlı parlak gözlerine bakıp daha fazla bocalamak istemiyordum. Benim aksimeyse o bakışlarını bir an olsun yüzümden ayırmıyordu.

 

Kendine gelmelisin kızım, bu sen değilsin...

 

Hayır bu kesinlikle sen değilsin...

 

Tirbuşon yardımıyla şişenin tıpasını çıkarmaya çalıştım ama titreyen ellerim bana hiç yardımcı olmadı. Sikerler... Hislerim benimle dalga mı geçiyorsunuz? Bu kadar heyecanlanacak ya da gerilecek bir şey yok...

 

"Bana bırak..."

 

Savaş, şişeyi ve tirbuşonu almak için elini uzattığında bir an duraksasam da yapamayacağımı anladığımdan ona bıraktım. Alırken "Sen iyi misin?" diye sordu gayet normal bir sesle. Evet, tıpkı bir aptal gibi göründün, tebrikler sana...

 

Sonunda başımı kaldırıp yüzüne bakabildim. Düşündüğümün aksine, bana bakan mavi gözleri beni sakinleştirdi. Gerginliğimi çekip aldı benden. Savaş'tı o... Beni anlayan, ihtiyacım olan her an orada olan adam... Gerilemenin bir manası yoktu. Bunu benim kadar onun da istediğini biliyordum, o bu konuda hep açık ve net olmuştu, o cevapsız kalmış uzun mesajlar da bunun kanıtıydı. Ben onu istiyordum, sarıldığında hissettirdiği güveni, gülünce içime ektiği sıcaklığı, yanındayken hissettiğim özgürlüğü... Ve o da beni istiyordu... Ona verebileceğim pek bir şeyim yoktu, en azından onun bana verdiklerinin yanında. Ama yine de istiyordu...

 

Derin bir nefes aldım. Titremeler yok olurken, gerginlik bedenimi terk etmişti. Heyecan oradaydı ama onu göndermenin bir yolu var mıydı? Sanmam...

 

Bana uzattığı kadehi alıp acı tatlı arası bir kokuyla burnumu okşayan şaraptan bir yudum aldım. Boğazımı hafifçe yakarak inerken gerisinde bıraktığı tatlı mayhoşluk kesinlikle iyi gelmişti.

 

"İtiraf edeceğim, bu gezinin bu güne denk gelmesini özellikle istedim." diye girdim söze. Gözlerim kısa bir anlığına Mona Lisa'ya kaysa da hemen ait olduğu yere, Savaş'ın hayran olunası mavilerine çevrilmişti. "Çünkü..." diye devam ettim. "Hoşlanmasan da doğum günün, özel bir gün..." Gözlerindeki canlılık yavaşça söndü, aramızda çok fazla mesafe yoktu uzansam çok rahat öpebileceğim kadar yakındı. Dudaklarım yeniden sızladı ama şimdi hiç sırası değildi. En azından otele gidene kadar... Gerildiğini her hücremde hissediyordum. Dizlerimi karnıma doğru çekip düşüncelerimin karnımın alt kısmına doğru yaymaya başladığı enerjiyi görmezden geldim ve yanağımı dizlerime yaslayıp ona bakmaya devam ettim. "Seninle yeni bir başlangıç yapmak ve bunun ilk adımını en büyük hayalini gerçekleştirerek atmak için bu tarihi seçtim diye bana kızma, buradayız çünkü dediğim gibi bugüne başka bir anlam yüklemek istiyorum."

 

Sözlerimin kafasını karıştırdığını görebiliyordum. Parçaları birleştirip bir anlam çıkarmaya çalışıyordu. Ama parçalar o kadar dağınıktı ki ben konuşmadan toparlanması imkânsızdı.

 

Yanağımı kaldırıp çenemi dizlerime yasladım ve ona bakmaya devam ederken o parçaları toparlamasına yardım etmek adına, "Hiçbir yere gitmediğimi söylesem, İstanbul'da kalacağımı... Beni hayatına kabul eder misin?" diye sordum. "Bugüne anlam olarak bizi yükleyebilir miyiz mesela?"

 

Okyanusları kıskandıracak kadar mavi olan gözleri bir an öylece baktı yüzüme, dolgun dudakları aralanmıştı. Konuşmak için birkaç kez kapatıp yeniden açtı ağzını ama bir şey söylemedi. Aldığı derin bir nefesle geniş göğsü şişerken, yüzlerimizin arasında birkaç santim kalana kadar bana doğru eğildi. Bir elini uzatıp zaten kulağımın arasına sıkışan saç tellerimi okşarken "İzel..." diye fısıldadı. "Ben doğru mu duydum? Yani sen... Kalıyor musun? Taşınma yok mu? Washington?"

 

Parmaklarının tersi saçlarımdan yanaklarıma kayarken, tenime değen tenine yanağımı sürttüm. Dudaklarım dokunuşunun etkisiyle huzurla iki yana kıvrılırken gözlerim kapanmıştı. Sadece basit bir dokunuşla bu kadar etkileniyor olmak, her hücremin canlandığını hissetmek ürkütmüyor değildi. Bir bağımlılık haline dönüşüyordu her geçen gün benim için ama umurumda bile değildi.

 

Avucunun temasını hissettim yanağımda, şimdi o tüy hafifliğindeki dokunuşu gitmiş yerini şefkat dolu dokunuşu gelmişti.

 

"İzel?" diye fısıldadı bir kez daha, çenem usulca dizlerimden ayrılmıştı ve şimdi alnı alnıma yaslıydı. Duymak istiyordu, sesinde buna duyduğu ihtiyacı duyumsuyordum.

