Yeni Üyelik
38.
Bölüm

37| GECE HANCI İMZASI

@saniyesolak

Sellam✨

 

Nasılsınız?

 

Bölüme geçmeden önce oy vermeyi ve satır aralarında bol bol yorumlar yapmayı unutmayın olur mu?

 

Keyifli okumalar diliyorum✨

 

🎭💎

 

İZEL İZEM HANCI'DAN:

 

Kanın damarın içinde donuşu... Bir dehşete düşmüşlük hali... Hayatımda dehşete düştüğüm çok fazla an vardı. Küçücük yaşımda babamdan sevgi dilenirken, babamın kendi kızına değil de o zamanlarda bir yabancı olarak gördüğüm Damla'ya gösterdiği şefkati gördüğümde dehşete düşmüştüm. Dört yaşında babamı mutlu edeceğini düşünüp babalar gününü kutlamak için çizdiğim resmi acımasızca yırttığında, bana tokat attığında ve hemen ardından Alex'in kollarında hücreye atılıp karanlığın kollarına itildiğimde dehşete düşmüştüm. Başımdaki öğretmenler beni yeni bir şeyler; yeni bir dil, yeni bir aksan, yeni bir teknik ya da pozisyon öğrenmeye zorlarken ve başaramadığım her şeyde beni acımasızca itip kakarken dehşete düşmüştüm. Babamın anneme olan her şiddetinde; topluma, insan içine karıştığı her an, acımasız kişiliğini bir yılanın deri değiştirmesi gibi saygıdeğer kişiliği ile değiştirmesini izlediğim her seferinde, beni bir kuklaya dönüştürmek için sarf ettiği üstün çabaya maruz kaldığım ve memnun olmadığında ağır cezalarla memnuniyetsizliğinin bedelini ödediğim her an, gözlerimin önünde annemi vurduğunda ve beni elinde tutmak için annemin hasta bedenini kullandığında... Hissettiğim en belirgin duyguydu dehşet.

 

Hayatımın özetiydi...

 

Daha fazlası olmaz sanıyordum. Bir şeyler beni daha fazla dehşete düşüremez...

 

Yanılmayı sevmeyen ben, hayatımda belki de ilk kez bu denli yanılmayı istiyordum. Televizyonun ekranındaki görüntüler değişiyor,Gece biri bitmeden bir başkasını açıyordu bize ama dehşet hep oradaydı. Bu şaşkınlığın doğurduğu bir dehşet değildi, bu vahşetin doğurduğu bir dehşetti.

 

Damla yüksek sesli bir öğürmeyle yanımdan ok gibi fırlayıp salonu terk edeli ne kadar olmuştu? Ya da benim ve Gece'nin dışında salonda kimler vardı, benimle birlikte bu görüntüleri kimler izlemeye devam ediyordu?

 

Zaman ve mekân algımı kaybetmiş gibi hissediyordum kendimi. Reflekslerimin algılarını kaybetmişim gibi... Kendi irademi...

 

İzlemek istemiyordum, bakmak, görmek ama en çok da duymak istemiyordum. Görüntülerin aldatıcı olduğuna inandırabilir, kandırabilirdim belki zihnimi ama sesler... O sesleri, o çığlıkları hiçbir güç zihnimden çıkaramazdı sanırım.

 

Bir anne...

 

Bir bebek...

 

Genç kadınlar, genç adamlar, yaşlı olanlar ve çocuklar...

 

Kurbanlar değişiyordu, çığlığın sesleri ve tonları değişiyordu. Ama istekleri hep aynıydı. Hep aynı kelimelerle yardım dileniyor, insaf bekliyorlar, hayatları için ya da çekecekleri acıların oranı için yalvarıyorlardı.

 

Bazıları kurtuluşu için çırpınıyordu. Bazıları başlarına ne geleceğini biliyormuş gibi ölümü için... Hızlı bir ölüm...

 

Ama hiç hızlı olmuyordu... En yavaş en acılı yollardan geçerek son nefeslerini veriyorlardı.

 

Cellatlar değişmiyordu. Maskelerin ardına saklanan iki korkak... Her görüntüde sabit kalan bir diğer şey onlardı. Acımasız... Gaddar... İnsan olmayan... Psikopat... Adına ne denmesi gerekiyordu? O ikisinin yaptıklarını karşılayacak bir kelime var mıydı? Varsa bile ben bilmiyordum.

 

Yasemin Koçer demişti Gece. O kadın Yasemin Koçer miydi yani? Yanındaki kişi... Beyaz saçları vardı. Tanıdığım tek bir beyaz saçlı vardı. Aksel Bayzer... Onların normal olmadığını biliyordum. Kafalarındaki çarklar normal insanlardan daha farklı çalışıyordu. Bunu Yasemin tepemden aşağı saçma sapan bir şey döküp, bana bıçakla saldırdığı o gün zaten anlamıştım. O gün yolumu kesip banyolara gitmemi engelleyen kızın söylediği şeyi de hatırlıyordum. Yaren...

 

"Yasemin o kadar basit düşünen birisi değildir" demişti.

 

"Daha büyük oynamayı sever."

 

"Bir anda çıplak resimlerin her yere yayılabilir."

 

"Duş alırken bunu canlı yayınla herkese izletebilir."

 

"Ya da seni kaynar suyla haşlayabilir."

 

Kötü biri olduklarını zaten biliyordum.

 

Ama kötülüğün bile bir sınırı vardı, kendi içinde bir etiği...

 

Bu gördüklerimiz... Kötülük deyip geçilebilecek bir şey değildi. Asla değildi.

 

Bu canavarlıktı.

 

Onlar birer canavardı...

 

Ekrandaki görüntü sona erip bir yenisi başladığında aldığım derin nefesle sonunda konuşacak gücü kendimde bulabildim. Daha fazlasına ne tahammülüm vardı ne de gücüm.

 

"Yeter..." Dudaklarımdan dökülen ilk kelime o kadar zayıftı ki. İçine düştüğüm dehşet başta sesimi yutmuş gibi hissettim. Gözlerimi sonunda ekrandan çekebildim. Üç kadın vardı orada ikisi arkadaki bir sandalyeye bağlıyken bir diğeri sedye gibi bir şeyin üzerinde yatıyordu. Yine farklı yüzler, farklı sesler... Yine aynı canavarlar, aynı hisler...

 

Yutkundum ve Gece'ye baktım. Buz gibi donuk bir ifadeyle durduğu köşeden bizi izliyordu. Yüzünde tek bir kas bile oynamıyordu. "Gece yeter, kapat şunu!"

 

Alex ile telefonda konuştuktan sonra apar topar toparlanıp Türkiye'ye geri dönmüştük. Eve geldiğimizde hava kararalı çok olmuştu. Güney buradaydı. Havadaki gerilimin keskinliği bizi gafil avlamıştı. Tüm olayı özetleyen kişi Damla olmuştu. Güney çok sinirliydi, Hazal çok sarsılmış...

 

Gece'ye çok sinirlenmiştim. Sadece birkaç günü kendime istemiştim ama o uslu duramayarak bunu mahvetmişti. Yapması gereken tek şey Damla'nın yanında ve iyi olduğundan emin olmaktı. Ama o tabi ki kendi burnunun dikine gitmiş, günlerdir heyecanla beklediğim o günleri bana zehir etmişti. Hissettiklerimin bana aşıldığı düşünceler bunlardı.

 

Ayrıca Yasemin'i öldürmeye çalışacak kadar ileri gidebileceğini bile düşünmemiştim. Onun okuldan atılması konusunu bile tam konuşmamış o gün konuştuğumuz ile kalmıştık. Yasemin'in okula devam etmesini istiyordum. Üzerine bir karabasan gibi çökmek, karşısına kimi aldığını ona göstermek...

 

Şimdi dönüp bakıyordum da... Hafife alan taraf benmişim meğer. Ve Gece haklıymış.

 

Gece'nin delici bakışları gözlerimde sabitlendi. Elaları birer silahtı sanki ve beni tam alnımın ortasından vuruyordu. "Dayanamadın mı?" diye sordu acımasız bir sesle. Görüntüler hâlâ oynuyordu, gözlerim Gece'de olsa bile, kıyısına vuruyordu o vahşet. Ve sesler... Kulağımın içine dolan o sesler beynimi delip geçiyordu sanki. "Birkaç görüntü izledin ve için mi almadı İzel?" Gözlerinden tüm ifadelerine kadar öfkesi öyle belirgin, öyle keskindi ki. Sivri tarafı hepimizi parçalıyordu sanki.

 

Elini televizyonun altından sarkan iki kabloya götürdü ve hızla çekti kabloları. Sanki tüm öfkesini oradan çıkarırmış gibi. Bilgisayarın kablosu şiddetle yerinden sökülürken, televizyona ait olan sökülmedi ama uyguladığı güç öyle fazlaydı ki televizyonu duvara sabitleyen aparatın kırılışı ve büyük ekran televizyonun gürültüyle yere düşüşü eş zamanlı oldu.

 

"Sen dayanamıyorsun ama ben, bu siktiğimin görüntülerini sırf o kaltağın kim olduğunu anlamak için döndüre döndüre izledim." Sesi öyle gür çıktı ki... Kısacık bir sessizliğin ardından öyle beklenmedik bir şekilde bağırdı ki irkildim. "Peki neden?" diye sordu sesinin desibeli daha da yükselirken. "Ölen insanlar çok umurumda diye mi?" Başını iki yana sallarken "Hayır İzel!" diye devam etti. "Ben bir kahraman değilim, Aenean da alanının ilki değil, onun gibi binlercesi var."

 

Hiç kimse Gece'yi bölmek için harekete geçmiyordu, içindekileri kusmasını bekliyorduk. Bu öfke nöbetinin nedeninin o içeriye adım attığında ona olan bakışlarımız olduğunu biliyordum. Onu bu kadar delirten, yaptığı şeye karşı hepimizin onu yargılamasıydı. Diğerlerini bilmiyorum ama ben onu ilk gördüğümde gözlerime o ifadenin yerleşmesine engel olamamıştım. Ben bile onu yargılıyorsam, diğerlerinin de yargılaması kaçınılmazdı elbette.

