Yeni Üyelik
39.
Bölüm

38| İLK VE SON AKŞAM YEMEĞİ

@saniyesolak

Sellam✨

 

Bölüme geçmeden önce yıldızımızı parlatırsanız sevinirim güzellerim❤️ Bu sizin için bir kayıp olmaz ama benim için çok şey ifade ediyor.

 

Ve bol bol yorum yapmayı unutmayın❤️

 

Keyifli okumalar 🥂

 

🎭💎

 

YAZARDAN:

 

Saatler önce;

 

Bip...

 

Bip...

 

Bip...

 

Odada çınlayan kulak tırmalayıcı ses, bir insanın kalp ritmine aitti. Herhangi bir insan değil, Yasemin Koçer... Beş saat süren zorlu bir ameliyatın ardından şimdi yoğun bakımdaydı. Bir kurşun bacağını sıyırmış olsa da diğeri karaciğerini delip geçmişti. Şu an yaşıyor olması bir mucizeydi...

 

Gece Hancı planladığı şeyi gerçekleştirmeye o kadar yaklaşmıştı ki... Eğer Aksel birkaç saniye daha geç kalmış olsaydı Yasemin Koçer ölmüş olacaktı.

 

(Hepinizin burada nerede o günler diyeceğini bilmiyormuş gibi yapacağım dbkshxknx)

 

Ölüm ile yaşam arasında verdiği o savaşı saniyelerle kazanmıştı. Onun ölmesi fikri Aksel için kesinlikle katlanabileceği bir şey değildi, düşünmek bile ciğerlerine çektiği havanın içini yakmasına neden oluyordu, sanki sinesine bir yudum kor çekiyordu.

 

Uzanıp onun yanında öylece duran, üzerine intraket takılı elini tuttu. Verdiği savaş, solgun teninden belli oluyordu. Dudaklarını ve burnunu kapatan şeffaf maskenin altından görünen dudakları solgun ve kuruydu. Ölümü andırıyordu... Ölümü hep çok seven Aksel, ilk kez ölümden nefret ediyordu.

 

Kapının açılma sesiyle bakışlarını ancak çekti Yasemin'den ve omzunun üzerinden arkasına baktı. Gelen Alfonso'ydu. Yüzünde her zamanki pürüzsüz gümüş maskesiyle içeri girmişti. Çıplak göğsündeki çirkin büyük yara izini gördüğünde yüzünü buruşturmamak için kendini zor tuttu Aksel. Yüzünde bir maske yoktu bu yüzden ifadelerini kendine saklamalıydı. Bu adamın ellerinden bir kez kurtulmuştu, eğer gözüne batarsa ikincisinin olmayacağını bilecek kadar tanıyordu onu. Ve onu kurtaran kadın şu an ölüm döşeğindeydi... Yaşıyordu ama hayati tehlikeyi atlatmış değildi henüz.

 

"Videoyu silmeyi başardı..."

 

Alfonso'nun kaba sesiyle söylediği tek şey bu oldu. Aksel, Yasemin'i o yol kenarından alır almaz Alfonso'ya ulaşmış, knun verdiği konuma giderken bir yandan da kucağına çektiği kadının kanayan yaralarına tampon yapmaya çalışmıştı. Parmaklarını kaplayan kanın yapışkan dokusu ilk kez zevk vermek yerine rahatsız ediyordu. İlk kez kanın kokusu hoşuna gitmiyor, midesini bulandırıyordu.

 

Yarım saat demişti Alfonso ona Aenean'ı yarım saat daha yaşat. O da öyle yapmıştı. Hayatının en zor yarım saatiydi ona verilen konumdaki boş arazide beklemek. Ama Alfonso'nun onları yarı yolda bırakmayacağının da bilincindeydi, Aenean onun için değerli bir müttefikti. Geriye kalan tek şey, Yasemin'in savaşması ve hayatta kalmasıyken, neyse ki o da üzerine düşeni yapmış, ne kadar güçlü olduğunu bir kez daha göstermişti.

 

Tam yarım saat sonra, bir helikopter inmişti beklediği alana ve içinden yüzleri maskeli adamlar inmişlerdi. O andan sonrası Aksel'in zihninde buzlu bir cam gibiydi, Yasemin ameliyattan çıkana kadar da öyle kalmıştı. Genç kadın çıkar çıkmaz da buna sebep olan herkesten intikam almak için harekete geçmişti. Video bunun başlangıcıydı.