 

"Doğru duydun..." diye fısıldadım tıpkı onun gibi. Bir elim havalanmış, yanağımı okşayan elinin üzerine kapanmıştı. Bir an nefesinin teklediğini duydum, ardından ciğerlerinden kopup gelen bir nefes, inleme gibi döküldü dudaklarından ve dudaklarımda dudaklarının yumuşak baskısını hissettim. Özlem beni hazırlıksız yakaladı, hücrelerim hafif bir elektrik akımıyla canlanırken dudaklarımı aralayıp ihtiyaçla karşılık verdim öpücüğüne.

 

Dillerimiz buluşup birbire dolandığında inleyip yanağımdaki elini enseme doğru götürdü ve başını yana yatırıp saçlarımın arasına parmakları daldırırken beni daha derin öptü. Dudaklarıma bıraktığı ısırıkların ardından diliyle okşaması ardından sırayla dudaklarımı emmesi, tenimin altındaki elektrik akımlarını artırırken, o akım ilk önce mantığını kaybetmeme neden oldu. Kalp atışlarım kulaklarıma kadar tırmanıyordu, midemden uçuşan kelebekler yönlerini şaşırıp yukarı değil aşağı doğru uçmaya başladı. Tatlı bir sızı yavaş yavaş kasıklarıma doğru akıyordu.

(🚨⚠️Buradan sonrası yoğun cinsellik içeriyor, rahatsız olanların okumaması rica olunur. Bittiği noktaya da işaret koyacağım ama zaten çok az bir kısım kalmış olacak bittiğinde. Yine de önemli bir kısım. O yüzden rahatsız olanlar bittiği noktaya kadar kaydırsın, olmayanlara keyifli okumalar diliyorum. ⚠️🚨)

Dizlerimin üzerine doğrulup kollarımı boynuna dolarken ona yaklaştım ve üzerine tırmanıp bacaklarım iki yana gelecek şekilde kucağına oturdum. Bu hareketimle diğer kolunu da sıkıca belime sarıp beni kendine iyice çekti, dudaklarını bir an olsun dudaklarımdan ayırmıyor, kana kana içiyordu sanki beni.

 

Belime sardığı kolu beni kendine bastırıyor, saçlarımı kavradığı parmaklarıyla beni tamamen ağzına doğru çekip, aramızda bir santim bile boşluk bırakmadan öpüşüyordu benimle. Dudaklarının dudaklarımda olduğu her an, mantığım beni biraz daha terk ediyor tutkunun tatlı dumanı yavaşça etrafımı sarıp beni etkisi altına alıyordu.

 

Onun, bacaklarımın arasında uyanmaya başlayan sertliğini hissettiğimde inleyip kendimi ona daha çok bastırdım. Bu hareketim onun da inlemesine neden oldu, kasıklarıma inip merkezimde toplanmaya başlayan sızı her geçen saniyede daha da güçleniyordu. İhtiyaç, derimin altını karıncalandırmaya başlamıştı.

 

Kendimi yavaş ve derin hareketlerle ona sürtmeye devam ederken, dudaklarımın arasına sızan dilini dişlerimle kavrayıp dudaklarımın arasında kalmasını sağladıktan sonra, tadını çıkara çıkara emdiğimde belimdeki tutuşu serleşti, bacaklarımın arasındaki erkekliği de öyle.

 

Kıyafetler... Aramızdaki en büyük engeldi, tenini tüm çıplaklığıyla hissetme arzum öyle çoktu ki ellerimi göğsüne yerleştirip omuzlarına doğru okşaya okşaya ilerledim ve deri cekedini omuzlarından aşağı sıyırmaya çalıştım. Savaş o an ne yaptığımı anladığında ilk kez ayrıldı dudaklarımız. Cekedini çıkarmama yardım ederken gözlerimiz çarpıştı. Cekedi yan tarafımıza bir yerlere fırlattı ama nereye olduğuna bakmadı, gözlerini bir an olsun gözlerimden ayırmıyordu.

 

Gözlerinin içine bakarken kendimi bir kez daha artık iyice kendini hissettiren aletine bastırdım ve yavaşça sürtündüm. Nefesi teklerken sertçe yutkunup, deri ceketten kurtulan kolunu yeniden belime sardı ve beni kendine sertçe çekip sabitleyerek hareket etmemi engelledi.

 

Kasıklarımdaki sızı artık dayanılmaz olan o noktaya doğru tırmanıyordu. Kadınlığım, hemen altındaki, arada yalnızca birkaç parça kumaş olan gücü içinde istiyordu.

 

"Bunu burada yapmamalıyız..." diye fısıldadı Savaş, bir kez daha sertçe yutkundu. Fısıltısının altında yatan o ihtiyaç elle tutulur cinstendi. Ellerimin birini yanağına yerleştirirken diğeriyle çenesini kavradım ve dudaklarına önce küçük bir öpücük kondurup ardından dudaklarını yaladım. Bir kez daha nefesi tekledi, bir kez daha yutkundu. Sol göğsümü döven benim kalbimken, sağ göğsümde hissettiğim o çaresiz ve hızlı çırpınışlar kesinlikle Savaş'ın kalbine aitti. Belimdeki kolu daha sıkı sardı beni, parmakları kabanımın üzerinden tenime geçmek istiyordu sanki.

 

Esnek bir bedenim vardı bu yüzden o sıkı tutuşunun altında bile pantolonun üzerinden kendimi hafif hafif erkekliğine sürtmeye devam ettim.

 

Kelimelere ihtiyacım yoktu, bedenim ne istediğini gayet güzel anlatıyordu. Değil buradan otele kadar gitmek, bir adım bile atabilecek durumda değildim. Tek düşünebildiğim oydu, onun tenine dokunmak ve onunla sevişmek... Bu anı o kadar çok beklemiştik ki o da bende... O kadar çok bölünmüştük ve yarım kalmıştık ki... Artık daha fazlasına sabredebileceğimi düşünmüyordum.

