Yeni Üyelik
37.
Bölüm

36| GÜÇ DENGESİ, VİCDAN MESELESİ

@saniyesolak

Sellam... Upuzun bir bölümle karşınızdayım. Nolur bittiğinde kısaydı demeyin Kukla'nın en uzun iki bölümünden biri bu🤭

 

Bölüme geçmeden önce oy vermeyi ve yorumlarımızı doldurmayı unutmayın❤️

 

Keyifli okumalar✨

 

💎🎭

 

YAZARDAN:

 

Her hayalin getirisi mutluluk değildir, bazıları beraberinde cehennemi de getirir. Bazı insanlar o cehennemi gördüğünde vazgeçerler hayallerinden, bazılarıysa umarsızca cehennem buz tutsun diye beklerler. Ne boşuna bir çaba...

 

Kahkaha sesleri kulaklarına dolarken hayatı gözlerinin önünden geçiyordu genç kızın. Bu okulu kazanmak için gecesini gündüzüne katarak geçirdiği tüm yılları... En büyük hayaliydi bu... Annesinin bölümünü istiyordu, yıllardır annesinin kitaplarını okuduğu için psikoloji alanını kendi kendine aşılamıştı ve bu meslekten başka bir şey düşünmemişti hiç. Psikoloji bölümünü kazanamasa bile PDR bölümüne gidecekti kesin olarak. Ve özellikle bu okul... Adı bir zamanlar Koçer Üniversitesi, şu an ise Hancı Üniversitesi olan bu okul... Hayalini gerçekleştirmişti. Kazandığını öğrendiği gün yaşadığı sevinci hatırladı sonra. Ne aptaldı öyle... Kendi cehennemine adım atmak için bu kadar hevesli olmamalıydı bir insan, o cehennem için bu kadar çalışmış olmamalıydı. Adı değişmişti evet ama cehennem aynı cehennemdi.

 

Önce, çok yanlış bir adam ilgisini çekmişti. Anlayamamıştı Hazal onun nasıl biri olduğunu. Tehlikeli görünüyor ve okuldaki çoğu kişiyi korkutuyordu ama Hazal'a karşı diğerlerine olduğundan daha farklı davranıyordu. Bu farklılığı iyiliğe yormak Hazal'ın suçuydu. Aksel'in iyi biri olabileceği yanılgısına düşmek... Hazal, ilgisine karşılık bulduğunu düşünmüştü ama Aksel'in yaptığı tek şey onunla alay etmekti. Ve bunu da çok acı bir şekilde öğrenmişti. Hatırlamadığı bir gecede benliğini hunharca ondan almış, yetmemiş sabah uyandığında da o istismarı izlemeye zorlanmıştı. Tehdit edilmiş, şantaja maruz kalmıştı. Bittiğini sanmıştı... Kurtulduğunu...

 

Ta ki şu ana kadar...

 

Bir kez daha yanılıyor ve bir kez daha yanıldığı en acı şekilde öğreniyordu. Telefonlardan gelen bildirim sesleri susmuştu ama Hazal'ın zihnine hâlâ o karmaşa hâkimdi. Onlarca belki yüzlerce telefon aynı anda titriyor, ortaya çıkan ses genç kızın zihninde senkronize ses dalgalarıyla yankılanıp duruyordu sanki. Zihninden bağımsız, susan telefonların aksine varlığını sürdüren gülüşme ve fısıldaşma sesleri de zihnindeki sese eşlik ediyordu. Kafasının içinde korkunç bir karmaşa vardı.

 

Görüntü yeniden başa sardı. Sanki uzun soluklu bir gif görseli gibi... Bir an odanın kapısından giriyordu, bornozluydu. Öteki an bornozu omuzlarından sıyırıyordu, çırılçıplaktı. Ve lobide olan herkes bunu izliyordu... Ve lobide olan herkesin telefonlarında bu görüntüler yerini almıştı...

 

Mahvolmanın adı bu değildi de neydi?

 

Kalbinden başlayarak tüm vücuduna doğru bulduğu her yoldan sızan dehşet yüzünden titriyordu Hazal. O kadar çok titriyordu ki sanki şiddetli depremlere maruz kalıyordu. Bir rüyanın içinde olmayı ne çok isterdi... Ya da bir kâbus... Ama gerçekti, içine çektiğinde ciğerlerine dolan nefesler kadar gerçekti.

 

Çıplak görüntüleri okulun lobisindeki büyük ekran televizyonda veriliyordu...

 

Çıplak görüntüleri herkesin telefonuna gönderilmişti ve kim bilir daha nerelere yayılmıştı...

 

Çırılçıplak görüntüleri herkes tarafından izleniyordu...

 

Dehşet derisini korkunç acılarla yararak teninin altından dışarı sızıyordu sanki. Dehşet, bir his olmaktan çıkıyor, hemen yanı başında vücut buluyor gibiydi. Ve korku... İçinden taşan o dehşeti deri gibi sarmalayan korku...

 

Nefes almayı denedi... Aldığı nefesler boğazına saplanan bir engele takılıyordu sanki. Yutkundu. Nefes almasını zorlaştıran şeyi gönderebilirmiş gibi... Bir soluk dudaklarından dışarı döküldü. Zihnindeki karmaşaya karışıp kafasının içinde patladı o soluk. Kulaklarındaki uğultu yavaş yavaş geri çekilirken net duyduğu ilk ses "Kapatın lan şunu!" diye gürleyen kalın bir ses oldu. Başını görüntüden çektiğinde hemen önündeki Gece Hancı'yı gördü.

 

Titrediğini de ancak o zaman fark edebildi. Sanki bir ipin üzerindeymiş gibi titriyordu bedeni. Gözlerini Gece'den çekip yeniden büyük ekrana kaydırdı. Bornozlu bir şekilde odaya giriyordu, bornozunu sıyırıyordu ve çıplaktı. Sonra bakışları etrafındaki insanlara kaydı. İnsan mı? İnsan olan bu duruma güler miydi? Gülünecek bir durum mu vardı gerçekten? Hiç mi düşünmüyorlardı o ekrandakinin bir an sonra kendileri olabileceğini? Hiç mi empati duyguları yoktu?

 

Sıcak bir gözyaşı yanaklarını ıslatıp yaktığında anladı ağladığını, görüşünün bulanıklaştığını bile fark edememişti. Başını iki yana sallarken bulanan midesi yüzünden boğazına tırmanan safrayı, elini ağzına sıkıca bastırıp yerinde tuttu ve arkasını kalabalığa dönüp koşmaya başladı. Gittiği her yerde insanlar vardı ve ellerindeki telefonlardan izledikleri şeye karşın alaylı bakışlarla, acımayla ya da daha farklı anlamlarla bakıyorlardı Hazal'a. Daha hızlı koştu. Damla hemen arkasından "Hazal!" diye seslenerek onu takip ediyordu.

 

Tuvalete girdiklerinde, tuvaletin kabinlerle birlikte boş olduğunu görmek derin bir nefes almasını sağladı Hazal'ın. Ama aynı anda boğazına kadar tırmanan safra daha da üste çıkıp ağzına doldu. Son anda kendini kabinlerden birine atıp klozete eğilmeyi başarmıştı Hazal.

 

Damla kapıyı kilitleyip onun yanında dizlerinin üzerine çöktüğünde, midesindekileri çoktan kusmuştu. Gözyaşları yanaklarını sel gibi yıkarken hıçkırıklarının arasında "Ben bittim..." diye fısıldadı.

 

💎🎭

 

Gece Hancı, kızların arkasından öylece bakakalmıştı. Tahmin edememişti bunun olacağını, hesaplayamamıştı. Eğer Yasemin Koçer yaşarsa, dün gecenin bir karşılığının olacağını elbette biliyordu ama o karşılığın bu kadar erken ve en beklenmedik kişiden alınacağını tahmin edememişti.

 

İnsanlar acımasızdı bunu elbette biliyordu ama etrafını çevreleyen bu insanların acımasızlığı sanki diğerlerinden birkaç kat daha fazla gibiydi. Özenle seçilmiş ve bir araya getirilmiş gibi... Öyle olmadığını biliyordu Gece Hancı. Kuralların ve yaptırımların olmadığı her yerde, insanın içinde sıkışıp kalan canavarı serbest kalırdı. Kuralsızlık insana özgürlük ve cesaret verirdi. Kuralsızlık adaleti öldürür, cehaleti yüceltirdi.

 

Bu yerde olan da tam olarak buydu işte. Yasemin Koçer kendi içindeki canavarı saklayamamıştı ama çok akıllıca hareket edip canavarını özgürce salabileceği bir ortam yaratmıştı kendine. Koçer okulları onun özgürlük alanıydı. Lisesinde hiçbir öğrencinin atılmamasına ve disiplin suçu işleyenlerin fazla parayla, farklı bir sınıfa ayrıştırılarak okulda kalmaya devam etmesine şaşmamak gerekirdi. Lisesi üniversitesinden daha beterdi, suçlular meşru bir şekilde kol geziyordu orada. Üniversite hayatı daha fazla ciddiyet istiyordu çünkü buradan çıktığınız anda sizi hayatın ta kendisi bekliyordu ama lise öyle değildi. Tam hata yapma yaşlarıydı ve o okuldakiler, özellikle sorunlu öğrencilerin ayrıştırıldığı sınıftakilerin hata yapma kavramı biraz farklıydı. İşte bu kuralsızlığın sonucuydu. Parayı ve gücü elinde tutan insanları, kelimenin tam anlamıyla özgür bıraktığınız zaman, ortaya suç unsurlarının çıkması kaçınılmazdı.

 

Ve tüm bunların tek sorumlusu Yasemin Koçer'di... Kendi canavarını özgür bırakmak için kurduğu bu sistemde, bu sisteme dahil olan herkesin canavarı özgürlük alanı bulmuştu.

 

Etrafındaki insanlara bakarken içindeki tiksinti tüm vücuduna nüksediyordu. Kapatın demeleri boşunaydı, bunu kimsenin yapmayacağını daha en başından anlaması gerekirdi zaten.

 

Parmakları usulca arka cebine dolandı ve soğuk metali kavrayıp cebinden çıkardı. Minik düğmeye bastığında, sanki tüm sesi yarıp havada inleyen bir metalin çınlama sesini duymuş gibi hissetti kendini. Ama hayır, çakıdan çıkan sesin hiçbir şeyi bastırdığı yoktu, bu sadece yaptığının farkında olan zihninin küçük bir oyunuydu. Küçük bıçağı elinde çevirip uç kısmını parmaklarının arasında tuttu ve etrafındaki bu kadar insanı hiç umursamadan bıçağı ileri doğru fırlattı. Hedefinden şaşıp birilerine saplanabilir, dahası bu kadar görgü tanığının içinde bir can alabilidi o küçük metal. Ama bu senaryoların hiç biri gerçekleşmedi. Havada seri şekilde dönerek ilerleyen bıçak, sertçe büyük ekrana saplanarak durdu. Tam da Gece'nin istediği gibi...

 

Bıçak saplandığı an ekran kararırken etraftaki insanların sesleri de yükselmişti.

 

Köşeden kıvırcık saçlı bir erkeğin "Neyse telefonlarda var zaten, oradan döndüre döndüre izleriz." dediğini duydu. Hemen ardından bir başkası "O kızın böyle bir malzemeye sahip olduğu kimin aklına gelirdi?" dedi hemen yanındakine. Ve bir başkası, "Bundan sonra tercihim burslu kızlar abi, hatun çok ateşliydi." dedi.

 

Rezilliklerini ortaya sermekten de hiç utanmıyorlardı. Bunun sorumlusu Gece'ydi değil mi? Dün gece rehavete kapılmayıp o kızı kaçırmadan öldürebilseydi ve Aksel'i evde bekliyor olsaydı... Hemen ardından onu da öldürseydi mesela? Bunların hiçbiri olmayacak, aksine Dünya'dan iki pislik eksilirken İzel, Damla ve kızıl arkadaşları güvende olacaktı.

 

Hazal...

 

Bunu ona yapan Gece'nin ta kendisiydi.

 

Derin bir nefesi içine çekti Gece ve "Kesin sesinizi!" diye bağırdı. Yaptığı şeyi düzeltmesini de bilirdi elbette. Hep bilmişti.

 

Kalabalık onun sesini duyduğunda, sanki varlığının yeni farkına varmışlar gibi anında sus pus oldular. Elbette olurdu. Kuralsızlık bunu da yapardı çünkü. Güçlü güçsüzü ezerdi ve güçsüz sadece ezildiği ile kalırdı. Adaletsizlik buydu işte. Haklı olmak fark etmezdi, güçlüysen haklısın demekti.