 

"Neden biliyor musun İzel?" diye sordu gözlerimin tam içine bakarken ve ruhumu görürken. "Nasıl bir tehlikeye bulaştığını bulabilmek için. O tehlikeyi sana zarar vermeden önce ortadan kaldırabilmek için." Ses tonu düştü, artık bağırmıyordu ama öyle vurguluyordu ki cümleleri, beynimin içine kazınıyordu sanki her harfi.

 

Elindeki bilgisayarı fırlatırcasına televizyon ünitesine bırakıp bana doğru geldi hızlı adımlarla. Bu hareketin, hemen yan tarafımda varlığını hissettiğim Savaş'ı harekete geçirdiğini hissettiğimde elimi uyarırcasına bacağına koydum. Şu an karışması gereken nokta değildi. Gece çok sinirliydi ve o siniri kusmadan biri bir şey yaparsa, Gece'yi yanlış bir şey yapmaktan kimse alıkoyamazdı.

 

Hemen önümdeki sehpaya, tam karşıma oturdu. Dizleri dizlerimi teğet geçiyordu. "Bir gün..." diye girdi söze. Bir nebze öfkesinin dindiğini görmek beni az da olsa rahatlatmıştı. "Kahramancılık oynamaya karar verdin ve hayatına Aksel gibi bir belayı soktun..." İlk zamanlardan bahsediyordu. Hazal'ı daha tanımadığım, yalnızca otobüs ile okula birlikte gidip geldiğim biri olarak gördüğüm o zamanlardan... Aksel onu taciz ettiğinde herkesin izleyişi ve susuşu geldi gözlerimin önüne. Susmayan bendim ve başıma nasıl bir bela almış olursam olayım, yine olsa yine yapardım. Bundan pişman olacak değildim elbette.

 

"Gelip benden yardım istediğinde ve o herifin bilgisayarını hacklediğimde, gördüklerim beni alarma geçirdi İzel. Ama o an o videodakilerin Aksel olduğunu bilmiyordum, sadece sapkın zihniyetli biriydi gözümde. Bu bile yeterdi seni ondan uzak tutmak istemem için. Okula otobüs ile gitme diye çabalayışlarım bundandı. Kimliğini öğrenirlerse, kim olduğunu bilirlerse, anonim bir kişilik kadar savunmasız olmazdın karşılarında."

 

Her kelimede sesi biraz daha sakinleşiyor, bakışları biraz daha dinginleşiyordu. Açıklıyordu ve beynimin içindeki oturmayan taşları yerine oturtuyordu.

 

"Sonra benden ikinci bir yardım istedin. Arkadaşının evine gittiğimde Aksel oradaydı. Tam şah damarının üzerinde beyaz mürekkep ile işlenmiş bir dövme vardı. Tüm videolarda gördüğüm adamdaki dövmenin aynısı: Mourir ou tuer..."

 

Öl ya da öldür...

 

Sindirmem için sustuğu saniyelerde zihnimde yankılandı bu cümle. Aksel'in boynundaki o beyaz mürekkepli dövme daha önce gözüme çarpmıştı ama ne olduğu ile hiç ilgilenmemiştim. Karmaşık bir yazıyla yazılmış ince küçük bir dövmeydi. Zahmet etmemiştim yani anlamak için. Ama Gece çok dikkatli incelemiş olmalıydı görüntüleri ve gördüğünde de direkt tanımıştı. Bir benzerlik sizin için bir şey ifade etmezdi ama ikincisi kanıt anlamına gelirdi.

 

"Ne anlama geliyor?"

 

Bu soruyu soran Savaş'tı. Dönüp ona bakmayı istesem de gözlerimi Gece'nin yüzünden çekemedim. Ama benim aksime Gece gözlerini Savaş'a çevirdi ve "Öl ya da öldür..." diyerek sorusunu cevapladı. "Öldürmeyi hayat felsefesi haline getirmişler, bende öl kısmını devreye sokayım dedim ama..." Sesinde bundan duyduğu pişmanlık hâlâ tazeliğini koruyordu.

 

"Sonra..." demeye çalıştım ama pürüzlü çıkan sesimle yüzümü buruşturup boğazımı temizlemek zorunda kaldım. Olayların nasıl geliştiğini merak ediyordum.

 

Gece'nin odağı yeniden bana evrildi. "Sonra... Daha dikkatli araştırmaya başladım, o kadını bulmam gerekiyordu çünkü önemli olan o kadındı. Aksel Aenean'ın yanında sadece yardımcıydı. Aksel'i sıkıştırmayı düşündüm başta. Ama bu ters teper, onları daha dikkatli olmaya zorlardı. Bu yüzden Aksel'e dokunmadım. Okulunuza adım attığımda ve Aksel'in yanında Yasemin Koçer'i gördüğümde elbette ondan şüphelendim ama hiçbir iz yoktu. Emin olmadan hareket edemezdim. Araştırmaya devam ederken bir sürpriz ile karşılaştım. Berbat bir sürpriz... Aenean, tünelleri şahsi bir video için kullanabilmişti, tünel turnuvalarına daha zaman varken üstelik."

 

Yutkundu Gece. Bunca zaman bize yansıtmadan kendi kendine halletmeye çalıştığı bu durumla yüzleştikçe ona karşı bir suçluluk duygusunun içine düşüyordum. Ona yüklendiğim anlar geliyordu gözlerimin önüne, bir kez olsun onu dinlemeye ya da anlamaya çalışmış mıydım ben? Ya da bir kez olsun nasılsın diye sormak aklıma gelmiş miydi? Cevap çok uzakta değildi, zihnimin içinde kırmızı alarmlarla hayır diye çınlıyordu.

 

Derin bir nefes verdi Gece. Sanki en zor kısma gelmiş gibiydi. "O an, Alfonso'yu arkasına aldığını anladığımda yaşadığım dehşeti sana anlatamam. Altını kazdıkça tehlikenin boyutu daha da büyüyor İzel... Kimliğini öğrendiğinde senden uzak durur sandım ama o gün seni o çatıya çıkardığında durmayacağını anladım. İki seçenek vardı: Ya sen, ya o... Benim için seçmek hiç zor değil, o sana zarar vermeden önce onu ortadan kaldıracaktım. Hâlâ da kaldıracağım. Nerede olduklarını bulur bulmaz. Duran taraf o olmayacak çünkü ve birisinin ölmesi gerekiyorsa, ölenin Aenean ve Aksel piçi olduğundan emin olacağım. Senin saçının teline bile zarar vermesine izin vermem."

 

O an Gece'ye sarılmak istedim. Bu adamın böyle bir etkisi vardı işte. Kimi zaman kendinden nefret ettiriyor, kimi zamansa ansızın sarılma isteği uyandırıyordu. Uzanıp önünde birleşen ellerini tuttum ve gözlerinin içine bakarken "Teşekkür ederim..." diye fısıldadım. Yosunla sarmalanan denizleri hiç olmadığı kadar şefkat doluydu. Ellerimi sıktı hafifçe. Gözlerimin doluşunu hissettiğimde yutkunup gelen yaşları geriye itmeye çalıştım. Neydi bu yaşların sebebi bilmiyorum. Belki de Gece'nin son zamanlarda bana karşı değişen tutumu yüzündendi. Eskiden ne hissettiğimi düşünmez, özgürlük alanımı kendi güvenlik algısının ölçüsüne indirirdi. O alan o kadar dar olurdu ki boğulduğumu hissederdim ve Gece boğulduğumu gördüğü halde karşıma geçip bana üstten üstten bakarak iyiliğin için derdi. Şimdi ise beni gerçekten özgür bırakıyor; hislerimi, duygularımı, ne düşündüğümü önemsiyordu. Aldığım o uzun cezadan sonra olmuştu bu, o bir haftanın üzerimdeki etkisini gös ardı edebilsem iyi ki bile diyecektim neredeyse.

 

"Tünel ne oluyor? Alfonso da kim?"

 

Savaş'ın bu sorusu bizi yeniden anın içine çekti. Birimizin en azından mantıklı sorular sorabilecek durumda olması iyiydi. Kafam o kadar doluydu ki asıl takılmam gereken noktaları kaçırıyordum.

 

Gece'nin ela gözleri kısa bir an daha benim yüzümde dolaşsa da çok geçmeden yosun tutmuş denizleri yeniden Savaş'a dönmüştü. "Alfonso..." diye girdi söze. "Deep web camiasındaki kötülüğün iskeleti. İsteyip de erişemeyeceği tek bir nokta bile yok. İnternet, iç yüzüyle de dış yüzüyle de onun avuçlarının içinde. Ayrıca Yasemin gibi canavarların da başını çeken kişi. İnsan kaçakçılığından tutun da aklınıza gelecek her suçu kendi evreninde meşru kılıyor. Kaçırdığı insanları Aenean gibilere pazarlıyor ve canavarların kurban bulma sorununa çözüm olarak görüyor bunu. Siktiğimin piçi hakkında bilinen elle tutulur tek bilgi sistemlerinin merkezinin Seattle'da olduğu."

 

Sesindeki hırs ve nefret insanın kanını donduran cinstendi. Keza söyledikleri de öyle... Hayatımı bir canavarla yaşadığımı düşünürdüm, Dünya'daki en büyük canavarın babam olduğunu. Kahraman Hancı gözümde hâlâ en kötü çanavardı ama artık yalnız değildi.

 

"Tüneller ise..." diyerek açıklamaya devam etti Gece. "Alfonso'nun her yıl düzenlediği bir turnuvadır. İnsan avı turnuvası olarak düşünebilirsiniz. Avlar ve avcılar vardır. Avcı olmak için bilet alırsın. Sayılar her sene değişiyor, oyunun kurallarını Alfonso belirliyor. Sekiz tünel var, kaç avcı ve av olacağı belirlendikten sonra biletler satışa açılıyor ve açık artırma ile satılıyor. Açılış fiyatıysa bir milyon dolar."

 

"Bu fiyatı gerçekten veren var mı?" diye sormaktan alamadım kendimi. Söylenen her bir kelimede daha çok buz tutuyordum. İnsanların eğlence anlayışı bu muydu yani? Kimse de buna dur demiyor muydu?

 

"Biletlerin satış hızını görsen aklın şaşar. Avcı biletleri açık artırma ile satıldığı için rekabet yüzünden bir tık uzun sürse de onur konuğu adı altında geçen ve tüm vahşeti yerinde izlemek isteyenlerin ve link satın alıp ekran başında canlı yayınla izleyenlerin biletleri saniyeler içinde tükeniyor."