 

"İzel..." diye fısıldadı yakarırcasına ama ben onu duymazdan gelmeye devam ettim. Aralanan dudaklarını fırsat bilip alt dudağına dişlerimi geçirdim ve hafifçe çekiştirerek ondan bir inleme daha kazandım. Dudağını serbest bırakıp dudaklarımı dudaklarına sürterken ellerimi aşağı indirip beyaz tişörtünün eteklerinden içeri soktum ve tırnaklarımı belirgin karın kaslarına sürterken dudaklarına doğru fısıldadım. "Sana yemin ederim... şu an aklımdan geçen tek şey... aklını başından alana, sana adını unutturana kadar seninle sevişmek."

 

Kontrolünü kaybettiği an bu andı. Parmakları bir kez daha ensemden saçlarımın arasına karıştı, beni kendine çekip dudaklarıma kapandı. Kontrolsüz, ateşli, beni tüketip aklımı başımdan alan bir öpücükle öldüllendirdi beni. Dilimin üzerinden kayıp ağzımın içini turlayan dili, eşsiz tadını damağıma yayıyordu.

 

Öpüşmeye bir an bile ara vermeden ellerini bedenimden ayırıp kabanımın yakalarından tuttu ve omuzlarımdan sıyırmaya çalıştı, kollarımı boynundan çekip ona yardımcı oldum. İnce, kemikli parmaklarının sıradaki hedefi üzerimdeki uzun kollu bluzum olduğunda çıkarması kolay olsun diye kollarımı kaldırmak için harekete geçiyordum ki, hızlanan nefeslerimizin arasına karışan kumaşın sertçe yırtılma sesi beni durdurdu. Bluzumun ön kısmını bir çekişte ortadan ikiye ayırmıştı, umurumda olmadı. O da omuzlarımdan sıyrıldığında üst kısmımda yalnızca siyah braletim kalmıştı. Savaş tenimde öyle bir yangın başlatmıştı ki, çıplak kalan kısımlarıma çarpan soğuk havanın tek bir zerresini bile hissetmiyordum, tenim onun dokunuşlarının altında eriyordu sanki. Dudakları yavaşça dudaklarımdan çeneme kaydığında açısını rahatlatmak için yavaşça geriye doğru eğildim. Islak öpücüklerinin rotası önce boynum ardından da hızlanan nefeslerim yüzünden şiddetle inip kalkan göğüslerim oldu. Braletten taşan dolgunluklara tatlı ısırıklar bırakırken bir kez daha inledim.

 

Bacaklarımın arasındaki baskı artarken sızı artık çok daha yoğundu, kadınlığımdaki ıslaklığı net bir şekilde hissediyordum. Onun için hazırdım, benim için hazırdı. O göğüslerimle boynum arasındaki bölgeyi fethederken ellerimi aşağı indirip tişörtünün eteklerini tuttum ve onun aksine sıyırarak çekip çıkardım, bir saniyeliğine dudaklarını benden ayırıp bana yardımcı oldu ve tişört teninden ayrılır ayrılmaz yeniden boynuma yöneldi. En hassas kısımlara özellikle diş darbeleri atıyor, beni daha büyük bir yangının içine çekiyordu. İhtiyaç artık soyut bir kavram olmaktan çıkıp somutlaşmıştı. Ellerinin altında kıvranırken ihtiyaçla "Savaş..." diye fısıldadım. Artık canımı yakmaya başlayan şu sızıya bir son vermesi gerekiyordu, içimde yükselen bu volkan patlamadığı her an delirmeye daha çok yaklaşıyordum. Dudakları yeniden boynumdan çeneme oradan da dudaklarıma yöneldi ama şiddetli bir öpüşme başlatmak yerine nazikçe öpüp geri çekildi ve yüzüme, şehvetle kısılan gözlerime baktı. Bir eli nazikçe yanağımı okşarken "Öyle güzelsin ki..." diye fısıldadı. Yutkundum. Dudaklarıma nazik bir öpücük kondurup alnını alnıma yasladı. "Seni öyle çok istedim ve istiyorum ki..."

 

Avuçlarım, çıplak göğsünde gezinirken rota değiştirip aşağıya doğru indiler ve belirgin karın kaslarında oyalanmadan pantolonunun kemerine yöneldiler. Usulca kemerin tokasını çözerken, "Al o zaman beni... sertçe... aklımı başımdan alana... adımı unutturana kadar..." diye fısıldadım. Şu an ihtiyacım olan tek şey buydu.

 

Parmakları belimden sırtıma doğru sahiplenici bir dokunuşla çıktı. Yavaşça braletin altına sızıp onu da beraberinde sıyırarak çekiştirmeye başladığında ellerimi artık çözülmüş olan kemerinden ayırıp, braletin ön kısmını göğüslerimden kurtardım ve kollarımı kaldırıp onu da çıkarmasına izin verdim.

 

Açlıkla kararan bakışları doğrudan, çıplak kalmış göğüslerime dikildiğinde bakışlarında gördüğüm beğeni alt dudağımı ısırmama neden oldu. Ellerini sırtıma sabitleyip beni geriye doğru yatırmaya başladı. Kollarının altından geçirdiğim ellerimle sırtına tutundum. Üzerime doğru eğilirken göğüslerimin üst kısmına öpücükler kondurmaya başlamıştı bile. Sertleşen meme uçlarım bile ihtiyaçla sızlıyordu, sızlamayan bir noktam var mıydı sahi? Her zerrem kendini tüketircesine Savaş'ı istiyordu.