 

"Silemeyeceğini söylemiştin!" dedi Aksel gözlerini yeniden Yasemin'e çevirirken. Ses tonuna ne kadar dikkat etmeye çalışırsa çalışsın bir miktar suçlayıcı tona engel olamamıştı.

 

Alfonso'nun genzinden hırıltılı bir ses geldi. "Bana bak çocuk..." dedi sinirli bir sesle. O suçlayıcı tonu elbette yakalamıştı. "Aenean için varlığına katlanıyorum, beni sınama."

 

Son kez uyuyan kadına ve yanında oturan adama bakıp arkasını döndü, odadan çıkmadan önce "Aenean'ın planı için hazırız, o uyanıp kendini toparlar toparlamaz, o planı devreye sokacağız." dedi ve çıkıp gitti.

 

Plan... Her şey olup bittiğinde herkesin cehennemi yaşamış olacağı bir ölüm oyunu...

 

Aksel elinin altındaki eli sıktı ve Yasemin'in kulağına doğru eğildi biraz. "Duydun değil mi? Bitmelerine çok az kaldı, o yüzden aç o gözlerini ve başladığın işi bitir Aenean." Sonra dudaklarını alnına bastırdı ve ayağa kalkıp o da odadan çıktı. Gece Hancı'nın bir şekilde o videoyu sileceğini zaten biliyordu. Şimdi yapması gereken bir adım daha vardı, onu da hallettikten sonra biraz önce Alfonso'nun bahsettiği planın zamanı gelene kadar onları hep farklı noktalardan vurarak rahatsız edecek, yaptıklarının cezasını çektiklerinden emin olacaktı. O plan ise öldürücü darbeydi...

 

Ona verilen odaya girdiğinde derin bir nefesi içine çekti ve yatağının üzerine gelişigüzel attığı telefonu eline aldı. Onu son arayan numaranın üzerine basıp telefonu kulağına yasladı. Zaman kavramını yitirmişti ama Türkiye'den gelen habere göre kaldıkları o yeri Gece Hancı'ya söyleyen Güney Kalkavan'dı.

 

Yasemin'in Güney'e verdiği tavizler aklına geldikçe sinirleri geriliyordu Aksel'in. Yasemin'i bu konuda defalarca kez uyarmış olmasına rağmen Yasemin onu hiç dinlememişti. O ikisinin ilişkisi tam bir hataydı. Aynı zihin yapısına sahip olmayan iki insanın bir arada olması imkansızdı; birbirlerinin ne istediklerini, arzularını, düşünce yapılarını anlayamazlardı. Onlar bunun kanlı canlı örneğiydi. Güney hiçbir zaman Yasemin'in Aenean tarafını kaldırabilecek kadar güçlü ve cesur olamazdı. Ama Yasemin bunu görmeyi reddetmiş, Güney Kalkavan'a gereksiz bir şekilde güvenmeyi seçmişti. Sonucundaysa ihaneye uğramıştı.

 

Ve şimdi Güney Kalkavan, ihanetinin bedelini ödeyecekti. Bunu ödetenin kendisi olmayacak olması kötü olsa da, yapacak olan kişi için iyi bir adım olacağını bildiğinden bu ayrıntıyı göz ardı etti. Ne de olsa onu Yasemin yetiştiriyordu ve o Yasemin'in varisiydi.

 

Telefon açıldığında hiç ses gelmedi, genç adamın duyduğu tek şey nefes alıp verme sesleriydi. Aferin diye geçirdi içinden. Öğreniyorsun.

 

"Niks..." diye seslendi telefona doğru, hattakinin kendisi olduğunu belli etmek için. Bunun üzerine rahat bir nefes aldı karşısındaki kişi ve "Adımı yanlış telaffuz etmenizi kendi lehime çevirmenin yolunu buldum." dedi sakin bir sesle. Sonra ekledi. "Aenean nasıl?"