 

Her birinin gözlerinin içine bakmak istermiş gibi kalabalıkta gözlerini gezdirdi Gece Hancı. Ondan daha güçlü olan kim vardı şu an burada?

 

"Şimdi hepiniz telefonlarınızdan o görüntüleri tam şu an siliyorsunuz. Eğer silmezseniz bunu anlarım. Anladığımda da buna pişman olacağınızdan emin olurum. Ve inanın bana pişman olursunuz."

 

Şaka kaldırmayan, ciddi ve gür sesi anında bazılarını harekete geçirdi, ardından diğerleri de onları takip etti. Gece'nin ela gözleri bir şahin misali hepsindeydi, aradan bir çocuk dikkatini çekti. Masum duran yüzündeki masumiyeti söküp atmak ister gibi sakal bırakmış ve boynunu saçma sapan dövmelerle doldurmuştu. Çocuğun gözleri Gece'nin üzerindeyken yanındakine doğru eğilip "Boş ver silme, nerden anlayacak ki?" diye sordu. Bunu dudaklarını okuyarak anlamıştı Gece. Yüzünde kendini beğenmiş bir ifade vardı. Yanındakinin ne cevap verdiğini bilmiyordu çünkü dönüp bakma gereği görmemişti.

 

"Hadi bir dene..." dedi gözlerini çocuktan bir an ayırmadan. Çocuk cümlenin muhatabının kendisi olduğunu anladığında duruşunu dikleştirdi. "Silme o videoyu..." diye devam etti Gece. Sesindeki tehlike öyle yoğundu ki karşısındaki kişiyi bastırabildiğini gözlerinde gördü. "Silme ve neler olacağını gör..."

Bir saniye sonra Çocuk telefonunu çıkarmış ve videoyu silmişti.

 

Yeniden kalabalığa döndü Gece. Aklından ruhuna kadar onu dolduran öfkeyi sesine yansırken yüksek sesle seslendi o kalabalığa. "Herkesi bu konuda uyarın, bir saat içinde videoyu silmeyen kim varsa, yarın bundan çok daha beter duruma düşeceğinin garantisini ben veriyorum."

 

Ve ardından lobiden dışarı çıktı. Şimdi batırdığı bu durumu düzeltmek için harekete geçme zamanıydı.

 

💎🎭

 

Hazal'ın boşalan midesine rağmen, devam eden öğürmeleri yüzünden uzun bir süre lavaboda kaldılar. En sonunda biraz da olsa toparlanan Hazal ile birlikte çıkabilmişlerdi o dört duvarın arasından. Adım attıkları her yerde karşılaştıkları insanların onlara olan bakışları yüzünden Hazal daha çok ağlarken Damla sinirleniyordu. Hiçbirinin vicdanı yoktu.

 

Hazal'ın dengede durabilmesi için hemen yanında ona destek olurken, kolundaki yarasına giren keskin sızıları göz ardı etmek zorunda kalmıştı. Öğle vakti alması gereken ağrı kesicisini almadığını hatırlatıyordu o ağrı ona ve canı bir hayli yanıyordu. Yine de buna dayanabilecek kadar dirayetli olduğuna inanıyordu Damla. Sindirmesi gereken çok fazla şey vardı.

 

Gece Yasemin Koçer'i mi öldürmeye çalışmıştı?

 

Dün gece evden ayrılmasının nedeni bu muydu yani? İyi de neden? Tamam Yasemin'in iyi biri olduğunu asla düşünmüyordu ve İzel'e yapmaya çalıştığı son şey kesinlikle affedilemezdi ama ölüm... Yasemin için bile fazlaydı. Kimsenin yaptıklarının cezası ölümle kesilmemeliydi. Damla'ya göre herkes ikinci bir şansı hak ederdi ve insanlar o ikinci şanslarla gerçekten iyi birine dönüşebilirlerdi.

 

Söz konusu Kahraman Hancı olsa bile...

 

Onun bile içinde bir yerlerde biraz da olsa iyilik olduğunu düşünüyordu Damla. Kaldı ki Kahraman Hancı'nın, Yasemin Koçer'den daha kara bir kalbinin olduğu da bir gerçekti.

 

Acaba bilmediğim bir şeyler mi var diye geçirdi içinden. Zaten şu birkaç gündür İzel ve Gece'nin ondan bir şeyler sakladıklarından şüpheleniyordu. Tavırları garip bir hâl almıştı. Özellikle Gece'nin... Bazen o ela gözlerin kendisine dalıp gittiğini fark ediyordu, düşüncelerle boğulmuş bir halde kendisini izlediğini... Düşüncelerinin neler olduğunu bilmiyordu ama sorsa Gece'nin söylemeyeceğinin de farkındaydı.

 

Bu düşünceler eşliğinde, bakışlardan kaçmak için asansöre bindiler ve otoparka indiler. Kolundaki ağrı her geçen saniye daha da artıyordu. Asansörün aynasından Hazal'ın ruh gibi olmuş yüzünü gördüğünde o ağrıyı ne olursa olsun görmezden gelmeye çalıştı.

 

İzel olsa böyle yapardı...

 

Keşke onun kadar dirayetli olabilseydim diye geçirdi içinden. Bu hayatta gerçekten hayran olduğu biri varsa o da İzel'di.

 

Otoparka geldiklerinde Gece'yi onları arabasının önünde bekler bir hâlde buldular.

 

Karşı karşıya geldiklerinde Gece Hazal'a kısa bir bakış attı. Yabancı olduğu bir duygu göğsünde sıkışıyordu sanki. Mahcubiyet... Yabancılara karşı bu duyguya asla kapılmazdı Gece. İzel ve Damla'ya karşı bile bu duyguyu hissetmesi çok nadirdi. Ama şu an Hazal'a bakarken hissettiği tam olarak buydu. Bu canını sıktı.

 

Yeniden Damla'ya döndü. Yüzündeki hafif solgunluk onda da bir sorun olduğunu gösteriyordu. Gözleri yaralı koluna kayarken "Sen iyi misin?" diye sordu. Başını salladı Damla. "İyiyim, öğlen almam gereken ağrı kesiciyi almadığım için biraz ağrım var sadece."

 

Gece başıyla arabayı işaret etti. "Çantan arabada. Siz bizim eve geçin, ben bu durumu düzelteceğim."

 

Damla göz ucuyla Hazal'a baktı. Kelimenin tam anlamıyla bir ruh gibiydi, kenarda dikilmiş kollarını kendine sarmış bir şekilde öylece boşluğu izliyordu. Onlarla hiç ilgilenmiyormuş gibi görünüyordu, daha doğrusu hiçbir şey ile ilgilenmiyormuş, hayatla bağını koparmış gibi bir hâli vardı.

 

Bakışlarını ondan kaçırdı genç kız. Sağlam koluyla, sarı bir saç tutamını kulağının ardına iterken Gece'ye biraz daha yaklaşıp, sanki sözlerini kimsenin duymasını istemiyor gibi "Yasemin'i mi öldürmeye çalıştın?" diye sordu. Fısıldıyor olmasına rağmen sesi azarlar bir tonda çıkmıştı. Ellerini ceplerine yerleştirdi genç adam ve omuz silkti. "Hak etmemiş olsaydı onun peşine düşmezdim."

 

"Yani senin yüzünden bu hâlde, öyle mi?"

 

Gece'nin gözleri kısacık bir an yeniden Hazal'ı buldu. Sikerler mahcubiyetini diye geçirdi içinden. Beceriksizliğinin bedelini onunla hiç alakası olmayan biri ödememeliydi. Bedel ödetmek için illa birini seçeceklerse bu kendisi olmalıydı.

 

"Düzelteceğim..." dedi sıktığı dişlerinin arasından ama bu Damla için yeterli değildi. "Elbette düzelteceksin." derken sesi hiç olmadığı kadar kızgın geliyordu. "İzel bundan hiç hoşlanmayacak." diye ekledi. İşin o tarafını hiç düşünmeyen Gece, ağzından sert bir küfrü daha koyverdi. Sonsuza kadar başının etini yiyeceği bir malzemeydi bu İzel için.

 

"İzel şu an Paris'te, pembe bulutların üzerinde uçuyor, pazar günü dönecek. O zamana kadar bende her şeyi halletmiş olacağım." diye homurdandı. Başını onaylamaz bir tavırla iki yana sallamakla yetindi Damla. Gece'nin halledeceğini elbette biliyordu, o her şeyi hallederdi. Ama halletmiş olması bu anı, ne zamanın acımasız çizelgesinden ne de hafızalardan silmeyecekti. Bugün yaşananlar Hazal'ın kalbinde ve ruhunde derin bir yara olarak kalmaya devam edecekti.

 

Arabaya yerleştiklerinde kimse konuşmuyordu. Damla çantasındaki ağrı kesiciyi içtikten sonra arka koltuğa Hazal'ın yanına oturdu ve Hazal; yol boyunca başını Damla'nın omzuna yaslayıp, sanki bunu yaparsa gerçeklerden kaçabilirmiş gibi gözlerini kapattı.

 

Yolculukları boyunca kimse tek kelime etmedi. Eve ulaştıklarında ilk inen Gece oldu, bu rahatsız edici sessizlikten memnundu çünkü izleyeceği yolu hesaplamak için sessizliğe ihtiyacı vardı. Eve girdiklerinde genç adam doğrudan odasına gidip işe koyulmayı düşünse de birkaç adım atmadan zayıf bir sesle adının söylenmesi onu durdurdu. Omzunun üzerinden baktığında solgun bakışlarla ona bakan Hazal'ı bulmuştu.

 

"Videonun aileme ulaşıp ulaşmadığını anlayabilir misin?" diye sordu genç kız. Sesi üzgün ve çaresiz çıkıyordu. "İzlemediklerini biliyorum, izleselerdi şimdiye kadar çoktan aramışlardı ama onların da telefonlarına gönderilip gönderilmediğini bilmiyorum. Gitmişse eğer silebilir misin?"

 

Pekâlâ kendi kurduğu plandan bağımsız, işe bu noktadan başlaması gerekecekti öyleyse. Başını bir kez sallayıp onayladı kızı ve onu takip etmesi için bir hareket yapıp odasına doğru yürüdü. Hazal o hareketi anlayıp yavaş adımlarla onu takip ederken, gerilerinde kalan Damla onların arkalarından baktı birkaç saniye. Ardından, "Ben içecek bir şeyler getiririm..." diye mırıldandı ama kimsenin onu dinlemediğinin de farkındaydı.

 

Gece ve Hazal odaya girdiklerinde, odanın bir köşesine kurulmuş düzenle kaşları kalktı Hazal'ın. Üç tanesi masanın üzerinde, dört tane de duvara montelenmiş yedi ekran vardı. Ayrıca masanın üzerinde iki klavye, birkaç tane fare ve adlarını bilmediği siyah, kutu gibi iki cihaz daha vardı. Ve en altta masaüstü bilgisayarlara ait üç tane kasa bulunuyordu. Gece bilgisayarları sırayla hızlı bir şekilde açtıktan sonra, masanın üstündeki iki siyah kutunun üzerinde bulunan şartelleri açtı. Onu açar açmaz; mavi olan ekranlar birden kırmızıya, iki saniye sonraysa yeşile döndüler. Gece sandalyesine oturup parmaklarını klavyede gezdirmeye başladığında Hazal hangi ekranı takip edeceğini şaşırmıştı. Başlangıçta ortadaki bilgisayarın ekranından karmaşık yazılar akıyordu ama bu uzun sürmedi. Aynı yazılar sırayla her ekrandan akmaya başladı.

 

Genç kız bir an ne yapacağını bilememiş bir hâlde gözlerini ekranlardan çekti. Zaten baktığında da hiçbir şey anlayamıyordu. Yorgun bakışları bu kez odanın içine kaydı. Hâlâ kapının hemen kenarında duruyordu, bu yüzden bulunduğu noktadan net bir şekilde görebiliyordu odanın içini. Sadeydi. Bir köşede büyük, koyu kahverengi örtülerle donatılmış bir yatak vardı ve yatağın bir tarafında da üç çekmeceli modern görünümlü bir komodin... Yerde halı falan yoktu, ya da odayı dolduran başka herhangi bir eşya. Odayı kalabalık gösteren tek şey bir başka köşeye kurulmuş bilgisayar düzeneğiydi. Onun dışında bir duvarda yan yana duran iki kapı vardı, bunlar muhtemelen banyo ve giyinme odalarına açılan kapılardı. Sadelikten yanaydı demek ki Gece Hancı, odasında ne bir tabloya, ne bibloya ne de herhangi bir aksesuara yer yoktu.

 

Gözleri yeniden genç adama kaydı. Onun bilgisayar ile kurduğu iletişimi izlerken anladı ki onun dünyası, önündeki ekranlardan ibaretti. Okulda da hep yanında taşıdığı diz üstü bilgisayara gömülmüş oluyordu zaten, şaşırmamak gerekirdi.