 

Midem bulanıyordu. Bir tünelin içinde hapsolduğumu düşündüm. Peşimde beni öldürmek için kovalayan bir avcı... Hayatım boyunca aklımın dâhi alamayacağı acılarla son nefesimi vermek ve öylece bir hiç olmak... Hiçbir suçum ya da günahım olmadığı halde, sırf birileri sapkın bir eğlence anlayışına sahip diye.

 

"Kurbanlar zaten öleceklerse, neden doğrudan kendilerini öldürmüyorlar da bu oyuna dahil oluyorlar? Ben olsaydım kendimi öldürürdüm." Bu bana göre daha mantıklıydı. Zaten öleceğim bir oyuna kurban olarak seçildiysem, kimsenin eğlencesi olmadan ya da bana dokunmalarına izin vermeden kendimi öldürürdüm.

 

Gece bir an yüzüme öyle bir ifadeyle baktı ki... Onun da benimle aynı sanrıyı zihninde canlandırdığını anladım. O tünelin içindeydim ve acı çekiyordum... Başını iki yana salladı. "İşte işlerin garipleştiği nokta bu, onlar için oyunun eğlencesi burada. Oyunun amacı öldürmek değil, öldürmemek..." dediğinde kaşlarımı çatıp anlamadığımı belli eden, karmaşık bakışlarla yüzüne baktım. "Avlara, tünele önceden girip kaçma ve saklanma hakkı tanınıyor." diyerek açıklamaya devam etti. "Oyunun sonuna kadar kaçıp saklanmayı başarırsan acı çekmez ya da ölmezsin; özgür kalırsın. Avcılar ise tünele girmeden önce bir fanusun içinden, avlarına yapacakları işkenceleri kura olarak çekiyorlar. Bu tırnak sökmek gibi acılı ama avını kesinlikle hayatta tutacak basit bir görev de olabilir, iç organ çıkarmak gibi, avını canlı çıkarmanın imkânsız olduğu görevler de olabilir. Avlarına, görev olarak verilen işkenceleri yapıp onları tünelden canlı çıkarmayı başaran kişi oyunu kazanıyor ki bunu henüz başaran kişi sayısı çok çok az ve..."

 

Duraksadığında devamında gelecekleri merak ederek yüzüne bakıp "Ve?" diye sordum. Bu merak iyiye yorulacak bir merak değildi, zehirliydi. Öğrendiğin taktirde cevabının seni ürperteceğini bildiğin ama yine de sormaktan vazgeçemediğin o soru gibiydi.

 

"Ve Yasemin Koçer o çok çok az kişiden biri..." diyerek cümlesini tamamladı. "Emin değilim ama bildiğim kadarıyla, tünel turnuvalarını kazanan bu zamana kadar sadece üç kişi var." diye devam ediyordu Gece ama onu duyabildiğimden, duysam da algılayabildiğimden emin değildim. Şakaklarımdan başımın merkezine doğru, ince bir yol çizerek varlığını belli eden bir ağrı vardı. Sindirmeye çalıştığım her bilgide ağrının oranı artıyordu sanki.

 

Parmak uçlarımı şakaklarıma bastırdım. Üzerime bir ağırlık çökmüştü de kapana kısılmıştım sanki, temiz havaya ihtiyacım vardı. Şu son saatleri yaşanmamış sayabilir miydik? Tüm bunlar kötü bir kâbus olsa ve ben gözlerimi Paris'teki otel odamızda, Savaş'ın kollarında açsam... Birlikte, bahsettiği bagetleri, kahvesi ve tatlıları muhteşem olan kafeye gitsek, güzel bir kahvaltı yapsak ve günün geri kalanını da birlikte geçirip Paris'in altını üstüne getirsek olmaz mıydı? Şu an bunu mümkün kılmayı her şeyden çok isterdim.

 

Parmaklarımla şakaklarımı ovalamaya devam ederken sırtımda bir el hissettiğimde dönüp elin sahibine baktım. Savaş, temkinli gözlerle beni süzüyor, sırtıma koyduğu eliyle, yatıştırıcı bir şekilde sırtımı okşuyordu. Dikkatli bakan delici okyanusları, iyi olup olmadığımdan emin olmaya çalışarak bir arayış içine girmişti. Ellerimi şakaklarımdan çektim ve derin bir nefes aldım. İçime akan oksijen ciğerlerime ulaşamıyordu sanki, kendimi sarsılmış hissediyordum. Gördüklerimden, duyduklarımdan sonra bu çok normaldi. İçinde bir parça kalp ve vicdan taşıyan herkesi sarsardı tüm bunlar.

 

"Şimdi ne olacak?"

 

Savaş bu soruyu, bendeki arayışını bitirip Gece'ye dönerken sormuştu. Onun ne düşündüğünü merak ettim. Daha bugün Yasemin hakkında söyledikleri doldu aklıma. Kuzenine aldatıldığını söylememe nedenleri arasında sıraladıkları...

 

Yasemin gibi birine hiçbir koşulda güvenilmez.

 

O kızın sorunları var İzel.

 

İstediği kadar tedavi olsun, iyileşemez o.

 

Onun doğası böyle çünkü...

 

O bir psikopat.

Onun için beklendik bir şey olmalıydı bu gördükleri. Ama gözlerine bakarken orada gördüğüm şaşkınlıkla karışık afallama, onun bile bu kadarını beklemediğini gösteriyordu. Gözlerim ondan Güney'e kaydı o an. Tek kişilik bir koltukta hiç hareket etmeden oturuyor, yere düşen televizyonun bıraktığı boşluğa bakıyordu öylece. Uyuşmuş gibi görünüyordu, belki de en çok sarsılanımız oydu. Bir an onun için üzüldüm. Üst üste öğrendiği tüm bu şeyler ona ağır gelmiş olmalıydı.

 

"Ne olacağını bekleyip göreceğiz." dedi Gece Savaş'ın sorusuna. "Aksel kendince intikam aldığını düşünüyor olmalı ama asıl darbe Yasemin'den gelecektir. Onun da tamamen iyileşmesi biraz zaman alır. O zamanı, düşünüp bir plan yaparak geçireceğim. Ne olursa olsun, kazanan onlar olmayacak."

 

Havada çınlayan son ses Gece'nin bu sözleri oldu. Ondan sonra gelen ve bir süre aramızda dolaşan o sessizlik sağır ediciydi. Kimse konuşmuyor, hareket dahi etmiyordu. Diğerleri ne düşünüyor bilmiyordum ama ben hâlâ öğrenmemiş olmayı dilediğim tüm bu şeyleri sindirmeye çalışıyordum.

 

O sessizlik ve hareketsizlik çok sürmedi. Güney Kalkavan hışımla ayağa kalktığında hepimiz ona döndük. Beyazı kıpkırmızı olan gözlerini hiçbirimize çevirmeden, oturduğu koltuğun üzerine rastgele düşmüş olan telefonunu alıp hızla çıkışa doğru yürümeye başladı. Eş zamanlı olarak Savaş da ayağa kalktı. Endişeli gözleri kapıyı açan kuzenindeyken "Onunla gitsem iyi olacak." dedi bana hitaben ve bir cevap beklemeden seri adımlarla Güney'in peşinden gitti. Endişesini anlıyordum, Güney pek iyi görünmüyordu. Pek değil hatta, hiç iyi görünmüyordu.

 

Saniyeler içinde iki kuzen evden çıktığında salonda yalnızca Gece ve ben kalmıştık. En azından Damla'nın sesini duyana kadar öyle sanıyordum. Mutfağa giden koridorun olduğu taraftan "Kâbus gibi..." diyen sesini duyduğumda başımı çevirip ona baktım. Hazal ile yan yana girişte durmuşlardı. İkisinin de yüzü allak bullaktı. Usulca yanımıza doğru yaklaşırlarken Damla'nın gözlerindeki kızarıklığı gördüm, kan çanağına dönmüştü çakmak çakmak olan gözleri. Büyük ihtimalle kustuğu içindi.

 

Bedenini yanımdaki koltuğa attı. "Uzun bir süre yemek yiyebileceğimi sanmıyorum..."

 

Yemek konusunda bir şey diyemezdim ama uzun bir süre, o görüntülerin zihnimden, o seslerin kulaklarımdan gitmeyeceğini biliyordum.

 

Damla'nın hemen ardından yanımıza ulaşan Hazal, Damla'nın aksine oturmadı. Gözleri koltukların üzerinde gezinirken "Saat geç oldu..." diye mırıldandı. "Ben de gideyim artık."

 

Kahvelerim yüzüne daldı. Çehresini saran hüzün öyle belirgindi ki... Damla'nın kusmaktan kızaran gözlerinin aksine onunki ağlamaktan kızarmıştı. Bugün bir cinayet işlemeye karar vermişti ve yanına aldığı ruh, Hazal'a aitti. Hepimiz sarsılmıştık ama sarsıntıların altında kalan Hazal'dı. Ona olanları öğrendiğim için de kızmıştım Gece'ye. Bir adım atmadan önce bir değil bin kez düşünmeli, olası tüm ihtimalleri hesaplamalıydı. O, hayatının bizden ibaret olduğunu düşünüyordu ve biz güvende olduğumuz sürece sorun yoktu. Başkalarının zarar görme ihtimalini düşünemiyordu. Aksel'in Hazal'ı hedef alması kimsenin aklına gelebilecek bir şey değildi elbette ama işte... Bu Hazal'ın zarar gördüğü gerçeğini değiştirmiyordu.

 

"Gitme..."

 

Gece'nin telaşsız beriton sesi, beni düşüncelerimden çıkardı ve gözlerimi Hazal'dan ona çevirmeme neden oldu. Yosuna bulanan denizleri temkinli bir ifadeyle Hazal'ın yüzündeydi. "Evinin güvenli olup olmadığını bilmiyoruz." diye konuştu. "Burada kalırsın, yarın da okula birlikte gidersiniz. Gitmeden önce ev anahtarını bana bırak, cihazlarını kontrol edeceğim. Ayrıca telefonunu da alayım şimdi, sabaha kadar onu da kontrol eder, İzel ile Damla'nın telefonlarındaki koruma sistemini ona da yüklerim."