 

Aksel bir köşedeki masanın üstünde açık duran bilgisayarının önüne geçerken "İyi olacak." diye cevap verdi. Ardından ekranı bölen onlarca görüntüden birine tıkladı. Güney Kalkavan'ın evinin önüydü. Arabası orada olmadığına göre henüz evde değildi. Bu iyi diye düşündü Aksel. Evde olmayışı, onlara eve rahatça sızacak alanı ve zamanı tanıyacaktı. Güney Kalkavan, son nefeslerini alıp veriyordu şimdilerde.

 

Dudakları bu düşünceyle keyfe gebe bir gülümsemeyle kıvrıldı. "Sana bir görev vereceğim..." diye mırıldandı sakinlik akan bir sesle. Kabul edip etmeyeceğini kestiremiyordu genç adam, riskli bir işti ve onun henüz tecrübesi yok sayılırdı. "Bunun için hazır mısın?"

 

Heyecanlanmaya başlayan nefes sesini duyduğunda gülümsemesi daha da büyüdü. Bu heyecan, kabul etme ihtimalinin etmeme ihtimalinden daha yüksek olduğunu gösteriyordu. "Evet, hazırım. Ama ondan önce bilmen gereken bir şey var..." dedi telefonun diğer ucundaki kişi. Sesi şimdi gergin geliyordu. Aksel gözlerini ekrandan çekip karşısındaki duvara dikerken "Nedir?" diye sordu merakla. Bir görevden daha önce gelen ne olabilirdi ki?

 

"Güney Kalkavan birkaç saat önce buraya geldi ve Aenean'ı sordu bana."

 

Kaşları çatıldı Aksel'in. Neden arıyordu ki Güney Yasemin'i?

 

"Sen ne söyledin?" Dirseğini sandalyenin kolçağına yaslayıp kolunu kırdı ve baş parmağıyla hafif hafif alt dudağında ritim tutmaya başladı. "Bilmiyorum dedim, inandı. Ve teyzemin adresini istedi."

 

Gerçekten tüm olanlardan sonra Yasemin'in annesi ve babasının yanına gideceğini mi sanıyordu bu adam? Yıllardır sevgilisi olan kadını hiç mi tanımamıştı? Sadık Koçer, Yasemin için yaratılan o alanı elinden kaybedip, gücü Hancı'lara verdiği an Yasemin için anne ve babası silinmişti.

 

Bu düşünce Aksel'in zihnindeki çarkları durdurdu önce. Eş zamanlı olarak dudağında ritim tutan parmağı da durmuştu. Sonra çarklar tersi yöne dönmeye başladı... Herkes diye geçirdi aklından. Buna sebep olan herkes bedelini ödemeli...

 

Ödeyecekti de!

 

Bugün son nefesini veren Güney Kalkavan olmayacaktı, hayır kesinlikle olmayacaktı.

 

Parmağını dudağından çekti. Kolu yanında öylece sallanırken "O adrese gitti mi?" diye sordu Aksel emin olmaya çalışan bir sesle. "Gittiğinden eminim." cevabını aldı. "Çok endişeli görünüyordu, Aenean'ı bulmak için elinden geleni ardına koymayacak gibi..."

 

Dudakları kendinden emin bir gülümsemeyle kıvrıldı yavaşça ve "Güzel..." cevabını aldı. Sonra ciddileşip hışımla oturduğu sandalyeden kalktı. "Şimdi beni iyi dinle. Aenean gibi mi olmak istiyorsun? Kurduğun bir oyunda herkesi parmağında oynatabiliyor olmak seni Aenean gibi yapmaz, yakınına bile yaklaştırmaz. Senin kuzenin bir oyun kurucudan çok daha fazlası. Onun gibi olmak istiyorsan, acımasız olmalısın Niks. Çok acımasız... Beni anlıyorsun değil mi?"

 

Manipülasyon kokan sözleri amacına hizmet ediyordu. "Ne yapmam gerekiyor?" diye sordu karşısındaki kişi bir an bile düşünmeden. Aksel'in zihnindeki çarklar bir kez daha sustu. Bu kez fikri değiştiği için değil, kafasında kurduğu planın tüm taşları yerine oturduğu için...

 

Duruşu dikleşirken aklından geçeni bir sır gibi döktü dudaklarından.

 

"Sadık ve Nihal Koçer'i öldürmeni istiyorum." Sonra dudaklarından keyifli ama soğuk bir gülüş dökülürken ekledi. "Vahşice!"