 

Gece'nin parmakları, incelendiği hissine kapılarak yavaşladı klavyenin üzerinde ve gözleri sonunda ekrandan çekilip Hazal'a kaydı. Köşede durduğunu gördüğünde oturması için yanını işaret edecekti ama o an fark etti ikinci bir sandalye olmadığını. Bir eli ensesine giderken oturduğu yerden kalktı. "İzel'in odasındaki sandalyeyi getireyim senin için. Sende o sırada telefonunu hazırla. Ailene bir bağlantı linki atacağız, telefonlarına erişebilmek için. Onları şüpheye düşürmeden linke tıklayacakları bir konu bul."

 

Hazal başını sallayarak onaylamakla yetindi ve Gece odadan çıkarken o da elinde sımsıkı tuttuğu çantasından telefonunu çıkardı. Üzerine çok da düşünmesine gerek yoktu. Sınavları çok yakındı, bu nedenle annesine psikoloji ile ilgili bir makale atabilirlerdi ve babasına da satılık bir araba ya da ev ilanı... Link Hazal'dan gittiği sürece bir sorun yaşanmazdı.

Hâlâ adımın attığı yerde bir zemin yokmuş ve boşluğa basıyormuş gibi hissediyordu, ince bir mide bulantısı onu yoklayıp duruyordu ama en azından titremesi bir nebze dinmiş, kendini az da olsa toparlamayı başarmıştı.

 

Gece elinde bir sandalyeyle odaya döndüğünde bilgisayarların başına birlikte oturdular ve Gece parmaklarını konuşturmaya başladı. Atılan linkler genç kızın annesi ve babası tarafından sorunsuz bir şekilde açılmış, Gece içlerine sızdığı cihazları kontrol ederken Hazal da anne ve babasını sırayla arayıp herhangi bir sorun var mı yok mu kontrol etmişti. Neyse ki yoktu. Aksel videoyu sosyal mecralarda paylaşmamış ayrıca ailesine de ulaştırmamıştı. Bu kendini bir nebze daha iyi hissetmesini sağladı.

 

Ailesiyle işleri bittiğinde Hazal oturduğu yerden kalkmış ve Gece'yi odasında yalnız bırakıp Damla'yı bulmak için evde dolaşmaya başlamıştı. Onu mutfakta buldu. Üzerine rahat bir eşofman takımı giymiş ve mutfak önlüğünü takmış bir halde patates soyuyordu.

 

Damla onun geldiğini fark ettiğinde omzunun üzerinden bakıp gülümsedi ve "Gelsene..." diyerek onun yanına çağırdı. Ardından işine devam ederken "Birkaç gündür mutfağımdan ayrı kalmıştım, özlemişim." dedi. Amacı biraz da olsa Hazal'ı düşüncelerinden uzaklaştırmaktı. Elindeki patatesi bitirip bir yenisini alırken yeniden omzunun üzerinden hâlâ kapının kenarında dikilen Hazal'a baktı. "Fırında balık seversin değil mi? Yanında patates kızartması ve salata da olacak. Gece, balığı patates kızartması olmadan yiyemiyor da..."

 

Hazal'ın dudakları minnetle kıvrıldı. Bu durumla yalnız başınayken baş etmek zorunda kalsaydı biliyordu ki altından kalkamazdı. Aksel'in sözlerini anlamıştı elbette. Gece Hancı'nın yaptığı bir şeyin bedeliydi bugün olanlar ama Hazal bunu sorun etmiyordu. Edemiyordu. Onlar hayatına girmeden önce başlamamış mıydı ne de olsa her şey. Onlar hayatına girmeden çok önce hemde...

 

Usulca yaklaştı Damla'nın yanına ve "Ben ne yapabilirim?" diye sordu yardım etmek için. En azından, bir şeylerle meşgul olarak, biraz da olsa düşüncelerinden uzaklaşabilirdi.

 

Damla soyduğu ikinci patatesi de kenarı alırken "Salata..." diye cevap verdi. "Malzemeler dolapta, onları yıkamakla başlayabilirsin..."

 

💎🎭

 

Gece mutfağa girdiğinde çoğu şey hazırdı, sadece masayı kurmak kalmıştı. "Niye kendini yordun? Dinlenmen gerek senin. Sipariş ederdik bir şeyler..." dedi Gece, ada tezgâhındaki yemeklere bakarken. Uzun saatler boyunca sandalyede oturmaktan uyuşan bacaklarında hafif bir karıncalanma söz konusuydu ve gözlerinin beyazı kızarmaya başlamıştı.

 

Damla tabaktan bir patates kızartması alıp ağzına atarken omuz silkti. Bu, bu akşam yediği ilk ve son kızartmaydı.

 

"Günlerdir İzel ve sen saçma sapan şeyler sipariş edip durdunuz. Sağlıksız sağlıksız... pizzadır, hamburgerdir..." yüzünü buruşturdu, sonra da normale dönüp gülümsedi. "Ağrı kesici etkisini gösterdi, ağrım yoktu. Bende doğru düzgün bir şeyler yiyelim dedim."

 

Derin bir nefes alıp ellerini mermer tezgaha yasladı ve "Sen ne yaptın?" diye sordu konuyu kendinden uzaklaştırmak için. Gece yorgun gözlerini birkaç kez yumup geri açtıktan sonra umutsuz bir nefesi ciğerlerinden dışarı saldı. "Video sosyal medyalara düşmemiş ama farklı sitelerde yayınlanmış. Onları silebildim ama..." kuruyan dudaklarını yaladı. Bunu nasıl söyleyeceğini bilemiyordu. Farklı sitelerden kastının ne olduğunu Damla da Hazal da anlamıştı. Hazal'ın kalbine bir ağırlık çökerken korkarak cümlenin devamını bekledi. O ama'dan sonra gelecek olan felâket ödünü koparıyordu.

 

"Ama?" diye üsteleyip oluşmaya yer arayan sessizliği kesip atan Damla oldu.

 

"Ama videonun orijinalini silemiyorum..." diye devam etti Gece. "Çok iyi korunuyor, etrafına ağlardan bir duvarlar örülmüş, hiçbir şekilde ulaşamıyorum. İşin kötüsü, orijinali silinmediği her dakika yeni bir kopyası sitelere yeniden yükleniyor. Kopyaları silebiliyorum elbette ama her dakika yenisi yüklenirken işimiz çok zor."

 

Kulağa söylenenden çok daha kötü geliyordu. Hazal'ın aldığı nefes bir an ciğerlerine fazla geldi ve ciğerleri sızladı. Ne olacaktı peki şimdi? Gece'nin halledebileceğinden o kadar emindi ki, yemeğe oturduklarında bu konuyu unutmaya hazır bir şekilde programlamıştı kendini. Halledememe ihtimalini hiç düşünmemişti.

 

Gözleri korkuyla irileşmişken baktı karşısındaki adama. Gece anında fark etti o korkuyu ve genç kızı rahatlatmak ister gibi, "Ama..." dedi bir kez daha. "Bu duvarı kırabilecek biriyle tanışmıştım yakınlarda. Şimdi onun yanına gideceğim, şanslıysak bize yardım edecektir."

 

Damla bir an durdu ve aklına gelen isimle dudakları kıvrıldı.

 

"Maya ve Yazgı..."

 

Başını sallayarak onayladı Gece onu. Damla'nın yüzündeki gülümseme büyürken "Seninle gelebilir miyim?" diye sordu içindeki heyecanı sesine yansıtarak. O iki kadınla yeniden karşılaşmayı ve onlara teşekkür etmeyi öyle çok istiyordu ki. Her bakımdan bu teşekkürü onlara borçluydular.

 

Gece'nin kararsız gözleri kısa bir an Hazal'a kaydı. Bir elini ensesine atıp ağrıyan boynunu ovarken "Bugünün doğru bir zaman olduğunu sanmıyorum güzelim, başka bir zaman ayarlayabiliriz belki. Olur mu?" dedi. Gittiğinde o iki kadının kendisini nasıl karşılayacağını bile bilmiyordu Gece. Belki de onları bulmasından hoşlanmayacaklardı. Ve Hazal... Onu yanlarında götüremezlerdi, yalnız da bırakamazlardı.

 

Damla'nın yüzü düşse de başını sallamakla yetindi. Ardından "Selamlarımı ve teşekkürlerimi ilet lütfen." dedi.

 

Bir baş sallamayla onayladı onu Gece ve arkasını dönüp mutfaktan çıktı. Yüzmüş yüzmüş kuyruğuna gelmişti, bu noktadan sonra pes etmesi mümkün değildi.

 

Gece gittiğinde kızlar masayı hazırlayıp birlikte oturdular. Damla bir komedi filmi açtı arka planda oynasın, en azından evde ses olsun diye. Hazal, gerginlikten yemek yiyemiyordu. Yaptığı yek şey yemeği ile oynamaktı. Ya Gece o bahsettiği yerdeki görüntüyü silemezse... O zaman ne olacaktı?

 

Elinin üzerinde hissettiği baskıyla gözlerini yemeğinden çekip Damla'ya çevirdi. Yüzünde anlayışlı bir gülümsemeyle "Endişelenme..." dedi Damla, arkadaşını yatıştırmak için. "Gece'nin kafaya koyup da halledemeyeceği hiçbir şey yok."

 

Hazal ne diyeceğini bilemeyerek başını sallarken Damla onu izliyordu. En azından Gece'nin Yasemin'i öldürmeye çalıştığı detayına kimse takılmadı diye geçirdi içinden. Bu düşünceyle tüyleri ürperirken, hafifçe irkilip balığını ve salatasını yemeye devam etti. Bu konudaki fikri sabitti ve değişeceğini de hiç sanmıyordu.

 

Yemek bittikten sonra masayı birlikte toparladılar. Damla akşam alması gereken ilaçları da aldı. Garipti... Yazgı nasıl bir ilaç vermişti bilmiyordu ama ilaçlar kısa sürede etkisini gösterip ağrısını alırken, içmediğinde canı anında yanmaya başlıyordu. Koluna kısa bir bakış attı, ne zaman tam olarak iyileşirdi ki bu yara?

 

Mutfağı hızlıca halledip birer kahve yaptılar ve salona geçip oturdular. Tam bu sırada kapı büyük bir gürültüyle çalmaya başladı. Damla için bir sorun teşkil etmeyen bu ses, Hazal'ın irkilmesine neden olmuştu.

 

"Gece mi geldi acaba?" diye sordu Hazal, sesinde bir nebze umut vardı. Belki de silmeyi başarmıştı. Gideli çok olmamıştı ama yine de bir umuttu işte... Damla bilmiyorum dercesine dudaklarını kıvırıp ayağa kalktı. Kapıdaki her kimse bir hayli ısrarcıydı, çünkü zil hâlâ çalmaya devam ediyordu.

 

"Hay Allah'ım..." diye homurdandı kendi kendine. Yükselen zil sesi bir noktadan sonra sinir bozucu bir hâl almaya, beyninin içinde çınlamaya başlamıştı.

 

Kapıyı açtığında, herkesle karşılaşmayı bekleyebilirdi Damla. Aksel ve hatta Yasemin'le bile. Ama Güney Kalkavan'ı karşısında görmek kesinlikle beklediği bir şey değildi. Kapı açılır açılmaz Güney burnundan solur bir hâlde Damla'yı itip içeri girdi ve "Gece Hancı?" diye bağırdı içeriye doğru. Sabahtan beri Yasemin ya da Aksel, ikisinden birini bulmaya çalışmıştı Güney. Ya da her ikisini birden... Şehrin dışındaki o lanet eve kadar bile gitmişti. Yasemin'in kuzenini bulup ona sormuştu. Yoktu. Yer yarılmış da içine girmişti sanki o ikisi.

 

Güney'in itişiyle kolu kapıya sürtünen Damla, bir anda koluna giren acıyla yüzünü buruşturup inledi. Diğer eli yaranın olduğu kısmı sararken kapıyı sinirle çarparak kapatıp "Yavaş olsana be hayvan herif..." diye seslendi arkasından.

 

Güney'in evin içinde inleyen sesi kulağına doluyordu, Gece'yi arıyordu. Genç kızın mavileri tavanın köşelerine mükemmel açılarla yerleştirilen kameralara kaydı... Gece gittiği yerden geldiğinde bir de onlara el atmak zorunda kalacaktı anlaşılan.

 

Güney'i tam merdivenlere tırmanırken yakaladı Damla ve "Gece evde yok..." diyerek onu durdurdu. Hazal oturduğu koltuktan kalkmış, gergin bir hâlde olan biteni izliyordu. Güney çıktığı bir basamağı geri inip Damla'nın karşısında dikildi. Koyu mavi gözlerinin beyaz öfkeden kızarmış ve mavileri daha da belirginleşmişti.