 

Gece'nin sözleri kaşlarımı kaldırmama neden oldu. O genelde... başka insanları umursamazdı. Onlara gelen zararlarla zerre kadar ilgilenmezdi. Hazal için ilk yardım istediğimde başının etini yemiştim ve kabul edene kadar başından gitmeyeceğimi bildiği için kabul etmek zorunda kalmıştı. Biraz da duygu sömürüsü vardı elbette işin içinde. İkinci yardım isteyişimdeyse, bir karşılığa bağlayarak yardım etmişti. Babam kontrole gelecekti. Geldiğinde kusursuz bir performans ile onu etkilersem geldiği gibi gidecek, burada kalma zahmetine girmeyecekti. Aynı zamanda da Gece'ye biz konusunda işleri aksattığı ile ilgili azarla karışık bir nutuk çekmeyecekti.

 

Temeline inildiğinde sadece kendini düşündüğü için, kendi menfaati söz konusu olduğunda başkalarına yardım etmeye tenezzül ederdi.

 

Şimdi yardım etme fikrini kendisi ortaya atınca ister istemez şaşırmıştım. Ama bunun nedenini anlamam da uzun sürmedi. Gece'nin gözlerinde gördüğüm suçluluk nedenini açıklıyordu. Orada görmeye pek de alışık olmadığım o duyguyu seçmek pek de zor olmamıştı.

 

"Biraz önce de söylemiştim..." diye girdi söze Hazal. "Okula devam etmeyeceğim. Kaydımı silmezsen devamsızlık işler ve devamsızlıktan kalırım, bu da kredi notumu düşürür ve bursum yanar. Haliyle okuldan atılırım. Biraz önce senden kaydımı silmeni rica etmemin nedeni, okuldan atılmış öğrenci profili çizmek istemememdi ama silmeyeceksen de sorun değil. Telefonumu ve diğer cihazları kontrol edebilirsen gerçekten minnettar kalırım ama yarın eşyalarımı toplayıp ailemin yanına dönmeyi düşünüyorum."

 

Bu sözler gözlerimi Gece'den söküp almamı sağlayan sözlerdi. Kaldırdığım tek kaşımla Hazal'a bakarken "Tabi ki böyle bir şey yapmayacaksın..." dedim kesin bir sesle.

 

Gece hemen ardımdan keskin bir sesle ekledi. "Elbette yapmayacak, buna izin vermiyorum."

 

"Senden izin almıyorum..."

 

"İyi. Bende benden izin almanı beklemiyordum zaten."

 

Hazal şaşkınca Gece'ye baktı. Saçlarıyla aynı renk olan kızıl kaşları çatılmışt. "Hayatımla ilgili aldığım kararlara sen karışamazsın."

 

Gece oturduğu yerden ayağa kalkıp Hazal'a doğru yürürken "O hayatı..." dedi üzerine basa basa. Adımları sakin, sesi baskınken her adımında ekledi. "Benim yediğim bir bok yüzünden mahvedeceksen eğer, öyle bir karışırım ki."

 

Cümlesini bitirdiği noktada Hazal'ın elinde tuttuğu telefonu çekip aldı ve arkasını bize dönüp merdivenlere doğru ilerlerken "Yarın sabah antrenmanınız yok ama okuldan geldiğinizde hafif bir tempoyla yeniden başlayacağız, iyi dinlenin." dedi Damla ve bana hitaben. Antrenmanlar... Bayadır sağlam bir antrenman yapmıyorduk. Kaslarımda baş gösteren hantallığı hissedebiliyordum. Damla'yı kolundaki yarası yüzünden zorlamasa bile beni zorlayacağından adım kadar emindim. Zor bir gün olacaktı anlaşılan. "Ayrıca, yarın okula gitmemek gibi rüyalara da kapılmayın, o okula gidilecek." diye ekledi ve merdivenleri tırmanıp gözden kayboldu. Son cümlesinin muhatabıysa Hazal'dı. Hazal şaşkınca bir boşalan eline bir de Gece'nin kaybolduğu yöne bakıyordu.

 

"Gece Hancızedeler kulübüne hoşgeldin..."

 

Damla'nın yorumuyla omuz silkip "Bu kez haklıydı ama..." diyerek bende yorumumu ortaya koydum. Kısık bakışlarım Hazal'ın yüzündeydi. Onun için çok zor olmalıydı ama bunun faturasını kendisine kesemezdi. Başımıza gelen onca şeye rağmen hayat devam ediyordu ve biz de hayatın olağan akışına uymak zorundaydık. Evet ağır bir darbe almıştı ama o darbe onu öldürmemişti, hâlâ nefes alıyordu. O hâlde düştüğü yerden kalkıp yeniden ilerleyebilir, savaşacak gücü yoksa bile, o gücü kazanmak için çabalayabilirdi. Olduğu yerde saymak gibi bir lüksü yoktu. Hiç kimsenin yoktu...

 

Sonunda gözlerini ellerinden ve merdivenden çekip bize döndü, yüzündeki hüzünlü ifade hâlâ yerini koruyordu. "Haklı değildi..." dedi güçsüz bir sesle. Sonra boğazını temizleyip "Kendini suçluyor ama bu işe sizi ilk bulaştıran bendim." diye ekledi. Uzansam hissettiği o suçluluğun rengi elimi boyardı. "Sen, benim yüzümden Aksel'i herkesin içinde rezil ettin ve bu yüzden taktılar size. Eğer o gün yaşanmasaydı bu kadar çok radarlarına girmeyecektin. Başlatan benim..."

 

Başımı iki yana salladım. "Az önceki görüntüleri sen de gördün. Hasta onlar. Seninle ilgili olmasaydı bile olaylar bu noktaya gelirdi çünkü ben hiçbir koşulda Yasemin'den korkup sinecek ve sözlerini dinleyip, beni ezmesine izin verecek biri değilim. Ve bu onları her halükârda delirtirdi. Önünde sonunda bana kafayı takacak bir neden bulurlardı yani."

 

Gördüklerim beni germiş miydi? Evet.

 

Korkutmuş muydu? Belki...

 

Geri adım atar mıydım? Asla!

 

Tüm o sapkınlıkları yapmak için önce beni yakalamaları gerekiyordu ve ben İzel İzem Hancı'ydım. Kaçma sanatında ustaydım.

 

Beni Kahraman Hancı'dan başkası yakalayamazdı...

 

Hazal tam konuşmak için dudaklarını aralayacaktı ki "Bak ne diyeceğim..." diyerek Damla araya girdi. İkimiz de ona döndük. "Korku filmlerinde ölen ilk karakterler neden ölür biliyor musun?" diye sordu. Mavileri doğrudan Hazal'daydı. "Hata yaparlar. Ve; ya hatalarından ders çıkarmaz, fazla rahat davranırlar ya da hatalarında o kadar takılı kalırlar ve bir suçlu aramakla o kadar meşgul olurlar ki ilerleyemezler. İki ihtimalde de sonuç değişmez: Ölürler. Hayatta kalanlarsa yaptıkları hatalardan ders çıkarıp, geçmişi değiştirmeyeceklerinin farkında olanlar ve pes etmeyip ilerlemeyi başaranlardır. Bu gerçek hayatta da böyle."

 

Bunun üzerine Hazal hiçbir şey söyleyemedi. Ben olsam bende söyleyemezdim çünkü kulağa fazla haklı geliyordu. Geçmişe çok fazla takılı olduğum için mi bazı zamanlarda yaşadığımı hissetmiyordum ben? Geçmişe takılı kalmadan ilerlemenin bir yolu var mıydı? Düşüşler ve kalkışlar... Sonra ilerleyişler... Bunlar normal olandı ama ayağa kalktığında geçmişi ardında bırakmak mümkün müydü? Ben ilerliyor, savaşmak için elimden gelen her şeyi yapıyordum ama geçmiş hep orada benimle oluyordu. Zihnimin kamburuydu geçmiş benim...

 

Damla ayağa kalktı. "Zor bir gün ve gece oldu." diye mırıldandı gözleri hâlâ Hazal'dayken. "Yorulmuş olmalısın, gel sana giyecek bir şeyler bulalım ve seni yatıralım." Sonra bakışları bana evrildi. "Aç mısın?"

 

Yemek kelimesi bile şu an midemi bulandırıyordu. O gördüklerimden sonra en azından bu gece bir şeyler yiyemeyecektim. En son uçakta Savaş ile birlikte bir şeyler yemiştik. Ve Alex, bana çikolata almıştı bir sürü. Yolculuk boyunca onları tırtıklayıp durmuştum. Yani o kadar da aç sayılmazdım. Başımı iki yana sallayarak cevapladım Damla'yı.

 

"Pekâlâ..." diye mırıldandı Damla. "Gece açtır, öğle vaktinde bu yana hiçbir şey yemedi çünkü. Neyse Hazal'a giyeceklerini verip odasını gösterdikten sonra yemeği ısıtırım ve belki o zaman senin de fikrin değişir."

 

Sözleriyle bende oturduğum yerden kalkıp derince bir iç çektim. "Sen inme geri aşağı, ben Gece'nin yemeğini ısıtır götürürüm ona. İlaçlarını al ve dinlen sende."

 

Omuzları çöktü, o da fazlasıyla yorulmuştu. "Pekâlâ..." diye mırıldandı. "Mutfağımı yakma."

 

Gözlerimi devirdim, şaka mıydı bu? "Alt tarafı yemek ısıtacağım Damla..." diye homurdandım. Kaç gündür mutfak benimdi ve hiç de yakmamıştım.

 

Damla umursamazca omuz silkti. "Ben uyarayım da..."

 

💎🎭

 

Damla ve Hazal üst kata çıkıp gözden kaybolduklarında mutfağa geçip Gece'nin yemeğini ısıttım. Yiyemeyeceğimi söylemiştim ve aç olmadığımı ama sanırım bu patates kızartmasını görene kadardı.

 

Tepsiyi hazırladıktan sonra Gece'nin odasına çıktım, bunu yapmayı özellikle istemiştim çünkü Gece ile konuşmamız gerekenler vardı.

 

Odasına girdiğimde beni karşılayan manzara şaşırtmadı, bilgisayarların başına oturmuş gözleri ekrandayken klavyeleri tuşluyordu. Hemen yan tarafında Hazal'ın mor kılıflı telefonu duruyordu ve bir kabloyla bilgisayarlardan birine bağlanmıştı.