 

💎🎭

 

Saatler sonra;

 

İnsanoğlu için en tehlikeli rakam üçtür. Beyin, üçten sonra alışmaya endeksli bir mekanizmayla çalışır. Size yasak gelen bir şey, üçten sonra yasal olmaya başlar. Korkularınız, üçten sonra artık korktuğunuz şeyler değildir. Rutininizde olmayan bir şey, üçten sonra alışkanlığa dönüşür.

 

Üç kilittir; üç gün, üç hafta, üç ay ya da üç yıl...

 

Ve üç gün, arka arkaya, hayatınızı derinden sarsacak bir haberle karşılaşırsanız; derin depremleri ilk iki gün atlattığınız için üçüncü günde kendinizi uyuşmuş hissedersiniz. En kötüsü o olsa bile, yeterli tepkiyi veremezsiniz. Beyin üçün büyüsüne kapılmıştır çünkü.

 

Güney Kalkavan'ın şu an yaşadığı buydu. Üçün büyüsüne kapılmak...

 

Aldatıldığını öğrenmek...

 

Çocukluğundan beri tanıdığı ve aşık olduğu kadının nasıl bir psikopat olduğunu görmek... İyileşti sandığı bunca zamanın aslında koca bir yalandan ibaret olması ve Yasemin'in iyileşmekten çok uzak olduğu, aksine daha da vahşileştiği gerçeği ile yüzleşmek...

 

Ve uzun yıllar hayatında önemli rollerde yer almış iki insanın ölmüş olduğunu öğrenmek ve onların cinayetiyle suçlanmak...

 

Hangisi daha kötüydü?

 

Hangi gerçek daha acımasız, hangi doğru daha sarsıcıydı?

 

Beyninin içindeki mantığı seni cinayet ile suçluyorlar diye bas bas bağırıyordu. Bileğindeki kelepçenin ağırlığını net bir şekilde hissediyor, getirildiği sorgu odasındaki boğucu havayı içine her çekişinde ciğerlerine oksijen ulaşmıyordu sanki.

 

Ama bomboştu...

 

"Onları neden öldürdün Güney?"

 

Başındaki komiser, bozuk plak gibi belki de bininci kez aynı soruyu sordu.

 

Onları neden öldürdün?

 

Güney, gözlerini bir an bile onu bileğinden masaya bağlayan kelepçeden ayırmadan sakin bir sesle "Ben öldürmedim." diye cevap verdi bininci kez...

 

Sakindi, çünkü beynindeki düşünceler öyle dağınıktı ki... Hisleri, duyguları tüm o dağınıklığın arasında kaybolmuştu.

 

Sabrı taşan memur, burnundan verdiği sert bir nefesle ellerini masaya vurduğunda çıkan sesle, Güney girdiği transtan çıktı. Gerçekliği kavrayabildiği ilk an gözlerini kelepçeden çekip ona üstten bakan memura dikti derin mavilerini. Zihnindeki dağınıklık geriye sarılan bant gibi toparlanmaya başladığında ilk kez gerçek anlamda memurun sözlerini duydu.

 

"Evin her yerinde parmak izin var oğlum. Parçalanmış cesetlerin üzerinde parmak izin var. Buna ne diyeceksin o zaman?"

 

Cesetler... Güney'in gözlerini kelepçeye dikmesinin nedeni biraz da buydu. Elinin birkaç santim ötesine açılan resimler, cesetlerin farklı açılardan çekilmiş kareleriydi. Uzuvları kopmuş, kan gölünün içine paramparça bir halde dağılmış cesetler...

 

Güney boğulduğunu hissetti o an. Zihni toparlanmaya başlıyor, asıl duyguları hissizliğinin üzerini bir çarşaf gibi örtüyordu. Parmakları avuç içlerine doğru göçerken dişlerini sıkıp "Dün oraya gittiğimi zaten söyledim. Eve girdim. Nihal hanım bana sarıldı, karşılık verdim. Sadık Bey ile tokalaştık. Bunları zaten anlattım." dedi, sakinliğini kaybetmeye başladığı ilk anda o andı. Öfke; güçlü varlığını belli etmeye başlıyordu.