 

Genç kız, hâlâ kolunu tutarken "Bilmiyorum..." diye cevapladı Güney'i. "Ne zaman gelir onu da bilmiyorum..."

 

Güney burnundan sert bir soluğu daha koyverirken kızgın bir boğa gibi görünüyordu. Bir adım daha yaklaştı Damla'ya. "O herif, dün gece bir şeyler karıştırdı. Evime geldi, bana bir şeyler gösterdi, Yasemin'in yerini sordu ve sonra onu takip etmeyeyim diye siktiğimin piçi beni bayılttı. Görmem gereken görüntüler ve sormam gereken bir hesap var ama önce o herif bana Yasemin'e ne yaptığını söylemek zorunda. Ya da nerede olduğunu..."

 

Damla hafifleyen acısıyla birlikte elini kolundan çekti. Gözleri kısılmıştı. Dün gece, sadece birkaç adım ilerisinde olan koltukta oturmuş ve saatlerini dizi izleyerek geçirmişken, dışarıda kıyamet kopmuştu anlaşılan. Bir tek kendisi olayların tamamen dışında kalmıştı. Ah, canına minnetti ama keşke, şu an da kendinden bu denli bağımsız olayların sonuçları ile uğraşmak zorunda kalıyor olmasaydı. Madem dışında kalmıştı tüm her şeyin, o dışta kalmaya da devam etseydi keşke.

 

"Dedim ya..." dedi sıktığı dişlerinin arasından sinirle. "Evde değil. Dün gece her ne halt yediyse bedelini Hazal ödemek zorunda kaldı ve Gece de batırdığı olayı toparlamaya çalışıyor. İşinin ne zaman biteceğini ve eve ne zaman döneceğini bilmiyorum."

 

Güney, birkaç saniye yüzüne baktıktan sonra "İyi..." diyerek omuz silkip yanından geçti ve bedenini koltuğa bıraktı. Ardından sehpanın üzerindeki Damla'nin kahvesine uzanıp soğuk kahveden bir yudum aldı. "O gelene kadar beklerim bende."

 

🎭💎

 

İZEL İZEM HANCI'DAN;

 

Karnımın üzerindeki okşayıcı dokunuşlar, yüzümün kıyısından boynuma doğru akan ılık nefes ve yoğun bakışların getirisi olan izlenme hissi... Beni derin uykumdan çekip çıkaran denklemin bileşenleriydi bunlar.

 

Perdeleri ardına kadar açık olan büyük pencereden içeri girmeye başlayan güneş ışıklarının ilk hedefi doğrudan gözlerimdi. Gözlerime batan ışınlar yüzünden yüzümü buruşturup inleyerek Savaş'tan tarafa döndüm.

 

Yanılmamıştım, uyanmıştı. Bir dirseğini yastığa bastırmış, başını avucuna yaslamış bir halde beni izliyordu. Güneşin yalayıp geçtiği yüzü öyle güzel görünüyor, gözleri öyle bir canlılıkla parlıyordu ki... Hayran olmamak elde değildi.

 

"Günaydın..." diye mırıldandı boğuk bir sesle. Belli ki uyanalı çok olmamıştı. Elimi yorganın altından çıkarıp alnına doğru düşen saçlarını kenarı ittim ve "Günaydın..." diye fısıldayarak karşılık verdim. "Saat kaç?"

 

Dönmemle sırtıma denk gelen parmaklarının istikameti bel oyuntuma kaydı ve o noktada oyalanırken "En son sekize geliyordu..." diye mırıldandı.

 

Ciddi olamazdı... Dün gece zaten çok geç gelmiştik otele. Kısa bir duşun ardından yatağa girdiğimizde saat beşi geçiyordu. Yalnızca üç saat mi uyumuştuk yani?

 

"Jetlag etkisi..." diye devam etti konuşmaya Savaş. "Türkiye'de de şu an saat on civarı..."

 

Elimi yanağından çektim ve yüzümü yastığa gömdüm. "Çok uykum var..." Vardı. Uyku ile aram pek yoktu ama Savaş'ın kokusu burnuma doldukça ve sıcaklığı kendini hissettirdikçe beni mayıştırıyordu.

 

Savaş'ın belimdeki eli boynuma doğru çıktı ve omzumdan önüme doğru akan saçlarımı geriye itti. Parmakları usul usul boynumla omzum arasında oyalanırken "Uyumaya devam edebilirsin..." diye mırıldandı. İç çektim. Başım hâlâ yastığa gömülü bir haldeyken ona alttan alttan bakıp "Ama çok açım..." diye mırıldandım. Yüzümün bir yarısı yastığa gömülü olduğu için büzülen dudaklarım yüzünden sesim bir garip çıkmıştı. Savaş sesli bir şekilde güldü halime. Size yemin ederim sesinde ilahi bir ton vardı ve tam kalbimin orta yerine bir balyoz gibi inip az kalsın kalbimi durduruyordu.

 

Savaş eğilip şakağıma minik bir öpücük kondurduktan sonra yataktan kalktı. "Hadi o zaman senin karnını doyuralım. Hem zaten, şurada bize ait olan kısacık zamanı uyuyarak geçirmek hiç mantıklı olmaz."

 

Boşalan yatakta iyice gerindikten sonra doğruldum, ellerimi yatağa yaslayıp kollarımdan destek alıp oturdum. "Kısacık değil ki..." diye hatırlattım ona. Önümüzde bize ait olan uzunca bir zaman vardı. Dört yıl kadar... Bu ayrıca benim babama karşı ilk zaferimdi. "Zamanın uzun bir dilimi bizim..."

 

Üzerindeki sweatshirtü ensesinden tutup tek bir hamleyle çıkardıktan sonra, kıyafeti katlarken "Uzun zaman diye bir şey yoktur İzel. Zaman vardır, akar ve geçer. Önemli olan akıp geçen o zamanı senin nasıl değerlendirdiğindir." dedi. Katladığı sweatshirtü kenardaki koltuğun üzerine koyup bana döndü ve ellerini yatağa yaslayıp üzerime doğru eğildi. Yüzü yüzüme çok yakınken "Şimdi..." diye fısıldadı. "Bildiğim, çok iyi bagetler yapan bir yer var. Ayrıca kahveleri de çok lezzetli oluyor. Tatlıları da... Seni oraya götürmeme izin verir misin? Buraya yarım saat bilemedin kırk beş dakika uzakta..."

 

Nefesi yüzüme akarken ve gözlerimin içine böyle bakarken odaklanmak zordu. Konuşmak da... Kendimi yutkunurken buldum. Kasıklarım, dün gecenin zihnime dolan hatıralarıyla sızlamaya başlamıştı. Savaş sanki beni nakavt ettiğinin farkındaymış ve son darbeyi vuruyormuş gibi dudaklarını dudaklarıma bastırdı. Tam dudaklarımı aralayıp karşılık verecektim ki geri çekildi. Neredeyse sızlanacaktım bu hareketiyle. Neredeyse...

 

Konuşmak için aldığım nefes, bir iç çekmeye döndüğünde bu Savaş'ı gülümsetti ve geri çekilirken "Bunu evet olarak kabul ediyorum..." diye mırıldandı. O banyoda gözden kaybolurken bıraktığı etki de beraberinde gitmişti. Somurtarak yatakta oturmaya devam ettim. Bu böyle olmazdı, her noktada beni bu kadar kolay etkilememeliydi. Kendimi manipülasyona uğruyormuş gibi hissediyordum canım.

 

Yataktan kalktım ve ellerimi yukarı doğru uzatıp bir kez daha gerindim. Kendim için hazırladığım çantadaki birkaç çift pijama takımını es geçip Savaş'ın sweatshirtlerinden birini giymiştim. Uzun boyumdan dolayı kalçalarımı zor kapatıyor olsa da, Savaş'ın iriliği ve benim zayıf oluşum yüzünden bir hayli boldu. Kollarımı dirseklerime kadar sıvayıp yatak odasından çıktım. Kaldığımız suit odanın salonunun geniş bir penceresi vardı ve manzarası Eyfel Kulesi'ne bakıyordu. Planlarımın arasında Savaş ile oraya çıkmak da vardı. Tüm iğrenç derece romantik olan ne varsa, onunla yapmak istiyordum.

 

Amerikan tarzı olan mutfağa geçip kendime bir bardak su aldım. Dün gecenin hatıraları bir kez daha beni yakaladığında gülmeden edemedim. Pek planladığım gibi gitmemişti açıkçası. Benim planımda Savaş o müzeye ilk kez adım atıyor olacaktı ve onun için mükemmel bir sürpriz yapmış olacaktım. O hayran hayran eserleri izlerken ben de onu izlemeyi planlıyordum. Özellikle kapanış... İşin seks kısmını otele saklanmıştım ama planladığım diğer şeyler gibi o da yolundan sapmıştı. Doğruyu söylemek gerekirse hayatımda ilk kez bir şeyler yolundan bu kadar güzel sapmıştı. Unutulmaz olmasını istediğim anlar, şimdi daha da unutulmaz bir noktadaydı.

Suyumu içtikten sonra yeniden odaya döndüğümde Savaş'ı dişlerini fırçalarken bulmuştum. İki lavabo ve iki musluk vardı. Hemen yanına sokulup bende dişlerimi fırçalamaya başladım. Gerçekten çok acıkmıştım ve vakit kaybetmeye pek niyeyim yoktu çünkü dün gece hazırladığım o kadar yiyeceği yiyecek fırsatı pek bulamamıştık. Uzun süredir boştu yani midem. En son ne ve ne zaman yediğimi bile hatırlamayacak kadar uzun hemde... Ben aynadaki aksime odaklanmış bir hâlde dişlerimi fırçalamaya devam ederken birden suratıma çarpan birkaç damla suyla irkildim. Dönüp baktığımda Savaş'ı sırıtarak dişlerini fırçalamaya devam eder bir hâlde buldum. Çaktırmamaya mı çalışıyordu yani? Gözlerim kısılırken kendi tarafımdaki suyu açıp suyun avucuma dolmasını sağladıktan sonra yüzüne doğru fırlattım ama bunu beklediği için tabi ki de eğilip sudan kurtuldu. Sinirlerim bozulurken dişlerimi fırçalamayı bırakıp ona arka arkaya su atmaya başladım, aynı şekilde karşılık verdi. Hem kendimizi su darbelerinden korumaya çalışıyorduk hem de küçük çaplı su savaşımıza devam ediyorduk. Lavabonun her yerini su içinde bırakmıştık ama bu umurumuzda bile değildi, çünkü eğleniyorduk. Kahkaha seslerimiz birbirlerine karışarak duvarda çınlıyordu.

 

Gelen son darbeye karşı başımı hızla çevirdiğimde ıslak bir saç tutamı yüzüme çarpıp çarptığı yerde yapışıp kaldı. Savaş'tan çok benim ıslandığımı fark ettiğimde ellerimi teslim olurcasına kaldırıp gülüşlerimin arasında "Tamam..." diye bağırdım. "Tamam yeter..."

 

Gülerek bana uzanıp beni önüne çekti ve yüzüme yapışan o saç tutamını nazik hareketlerle aldı yüzümden "Sırılsıklam oldun..."

 

Gülsem bile kaşlarım çatmaya çalışarak "Kimin yüzünden acaba? Kocaman avucun var, su darbeleriyle dövdün beni resmen..." diye homurdandım. İşaret parmağıyla burnumun ucuna hafif bir fiske atıp "Drama queen..." diye dalga geçti.

 

Gülerek çıplak omzuna vurdum. "Açım diyorum. Geç kalmamak için gelmişim burada dişimi fırçalamaya çalışıyorum. Sen ne yapıyorsun Savaş?"

 

Savaş yoğunlaşan bakışlarıyla yüzüme bakarken bana doğru biraz daha eğildiğinde sesim kısılmıştı. "Ne yapıyormuşum?" diye sordu Savaş. Bu ikinciydi. Üzerimde var olduğunu bildiği etkisini kullanarak konuyu saptırmaya çalışıyordu. Bir elimi kaldırıp işaret parmağımı dudaklarına bastırdım ve başını geriye doğru ittim. "Bunu ikinci kez yutmam Savaş Bey."

 

Savaş utanmaz bir ifadeyle sırıtırken başını geriye çekip dudaklarını parmağımın baskısından kurtardı ve parmağımın ucunu dişlerinin arasına kıstırıp hafifçe ısırdı. Bir kez daha yutkunma ihtiyacıyla dolmuştum. Kendimi anda kalmaya zorlayarak parmağımı hızlıca dişlerinin arasından çektiğimde, kendinden emin bir halde "Var mısın iddiasına?" diye sordu.