 

Ayağımla kapıyı itip, kalçamla kapanmasını sağladıktan sonra yanına kadar yürüdüm. Neyse ki fazladan bir sandalye -benim odamdaki sandalyeydi- daha vardı.

 

Tepsi kucağımda dururken sandalyeye oturdum, masada koyacak yer yoktu.

 

"Ne yapıyorsun?" Gözlerim ekranlarda gezinse de pek anladığım söylenemezdi. Gece'nin gözlerini diktiği ekrana özellikle baktım, minik beyaz yazılar birbirlerini takip ederek karınca misali ekranı kaplıyordu.

 

Gece kıstığı gözlerini kısacık bir an bana çevirip "Şov..." dedikten sonra yeniden ekrana döndü. Parmakları birkaç tuşa daha bastıktan sonra durdu ve aynı anda yazılar da birbirlerini takip etmeyi bıraktılar. Yukarıya doğru akarlarken gerilerinde bir siyah ekran bırakıyorlardı. Ekran tamamen karardığında Gece birkaç tuşa daha bastı ve beyaz bir sekme açıldı. Beyaz ekranı dolduran pek çok dosya görünüyordu.

 

Gece dosyalardan birine tıklama zahmetine girmeden bana döndü ve kucağımdaki tepsiyi gördüğünde klavyeleri bir kenara itip tepsiyi kucağımdan aldı.

 

Bakışlarımın hâlâ merakla dosyalarda gezindiğini gördüğünde, patates kızartmasından bir tane ağzına atıp "Yarın ne olduğunu anlayacaksın..." diye mırıldandı. Omuz silktim. O kadar da merak etmiyordum.

 

Aklıma soru işaretlerinin çengellerini takan soruların cevapları için gözlerimi ekrandan çekip, Gece için ısıttığım kızartmadan bir tane alıp ağzıma attım ve "Ne zamandır biliyordun Yasemin olayını?" diye sordum.

 

"Birkaç haftadır..." Balığından bir çatal alıp ağzına attı ve hemen ardından patates kızartması tıktı ağzına.

 

Sırtımı sandalyeye yaslarken kollarımı göğsümde kavuşturup, "Neden daha önce söylemedin?" diye sorduğumda "Emin değildim, sadece şüpheydi benimkisi. Yasemin olmayadabilirdi, bambaşka biri de çıkabilirdi. Keza bir keresinde hedef şaşırtmaya çalıştılar. Son yükledikleri videonun sonunda Aenean'ın yüzü bir anlığına görünüyordu." diye cevap verdi, durakladığında dudaklarından güler gibi bir ses çıkmıştı. "Sanki bu numarayı yermişim gibi. Binlerce kişinin izleyeceğini bildikleri bir videoda yüzünü gösterecek ha? Aptallar işte."

 

Uzanıp bir patates kızartması daha attım ağzıma. O yedikçe benim de canım çekiyordu. "Ne zaman emin oldun peki?"

 

Yemeğini yemeye devam ederken "Çatıya çıktığınız zaman... Sen Yasemin'i aşağı itmeden hemen önce." dedi kısık bir sesle. Sormak istediğim çok fazla şey vardı ama aklım o kadar doluydu ki nereden sormaya başlayacağımı bilmiyordum.

 

Göz kapaklarımı sımsıkı yumup geri açtım ve asıl konuşmak istediğim konuya dönmek için oturuşumu dikleştirip boğazımı temizledim. "Dna testi için..." Elindeki çatalla bir anlığına donduğunda dudaklarımı ıslatıp devam ettim. "Damla ile ne zaman konuşacağız?"

 

Henüz hiçbir şeyden haberi yoktu Damla'nın. Ona anlattığımızda ne tepki vereceğini kestiremiyordum açıkçası. Şaşıracağı kesindi.

 

"Nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum..." diye mırıldandı Gece. Çatalını tepsiye bırakıp tüm vücudunu bana çevirdi. "Sen benimle ikiz olduğunu öğrenseydin ne tepki verirdin?"

 

Bir an karşımda yirmi beş yaşında bir adam değil de beş yaşında bir çocuk varmış gibi hissettim. Gözleri Gece'ye yakışmayacak derecede masum bakıyordu. Tek kaşımı kaldırıp baktım yüzüne ve "Hayata küserdim." diye cevap verdim alay ederek. "Bu benim için bir travma olurdu sanırım.

 

Gece, sözlerimle sabır dilenircesine başını çevirip "Al işte..." diye homurdandı. "Ben şimdi nasıl söyleyeyim Damla'ya?"

 

Bunun üzerine dudaklarım kıvrıldı, o kıvrım buruk bir gülümsemenin izini taşıyordu. "Gece... Senin gözünde Damla ve ben aynı yerde değiliz." diye mırıldandım. "Damla senin meleğin... O, benim aksime mutlu olacaktır bu duruma. Gerçek ailesinden bir parça bulmayı hep çok istiyordu, bu isteği gerçekleşmiş olacak eğer test pozitif çıkarsa."

 

Gülümsememin burukluğu kalbime de damladı, oradaki minik çıtırtılar göğsüme yayıldı. Gece'nin bana sabretmesinin nedeni babamdı. Kahraman Hancı etkeni olmasa bana bir dakika bile tahammül edeceğini sanmıyordum ama Damla farklıydı onun için. Bu da çok uzun zaman önce alışıp kabullendiğim bir durumdu.

 

"Çok yanılıyorsun..." derken elini uzatıp usulca çehremi okşadı. "Damla benim korunmaya muhtaç küçük kız kardeşim. Sense direnişinle beni kendine hayran bırakan kız kardeşimsin. Tek farkınız o uslu olan sense yaramaz olansın. Ama bu ikiniz içinde canımdan vazgeçebileceğim gerçeğini değiştirmiyor."

 

Dudaklarım kıvrılırken yüzümü bir kedi gibi eline sürttüm. "Ne kadar boktan olursan ol... iyi ki varsın..." diye mırıldandım. Gülüşü derinleşti. "Tabi ki iyi ki varım."

 

Elini yüzümden ittim gülerek. Ardından ciddileşip baktım yüzüne. "Geciktirdiğin her an bu daha da zorlaşacak, o yüzden fazla uzatmadan söyle bence. Dediğim gibi mutlu olacaktır."

 

Önündeki tepsiye gözleri dalan Gece "Bende öyle umuyorum..." diye mırıldandı.

 

Dilimin ucuna gelen bir soru daha vardı. Ona annemin hamile olduğu fotoğrafı da sormak istiyordum, onu da araştırıyor muydu bilmek istiyordum. Ama o kelimeler çıkmadı dudaklarımdan. Derin bir nefes alıp dilimde taşıdığım o kelimelerin ağırlığını kalbimde hisserken ayağa kalktım. "Tepsiyi sen bırakırsın aşağı..."

 

Başını sallayarak onayladı beni ve onu ardımda bırakıp kapıya doğru ilerledim. Tam kapı koluna uzanıyordum ki "İzel..." diyen Gece'nin sesiyle durup omzumun üzerinden ona baktım. Dalgın gözleri bendeydi. "Savaş hâlâ sana bir şey söylemedi değil mi?" diye sordu. Kaşlarım çatıldı. "Ne söylemesi gerekiyor ki?" diye sordum. Buna benzer bir şeyi daha önce de söylemişti. Savaş da buradaydı o zaman. Savaş'a ne olduğunu sorduğumda zamanı olmadığını söylemişti.

 

Omuz silkti Gece. "Bunu ben söylemeyeceğim. Bir daha sizin aranızda dolaşan sırlara dokunursam yedi ceddimi siksinler. Son seferde olanları gördük..." diye homurdandı. Son sefer... Marsilya'ya gitmemle ve ağır bir şekilde cezalandırılmamla sonuçlanmıştı. Tüylerimin ürperdiğini hissettim. O elektrik akımının hissini ömrümün sonuna kadar unutmayacaktım.

 

"Ama..." diye devam etti Gece. "Ona karşı dikkatli ol. Onun da pek normal olduğunu düşünmüyorum." Gözleri ve yüzünün aldığı ifade, bunun düşüncelerden çok daha ötesi olduğunu gösteriyordu. Sözleriyle güldüm, "Ne yani Savaş da mı psikopat bir katil?" Savaş'ın o nazik parmaklarıyla bir cinayeti işlediğini düşünemiyordum. Savaş'ın tek cinayeti kağıtlar ve boyalardı...

 

Yorumumla Gece gözlerini devirdi. "Hayır tabii ki..." dedi. "Bir katil değil elbette ama psikopatlık konusundan emin değilim. Psikolojik sorunları olduğu kesin ama."

 

Psikolojik sorunlar... Hangimizde yoktu ki?

 

Yönümü tamamen Gece'ye dönüp sırtımı kapıya yasladım ve tek kaşımı kaldırıp "Onun bana zarar vereceğini mi düşünüyorsun?" diye sordum öyle düşünmediğini bile bile. Öyle düşünseydi Paris'e gitmemize hayatta izin vermezdi.

Sözlerimi desteklercesine "Sence öyle düşünseydim sana yüz metre bile yaklaşmasına izin verir miydim?" diye sordu.

 

"O zaman ne?"

 

Bıkkın bir nefes verdi. "Ona, sen Fransa'ya gittiğin gün onunla aramda olanları sor..." dedi. "Muhtemelen öğreneceklerin senin için bir şey ifade etmeyecek, ona karşı his ve düşüncelerini değiştirmeyecektir ama yine de bilmen gerekiyor."

 

Merak... Beni kör bir merakla baş başa bırakıyordu. İçimde oradan oraya çarparak ilerleyen o merak, algılarımı uyandırıyordu. İstesem Gece'den alabilirdim o cevabı ama içimden bir ses bunu Savaş'tan duymam gerektiğini söylüyordu. O şey her neyse artık...

 

Dalgın dalgın çıktım Gece'nin odasından ve odama geçip kısa bir duş aldım. Saçlarımı kurutma gereği görmeden sadece ıslaklığını havlu ile aldım. Savaş'a mesaj atmayı düşünsem de Güney ile uğraşıyordu muhtemelen, o yüzden rahatsız etmek istemedim. Muhtemelen telefonda konuşmak istemezdi aklımı meşgul eden bu konuyu. Ayrıca sürekli yazarak da onu rahatsız etmek istemiyordum, bu onu sıkabilirdi değil mi? Benden sıkılabilirdi bir noktada... Hayır bunu hiç istemiyordum. Bu yüzden telefonumu kendimden olabildiğince uzağa şarja takıp yorganımın altına girdim.