 

Sırtım soğuk zeminle buluştuğunda, yanan tenime tezat gelen zemin bir kez daha inlememe neden oldu. Tırnaklarımı hafifçe, üzerime uzanan Savaş'ın sırtına bastırdım. Savaş'ın buna cevabı sertçe inleyip demir gibi sertleşen erkekliğini, ihtiyaçla kasılan kadınlığıma doğru bastırmak oldu. Yeterli değildi. Arada kıyafetler varken hissettiğim bu baskı asla yeterli değildi.

 

Savaş sırtımdan çektiği ellerini göğüslerime yerleştirip hafifçe yoğurmaya ve sertleşip hassaslaşan uçlarını baş ve işaret parmağı arasında, tenimi ürpertecek şekilde kıstırıp hafifçe çevirmeye başladığında başımı zemine yaslayıp göğüslerimi ellerine doğru bastırdım ve bir kez daha inledim. "Bu oyunları ikinci tura saklasan nasıl olur?" derken saf bir ihtiyacın kollarında nefes nefeseydim.

 

Bir elini çekip karnımdan aşağıya doğru kaydırmaya başladı, boşalan elinin yerini dudakları almıştı. Meme ucumu önce yalayıp ardından sertçe emdiğinde bir kez daha inledim. Yemin ederim bu hareketlerle bile boşalmamı sağlayabilirmiş gibi hissediyordum ama bunu istemiyordum, onu içimde en derinlerimde istiyordum. Dudaklarını göğsümden çekip geride bıraktığı ıslaklığı nefsiyle ateşe verirken "Çok mu istiyorsun? Çok mu ihtiyacın var?" diye sordu. Sonra iç çamaşırımdan içeri sızan elinin kadınlığıma kaydığını hissettim. Meme ucumdaki dudağı yüzünden pantolonumun düğmesi ve fermuarını ne ara çözdüğünü fark edememiştim.

 

Benim cevap vermeme gerek kalmadan parmaklarını ıslaklığımda gezdirip memnun bir inlemeyle dudaklarını kıvırdı ve "Evet çok istiyorsun, çok ihtiyacın var ve çoktan hazırsın..." diye fısıldadı. Nefes nefese başımı salladım.

 

Parmaklarını, kadınlığımda oyalamadan iç çamaşırımın içinden çıkardığında neredeyse sızlanacaktım. Üzerimden doğrulup bacaklarımın arasında dizlerinin üzerinde durdu ve beni izledi. Gözlerimin içine bakarken "Tadını hep çok merak ettim biliyor musun?" dediğinde kısacık bir an onun başını bacaklarımın arasına gömdüğünü hayal ettim. Ağzımın içinde ustaca kıvrılan dilinin kadınlığımda ne tür harikalar yaratacağını düşünmek bile inlememe neden oldu. Dişlerim sertçe alt dudağıma battı.

 

Kadınlığımdan çektiği elini önce burnuna götürüp derin derin kokladı ardından gözlerimin içine baka baka yaladı. Parmaklarının etrafında kıvrılan dilini görmek, kadınlığımın bir kez daha kasılmasına neden oldu. Mavileri daha da kararırken "Siktir..." diye bir küfür savurdu. "Hayal ettiğimden çok daha lezzetli."

 

Sesi genizden geliyordu ve boğuktu. Ellerini uzatıp pantolonumun kenarlarından tuttuğunda, istediğim orgazma çok yakın olduğumu bilmenin rahatlamasıyla kalçalarımı kaldırıp pantolonu çıkarmasına izin verdim. Tutup çektiği tek şey pantolonum olmadı, sabırsız parmakları külodumu da çıkarmıştı ve ben şimdi çırılçıplak kalmıştım. Aç bakışları baştan sona beni süzerken "Sana odamda ne söylediğimi hatırlıyor musun? Seni parmaklarımla boşalttığım o gün..." diye sordu boğuk bir sesle. Zihnimi yoklayıp hatırlamaya çalıştım ama bir şehvet bulutu ile sarılı olan zihnimde göz gözü görmüyordu.

 

Başımı iki yana salladım. Muhtemelen o gün de şehvetten kararan zihnim yüzünden ne dediğini anlamamıştım bile.

 

Savaş birkaç saniye daha gözlerimin içine bakıp mavilerini aşağılara doğru yavaşça indirdi ve kadınlığıma geldiğinde durdu. Ellerini dizlerime koyup bacaklarımı daha da aralamamı sağlarken "O gün geldiğinde seni kana kana içeceğimi söylemiştim." diye hatırlattı. Vajina duvarlarım bir kez daha kasıldı. Dudaklarım iki yana kıvrılırken "Ah..." diye alaylı bir şekilde fısıldamaya çalıştım ama daha çok tutkunun tercümesi olan bir inleme gibi döküldü dudaklarımın arasından bu ses. "Bunu yapmanı çok isterim..."

 

Dudağı haylaz bir gülümseme ile kıvrılırken öne doğru eğilip, ellerini çıplak bacaklarımdan yukarı doğru kaydırdı ve üst bacağımı parmakları tenime gömülürcesine sıktı. Hafif bir acıyla sızladı sıktığı nokta ve tenimin altındaki uyanmış olan şehvete karıştı. Bacaklarımı geniş omuzlarına doğru kaldırdığında şimdi kavurucu nefesini tam olarak kadınlığımda hissediyordum. "Islaklığın ışıkların altında parlayarak kendini belli ediyor, istediğini somut bir şekilde görebiliyorum İzel..."

 

Konuştuğu her kelime, sıcak nefesini kıvrımlarının arasına akıtıyordu. Parmaklarımı aşağı doğru uzatıp saçlarının arasına yasladım ve beklentiyle "Hadi..." diye yalvardım. İhtiyaç ve beklenti birbiriyle yarışırken vajinamın duvarları, onların bıraktığı tahribatla sızlıyordu.