 

Bu sorusuna gülmekle yetindim. Pekâlâ, beni etkisi altına alıp manipüle edebilecek gücü vardı üzerimde bunu inkâr edecek değildim. Ama en azından bu konuda yalnız da değildim. Ben ondan ne kadar etkileniyorsam o da benden o kadar etkileniyordu. Bilinen bu gerçeği sesli dile getirme gereği görmedim. Bakışlarım o an yüzünden göğsüne kaydı, anlamlarını deli gibi merak ettiğim tarih dövmelerine.

 

07/05/2002

 

21/09/2005

 

12/10/2007

 

18/11/2007

 

Her biri çok eski tarihlere aitti. Savaş anlamlarla dolu bir adamdı ve göğsüne kazıdığı bu tarihlerin de anlamlarının çok derin olduğundan emindim.

 

Baktığım yeri fark ettiğinde elime uzanıp aramızdan yukarı doğru kaldırdı ve parmaklarımı dövmelerin üzerine koymamı sağladı. Bakışlarım gözlerine çıktığında biraz önceki oyunbaz ifadenin dağıldığını gördüm. Başta boş görünüyordu bakışları ama o boşluğun altındaki acıyı yakalayabiliyordum.

 

Sertçe yutkunduktan sonra "Şu an değil ama küçüklüğüm için çok önemli bu tarihler... Hayatının özeti, bu tarihlere gömülü." diye fısıldadı. Konuşursa sesinin çatlayacağını hissettim bir an için. Anlatmasını bekleyerek sessiz kalmayı tercih ettim, konuşup yanlış bir şey söylemek ve onu bu andan kaçırmak istemedim.

 

Okyanusları dövmelerdeyken parmaklarımı dövmelerin üzerinde gezdirmemi sağladıktan sonra bir tarihin üzerinde durdu. Üstten ikinci sıradaki tarihti bu.

 

21/09/2005

 

Başını kaldırdığında aynısını bende yaptım ve gözlerimiz çakıştı. "Geçen gün fark ettim..." diye yeniden konuşmaya başladığında, gözlerinde yeni bir ışık vardı ve dudaklarında da hafif bir gülüş...

 

"Bu bizim ilk karşılaştığımız tarih..."

 

Nefesim kesildi. Söylediğini algılamakta zorlanan aklım yüzünden dudaklarım bir balık gibi aralandı ve şaşkın şaşkın yüzüne bakarken konuşamadım.

 

Savaş bu halime gülerken ben ne diyeceğimi bilemeyecek bir halde öylece ona bakmaya devam ediyordum. Savaş parmaklarını parmaklarımın arasına geçirdi ve elimin tersini göğsüne yaslayıp kalp atışlarını parmak sırtlarımda hissetmemi sağlarken, diğer kolunu da boynuma sarıp beni kendine çekti. Kalp atışları hızlı, sarılışı sıcaktı.

 

Başım boyun girintisine girdiğinde "Elbette başka bir anlam için yaptırdım o tarihi. ilk karşılaştığımız ana denk gelmesi sadece tesadüftü" diye açıkladı. Boştaki kolumu ince beline sararken boyun girintisine iyice sokulup "Neydi?" diye sordum merakla. Hâlâ şaşkınlığımı atabilmiş değildim. Bu tesadüf... Garipti. Adını koyabileceğim tek kelime buydu.

 

Bir süre sessiz kaldı. Konuşmayacak sandım ama konuştuğunda konuşmamış olmasını dilerdim.

 

"Sıra sır İzel... Benden bir sır aldın, şimdi sıra sende..."

 

Sonra eğilip başımın tepesine uzun bir öpücük kondurup beni banyoda yalnız bıraktı.

 

🎭💎

 

Saçlarımı tarayıp doğal dalgalarıyla serbest bırakmış ve hafifçe bir makyaj yapmış bir şekilde çıktım banyodan. Geriye bir tek üzerimi değiştirmek kalmıştı, sonra çıkıp Savaş'ın bahsettiği yere gidebilir ve güzel bir kahvaltı yapabilirdik.

 

Savaş'ı yatağın kenarında otururken buldum. Üzerine siyah bir sweatshirt altına da siyah bir kot pantolon geçirmişti. Elinde tuttuğu telefonunu parmaklarının arasında çeviriyordu ve gergin gibi duruyordu. Kaşlarım çatılırken gözlerimi ondan çekip yavaş adımlarla valizime doğru ilerledim. İçinden kıyafetlerimi alırken Savaş bir kez bile dönüp bana bakmamıştı, dalgın dalgın zemini izliyordu. Kucağımda duran kıyaferlerle ayağa kalkıp bir kez daha yüzüne baktım. "Bir sorun mu var?"

 

Sesimle mavilerini zeminden kaldırıp bana çevirdiğinde kesinlikle bir sorun olduğunu anlamıştım. Savaş bir an durakladıktan sonra başını iki yana salladı. "Hayır... Hayır bir sorun yok."

 

Banyoya yönelmiş olan adımlarım, yön değiştirip Savaş'ın önüne geldiğinde durdu. "Yalan söylediğinde bunu anlayabiliyorum, gözlerin seni ele veriyor." Pes edercesine omuzları çöktü ve gözleri yeniden yere kaydı. Usulca çöktüm karşısında ve kıyafetlerim kucağımda dururken elimi uzatıp dizine yasladım avucumu. "Sorun ne Savaş? Dün gece, bekâretini kaybettikten sonra yaptığından pişman olmuş biri gibi duruyorsun farkında mısın?" Biraz da olsa düşen yüzünü güldürmek için oyuncu bir sesle ekledim. "Hayır bakir biri olamayacak kadar tecrübeli olduğun belliydi ama belli mi olur?"

 

Gözlerini devirdi söylediğimle "İzel..." dedi son heceyi uzatarak. Sonra gözlerime bakıp "Güney aradı biraz önce..." diyerek açıklamaya koyuldu.

 

Güney'in adını duyduğumda gözlerimi devirmemek için kendimi zor tuttum. "Dün gece tam o esnada aramamasına şaşırmıştım zaten." diye yorumda bulundun. Bu Savaş'ı güldürdü. Ters ters yüzüne bakarken "Ne?" diye sordum. "Bizi bölmek gibi garip bir hobisi var. Yalan mı?"

 

Elini uzatıp yanağıma yerleştirdi ve "Bundan sonra zor böler..." diye mırıldandı. Bundan sonra bölmek gibi bir hata yaparsa ben onu ikiye bölecektim ve böylece hiçbir sorunumuz kalmamış olacaktı.

 

"Eee?" diyerek konuya geri dönmeyi tercih ettim. "Ne diyormuş paşamız?"

 

Yüzündeki gülüşü solarken "Sesi patlamaya hazır bir bomba gibi, bir şeyler söyledi ama pek anlayamadım. Delirmiş gibiydi. Sadece..." Durdu. Bir şeylerin onu rahatsız ettiğini gözlerinde görebiliyordum. "Yasemin'in onu Aksel ile aldattığını öğrenmiş..."

 

Söylediği şeyle gözlerim şaşkınlıkla irileşti. "Yasemin Güney'i Aksel ile mi aldatıyormuş?" diye sorarken hissettiğim şaşkınlık kanlı canlıydı sanki. Ama sonra Savaş'ın takıldığı noktanın bu olmadığını fark ettim. Sanki... Bu onu hiç şaşırmamış gibiydi. Sanki... Biliyor gibi...

 

Ağzımın içine yuvarlanan alt dudağımı dişlerim hafifçe sıyırdı. "Düzeltiyorum... Sen bunu biliyor muydun?"

 

Başını sallayarak onayladı beni.

 

"Ve bunu Güney'e söylemedin?"

 

Sert bir nefesle iç çekti, "Söylesem de inanmayacaktı zaten. Yasemin'e kör kütük aşıktı ve ona göre Yasemin ne derse doğruydu. En ufak bir şüpheye bile yer bırakmaksızın hemde." Konuşurken gözlerimin içine bakıyordu ama kahvelerimde geçmişi görür gibi bir hali vardı. Öfkeli gibiydi ama kendine mi yoksa Güney'e mi anlayamadım."Aramız berbat denecek kadar bozuktu..." diye devam etti cümlelerine. "Çünkü Güney beni asla dinlemiyordu. Eğer gidip Yasemin'in onu Aksel ile aldattığını söyleseydim alacağım tek cevap suratımda patlayan bir yumruk olurdu. Yumruk yemek inan sorun değil ama bu, zaten kötü olan aramızı daha da bozardı ve Güney benden tamamen kopardı. Altuğ bizim aramızdaki köprüyken, o zaman Altuğ'u da hayatından çıkarırdı. Ona göz kulak olmamın hiçbir yolu kalmazdı. Güney benim ailemden saydığım tek kişi. Onu tamamen kaybedemezdim, onu tamamen Yasemin'in pençelerine bırakamazdım İzel..."

 

Sesindeki çabayı, kendini açıklama ihtiyacını öyle iyi anlıyordum ki. Amacı kuzeninden böylesine sarsıcı bir gerçeği saklamak değildi, o sadece kuzeninden tamamen kopmaktan korkmuştu. Aralarındaki bağın ne kadar derin olduğunu biliyordum, hissedebiliyordum. Yani yaptığı şeyin nedenini anlayabiliyordum ve kesinlikle haklıydı.

 

Yine de bu cümleler, Savaş'ın gözlerinde gördüğüm ifadenin tam karşılığı değildi. Sanki, suçluluk vardı orada. Sanki... Bu cümlelerden sonra gelmesi gereken bir ayrıca varmış gibi hissettiriyordu o bakış. Merak beni içine çekmeye başlarken "Ayrıca?" diye sordum temkinli bir sesle.

 

Omuz silki, okyanuslarını topraklarımdan kaçırdığı ilk andı. "Ayrıca..." dedi yeni bir iç çekmeyle. "Ayrıca bunu hak ettiğini düşündüm. Yasemin'e öyle çok güveniyordu ki... Aptalcaydı. Birine güvenebilirsin evet. Ama Yasemin gibi birine hiçbir koşulda güvenilmez. Güney bu gerçeği göremiyordu. Yasemin'in Bade'ye yaptıklarına rağmen... O kızın sorunları var İzel. İstediği kadar tedavi olsun, iyileşemez o. Onun doğası böyle çünkü: o bir psikopat. Güney gözünün önünde yaşanan şeyi göremiyorsa, ya da görmeyi reddediyorsa ve koşulsuz ona güvenmeyi seçiyorsa, Yasemin'in ona yaptığı her şeyi de hak ediyordu diye düşündüm." Yüzünü buruşturdu. "Şimdi böyle söyleyince kulağa çok kötü geldiğinin farkındayım. Onu tamamen kaderine terk ettim..."

 

O kadar iyi bir kalbi vardı ki, öpülesiydi o kalp. Sonsuza değin sevilesi...

 

Hiçbir suçunun olmadığı şu konuda bile tüm suçu kendine yüklemeyi başarıyordu. Yaptığı şeyin nedeni değil, bir dolu nedenleri vardı ve hepsi de mantıklıydı. Bu kadar mantığa rağmen, Güney'den bunu sakladığı için kendini suçlu hissediyordu.

 

Uzanıp kollarımı boynuna doladım ve ona sarıldım. Omzuna yumuşak bir öpücük kondururken "İhtiyacın varmış gibi duruyordu..." diye fısıldadım pürüzsüz tenine doğru. Kollarını belime sarıp sarılışıma karşılık verdi. Bir elim saçlarının arasına karışıp, saçlarını okşarken "Haklısın Savaş..." diye fısıldadım boynuna doğru. "Yerinde kim olsa aynı şeyi yapardı. Susma kararını bir gecede almadığın, üzerine gecelerce düşündüğün o kadar belli ki, bu senin için de kolay olmamış olmalı. Bu söylediklerinin hiçbiri bahane değil, gerçekler. O yüzden kendini suçlama."

 

"Biliyorum..." diye fısıldamakla yetindi sadece. Bir süre orada o şekilde sarılarak oturduk. Bu ikimize de iyi geliyordu: sarılmak... Bizi birbirimizde dinlendiriyordu.

 

En sonunda kollarımı ondan ayırıp diz çöktüğüm için kaçalarımın altında kalan ayaklarımın üzerine oturdum. İki yanımda olan ellerini ellerimin arasına aldım ve baş parmaklarım güzel ellerinin üst taraflarını okşarken "Ne yapalım biliyor musun?" diye sordum. Sessizce beni izlemeye devam ederken ne dercesine tek kaşını kaldırdı. "Ben şimdi Alex'i arayayım, uçağı hazırlasınlar ve Türkiye'ye dönelim."