 

Dün gecenin ve uzun olabilecekken kısa kesmek zorunda kaldığımız kısacık tatilimizin tatlı anıları zihnime dolduğunda dudaklarım huzurla kıvrıldı ve Gece'nin sözleri, bana aşıladığı o merak anıların gerisinde kaldı. Şu an neydik bilmiyorum ama içimde bir huzurun doğduğunu biliyordum. Tam kalbimde hissediyordum onu. Ne zaman Savaş'ın yanında olsam hissettiğim o şey, şu an Savaş yanımda yokken bile oradaydı. Sadece onu düşünmek bile onu yeniden hissesebilmemi sağlıyordu. Bu hissi kaybetmemek için herkesle ve her şeyle savaşabilirdim.

 

🎭💎

 

Sabah dün geceyi geride bırakmış bir halde uyanmıştık hepimiz. Sadece Hazal fazlasıyla dalgın görünüyordu. Gece ile boğuşarak hazırladığımız bir kahvaltının ardından hep birlikte kahvaltı yapmıştık. Hazal ve Damla bir süre garip bakışlarla masaya bakmıştı. Çünkü... doğruyu söylemek gerekirse Gece ve ben bu işlerde pek iyi değildik.

 

Yapmaya çalıştığım pankeklerin bir kısmı yanmıştı ve tek suçlusu kesinlikle Gece'ydi. Peynirli omlet yapmaya çalışmış, yeşillik eklemek isterken maydanoz ve dereotu yerine marul doğramış, yetmemiş içine de tuz yerine şeker koymuştu. Ayrıca karabiber yerine de tarçın... Tarçının kokusunu aldığımdaysa her şey için geç kalmıştık... Onu ayarlamaya çalışırkense pankeklerin bir kısmı yanmıştı. En azından dolapta yeterince kahvaltılık ürün vardı da aç kalmamıştık. Hayır, her gün tost yapan adamın bugün ne hikmetse omlet yapası tutmuştu.

 

Sonra Hazal'ın bir tur daha okula gitmemekle ilgili dil döküşünü dinlemiş ve bu yüzden Gece ile tartışmalarını izlemiştik. Gece onu omzuna atıp götürmek ve sırasına zincirlemekle tehdit ettiğinde susmak zorunda kalmıştı. Yapmayacağının garantisini kimse veremezdi. Damla'nın dolabından giyinmiş ve okul için hazırlanmıştı ama yüzü beş karış bir halde somurtuyordu. Tedirginliğiyse her halinden belli oluyordu.

 

Sonunda hepimiz hazırlandığımızda evden çıkmıştık ve tam da Gece'nin dün gece planladığı gibi biz okula giderken o Hazal'ın evine doğru yola koyulmuştu.

 

Ve Savaş... Sabaha, ondan gelen uzun bir mesaj ile başlamıştım. Tüm geceyi Güney ile uğraşarak geçirmiş ve sabaha doğru beş gibi ancak uyuyabilmişti. Ve bugün okula gelmeyecekti. Gün içinde onu aramayı aklıma not ettim. Antrenman konusu gündemdeyken, çizim derslerini konuşmamız gerekiyordu. Ve Gece'nin bahsettiği konuyu...

 

Ayrıca... Özlemiştim.

 

Okulun otopark girişinden, Damla ve Hazal önden bense arkalarından girdik. Damla bulduğu ilk boş yere park ederken ,benim boş bir alan bulmak için daha ileri gitmem gerekiyordu. Dikiz aynasından onları görebiliyordum. Ayrıca birkaç metre ilerilerindeki bizim gibi okula yeni gelen üç kişilik erkek grubunu da. Arabadan çıkmış Damla'yı bekleyen Hazal'a bakıp gülüşerek kendi aralarında konuşuyorlardı. Aralarından biri diğerlerinden bir adım öne çıktığında frene basıp ilerlemeyi kestim. Yüzündeki sırıtma ve gözlerindeki ifade hiç hoşuma gitmemişti, Hazal'ı resmen gözleriyle soyuyordu.

 

Burnumdan sert bir nefes dökülürken ayağımı frenden çektim ve vitesi R'ye alıp yeniden gaza bastım. Araba hızla geriye doğru atılırken tekerleklerinin zeminde bir iz bıraktığından emindim.

 

Birkaç saniye içinde diplerine kadar girdiğimde, çocuk son anda beni fark etti ve sakin adımlarla attığı üç adımı, hızlı ve büyük iki adımla geri takas etti. Son anda geri çekilmeseydi muhtemelen bacağına kalıcı bir hasar alacaktı. Arabanın kapısını açıp dışarı çıktım. Gözlerim çocuğun yüzündeyken "Sanırım park yeri aramakla uğraşmama gerek yok..." diye mırıldandım. Arkadaşları şaşkınca bana bakarken çocuk korkmuş gibi görünüyordu. "Nasılsa okul benim, istediğim yere park ederim, yeter ki haşereler ayağımın altında dolanmasın."

 

Çocuk yutkunup son kez yüzüme baktıktan sonra arkasını dönüp asansörlerin oraya doğru gitti. Ayağına zarar gelmediğine göre biraz spor iyi gelirdi öyle değil mi?

 

"Asansör bana lazım..." derken sesim otoparkın içinde yankılandı kısa bir an. "Sizi merdivene alalım."

 

Çocuklar beni ikiletmeden yollarını değiştirip diğer tarafta kalan merdivene yöneldiler. Koyun sürüleri... Durup biri de itiraz etmeye cesaret edemiyordu korkakların.

 

"Az kalsın onu eziyordun..." diyen Hazal'ı duyduğumda gözlerimi çocuklardan alıp ona çevirdim ve omuz silktim. "Abartmayalım canım, azıcık ucundan okşardı arabam onu sadece."

 

"Çarpsaydın eğer Gece'nin yüzünün alacağı ifadeyi düşünebiliyor musun?" diye gülerek konuşan Damla da aramıza katıldı. "Dehşete falan düşerdi, kalp krizi bile geçirebilirdi."

 

Birlikte asansörlere doğru yürürken "Göz göre göre birine çarpmış olacaktı, dehşete düşmesi normal." diye yorumda bulundu Hazal. Sesi dalgın geliyordu. Çocuğun niyetinin o da farkındaydı ve daha ilk andan bunu yaşamak onu daha da kabuğuna çekilmeye zorlamıştı. Muhtemelen kafasının içinde dönen çarklar ona bütün bir günün böyle nasıl geçeceğini soruyordu.

 

Sözleriyle dudaklarım kıvrılırken başımı iki yana salladım. Damla'da benimle aynı şeyi düşünmüş olacak ki "Hayır ondan değil..." diye açıklamaya koyuldu. "O çocuğun sana sataşmak için yanına geldiği çok barizdi. İzel'i, ona haddini bildirdiği için tebrik bile ederdi Gece."

 

Hazal anlamadığını belli eden gözlerle bir bana bir Damla'ya bakarken ben asansörün düğmesine basıp, zaten bu katta olan kabinin kapılarının açılmasını sağladım. Damla ise devam etti konuşmaya. "Çarpmanın etkisiyle araba muhtemelen az da olsa hasar alırdı ve Gece'ye kalp krizi geçirtecek şey bu olurdu. Arabalar konusunda çok hassastırda."

 

Asansör yukarı doğru hareket etmeye başlarken "O kadar hassas ki, ne zaman başım sıkışsa onu arabaları parçalamakla tehdit ediyorum. Bu asla eskimiyor, her seferinde işe yarıyor." diye ekledim.

 

Derslerin başlamasına daha yarım saat kadar vardı, kafeteryaya gidip birer kahve içmeye karar verdik. Koridordan köşeyi döndüğümüzde önüne bakmadan koşan bir kıza çarpıyordum az kalsın, son anda kenara çekilmiştim. Kız başını kaldırdığında, ağladığını gördüm. Kaşlarım çatılırken, kızın gözleri benden hemen yanımda duran Hazal'a kaydı. Ağlaması şiddetlendi ve bir şeyler mırıldanıp yanımızdan hızla geçip koşarak gitti.

 

"Özlem..." diye mırıldandı Hazal, kızın arkasından bakıyordu. "Dün gece bana saçma sapan mesaj atanlardan biriydi."

 

Omzumun üzerinden son kez kızın ardından baktım ve karışmış kafamla birlikte ilerlemeye başladım. Camla kaplanmış duvardan içerdekileri görebiliyorduk. Herkes telefonlarına sarılmış bir şeylere bakıyorlardı.

 

Bankonun orada dikilen Altuğ'u gördüğümde adımlarım doğrudan ona doğru ilerledi. Bir şeyler olduğu kesindi ama ne oluyordu. O an zihnimde birkaç parçanın birleşmek için üstün bir çaba harcadığını hissedebiliyordum.

 

Hazal, biraz önceki kız için; dün gece ona saçma sapan bir mesaj attığını söylemişti. Dün gece Hazal'ın telefonu Gece'deydi. Ve Gece'ye ne yaptığını sorduğumda 'şov' diye cevap vermişti.

 

"Yarın ne olduğunu anlayacaksın..."

 

Tam olarak bunu söylemişti. Altuğ'un yanında durduğumda gözlerini telefonundan çekip bana baktı ve telefonunun ekranını kilitledi. Onu ne zaman görsem jilet gibi ütülenmiş kıyafetleri ve düzgünce taranmış saçıyla kusursuz bir profil çiziyordu.

 

"Ah..." dedi yüzüme bakıp. "Yerçekimi yasasını delen kızımız da buradaymış." Sonra gözleri omzumun üzerine kaydı. "Hani kanatların nerede senin?" Sonra yaptığı esprinin kötülüğünü fark etmiş gibi yüzünü buruşturup başını iki yana salladı. Elleri kumaş pantolonunun ceplerine girerken "Şaka bir yana, iyi atlayıştı." dedi.