 

Savaş başını eğip dudaklarını kadınlığımla buluşturmadan önce başını birkaç santim kaldırıp gözlerime baktı. "Daha önceki birlikteliklerinde..." diye sordu. Sesi tutkuyla boğulmuş olsa da çok uzaklarda bir yerde nefes alan kıskançlığın soluğunu duymuştum. Konu burada nereden ve neden gelmişti? "Bir gecede orgazm rekorun kaç?"

 

Dirseklerimi yere yaslayıp dirseklerimin üzerinde doğrularak baktım ona. Şu noktada bunu mu soruyordu cidden?

 

Parmaklarımı saçlarının arasında gezdirirken "Dört... Sanırım..." diye cevap verdim yine de. "Neden sordun?"

 

Savaş'ın dudağının köşesi tehlikeli bir kıvrımla kıvrıldı. "Bu gece bu rekoru kıracağız..." dedikten sonra beklemeden başını eğip kadınlığıma saldırdı. İlk hareketi klitorisimi sertçe emmek olduğunda dirseklerimin üzerinde daha fazla kalamadım ve kasılan bedenimle birlikte geriye doğru düştüm. Gözlerim kapandı, göz kapaklarımın ardında görünen şey karanlık değil renkli halkalardı.

 

Kadınlığımın dudaklarıyla sertçe öpüştüğünda skorun ilk puanının gelmek üzere olduğunu biliyordum. O kadar uzun zamandır bekliyordum ki bunu, ihtiyaç öyle yoğundu ki çok beklememize gerek yoktu, bunu biliyordum. Damarlarımdaki kanın akışının hızlandığını hissediyordum. Derimin altında gittikçe yükselen voklanları.

 

Savaş parmaklarıyla kadınlığımın dudakların araladığında gözlerimi açıp tavana baktım. Ama renkli halkalardan başka bir şey göremedim, istilası dünyamı rengârenk yapıyordu. Onu görme, yaptığı şeyi izleme ihtiyacı ile bir kez daha dirseklerimin üzerinde doğruldum. Beni boydan boya yalarken gırtlağından gelen inleme sesleri öyle tahrik ediyordu ki, her geçen saniye orgazm biraz daha yaklaşıyordu.

 

Dilini kıvırıp girişimi yokluyor, ardından klitorisime attığı dil darbeleriyle beni talan ediyor ve dudaklarının arasına kıstırıp çekiştirdiği o tepeciği sertçe emeren beni hızla zirveye doğru taşıyordu. "Yumuşacık..." diye mırıldandı boğuk bir sesle ve boydan boya bir kez daha yaladı. Duvarlarım doldurulma ihtiyacı ile kasılıyordu, bacaklarımdaki kontrollü kasılmalar artık yoktu, bacaklarım tüm bedenimle birlikte kontrolsüzce titriyordu. "Sıcak..." Kıvrılan diliyle girişimi yokladı, parmaklarının arasındaki saçlarını kavrayıp soluk soluğa inledim. "Islak..." deyip bir kez daha yaladı ve klitorisimi sertçe emdi. Dudaklarımın arasından kısık bir çığlık kaçarken "Savaş..." diye inledim. Beni yiyip bitiriyor ama tükenmeme izin vermiyordu. Tükenmeye ihtiyacım vardı.

 

"Kahretsin, çok lezzetlisin. Sabaha kadar buna devam edebilirim."

 

Saçlarına daha sert asılıp "Ama ben edemem..." dedim tek solukta... Sesim hiç olmadığı kadar boğuk çıkıyordu. Derimin altındaki o volkanlar patlamak için bir çıkış yolu arıyordu.

 

Kadınlığımın kıvrımına oturan dudaklarımın kıvrıldığını hissettiğimde güldüğünü anladım ama onu uyarmama gerek kalmadan hareketlerini sertleştirip beni daha sert bir şekilde emmeye başladı ve klitorisimi hafifçe dişlerinin arasına kıstırdığında bu son noktaydı. Volkanlar patladı. Bedenim şiddetle titrerken orgazmın içine gömüldüm ve sırt üstü yere düştüm. Belim yay gibi gerilip havalanırken, başımı yere gömmek ister gibi zemine bastırıyordum.

 

Orgazmın şiddeti dinene kadar, Savaş beni usul usul yalayıp her bir damlamı tüketti. Bende tükendim ama bu tükeniş yalnızca birkaç saniye sürdü. Hâlâ açlıkla kasılan duvarlarımın beni yeniden canlandırması da aynı saniye içinde oldu.

 

Bu ilk olmuştu ve bu gece rekor kıracaktık. Biraz olsun rahatlayan bedenim sayesinde dudaklarım kıvrılırken gözlerimi açıp Savaş'ın yüzüne baktım. Bacaklarımı omuzlarından indirip yeniden dizlerinin üzerinde doğruldu. Halihazırda çözülmüş olan kemerinin ardından düğmesini açıp fermuarını indirdi ve pantolonunu siyah baksırıyla birlikte çıkardığında, gözlerimin önüne tüm ihtişamıyla serilen erkekliği dudaklarımı yalamama neden oldu. İriydi ve uzundu... Kesinlikle bu gece bittiğinde fazlasıyla doymuş olacağımı daha şimdiden görebiliyordum.

 

Dudaklarım memnun bir gülümseme ile kıvrıldı. Savaş yeniden bana doğru gelirken geçtiği her noktaya küçük öpücükler bırakıyor, yeni bir istila başlatıyordu. İçe doğru göçmüş olan karnıma kondurdu ilk öpücüğün, karnımdan kasıklarıma doğru yeni bir elektrik seli indi. Biraz daha yukarı çıkıp göğüs kafesimin bittiği noktaya bir öpücük kondurdu. Bakışlarım onu takip ediyordu ve onun da mavileri benim gözlerimdeydi. Öyle güzel görünüyordu ki, bu an hiç bitmemeliydi.