 

Bu sözlerimle kaşları çatıldı. Başını iki yana sallarken "Dün gece uyumadan önce yapmak istediğin bir dolu şey olduğunu söylemiştin, onları yapmadan gitmeyeceğiz..." diyerek karşı çıktı.

 

Omuz silktim, evet güzel planlarım vardı Savaş ve Paris ile ilgili ama... Sanırım biraz ertelememiz gerekecekti. Ertelemeye fırsatımız vardı en azından ve bence bu bile bir ayrıcalıktı. Bundan birkaç gün önce her saniyemiz altın değerindeydi, çünkü birbirimizden kopmak için sayılı zamanımız vardı. Şimdiyse bütün zamanlar bizimdi.

 

"Bedenin burada, benim yanımda olsa bile... Aklın Güney'de kalacak. Bunu istemiyorum. Planlarımı gerçekleştirirken seni bütünüyle yanımda istiyorum, gezimizden birlikte keyif alalım, sadece ikimizi kapsayan anılar biriktirelim." Sonra dudaklarım kıvrıldı ve ağzımdan bir gülüş kaçtı "En azından Savaş... Sana yalvarıyorum en azından Güney bunu bölemesin."

 

Sözlerim onu da güldürdü. Bir süre sessiz kalıp düşündü, ifadeleri temkinliydi. "Emin misin?" diye sorarak böldü en sonunda sessizliğini. Kararlı bir şekilde başımı sallayarak onayladım onu. Uzanıp dudaklarını dudaklarıma bastırdı ve kısa ama sert bir öpücük verdi bana. Ardından alnını alnına yasladı. "Çok teşekkür ederim..." derken sesinden akan minneti tenimin altına işliyordu. Gülümsemekle yetindim.

 

O andan yalnızca iki saat sonra Alex'in karşısında oturmuş, özel uçağın bulutların arasında süzülüşünü izliyordum. Kısa ama mükemmel tatilimiz buraya kadardı demek ki. Paris'e ayak basalı yirmi dört saat bile olmamıştı ama tüm bu plan sapmalarına rağmen kendimi o kadar iyi hissediyordum ki. Dinlenmiş, iyileşmiş ve onarılmış... Yeni bir ben gibi... Bunun nedeni neydi bilmiyorum ama daha önce kendimi hiç bu kadar iyi hissetmemiştim. Sanki içimde yeni bir ben doğuyordu ve ben o yeni kişiliğimle tanışıyordum.

 

Bu his... Beni kendine bu denli alıştırırsa eğer sonunda beni zehirleyeceğinin de farkındaydım. Acılar; ruhlarımıza sonsuza değin bir yükken, mutluluklar hiçbir zaman uzun vadeli olmazdı. Aksine bir kelebeğin ömrü kadar olurdu mutluluk. Gelir ve giderdi. Ve sen, tıpkı kelebeğin güzelliğinin farkında olmayışı gibi, o mutluluğun gerçekten nasıl bir his olduğunun hiç farkında olmazdın. Çünkü; mutluyken bile mutluluğumuz acılarımızla, endişelerimizle, korkularımızla baltalanırdı.

 

Mutluluk gelirdi de... Hep bir kolu kanadı kırık olurdu.

 

💎🎭

 

Gece Hancı, yoğun ve sıkıcı bir trafikle, otuz dakika sürecek yolu bir buçuk saatte ancak aşarak navigasyonda yazan adrese gelebilmişti. Dua ettiği tek şey, aynı yakada oturuyor olmalarıydı. Köprüler bu yola dahil olsaydı eğer, bu sürenin daha da uzayacağından emindi. İstanbul trafiği korkunç bir şeydi.

 

Güneş yavaş yavaş gökyüzünden çekilip yerini karanlığa bırakmaya başlarken geldiği yere baktı. Şehrin kalabalığından uzak, tatil köyünü andıran bir yerdi burası. Beton binalar olabildiğince az, doğa olabildiğince fazla... Site düzeni yoktu, şahsi mülklere inşa edilmiş müstakil evlerle doluydu. Tıpkı önünde durduğu ev gibi... İki katlı, modern, lüks ama bir o kadar da mütevazı görünen bir evdi. Işıklandırması onu yeterince görmesini sağlıyordu. Yol kenarı boyunca örülmüş, yalnızca beline kadar gelen bahçe duvarları, evin sınırının bir hayli geniş olduğunu gösteriyordu. Duvarların üzerleri; duvarı omuz hizasına kadar çıkaran, yeni budandığı belli olan taflan bitkisiyle donatılmış, bitkilerin arasına belirli aralıklarla beyaz ışıklı sokak lambaları döşenmişti.

 

Derin bir nefes aldı genç adam ve içeriye girmek için şansını denemek adına, siyaha boyanmış bahçe kapısının önünde durdu. Kapının üst kısmındaki parmaklıklardan kolunu uzatıp sürgüyü açtığında, büyük kapının içindeki küçük kapı sessiz bir tıslamayla açılmıştı. Bir an kendini mayınlı bir araziye giriyor gibi hissetse de bu onu durdurmadı. Zira böyle hissetmesi de oldukça normaldi. Daha dün, bu şekilde girdiği ev büyük bir patlamayla yok olmuştu, az daha beraberinde Gece'yi de yok edecekti.

 

Açılan kapıdan içeriye, bakımlı bahçeye adımını attı. Bahçenin bir köşesinde, sonbahar yüzünden yaprakları dökülmüş ağaçlar vardı. İki ağacın arasındaki bir hamak, çöken akşamın karanlığında uzun süredir yalnızlığa terk edilmiş gibi duruyordu. Bir başka köşedeyse duvar boyunca ilerleyen, özenle dikilmiş ve etrafa mis gibi kokular yayan bembeyaz güller vardı... Sonbahara inat bembeyaz çiçekleriyle süslüyorlardı bahçeyi. Onun dışında boştu bahçe. Yerdeki çimler yeni biçilmişti. Burası ile ilgilenen her kimse, işini hiç aksatmıyor ve temiz bir işçilikle çalışıyordu belli ki. Öyle ki bahçe kapısından eve ulaşan; kalın, taştan parkelerle döşenmiş yolda, çimler yeni biçilmesine rağmen tek bir çimen tanesi yoktu. Bahçe duvarındaki sokak lambalarının uzun versiyonları yol kenarına da belirli aralıklarla yerleştirilmişti.

 

Bahçe yolunda ilerlerken adımlarını sekteye uğratan şey, evin önündeki geniş alanda park edilmiş araba oldu. Siyah wrangler model bir jeep vardı. Dudağının köşesi kıvrıldı büyük arabaya bakarken.

 

"Tam da sahibine göre..." diye mırıldandı kendi kendine. Yazgı Deha Yaman... O, kanlar içinde bir kan kraliçesini andıran kadından, kibar küçük bir spor araba elbette bekleyemezdi.

 

Gözleri arabaya takılı kalmışken birden ayak bileğinde bir ıslaklık hissetti ve aşağı eğilip baktığında gördüğü şeyle gözleri irileşti. Doberman cinsi bir köpek, ayak bileğine salyalarını bulaştıra bulaştıra onu kokluyordu. Köpeklerden korkmak gibi bir huyu yoktu Gece'nin ama kulakları dik bir hâlde, arada hırlayarak onu koklayan bu köpeğin gözlerini yüzüne diktiğini görünce ister istemez irkildi.

 

Köpek iki adım geri çıkıp dört ayağının üzerinde dururken Gece'nin yüzüne bakıp havlamaya başladı, dişlerini göstere göstere havlaması onu daha vahşi gösteriyordu.

 

Gece köpeği sakinleştirmek için tek dizinin üzerine çöküp, "Sakin ol köpekçik..." diye mırıldandı. Elini uzatıp başını okşamayı istiyordu ama bakışlarındaki o tehlikeli ifade durduruyordu onu. O ifade, sanki elini uzatsa anında o eli kapacakmış gibi bir his veriyordu.

 

Köpek bir kez daha havladığında evin arka tarafından iki tane daha köpek çıktı birden ve havlayarak genç adamın üzerine doğru koşmaya başladılar. Hızla ayağa kalktı Gece, işte şimdi endişelenmeye başlamıştı. Çünkü önünde duran köpek dişiydi ve yaklaşmakta olanlardan daha uysal görünüyordu. En azından onları görünce bu köpeğin aslında ne kadar da uysal olduğunu anlamıştı. Çünkü diğerleri normal bir şekilde havlamıyor, resmen saldırmak için an kolluyor gibi hırlıyorlardı. İki erkek doberman...

 

Aralarında çok az bir mesafe kalmıştı ve köpekler duracakmış gibi durmuyorlardı. Gece tam arkasını dönüp kapıya doğru koşmak için harekete geçecekti ki bir ıslık sesi havayı doldurdu ve köpekler koşmayı kesti. Şimdi üçü de yan yana duruyor ve dişlerini göstere göstere Gece'ye bakıyorlardı.

 

"Ted, Charles, Jane... Buraya gelin."

 

Köpekler, komutu ikiletmeden arkalarını Gece'ye dönüp sesin sahibine doğru koşmaya başladılar. Gece, ela gözlerini kaldırdığında Yazgı Deha Yaman'ı karşısında buldu. Köpekler hemen önünde bir barikat kurmuş, oturuyorlardı. Gece'den uzaklaşmışlardı ama her an yeniden saldırıya geçmek için hazır gibi görünüyorlardı. Tek bir hoşlarına gitmeyen hareket, belki de bunu bekliyorlardı.

 

"Ted, Charles, Jane..." diye tekrarladı Gece. "Bu isimler bana nereden tanıdık geliyor?"

 

Yazgı, eğilip köpeklerinin kafalarını sırayla okşarken omuz silkti. "Bilinen en kötü seri katillerden üçü: Ted Bundy, Charles Manson, Jane Toppen. Maya'nın fikriydi."

 

Gece niyeyse bu fikri hiç yadırgamadı. Söz konusu bu kadınlar olduğunda ona her şey normal gelecekti sanırım. Köpeklerin inmiş kulaklarından ve Yazgı'nın varlığıyla artık sadece dilleri dışarı sünmüş bir halde nefes alışverişlerinden cesaretlenip Yazgı'ya doğru bir adım attı, ancak anında köpeklerden biri kulaklarını dikip havladı.

 

Yazgı bu hareket ile gülerken, o köpeğin başını okşamaya koyulup "Sakin ol Ted..." diye mırıldandı. "O bana zarar vermeye kalkmadan onu öldürmüş olurum." Köpek duyduğundan memnun bir şekilde kafasını Yazgı'nın eline yasladığında Gece gözlerini devirdi. İsimlerini kesinlikle hakkıyla taşıyorlardı.

 

Yazgı köpeklerine hitaben, "Hadi bakalım, içeri..." dediğinde köpekler ayaklanıp geldikleri noktadan kayboldular. Mükemmel şekilde eğitilmişlerdi.

 

"Güzel köpekler..." dedi Gece, bir an Yazgı ile karşı karşıya kalınca ne demesi gerektiğini bilemeyerek... Yazgı köpeklerinin arkasından bakarken "Öyleler..." demekle yetindi. Ses tonunda ondan beklenmeyecek bir yumuşaklık vardı. Sanki köpekleri onun gerçekten çocuğuymuş gibi... Ardından keskin kahverengi gözleri Gece'yi buldu. "Burayı nasıl bulduğunu sormayacağım... Neden buradasın Gece Hancı?"

 

Gece, asıl konuya dönmenin rahatlığıyla "KittyWhite'ı arıyordum." diyerek açıkladı kendini. "Ufak bir konuda yardımına ihtiyacım var da."

 

Yazgı ellerini ince beline yerleştirdi. Bacaklarına geçirdiği boru paça pantolonu, askılı bluzu ve önündeki düğmeleri bağlanmış, bir omzu hafifçe düşmüş, bol, örgü hırkasıyla zarif, masum ve hatta narin bir kadın gibi görünüyordu. Dümdüz fönlenmiş uzun saçları omuzlarındam aşağı doğru salınmıştı ve yüzünü renklendiren hafif bir makyajı vardı. Bu görüşün aldatıcılığını ilk elden tecrübe etmişti Gece Hancı. Bu kadın kesinlikle tehlikeliydi.

 

"Böyle mi olacak yani? Başınız her sıkıştığında artık bizi mi bulacaksınız?" diye sordu Yazgı alaylı bir sesle kaşlarını kaldırarak. Ağırlığını bir ayağının üzerine verip beline koyduğu ellerini çözdü ve kollarını göğsünde kavuşturdu. "Aramızda bu kadar samimiyet oluşmuş muydu ki?"

 

Gece'nin dudakları, ne diyeceğini bilememenin getirisiyle aralandı. Şu an, köpeklerin üzerine saldırdığı andan daha çok gerildiği andı işte...