 

Elbette öyleydi. Kanatlarım yoktu ama uçmanın nasıl bir his olduğunu biliyordum. Kahraman Hancı sağolsun... Atlayışlarımın kusursuz olduğunda bizzat emin olmuştu. Metrelerce yükseklikteki bir uçurumdan Akdeniz'in serin sularına binlerce kez atlamıştım. Hayatımın belki de en korkunç dersiydi, babam içimdeki korkuyu söküp almak istiyordu ve bu yüzden alışma turlarını direkt es geçip, bir sabah beni Marsilya'daki en yüksek uçuruma çıkarmıştı. Küçük bedenimi döven sert rüzgârı bugün bile hâlâ hissedebiliyordum.

 

Sadece sekiz yaşındaydım...

 

Uçurumun yamacına vuran azgın dalgalar beni daha çok korkuturken babam hemen yanımda dikiliyordu. Acımasız, sert ve sarsılmaz... Dimdik bir dağ gibiydi ama o dağ beni korumak değil, düşürdüğü çığların altında binlerce kez öldürmek için vardı.

 

"Atla!"

 

Tek söylediği bu olmuştu. Aşağıda beni bekleyen bir kurtarma ekibinden habersizdim, ilk atlayışımda ölüme atladığımı sanmıştım ama ölmemiştim. Onun yerine yukarı çıkıp tekrar ve tekrar atlamıştım o uçurumdan. Kusursuz atlayışlarla, küçücük bedenimle dalgalara karşı gelmeyi başarana kadar bir dolu tekrar...

 

Hayır denizden korkmamıştım... Aksine, düşerken hissettiğim boşluk hissini, serin suların dondurucu kolları doldurduğunda... denizi güvenli bulmuştum.

 

"Neler oluyor burada?" diye sordum bakışların ondan kafeteryayı dolduran öğrencilere kaydığında. "Haberin yok mu?" diye cevap verdi. Bu sırada Hazal ve Damla da bana yetişmişti.

 

Sence der gibi baktım Altuğ'un yüzüne. "Haberim olsa neden sorayım?" Yüzü sevimli bir gülümsemeyle aydınlanırken "Mantıklı..." dedi ve biraz önce cebine soktuğu telefonunu çıkarıp ekranı açtı. Ekranı görebileceğim şekilde önümüzde tutup Instagram uygulamasına girdi ve arama kısmına okulun adını yazdı. Çıkan sayfada gördüklerimle kaşlarım neredeyse saç diplerime kadar çıkmıştı.

 

"Sayfanın admini hesabın çalındığını söyledi. Yani şu an kimse girip de postları silemiyor. Spam çalışmaları yapıyorlar ama pek işe yarıyor gibi görünmüyor." diye açıklamaya başladı Altuğ. "Ayrıca..." diye ekledi ve ekrandakileri işaret etti gözleriyle. "Bu arkadaşların hesapları da çalınmış ve aynı görüntüler orada da yayılmış."

 

İfşaydı bunlar... Kiminin çıplak resimleri, kiminkiyse çok daha kötüsü... Üstelik postların açıklamalarında, öğrenci numaralarına kadar her şey yazıyordu.

 

"Çoğu bana mesaj atan kişiler..." dedi Hazal şaşkınca. Kesilen nefesini net bir şekilde hissetmiştim. Doğruyu söylemek gerekirse ben bile şaşırmıştım. Kimin yaptığını sormaya gerek bile yoktu. Gece olduğu o kadar belliydi ki...

 

"Sadece onlar da değil..." diye ekledi Altuğ Hazal'ın sözlerine. "Hancı çocuğu dün verdiği sözü tutmuş, telefonuna gelen videoyu silmeyen kim varsa şu an burada..."

 

🎭💎

 

YAZARDAN:

 

Genç kız alnına dökülen kızıl saçlarını eliyle geriye doğru itip evinin yakınındaki durağa yaklaştığında dur düğmesine bastı. Tiz bir ses otobüsün içini doldururken gözlerini gerginlikle kırpıştırdı. Otobüste kendisiyle birlikte toplam beş yolcu vardı, kimse ona bakmıyordu ama sanki gözler üzerindeymiş gibi hissediyordu Hazal.

 

Otobüs durakta durduğunda hızla indi. Okul resmen dedikodu ile çalkalanıyordu, aslı asla olmayan, ihtimali bile olmayan dedikodulardı bunlar. Kulaklarını tıkamaya çalışmıştı Hazal ama imkânsızdı. Derste kaldığı o bir saat boyunca üzerine sinen bakışları göz ardı edebilmek, fısıltıların ona taşıdıklarını duymazdan gelebilmek imkânsızdı.

 

Olayların bu boyuta gelmesiyse çok korkunçtu. Altuğ'un söylediklerinden sonra okulda kalmasının imkânı yoktu ama İzel kesinlikle gitmesine izin vermeyecek gibi görünüyordu bu yüzden bir derse girmiş, o sırada da otobüsün saatini beklemişti. Zaman geldiğindeyse bir dakika daha durmamış, resmen dersten kaçmıştı. On dört yıllık okul hayatında bu bir ilkti...

 

Evine geldiğinde tam anahtarını aramak için çantasını kucağına almıştı ki sabah anahtarlarını Gece'ye verdiğini hatırladı. Buraya gelme nedeni de buydu ya zaten, Gece Hancı'nın burada olduğunu biliyordu. Bu yüzden çantayı es geçip zile bastı.

 

Çok geçmeden Gece çatık kaşlarıyla açmıştı kapıyı ve açar açmaz "Burada ne işin var senin?" diye sormuştu soğuk bir sesle. "Neden okulda değilsin? Tehdidimi ciddiye almadıysan, uygulamaya geçirmeli miyim?"

 

Hazal küçük bedeniyle Gece'nin yanından sıvışıp evine girdi. Bu adamın şu iki gündür yaptığı emrivakilerden sıkılmıştı. Hiç hakkı yokken nasıl olur da ona karışmaya cüret edebilirdi ki? Yine de bu konuda yorum yapmadı, alacağı cevabı biliyordu. Bu yüzden buraya geliş amacıyla konuya girdi. "Ne yaptın sen?"

 

Gece kapıyı kapatırken "Ne yapmışım?" diye sordu kaşlarını çatıp. Ela gözleri onun numara yaptığını ele veriyordu, elbette Hazal'ın neyden bahsettiğini anlamıştı.

 

Ama onun gözlerini okumayı bilmeyen Hazal, numarasını yuttu ve telefonunu çıkarıp açıklamaya koyulmak adına okulun sayfasına girdi. Telefonun ekranını Gece'nin görebileceği kadar yüzüne doğru kaldırıp "Bundan bahsediyorum..." dedi. Sesi neredeyse ağlamaklı çıkmıştı. Genç adam dönüp bakmaya tenezzül etmedi ekrana, ela gözleri Hazal'ın yüzünde kalırken "Çok iyi yapmışım..." dedi kısık bir sesle.

 

Omuzları çöktü Hazal'ın. Kaldırdığı kolu yanına doğru düşerken "İyi falan değil..." diye mırıldandı. Dudaklarından umutsuz bir nefes döküldü, birden kendini öyle yorgun hissetti ki sanki dökülen o nefes, ruhunu da beraberinde götürmüştü. Yorgun bakışlarını kaldırıp baktı Gece'nin yüzüne ve "Lütfen siler misin bunları?" diye sordu. Bir gecede yaptığı bu şeyi silmek o kadar da zor olmasa gerekti. Zaten kurmak ne kadar zamanını alırsa alsın bir şeyleri... yıkmak için birkaç saniye yeterdi.

 

"Yirmi dört saat sonra otomatik olarak silinecek, o zamana kadar da kesinlikle hiçbir şeye dokunmayacağım. Hak eden hak ettiğini yaşayacak."

 

Hazal konuşmak için dudaklarını araladı ama Gece "Ne söylersen söyle..." diyerek onu durdurdu. "Fikrim değişmeyecek."

 

Ve sözlerini imzalarcasına arkasını dönüp salona doğru ilerledi. Hazal şaşkınca bakakaldı arkasından. Ne inatçı, dediğim dedik bir adamdı bu böyle... İzel ve Damla bu adama nasıl katlanıyorlardı? Sadece iki gün... İki günde illallah etmişti Hazal.

 

"Doğru olan bu değil..." dedi arkasından salona girdiğinde. O salonundaki üç kişilik koltuğa kurulmuş ve önünde açık olan, biri Hazal'ın, iki bilgisayar ile ilgilenirken hemen karşısında ayakta durdu. Gece Hazal'a dönüp bakma gereği görmedi, parmakları kendi bilgisayarının klavyesindeki tuşlarla dans ederken "Doğru değişkendir Kızıl kafa. Herkesin doğruları kendinedir..." dedi umursamaz bir sesle.

 

Çaresizliğin içinde sıkışıp kalan genç kız, son bir umut dizlerini kırıp yere çöktü ve Gece'ye alttan alttan baktı. "Bak..." dedi ilgisini çekmek için. "Doğru olduğunu düşündüğün şeyi yaptığını biliyorum ama bunun sonuçları çok daha ağır olacak. Benden nefret edenlerin sayısı bir elin beş parmağını geçmezken şimdi okulun yarısı... Tanrım düşünmek bile istemiyorum. Yaptığın şeyin suç olduğuna girmiyorum bil..."

 

Genç kız konuşmaya devam ederken Gece birden ayağa kalktığında Hazal irkilerek susup başını kaldırdı. Şimdi çöktüğüne pişman olmuştu çünkü Gece yanında çok uzun duruyordu, bir dev gibi...

 

"Kahve?" diye sordu Gece. Sonra arkasını dönüp mutfağa doğru ilerlerken "Bence içersin..." diye ekledi. Hazal o kadar cümleyi boşuna kurmuş gibi hissediyordu kendini, duvara konuşsa daha çok anlaşılırdı. Ayağa kalkıp bir kez daha peşinden gitti. Mutfağa girdiğinde tam konuşacaktı ki gördüğü kahve makinesiyle şaşkınlığın nirvanasını yaşadı. "Kahve makinesi mi o?"

 

Sesi oldukça yüksek ve dehşetin en belirgin tonunda çıkmıştı.

 

Onun aksine gayet sakin olan Gece, kahveyi hazırlarken omuz silkti "Sende olmadığını tahmin etmek hiç zor değildi. Ve ben kahve içmeden çalışırsam baş ağrısıyla cebelleşiyorum. İzel'de de var aynısı, ne zaman kahve içtiğini görsen bil ki başı ağrıyordur." Durdu. Bakışlarını havaya kaldırıp düşünüyormuş gibi yaptıktan sonra "Tamam her zaman değil ama çoğu zaman..." diye ekledi.