 

İki göğsümün arasına kondurduğu bir öpücüğün ardından dudaklarının rotası dümdüz çizdiği çizgiden kayıp göğüs uçlarıma yöneldi. Önce birini yalayıp emdi sonra diğerini... İçimdeki patlayıp sönen volkan yeniden aktif hale gelirken bir kez daha inledim... Savaş sırayla göğüslerimle ilgilenip orada oyalandı bir süre ardından dilini tenimde kaydırarak boğaz çukuruma kadar gelip ardında ıslak bir iz bıraktı. Yüzü yüzümün hizasına geldiğinde ellerimi kollarının altından sırtına kaydırıp ona sarıldım. Dudaklarını dudaklarıma bastırdığında zevkle karşılık verdim ona. Üzerimdeki varlığı öyle iyi hissettiriyordu ki...

 

Ağzımı aralayıp dilini ağzımın içine kabul ederken bir dirseğini başımın yanına yasladı ve ağırlığını o dirseğine verdi, diğer elini belimin kenarında hissettim. Tenimi okşaya okşaya aşağı inip karnımın üzerinden geçti ve aramıza girdi. Çok az kalmıştı, içimdeki bu acı verici sızının dinmesine çok az kalmıştı. Uyluğuma değen erkekliğini tutup başını girişimden klitorisime kadar sürttüğünde, ihtiyaçla kasılan kaslarım yüzünden bir kez daha inleyip dudaklarımın arasında olan Savaş'ın alt dudağını sertçe ısırdım. Dişlerimin geçtiği etten dilime gelen hafif metalik tat, ısırdığım noktayı kanattığımın habercisiydi ve tadı alan tek kişi ben değildim. Savaş kısacık bir an dudaklarımdan ayrıldı. Penisinin başı girişimin hizasındayken başını kaldırıp kısa bir an yüzüme baktı ve yemin ederim o kısacık anda gördüğüm mavileri hiç olmadığı kadar karanlık bakıyordu.

 

Genizden gelen bir inlemeyle yeniden dudaklarıma saldırdığında, öpüşleri artık hiç olmadığı kadar vahşiydi, hızına yetişmekte zorlanıyordum ama başımı döndürecek kadar iyi hissettiriyordu.

 

Aniden, hızlı ve sertçe kendini içime itip, beni tek seferde tamamen doldurduğunda nefesim kesildi. İriliği duvarlarımı olabildiğince zorlarken, bu doluluk hissi ve bunu birden habersiz yapmasının getirisi olan tatlı bir acının hoşluğuyla ağzının doğru çığlık attım, attığım çığlığı yuttu.

 

Kendini tamamen geri çekip yeniden sertçe girdi içime. Ve bir kez daha... Nazik değildi aksine ilkel bir haşinliği vardı ama mükemmel hissettiriyordu. Kadınlığım onun varlığına çabuk alışmıştı ve şimdi saf bir şehvetin kollarındaydım.

 

Savaş aramızdaki elini çekip kalçama yerleştirdiğimde başımın yanındaki eli saçlarımın arasına kaydı. Ağırlığını tamamen dirseğine verdiği için hareket alanı rahattı. Kalçamdaki eliyle bacağımı beline sarmamı sağladıktan sonra bir kez daha kendini geri çekip beni yeniden doldurduğunda artık daha da derinlerimdeydi. Tırnaklarımın sırtında izler bıraktığını biliyordum ama beni her dolduruşunda aklım başımdan gidiyordu. Diğer bacağımı da beline sarıp ayaklarımı kalçasının üzerinde birbirine kenetledim.

 

Artık düzenli bir ritim tutturmuşken bu şiddetli ritme eşlik etmek için her darbesinde onu karşılamaya çalışıyordum. Dudaklarını dudaklarımdan çekip öpüşmeyi kesti ve alnını alnıma yasladı. Nemlenen alındaki ter tomurcukları benimkilere karışmıştı.

 

"Bunu daha önce yapmamıza engel olduğu her sefer için Güney'i öldürebilirim." diye fısıldadı ılık nefesi yüzüme akarken. Ritmini hızlandırmıştı. Konuşabilecek durumda değildim, yalnızca hızlı nefeslerden ve şiddetli inlemelerden ibarettim o an için.

 

Derimin altındaki voklanlar bir kes daha yükselmeye başladı. Tırnaklarım sırtına daha sert gömülürken gözlerim arkaya doğru kaydı. Kuklaklarım uğulduyordu ama o uğultuyu yarıp geçen ve kulaklarımı kutsayan bir ses vardı ki o da Savaş'ın inlemeleriydi.

 

"Hoşuna gidiyor mu?" diye sordu alnını alnımdan ayırıp yüzünü boynuma gömüp kulağıma doğru fısıldarken. Sonra kulağımın alt kısmına bir öpücük kondurup kulak mememi dişlerinin arasında ezdi.

 

Kollarımı sırtından kaydırıp sıkıca omuzlarına tutunarak ona sarıldım ve tırnaklarımı omuzlarına geçirirken onun yaptığı gibi kulağına doğru "Senin gitmiyor mu?" diye fısıldadım. Ardından boynunun yan tarafını kulağının altına kadar yalayıp kulak memesini emdim.

 

Kendini bir kez daha içime itip orada kaldı, ufak hareketlerle içimde daireler çizdiğinde bu hareketi duvarlarımı daha da zorladı, zevki bambaşka bir boyuta taşırken dudaklarımdan şiddetli bir çığlık döküldü.

 

"Sanırım cevabını aldın, cevabımı aldım..." dedi Savaş çığlığına karşılık gülerek. Ardından daha da hızlandı.