 

"Sonra ne oldu?" diye sordu komiser. Onu gözaltına alan adamdı. Neydi adi? Yasin? Hayır Yakup... Yakup Özerk.

 

Güney bileklerini çekiştirip, iki metalin birbirine sürtünmesine ve rahatsız edici bir sesin odanın içinde yayılmasına neden oldu ama Güney'i rahatsız eden şey ses değildi. Sorgu odasında kaldığı her saniye kendini biraz daha boğuluyormuş gibi hissetmeye başlamıştı. Hissetmemek daha iyiydi diye düşündü. Zihnimin dağınık kalması çok daha iyiydi. Derin bir nefesi içine çekmeye çalıştı. "Sonra..." dedi içinde yükselmeye başlayan o öfke sesine daha fazla yapışırken. Çatlamaya başlayan sabır taşının çıtırtılarını işitiyordu. "Evden çıktım gittim. Hatta Nihal Hanım ve Sadık Bey bana kapıya kadar eşlik ettiler. Evlerinin karşısında bir kafe var, o kafenin güvenlik kame..."

 

"Kamera kayıtlarını inceledik." diyerek sert bir sesle araya girdi Komiser Yakup. "Sen eve girdikten yarım saat kadar sonra caddede oluşan bir elektrik kesintisi yüzünden çıkışına dair hiçbir iz yok."

 

Güney bir kez daha bileklerini çekiştirmeye çalışırken "Şansımı sikeyim..." diye homurdandı sinirli bir sesle.

 

"Sen eve girdikten sonra evden çığlıkların yükseldiğini söyleyen bir görgü tanığı var. Buna nasıl cevap vereceksin?"

 

Beyninin içine doğru nükseden bir ağrı yüzünden şakaklarını ovma isteğiyle doluydu genç adam ama kelepçeli elleri buna izin vermiyordu. Şu ana kadar kelepçeler onun sevdiği bir şeydi oysaki...

 

Çaresizliğin içinde sıkışıp kalmış, bir çıkış yolu bulamıyormuş gibi hissediyordu kendini. En son ne zaman bu kadar çaresiz hissetmişti? Babasının darbeleri bedenini zedelerken ve kendini anlatmaya çalıştığı her an babası tarafından susturulurken mi? Sinan Kalkavan'ın farklı bir terbiye anlayışı vardı. Baba olmaya çalışıp, bunun için elinden geleni yapan ama baba olmayı hiç beceremeyen bir adamdı o. Oğlunun gözaltına alındığını... Hayır yanlış oldu. Oğlunun cinayet suçuyla gözaltına alındığını öğrendiğinde ne tepki verecekti acaba? Güney en çok bunu merak ediyordu. Savaş'ın babasına haber vermeyeceğini biliyordu ama sonsuza kadar da saklayamazlardı.

 

Sikeyim diye geçirdi aklından. Her şey birbirine giriyordu şimdi de... Zihni, hangi fikri hangi düşünceyi öne taşıyacağına karar veremiyordu. Sikeyim... Sikeyim... Sikeyim... Komiser ne demişti en son?

 

"Uyduracak bir yalan bulamadıysan gerçeği alayım."

 

Güney bir kez daha resimlere baktı. Bakmak ve görmek insanı alıştırırdı. Parçalanmış cesetler, çok yakın bir tarihin anılarını yeniden zihnine doldurdu. Dün gecenin... Cinayetleri o işlememişti ama kimin işlemiş olabileceğini iyi biliyordu.

 

"Gerçeği mi istiyorsun?" diye mırıldandı Güney. Ardından uzanıp bir resmi parmaklarının ucuyla kendine doğru çekti ve eline alıp memura gösterdi. "Bunu yapanı bulmak istiyorsan, sorgulamaya çiftin kızları Yasemin Koçer'den ve onun sevgilisi Aksel Bayzer'den başla."

 

Komiser yüzünde mimik oynamadan Güney'in yüzünü süzdü birkaç saniye ve ellerini masaya yaslayıp Güney'e doğru eğildi. "Eski sevgilinin yeni sevgilisi olmasına sinirlendiğin için mi ailesini katlettin?" Sanki karşısındaki adamın ne söylediğini duymuyor gibi bir hâli vardı, zihni tek bir şeye endeksliydi ve onun dışına çıkamıyordu. Cinayetleri Güney'in işlediğinden çok eminmiş ve ona düşen tek şey bu itirafı almakmış gibi...