 

Sonra birden Yazgı gülmeye başladı. Göğsünde toplu olan kollarını çözüp önüne gelen bir tutam saçını kulağının ardına iterken "Sadece şaka yapıyorum." dedi. Sessiz gülüşüyle omuzları sallanıyordu. Gerilimin bedenini terk ettiği anı hissetti Gece ve üzerine çöken rahatlamayı... "Maya kulüptedir şimdi..." diyerek konuşmaya devam etti Yazgı. "Bende oraya gidiyordum. Burada bekle, çantamı alıp geliyorum. Ben önden giderken beni takip edersin."

 

Başı ile onaylamakla yetindi Gece. Çok değil, birkaç dakika sonra Yazgı arabasıyla önden giderken Gece, kendi aracıyla onu takip ediyordu.

Trafiksiz, ara sokaklardan geçtikleri on on beş dakikalık bir yolculuğun ardından ilk Yazgı, onun hemen yanına da Gece arabasını park etti. Şehrin lüks görkeminden oldukça uzak bir yerdi burası. Yan yana dizilen binaların çoğunun boyası solmuş, sıvaları dökülmüştü. Bazı binalarda derin çatlaklar vardı, sanki dokunsan yıkılacak gibi duruyorlardı. Evler birbirinden uyumsuz ve eskiydi. Modern kültür buraya uğramamış gibi.

 

Etrafındakilere nazaran daha bakımlı duran yapıya baktı. Tek katlı büyük bir yapıydı, fuar alanı gibi duruyordu. Beyaz boyalı duvarların yeni boyadığı belliydi. Önünde çift kanatlı demir bir kapı vardı, kapının hemen üzerinde büyük kırmızı bir tabela asılmıştı ve tabelada Dinçer Dövüş Kulübü yazıyordu.

 

Yazgı, arabasından çantasını aldıktan sonra arabayı kilitledi ve başıyla ileriyi işaret edip giriş kapısına uzanan merdivenleri tırmanmaya başladı. Gece onu takip ederken genç kadını inceliyordu. Onu görmüştü, bir öğrenci, çaylak olamayacak kadar iyi dövüşüyordu. Burada eğitmen olmalıydı.

 

"Ufaklık nasıl?"

 

Kapıdan geçtikleri esnada gelen bu soruyu duyması düşündükleri yüzünden biraz zamanını aldı. "Hangisi?" diyerek soruya soruyla cevap verdi genç adam. Gözleri Yazgı'dan içine girdikleri binaya kaymıştı yeniden. Dar bir hole çıkmışlardı ve uzun holün duvarlarında çeşitli dövüşçülerin, dövüş esnasında, mükemmel açılarla çekilmiş posterleri asılıydı. Tanıdık değillerdi, onların eğitilen öğrenciler olduğunu düşündü. Yine de bir yerlerde kupalar, madalyalar görmeyi beklemişti. Genelde öyle olurdu çünkü. Daha girişte sergilenirdi kazanılan başarılar bu tarz kulüplerde.

 

Gece'nin cevabı Yazgı'yı güldürürken "Sende haklısın..." dedi genç kadın. "İkisi de ufaklık. Ama yaralı olandan bahsediyorum, yani Damla'dan. İzel'in iyi olduğundan eminim."

 

Gece bir an durup yanındaki kadının yüzüne baktı. "Gayet iyi..." diye cevap verdi ilk sorusuna. Ardından aklından geçen şey diline döküldü. "İsim hafızan çok iyi." Genç kadın, onun duruşuna aldırış etmeden ilerlemeye devam ederken, "Hayatta kalmanın ilk kuralı bu değil midir?" diye sordu. "Hatırlamak..."

 

Holün bitiminde onları karşılayan şey, aşağı doğru uzanan bir merdiven oldu. Ayrıca yanlarındaki duvara açılan karşılıklı iki kapı da vardı. Gece bir an kapıların ardını merak etse de bu merakını göz ardı edip Yazgı'yı takip etmeye devam etti. Merdiveni döndüklerinde "Rakibinizin..." diye bağıran bir kadının sesi duyuldu. Ardından aynı ses "Sizden güçlü olmasını bir dezavantaj olarak görmeyin. Evet sizin için bir dezavantaj, ama bunu düşünürseniz daha baştan kaybettiniz demektir."

 

Büyük alan görüş açısına girdiğinde doğruyu söylemek gerekirse şaşırmıştı Gece. Büyük alanın ortasında bir koridor oluşturulmuş, koridor kenarı boyunca karşılıklı olacak şekilde dövüş kafesleri yerleştirilmişti. Altı bir tarafta altı bir tarafta olmak üzere toplam on iki taneydi. Kafeslerden sonra onları karşılayan alanda çeşitli spor aletleri bulunuyordu ki geneli vücut geliştirmeye odaklı aletlerdi. Ve kafeslerin arkalarında, duvar boyunca sıralanan çeşitli kum torbaları vardı.

 

Kızlı erkekli kalabalık bir grubu, bir kafesin etrafına toplanmış bir halde buldular. Kafesin içinde, açık sarı saçları sımsıkı atkuyruğu toplanmış, üzerine geçirdiği bol siyah eşofman altı ve siyah dar askılı bluzuyla Maya dikiliyordu. Hemen yanında iri ve uzun boylu bir adam dikiliyordu.

 

Maya yanındaki adama bir baş hareketiyle işaret verdiğinde adam karşısına geçti. Elini ileri doğru uzatıp, adama gel gel yaptığında adam tüm gücüyle Maya'nın üzerine atladı ama Maya'nın çok daha farklı bir planı vardı. Adamla aynı anda hareket edip adama doğru ilerlerken, adamın aksine bedenini yere atıp, rakibinin bacaklarının arasından diğer tarafına geçti. Hızla ayağa kalkıp adamın diz kapağının arkasına sert bir tekme attığında rakibi beklemediği bu hareketle tek dizinin üzerine çöktü. Maya beklemeden diğerine de aynı tekmeyi atıp adamı tamamen diz çöktürmüştü ve tüm bunlar yalnızca birkaç saniye içinde olmuştu. Şaşkındı Gece Hancı. KittyWhite adıyla tanıdığı dünyaca ünlü bir hackerdı o ama sanırım bir hackerdan çok daha fazlasıydı.

 

"Zayıf olmanız sizin dezavantajınızsa, hızınızla bunu kapatabilirsiniz. Bahaneniz yok, kazanmak istiyorsanız, bahaneleri bir kenara bırakmak zorundasınız."

 

O, onu hayranlıkla izleyen öğrencilerine seslenirken Gece hemen yanında yürümeye devam eden Yazgı'ya döndü. "Doğruyu söylemek gerekirse, onun dövüşebileceğini düşünmemiştim."

 

Yazgı gözlerinin ucuyla bakmakla yetindi Gece'ye ve yeniden önüne dönerken "Hâlbuki beni eğiten kişinin ta kendisidir Maya..." dedi. Bu Gece'yi daha çok şaşırtmıştı.

 

Kalabalığa yaklaştıklarında "Düzeltmeme izin verin..." diye seslenerek varlıklarını belli etti Yazgı. Koyu kahverengi gözleri kalabalıkla Maya arasında geziniyordu. "Kumitede hayatta kalmak istiyorsanız bahaneleri bir kenara bırakmak zorundasınız. Yoksa ölürsünüz."

 

Kumite diye geçirdi içinden Gece. Ne anlama geliyordu ki bu?

 

Maya'nın keskin bakışları öğrencilerinden gelen ikiliye kaydığında yüzündeki ciddi ifade delindi ve dudağının bir köşesi çarpık bir gülümsemeyle kıvrıldı. Ellerini bir kez birbirine vurup "Bugünlük bu kadar..." diye bağırdı yeniden öğrencilerine. Ardından onun için açılan kafesten dışarı çıkıp üç basamaklı merdiveni indi.

 

Çocuklar rahat bir nefes eşliğinde gruplar halinde çıkışa doğru ilerlerken Maya karşılarında durdu. Dudakları zarif bir gülümsemeyle kıvrılmış, sorgulayıcı bir ifadeyle ikiliyi süzüyordu. İlk konuşan Yazgı oldu. Eliyle Gece'yi işaret edip "Yardımına ihtiyacı varmış." diyerek durumu açıkladı.

 

Buna hiç şaşırmamış gibi normal bir tavırla gülümsemeye devam ederken "Elbette..." diye mırıldandı genç kadın. "Sorun nedir?" Sesinden akan özgüven elle tutulur cinstendi.

 

Diliyle alt dudağının üzerinden geçen Gece, sonunda konunun burada olmasının asıl nedenine gelmesiyle rahat bir nefes aldı. "Alfonso'nun sistemiyle kurulan bir güvenlik duvarını yıkıp, bir videoyu silmemiz gerek..."

 

İşte bu cümle genç kadının gülümsemesini yüzünde dondurmuştu. "Alfonso mu?" diye sorarken duyduğu şeyden emin olmak istiyor gibiydi. Biçimli kaşları çatılmıştı hafifçe. Başını bir kez sallayarak onayladı Gece onu.

 

Maya, kollarını göğsünde toplayıp bir elinin işaret parmağıyla alt dudağına vururken bakışları sorgulayıcı bir hâl aldı. "Kendinizi, Alfonso gibi bir belaya bulaştıracak kadar neyin içine düşürdünüz?..." Sonra yüzünü buruşturup kollarını çözdü ve başını iki yana salladı. "Hayır... Hayır, merak etmiyorum. Tamam, söylediğin kolay. Ama bu sana pahalıya patlar."

 

Kolay olup olmadığını birazdan göreceğiz diye geçirdi içinden Gece. Çünkü kolay hiçbir tarafı yoktu bu işin. Saatlerini harcamıştı ama çıkar bir yol bulamamıştı, bu yüzden buradaydı ya zaten...

 

"Para hiç sorun değil..."

 

Genç kadın gülümsedi.

 

"Bende öyle düşünmüştüm..."

 

💎🎭

 

Maya'nın özgüveninin darbe alışını büyük bir keyifle izlemişti Gece Hancı. Kolay dediği o işin aslında hiç de öyle olmadığını görmek, genç kadını bozguna uğratmıştı. Zorluk karşısında fiyatın iki katına çıktığını söylemesi Gece'yi tabi ki vazgeçirmemişti. O video öyle ya da böyle silinmek zorundaydı. Bir noktadan sonra bu Maya için de iş olmaktan çıkmış, inada bindirdiği bir konu haline gelmişti. Onlarca bilgisayar... Onlarca ekran... Her birini özenle ayarlayıp aynı anda saldırmıştı duvara. Dört bir yandan virüsler ağda delik açmaya ve en sonunda o duvarı parçalamaya gayret ediyordu.

 

Ve Gece'de bir köşede, videonun sistemde kaldığı her dakika dağılan kopyalarını temizliyordu.

 

Uzun uğraşlar sonunda başardıklarında genç kadın sevinçle bir çığlık atmıştı. Gece ise sadece gülümsemekle yetinmişti. Üzerinden bir yük kalkmıştı çünkü. Videonun tamamen silindiğinden emin olmak için defalarca kez kontrol etmişti ve işte... Artık videodan eser yoktu. Ayrıca Maya, ara ara kontrol edeceğinin, yeniden yüklenme ihtimaline karşı tetikte olacağının da garantisini vermişti. O video artık bir kez daha hiçbir yerde yayınlanamayacaktı.

 

Herşey bittiğinde Gece eşyalarını toplamış ve bu mahzene indikleri merdiveni kullanarak üst kata çıkmıştı. Evet geldikleri o binadaydılar hâlâ, kafeslerin olduğu katın altında bir odalık bir kat daha vardı. Ve o odanın içi Gece'nin daha önce hiç görmediği kadar harikalarla doluydu. Teknolojinin kalbi gibiydi orası ve gece hayran kalmadan edememişti. KittyWhite boşuna KittyWhite olmamıştı, namının hakkını kesinlikle veriyordu.

 

Maya ile birlikte kafeslerin olduğu kata çıktıklarında bu kez alanı bomboş buldular. Boşlukta çınlayan yumruk ve darbe sesleri, bir kafesin içinde dövüşen Yazgı ve tanımadığı bir adamdan geliyordu. Birbirlerinin darbelerini öyle iyi karşılayıp öyle iyi karşılık veriyorlardı ki, kafesin içinde su gibi akıyorlardı resmen.

 

"Bu sene turnuvaya katılacak dövüşçümüz..." diye açıkladı Maya Gece'nin baktığı yönü fark ettiğinde. "Kumite dövüşçülerini Yazgı eğitir."