 

"Öyle iyi hissettiriyor ki... Öyle güzel sarıyorsun ki beni... Ölebilirim..." Bir kez daha boynuma bir öpücük kondurdu. Hızlı ve sert darbelerine tezat nazik bir öpücüktü.

 

İkinci orgazmın çok yakın olduğunu biliyordum, işim bitmek üzereydi. Omuzlarına daha sıkı sarıldım, alnımı boynu ile omzunun birleştiği noktaya yasladım.

 

Hızı öyle bir noktadaydı ki, tenimin altına yaydığı elektrik akımı kanımı kaynatıyordu. Bir eli saçlarımın arasında yeri geliyor sıkıca tutunuyor, yeri geliyor okşuyorken diğer eli belimle kalçam arasında keşfe çıkmıştı, tırnaklarının uçlarını hafifçe o noktalarda gezdiriyor, tüylerimi diken diken edip aldığım zevki başka bir noktaya taşıyordu.

 

Her algım açıktı sanki, her duyum Savaş'a endeksliydi.

 

Birden göğsümü sıkıca kavrayıp meme ucumu iki parmağında ezerken kendini yeniden sertçe içime itti ve pilim bitti. Her hücrem depremlere maruz kalmış gibi tir tir titrerken hayatımın belki de en şiddetli orgazmını yaşadım o an.

 

Savaş'ın şakağıma değen şahdamarının şiştiğini hissedebiliyordum, hızlanan nabzını... Yaşamının nabzını zihnimde hissediyordum sanki. Bedenin artçı depremlerle titremeye devam ederken Savaş daha da hızlandı. Her duvarımı kaplayıp, beni bir yapbozun uyumlu parçası gibi tamamlayan erkekliğinin içimdeki seğirişini hissettim. Orgazm arasında kasılan vajina kaslarım onu içimde sıkıştırıyordu.

 

Fazla değil iki darbeden sonra onun da pili bitti ve tüm şiddetiyle içime patladı. Parmaklarımın altındaki kasların eşsiz dalgalanışını hissederken rahatlamış, bir pelteye dönmüş bedenimle bacaklarımı çözüp belinden indirdim ve başımı çevirip şahdamarının çaresizce seğirdiği noktaya dudaklarımı bastırıp yaşamını dudaklarımda hissettim.

 

Bu iki olmuştu... Ve rekor için hala enerjim vardı. Fazlasıyla...

 

💎🎭

 

Savaş kollarını belime daha sıkı sardı. Parmaklarının izleri bu gece vücudumun pek çok yerine imza atacağa benziyordu ama hiç sorun değildi. Onlar geçene kadar ne zaman aynaya baksam bu eşsiz geceyi hatırlayacaktım.

 

Çok yakındı...

 

Çok yakındım...

 

Ellerimden birini, sırtını yasladığı ahşap bankoya yaslayıp diğeri ile omzuna tutunurken kucağındaki ritmimi daha da hızlandırdım. İriliği hâlâ duvarlarımı zorluyordu ama seksin tadını eşsiz bir noktaya çıkaran da buydu. Onun beni mükemmel bir şekilde dolduruşu ve benim onu sıkıca sarmam... Yere bastırıp destek aldığım dizlerimin hızımdan dolayı tahriş olup acıması zerre umurumda değildi. Umurumda olan tek şey yaşadığım o andı.

 

Savaş bir eliyle ensemi kavrarken dişlerini omzuma geçirip bugün dördüncü kez içime patladı, hemen arkasından sarsılarak onu takip edip boşalmaya başladım. Bu da benim için altıncıydı ve kesinlikle rekoru kırmıştık.

Her şey durduğunda ve titremelerim geçtiğinde dizlerimin üzerinde yükselip Savaş'ı içimden çıkardım ve yeniden kucağına yerleştim.

🚨⚠️Buradan devam edebilirsiniz⚠️🚨

İkimizin de tamamen tükendiği an bu andı, enerjimizin son demine dek kullandığımız an... Yanağımı onun göğsüne yasladığımda başımın tepesine yumuşak bir öpücük kondurup kollarını etrafıma doladı. Yorgunluk ve doymuşluk hissi uykumu getirmişti.

 

Göz kapaklarım ağırlaşmaya başlarken bir süre sessizliğin tadını çıkarıp kulağımın altında sakinleşmeye çalışan kalbi dinledim.

 

Rüyada gibi hissetmem normal miydi?

 

"Nasıl hissediyorsun kendini?" diye fısıldadı Savaş kulağıma. Nasıl hissediyordum? Hayatının en iyi seksini yaşamış biri gibi... Tek kelimeyle mükemmel...

 

Dudaklarım kıvrılırken yanağımı göğsüne sürtüp kucağında kedi gibi kıvrıldım ve "Rüyada gibi..." doye cevap verdim. Ardından doğrulup omuzlarına koyduğum ellerimden destek alırken koyu mavi gözlerine baktım. Mavileri capcanlıydı, parıl parıldı... Dudaklarında huzurlu bir gülümsemeyle beni izliyordu.

 

"Rüya değildi değil mi? Gerçekten yaşandı?"

 

Sırtını yasladığı bankoya başını da yaslayıp bir kahkaha attı. Kalbimi tekleten bir kahkahaydı.

 

Gözleri yukarı kaydı ve yukarıdaki bir noktaya bakıp "Her anı gerçekti..." dedi kollarını belime iyice sarıp çıplak gövdemi çıplak gövdesine yaslayarak. Başımı kaldırıp baktığı noktaya baktım, Mona Lisa bizi izliyordu.

 

Gözlerim o noktadayken Savaş'ın yumuşak öpücüğün çenemde hissettim. "Mona Lisa her anına şahit..."