 

O noktada artık baş ağrısı ile cebelleşen Hazal'dı. Pes edercesine bir nefes verip omzunu kapının pervazına yasladı "Okulda dedikodular başladı..." Konuyu bu noktadan ele alırsa belki vazgeçirebilirdi karşısındaki adamı.

 

Gece kollarını göğsünde bağlayıp tezgâha yaslandı ve tek kaşını sorarcasına kaldırdı. Genç kızın küçük mutfağında o kadar eğreti ve o kadar büyük duruyordu ki...

 

"Bu yaptığını benim intikamımı almana yoruyorlar..." Gözlerini kaçırmıştı, bir anda odanın ısısı otuz derece birden yükselmişti sanki, yanaklarına hücum eden kanı hissedebiliyordu.

 

Gece'den ses çıkmadığında kaçırdığı gözlerini yeniden ona çevirdi. Hâlâ aynı ifadeyle, sorgularcasına bakıyordu.

 

"Aramızda bir şey var zannediyorlar... Dilden dile yayılan dedikodu bu..."

 

Bir an kelimeler boğazına dizildi ve nefesini kesti sandı. O bir saatte duydukları yeniden doldu zihnine. Evi yeterince ferahtı ama şimdi Gece Hancı'nın keskin bakışlarını yüzünde hissettikçe o hava boğuklaşıyordu.

 

Sözleriyle genç adamın dudaklarından bir gülüş döküldü, göğsünde birleştirdiği kollarından birini serbest bırakıp işaret parmağıyla önce Hazal'ı işaret etti. "Seni?" Sonra parmağı kendine dönerken "Ve beni..." dedi. Sesi alaylıydı. Hazal bu durum karşısında daha da ezildiğini hissetti. Genç adam başını iki yana sallarken "Tipim bile değilsin..." dediğinde bir an alındı buna genç kız. Sadece bir an... Sonra bu durumu kendi lehine çevirebileceğini fark etti. Ve gözleri bunun heyecanıyla hafifçe ışıldarken "Yani dedikodular seni rahatsız eder. Sileceksin o zaman?" diye sordu.

Gece'nin ela gözleri kısılırken başı omzuna doğru yattı ve bir süre Hazal'ın yüzünü izledi, bu bakış genç kızın daha da gerilmesine neden olmuştu. Kalp atışları kulaklarında patlıyordu sanki, nabzındaki hızlanmayı hissedebiliyordu.

 

En sonunda genç adam pozisyonunu bozup arkasını dönerken "Hayır..." dedi kesin bir sesle.

 

Hazal çileden çıkmak üzereydi.

 

Sinirle burnundan solurken "Ne dediğimi duymadın mı?" diye bağırdı en sonunda. "İkimizi sevgili sanıyorlar."

 

Gece, kahveyle doldurduğu kupaları alıp genç kıza doğru ilerlerken ela gözleri delici bakışlarla Hazal'ın yüzünü izliyordu. Tam yanına geldiğinde, omzu omzuna değerken yanında durdu. Başını hafifçe eğip kıza üstten üstten bakarken "Bırak sansınlar o zaman..." diye mırıldandı.

 

Genç kız, yüzüne akan nefesle daha fazla kızarmıştı. Gözlerini yüzünden başka yöne çevirmek istiyordu ama çeviremiyordu. Bakışları bir anlığına dudaklarına kaydı, o dudakları öptüğü anı hatırladı. Silinip gitmişti o an, hiç yaşanmamış gibiydi ama yaşanmıştı ve Hazal'ın zihnine düşecek en yanlış zamanı bulmuştu.

 

"Bu hem senin hem de benim işime gelir Kızıl Kafa." diye devam etti Gece, Hazal'ın düşüncelerinden habersiz. "Ben ergenlerle uğraşmak zorunda kalmam sende baskıdan kurtulmuş olursun. O yüzden bırak bizi sevgili sansınlar, gerçeği biz bildiğimiz sürece diğerlerinin sanrılarını umursama."

 

Ve genç kızın yanından geçip salona doğru gitti. Arkasında dudakları şaşkınlıktan balık gibi açılan, kalbi küt küt atan bir Hazal bırakmıştı.

 

💎🎭

 

İZEL İZEM HANCI'DAN:

 

Damla: Gece ile konuştum şimdi. Hazal eve geçeli çok olmuş.

 

Kırmızı ışık yeşile dönerken rahat bir nefes aldım ve arabayı hareket ettirdim. Sınavlara sayılı günler kaldığı için dersler hep blok şeklinde işlendiğinden, Hazal'ın yokluğunu fark etmemiz bir hayli geç olmuştu. İyi görünmüyordu. Gece'nin yaptığı hareketin de üzerine eklenmesiyle daha da sarsıldığını gözlerinde görmüştüm. Ve açıkçası endişelenmiştim. İnsanlar... olaylara farklı tepkiler verebilirlerdi. Bazıları direnç gösterecek kadar güçlüydü ama bazıları değildi. Başına bir şeyin gelmiş olabileceğinden endişelenmiştim.

 

Bu yüzdende şimdi onun evine doğru gidiyordum. Aldığım haber beni rahatlatırken aklıma gelen fikirle alt dudağım dişlerimin arasına doğru yuvarlandı. Damla'nın dersleri benden iki saat sonra bitiyordu ve bugün antrenman yapacaktık. Yani iki saatlik boşluğum vardı.

 

Gün içinde aramayı unutmuştum Savaş'ı ve o da muhtemelen bütün günü uyuyarak geçiriyordu. Bir sürpriz yapabilir, iki saati bu şekilde değerlendirebilirdim.

 

Bu fikirle dudaklarım kıvrılırken biraz ilerideki U dönüşünden arabayı döndürüp Savaş'ın evine doğru yola koyuldum. Trafik yüzünden yarım saatimi yol yemişti ama evinin önüne geldiğimde hâlâ bir buçuk saatim vardı. Bence Gece'yi ikna ederek bu süreyi biraz daha uzatabilirdim. Arabayı bahçeye sokmadan yolun kenarına park edip indim ve dış kapıyı iterek açıp bahçeye adım attım.

 

Güney ve Savaş'ın arabası yan yana duruyordu. Uzaktan kulaklara dolan bir polis siren sesi havayı sararken adımlarım kapıya doğru ilerledi ve elimi uzatıp kapıyı çaldım. Çok değil birkaç dakika sonra kapı Savaş tarafından açıldı. Başlangıçta dudaklarımı saran gülümseme, Savaş'ın yüzünü gördüğümde yüzümde dondu sonra da eriyip kayboldu.

 

Kaşlarım anında çatılırken ellerim telaşla yüzünü buldu. Kaşında ve dudağının kenarında henüz kabuk tutmamış bir açılma vardı ve sol elmacık kemiğinin üstü hafifçe kızarıktı. "Yüzüne ne oldu?"

 

Beni gördüğünde kıvrılan dudaklarındaki gülümseme daha da büyürken elleri belime yerleşti ve beni kendine doğru çekti. Yağmur sonrası toprak kokusu, kaynağından ciğerlerime çağlıyordu. Işıl ışıl olan mavileri en sevdiğim hallerindeydiler. Omuz silkti sorumla. "İki kuzen biraz stres attık. Bakma öyle yüzüme, Güney benden daha kötü durumda."

 

Gözlerimi devirdim. Anlık beni sarmalayan o telaş, pençelerini üzerimden çekmişti Savaş'ın açıklamasıyla. "Deli misiniz siz?" diye sordum kızgın bir sesle. "Gidip kum torbası falan yumruklayın, neden birbirinize saldırdınız?"

 

Savaş tam cevap vermek için dudaklarını aralamıştı ki biraz önce uzaktan gelen siren sesleri sokağa girdi, sokak o sesle resmen inliyordu. Neler olduğuna bakmak için başımı omzumun üzerinden geriye çevirdiğim sırada iki polis aracı Savaş'ın evinin önünde durdu. Bugün belki de milyonuncu kez kaşlarım çatıldı.

 

Araçtan inen polisler benim açtığım kapıdan içeri girerlerken en öndeki sivil olan adam, daha yolun yarısında cebinden çıkardığı polis kimlik kartını havaya kaldırdı. Basamakları tırmanırken "Güney Kalkavan?" diye sorarcasına baktı Savaş'a. Diğer polisler o polisin gerisinde duruyor, her an bir tehlike baş gösterebilirmiş gibi hazırda bekliyorlardı.

 

Savaş bir adım öne çıkarken "Savaş..." diye düzeltti polis memurunu. "Ben Savaş Kalkavan. Sorun neydi memur bey?"

 

Adam tam konuşacakken "Noluyor?" diyerek hemen arkamızda Güney belirdi. Başımı çevirip ona baktım. Evet yüzü Savaş'ınkinden daha kötü durumdaydı. Bir gözünün altı bir hayli mordu ve kaşındaki yarık çok daha derin görünüyordu.

 

Polis memurunun gözleri bu kez arkamızda duran Güney'e kaydı ve Savaş'a sorduğu sorunun aynısını Güney'e sordu. "Güney Kalkavan?"

 

Kaşları çatılan Güney, yanımdan sıyrılıp önüme geçtiğinde artık tamamen arkalarında kalmıştım. "Benim..." diye cevap verdi Güney. Sesinden neler olduğunu anlamaya çalıştığı belli oluyordu. Gerçekten neler oluyordu?

 

Sorumuzun cevabı birkaç saniye sonunda karşımızdaki polisin dudaklarından döküldüğünde adeta bir bomba etkisi yaratmıştı. Patlamaysa zihinlerimizdeydi.

 

"Ben cinayet bürodan Komiser Yakup Özerk. Sizi, Sadık Koçer ve Nihal Koçer'i öldürme suçundan gözaltına alıyorum."

 

💎🎭

 

Şok şok şok...

 

Küçük bir dipnot geçmek istiyorum, unutanlar olmuş olabilir. Sadık Koçer ve Nihal Koçer Yasemin'in anne ve babası.

 

Bölümü nasıl buldunuz?

 

Sizce bundan sonrasında sizleri neler bekliyor?

 

Oy vermeyi unutmayın güzellerim❤️

 

Zaman ayırıp okuyan herkese sonsuz teşekkürler. Seviliyorsunuz❤️

Loading...
0%