 

Kumite'nin ne olduğunu o zaman anladı Gece. Bir dövüş turnuvasıydı. Kafası karışmış bir halde kafesteki ikiliden ayırdı gözlerini ve Maya'ya çevirdi yeniden. "Yazgı'nın eğitmeni sensen, turnuvaya katılacak olan dövüşçüyü de senin eğitmen gerekmez mi?"

 

Bu kez kafese gözlerini diken Maya oldu. Elaya çalan yeşil gözlerinde gururlu bir ifade vardı. Bu gurur beden diline de yansıdı ve duruşu dikleşti. "Yazgı'nın eğitmeni benim evet ama ben hiç Kumite'yi kazanamadım, oraya katılacak cesaretim bile olmadı. Oysaki Yazgı o turnuvayı iki kez kazandı. O, Kumite'de iki kez şampiyon olan ilk ve tek kişi." Sonra gurur dolu bakışları Gece'ye döndü. "Yani anlayacağın Gece Hancı, Boynuz kulağı geçeli çok oldu. Şu an Yazgı ile aynı kafese girsem, beni saniyeler içinde mindere gömer."

 

🎭💎

 

Saat on biri geçiyordu ve Gece Hancı daha yeni evinin olduğu sokağa girebilmişti. Sokakta gördüğü tanıdık arabalarla dudaklarından bir küfür savruldu. Çok yorulmuştu ve kimseyle uğraşacak hali yoktu ama anlaşılan daha uğraşması gereken bir dolu şey vardı.

 

Evinin bahçe kapısı kayarak açılırken aklındaki düşünceler tamamen bu işten en kolay nasıl sıyrılırım ile alakalıydı. Herkesi birkaç dakika içinde susturacak bir plana ihtiyacı vardı. Bir an eve girmeden geri dönüp geceyi bir otelde geçirmeyi düşündü ama bu da bir çözüm değildi. Ne kadar çabuk o kadar iyi diye mırıldandı kendi kendine ve Damla'nın arabasının yanına kendi arabasını park edip araçtan çıktı.

 

Adımları eve doğru ilerlerken, merdivenin karanlık bir köşesinde oturan küçük bir bedenin karanlık bir silüetini görmek adımlarını yavaşlattı ve durdurdu. Kısa bir an kapıyla bakıştıktan sonra adımlarının yönünü değiştirip bedenini yanında durdu Hazal, titreyen ellerinde tuttuğu telefonuyla öylece merdivende oturuyordu.

 

"İyi misin?" diye sorarken buldu kendini Gece. Ardından usulca yanına oturdu. Bu haberi ilk duyan olmayı hak eden biri varsa o da Hazal'dı. Genç adamın içindeki suçluluk hâlâ oradaydı ve uzun bir süre de gitmeyecek gibi duruyordu.

 

Gece'nin sesiyle irkilen genç kız, başını yasladığı duvardan kaldırıp yan tarafına çevirdi ve kızarmış mavi gözleri Gece'nin elalarını buldu.

 

"Silindi mi?" diye sorarken sesindeki korku ve zayıflık o kadar barizdi ki... Silinememesinden delicesine korkuyor olmalıydı. Bir erkek için o kadar da büyük bir sorun değildi belki bu durum ama bir kadın için fazlasıyla zordu. Hazal'ın bu konulardaki tabutlarına kendi gözleriyle şahit olmuştu. İzel'i aramak için onun evine gittiği gün... Odasına girmemesi için canını dişine takarak direndiği o gün, sadece askılıktaki iç çamaşırlarının görüneceği düşüncesiyle dehşete düşmüştü bu kız. Böyle bir durumun Hazal için ne denli büyük bir yıkım olduğunu ablayabiliyordu.

 

"Silindi..." derken Gece de rahat bir nefes almıştı. Ya silinemedi demek zorunda kalsaydı? Ya silmeyi beceremeselerdi? Başarısızlık tahammül edemediği bir şeyken, onun başarısızlığının bedelini hiç günahı olmayan masum birinin ödemesi kesinlikle katlanılamazdı.

 

Damla ellerini yüzüne kapatıp "Allah'ım sana şükürler olsun..." diye dualar eşliğinde ağlamaya başladığında Gece ne yapacağını şaşırmıştı. Böyle bir durumda ne yapılırdı ki? Hiçbir şey yapmadan öylece durmayı tercih etti. Ağlayan İzel ya da Damla olsaydı ne yapacağını bilirdi ama söz konusu bir başkasıyken bildiği tüm ezberler bozuluyordu. Bu zamana kadar yanında ağlayan biri olmamıştı çünkü. Bu zamana kadar İzel ve Damla dışında biriyle üç beş kelimeden daha fazlasını konuşacak kadar bile yan yana durmamıştı.

 

Hazal derin bir iç çekmeyle göz yaşlarını sildiğinde "Bitti mi?" diye sordu Gece. Genç kız anlamamış gibi Gece'ye baktığında "Ağlaman diyorum..." diyerek açıkladı kendini. "Bitti mi? Bittiyse içeri girelim çünkü sen..." Gözleri genç kızın ince gömleği ve kısa eteğinde oyalandı. Bu haline onaylamaz bir bakış atarken "Bu havada bu halde dışarı çıkmışsın, kim bilir ne zamandır burada oturuyorsun. Hasta olacaksın." diye homurdandı. Ardından gözleri eve kaydığında dışarıdaki arabaları hatırladı. "Ayrıca benim de daha uğraşmam gereken bir dolu şey var..."

 

"Aslında..." diyerek yeniden Gece'ye çevirdi bütün ilgisini Hazal. "Burada beklememin nedeni buydu. Yani diğerlerinden önce, araya kaynamasını istemediğim bir konuyu seninle konuşmak." Gece'nin gözleri sorgulayıcı bir ifadeyle genç kıza kaydığında Hazal devam etti konuşmaya. "Okul, internet sitesi üzerinden yapılan işlemleri kabul etmiyor, elden kendi elinle dilekçe yazıp ıslak imza ile öğrenci işlerine teslim etmen gerekiyor ve aynı şekilde verilen onay belgesini de bizzat kendin teslim almalısın..." Yutkundu Hazal. Hayallerinden vazgeçiyor olmak onun için öyle zordu ki. Yanağına doğru kayan bir damla yaşı eliyle sildi. Dudağını yaladığında gözyaşlarının tuzlu tadı damağına yayılmıştı. Sanki acısının tadıydı bu. "Ben bundan sonra o okula bir daha adımımı atamam..." diye fısıldadı. Gözünün önünden bütün emekleri geçerken konuşmak onun için çok güçtü. "Senden rica etsem... Yarın okula gittiğinde kaydımı dondurabilir misin? Dönem ortasında, sınavlara sayılı günler varken yatay geçiş hakkım yok. Bu yüzden aklıma şu anlık sadece bu geliyo..."

 

"Yani kaçıyorsun doğru mu anlıyorum."

 

Hazal'ın cümlesi bu soruyla kesildiğinde genç kız bir an duyduğu şeyden emin olamadı. Yüzü afallamış bir ifadeye büründü ve dudakları diline takılan, devam edemediği kelimelerin ağırlığıyla aralandı. "Anlamadım?" derken sesi boğuk çıkmıştı.

 

"Bence gayet iyi anladın..." dedi Gece. Şimdi sesi kızgın geliyordu. Yaşanan her zorluğun çözümünü kaçmakta bulan insanlara tahammül edemiyordu. Belki de ona öğretilen şey, her halükârda savaşmak olduğu içindi. Bilmiyordu genç adam. Ama bildiği tek bir şey vardı; o da bir şeylerden kaçarak yaşanmayacağıydı. Hayatın amacı buydu zaten. Savaşmak ve kazandığın her savaşta daha güçlü ayağa kalkmak. Öldürmeyen acı güçlendirirdi çünkü insanı.

 

"Anlamıyors..." diyecek oldu Hazal ama "Hayır sen anlamıyorsun!" diyerek onu bir kez daha böldü Gece. "Eğer kaçarsan onlara istediğini vermiş olursun. Onların iki günlük eğlence malzemesi olup sonra unutacakları bir durum için, kendi boş yere yakmış olursun. Ne kadar çabaladın o okulu kazanmak için?"

 

Sorusu havada asılı kaldı Gece'nin. İkisi de cevabı biliyordu çünkü. Çok çabalamış, çok çalışmıştı."

 

Hazal derin bir nefes aldı. Onun için yeterince zor olan bu durum için, bir de yersiz bir yargılanmayla karşı karşıya kalmayı reddediyordu. Kolay almamıştı bu kararı ve nedenleri vardı. Çok sağlam nedenleri.

 

Biraz soğuktan, biraz da hissettiği korku ve acıdan titreyen elleriyle telefonunun kilidini açıp çıkan ekranla birlikte telefonu Gece'ye doğru uzattı. "Ani alınan bir karar değildi..." diye fısıldadı bakışlarını onune çevirirken. Gözleri, çimlenlerin içinde pembe minik yapraklarıyla hayata tutunmaya çalışan yabani bir çiçeğe dikilmişti. Gece geldiğinde de o çiçeği izliyordu. "Kaçmak istiyorum çünkü bunlarla baş edebilecek kadar güçlü değilim."

 

Gece ona uzanan telefonu aldığında ekranda bir mesajlaşma uygulaması açıktı. Onlarca yeni mesaj vardı ve açtığı her mesajda birbirinden ahlaksız imalar, teklifler kol geziyor; o mesajlar iğrenç, açık saçık, müstehcen resimlerle daha da kirli bir boyuta ulaşıyordu. Taciz boyutunu bile aşan bir durumdu bu, düpedüz istismardı. Burnundan sert bir nefes döküldü genç adamın. Videoyu telefonundan silmemekte ısrarcı birkaç kişi radarına takılmıştı ve şimdi o listeye bir dolu isim daha eklenmişti. Telefonu avucunda sıkarken "Bunları bana bırak..." dedi yosun tutmuş denizlerini Hazal'ın mavilerine dikerken. "Ve okulu dondurmayı unut, yarın bizim kızlarla birlikte okula gideceksin."

 

Sonra oturduğu yerden kalktı ve Hazal'ın kolunu tutup onun da kalkmasını sağladıktan sonra birlikte eve girdiler. Salonda sus pus bir şekilde oturan dörtlü, onu beklediklerini belli edercesine gözlerini kapıya dikmişlerdi.

 

Gece Hancı'nın o an aklına tek bir şey gelmişti. Her birine ayrı ayrı laf anlatmakla uğraşmak yerine onlara gerçekleri doğrudan göstermek... Görecekleri şeyi kaldırıp kaldıramamak onların sorunuydu.

 

Tam İzel konuşmak için ağzını açacaktı ki Hazal'ın kolunu bırakan Gece, onlara doğru yaklaşıp bir parmağını İzel'e doğrulttu. "Kapa çeneni. Hepiniz kapatın hatta..." dedi parmağını elalarıyla birlikte dörtlüde dolaştırırken. "Ne istiyorsunuz? Benden cevaplar almak mı?" Ardından gözleri de parmağı da Güney'de durdu. "Sevgiline ne olduğunu mu merak ediyorsun? Anlatayım. Vurdum onu... İki kez... Ve evet niyetim öldürmekti. Ama olmadı, çok sevgili gizli aşığı Aksel Bayzer alıp götürdü onu. Daha içeri girdiğim ilk an kafasına sıkmadığım ve onu hafife aldığım için öyle pişmanım ki. Şu an yaşıyor. Ama aldığı nefeslerin hiçbirinin hak etmiyor. Çok mu merak ediyorsunuz bunu neden yaptığımı?" Durdu onu şaşkınlıkla dinleyen grupta yeniden gezdirdi gözlerini ve "Göstereyim öyleyse." deyip büyük ekran televizyona ilerledi. Zaten elinde olan bilgisayarı çantasından çıkarıp televizyona bağlaması oldukça kısa sürmüştü. Sadece beş dakika sonraysa Yasemin'in Aenean tarafı tüm çıplaklığıyla televizyon ekranında oynuyordu.

 

Aenean yeni doğmuş bir bebeği, annesinin gözlerinin önünde yavaş yavaş, diri diri yakıyordu ve Aksel, anneyi bebeğine ulaşamasın diye tutuyordu. İkiside sadistçe bir zevkle gülüyordu bu manzaraya. Yürekleri dağlayan bir acıyla ağlayan bebeğin ve bebeği için çırpınan annenin acı feryadıysa, bir insanın en kötü kâbusundan bile daha korkunçtu.

 

İnsanlığın öldüğü andı işte o an... Ve insan olanın vicdanına kazınan...

🎭💎

Bölümü nasıl buldunuz?

Sizce bundan sonra neler olacak?

Bir sonraki bölüme kadar kendinize iyi bakın hoşçakalın güzellerim🥂 Seviliyorsunuz❤️

Loading...
0%