 

Güldüm.

 

"Daha iyi bir şahit bulamazdık cidden."

 

Bakışlarım Mona Lisa'dan çekilip yeniden Savaş'a çevrildi. Ardından rotası çıplak göğsü oldu. Beyaz teni tırnak izlerimle doluydu. O nasıl bende imza bırakmışsa bende ona bir dolu imza bırakmıştım. Omuzlarındaki ellerim aşağı kaydı ve parmak uçlarımı kızarmış çizgilerde gezdirdim. Parmaklarımın rotası beyaz tenini süsleyen alt alta dizilmiş tarihlerde gezindi. Dokunuşumla kasıldı ama bu kasılışının nedeni etkilendiği için değildi. Bu gece ifadelerinin anlamlarını çözecek kadar dokunmuştum ona. Gerilmişti.

 

Parmaklarım dövmelerin üzerinde asılı kaldı, kahvelerimi kaldırıp yine yeniden mavilerine çevirdim. "Anlamlarını merak ediyorum..."

Bu dört tarihten başka dövmesi yoktu. Neleri temsil ediyordu bu tarihler?

 

Gözlerindeki o canlılık, o parlaklık gölgelendi. Belimdeki ellerinden birini çekip göğsünde asılı duran elimin üzerine kapattı avucunu ve "Bu gece değil İzel..." diye fısıldadı. "Bu geceye bu tarihlerle gölge düşürmek istemiyorum..."

 

Ne kadar merak etsem de başını sallayarak onaylayıp üstelemedim. Savaş göğsündeki elimi tutup kaldırdı ve avuç içime dudaklarını bastırdı. "İyi şeyleri ifade etselerdi anlatırdım." diye fısıldadı avucumu yanağına bastırırken. "Ama öyle değiller. Eşsiz bir gece geçirdik, her anı mükemmeldi, bizi yükledik bu geceye ve bugüne... Geceyi öyle kapatalım, Türkiye'ye döndüğümüzde bana yeniden sor, o zaman anlatacağım."

 

Bir kez daha başımı sallayarak onayladım onu. Ardından uzanıp dudaklarıma yumuşak bir öpücük kondurdum. Anında karşılık verip alt dudağımı dudaklarının arasına aldı. Biraz daha zorlarsak skoru yediye çıkarabilirdik ama muhtemelen o zaman kollarına bayılırdım ve onun da benden farkı kalmazdı. Sabaha uyanamazdık ve çalışanlara yakalanırdık, gezmek için geldiğimiz Paris'te sıradaki durağımız da nezarethane olurdu. O yüzden usulca ayrıldım dudaklarından. Fazla uzaklaşmama izin vermeden alnını alnıma yasladı. Kapalı gözlerimizin ardından bir süre nefeslerimizi dinlerken Savaş asla beklemediğim bir şey söyledi. Beni hazırlıksız yakalayan, kalbimin ortasına bomba gibi düşen ve gafil avlayan bir şey...

 

"Seni seviyorum İzel İzem..." dediği o fısıltı kulağıma dolduğunda gözlerimi açtım ama ondan uzaklaşamadım. Sesindeki samimiyeti almak için gözlerine bakmama gerek yoktu, sözleri samimiydi. Bunu bana en derinlerimde hissettiriyordu. İki duygu aynı anda yükseldi içimde... Mutluluk ve hüzün...

 

Gözlerime batan gözyaşlarının nedeni bu iki duyguydu, burnumun direğini sızlatan...

 

Beni seviyordu...

 

Biri beni seviyordu, hayır sıradan biri değil Savaş beni seviyordu. Bu cümle sanırım sana aşık oluyorum gibi değildi, çelişki yoktu, emin olamama hâli yoktu. Kesin ve netti... Doğrudan beni seviyordu...

 

Beni babam bile sevmezken o seviyordu...

 

Mutluluğumun temeli buydu ama hüznüm de bu duyguyla yarışıyordu.

 

Çünkü hakkımdaki gerçeği öğrenirse, ne yaptığımı... Zavallı bir hırsız olduğumu öğrenirse... Yine beni sever miydi? Yine böyle sarılır mıydı bana?

 

Ona hiçbir şey anlatamazdım. Neden yaptığımı açıklayamazdım. Bu, onu babamın önüne doğrudan hedef olarak atmak olurken bunu asla yapamazdım, gözünü bile kırpmadan öldürürdü Kahraman Hancı Savaş'ı.

 

İşte hüznüm bu yüzdendi ve bu noktada onun öğrenmemesini dilemekten başka şansım yoktu çünkü Savaş'ı hayatımda istiyordum. Bencilce ya da değil... Onu istiyordum. Bu yüzden öğrenmeyecekti. Nolursa olsun öğrenmemeliydi...

İzel ve Savaş her şeyden habersiz, müzeden ayrılıp otellerine gittiklerinde Kahraman Hancı'ya bir telefon açılmış ve her şey fotoğraflarıyla birlikte Kahraman Hancı'nın önüne sunulmuştu. Türkiye'de, havaalanında ve müzeye girdikleri ve çıktıkları anlar kare kare...

 

Lucas görevini başarıyla yerine getirirken onlarla birlikte müzeye girme gereği görmemişti, elinde zaten yeterince veri vardı. Kum saati artık ters dönmüştü ve içindeki kumlar İzel ve Savaş'ın üzerine doğru akıyordu ama onlar henüz bunun farkında değillerdi. Farkına vardıklarındaysa çoktan o kumların altında kalmış olacaklardı...

🎭💎

Bölümü nasıl buldunuz?

Sizce Kahraman Hancı ne tepki verecekkk?

Zaman ayırıp okuyan herkese sonsuz teşekkürler💖💖

Loading...
0%