 

Güney'i baştan sona sarsan bu cümlelerle genç adamın yüzü öfkeden kızarmaya başladı. Kasları o kadar gerilmişti ki boynunda şişen damarları nefes alırcasına atıyordu. Çatırdayan sabır taşının, tam anlamıyla çatlayıp paramparça olma sesi içinde yankılandı ve etrafa dağılan parçaların her biri sinir hücrelerine saplandı. Burnundan solurken oturduğu yerde dikleşip o da komiserin yüzüne doğru yaklaştı ve sıktığı dişlerinin arasından tıslarcasına konuştu. "Sikik beynin algılayamıyor mu? Ben kimseyi öldürmedim diyorum."

 

Komiserin yüz hatları anında sertleşirken bir elini uzatıp Güney'in tişörtünün yakasına yapıştı. Duyduğu küfür hiç hoşuna gitmemiş gibiydi. Tam konuşmak için dudaklarını aralamıştı ki "Müvekkilime şiddet mi uygulanıyor şu an?" diyen bir kadın sesi kelimelerinin yolunu kesti. Komiser Yakup, Güney'in yakasını bırakırken iki adam da sesin geldiği tarafa döndüler. Kapıda genç bir kadın duruyordu. Jilet gibi ütülenmiş, siyah, ipek bir gömlek ve siyah, bol bir kumaş pantolon giymişti. Çene hizasına kadar gelen saçları, en az kıyafetleri kadar dümdüz şekillendirilmişti. Bir koluna astığı avukat cübbesiyle ve uzun boyuyla kapının aralığında dikiliyordu.

Komiserin gözleri avukattan çekildi ve yeniden Güney'e döndü. Bakışları kızgındı. "Müvekkiliniz görevi başındaki bir memura hakaret etmemeyi öğrenememiş, bende öğretiyordum."

 

Avukat kadın, kapıyı kapatıp yüksek topuklu ayakkabıları üzerinde masaya doğru yaklaşırken "Hakaretten çok rahatsız olduysanız bir hakaret davası açabilirdiniz Komiser Bey. Şimdiyse..." diye mırıldandı ve keskin bakışlı, sarıya çalan kahverengi gözlerini Güney'e çevirdi. "Müvekkilimin yüzünü getirdiğiniz bu hâl için sanırım biz size dava açmalıyız."

 

Komiser Yakup gözlerini devirdi. "Yüzünü bu hale ben değil kuzeni getirmiş. Bende nedeninin, Güney'in işlediği cinayetten haberi olduğu için olduğunu düşünüyordum."

 

Avukat kadın kısa bir an Komiser'e baksa da ilgisini daha çok çeken başka şeyler vardı. Masanın üzerindeki resimler gibi...

 

Güney ise henüz üzerindeki şaşkınlığı atamamıştı. Bu kadın kimdi? Babasının avukatlarından biri olmadığına kalıbını basabilirdi Güney, çünkü babası fazlasıyla ataerkil bir zihniyete sahipti. Hukuk gibi önemli departmanda kesinlikle bir kadın avukat barındırmazdı. Savaş'ın kendi avukatı Faik Bey'i arayacağını düşünmüştü ama bu kadın kesinlikle sürpriz olmuştu.

 

Avukat, masadaki resimlerden birine uzanıp eline aldı ve inceliyormuş gibi yaptı. "Canavarca hisle işlenmiş iki cinayet..." diye mırıldandı. Sonra resmi aldığı noktaya düzgünce bırakıp masanın etrafını dolandı yavaş adımlarla. Güney'in arkasına geldiğinde durup ellerini sandalyenin arkalığına yaslarken ifadesi öyle dik, öyle kendinden emindi ki... Kendine olan güveni metrelerce öteden bile anlaşılabilirdi. "Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası garanti olan bir dosya. Ve siz elinizde yeterli deliller olmadan müvekkilimi kesin bir dille suçluyorsunuz. Sanırım bir de bunun için dava açmalıyız?"

 

Güney bu odaya girdiği andan beri yakasına yapışan o baskıdan bir nebze kurtulduğunu hissediyordu. İlk kez rahat bir nefes aldığını...

 

Komiser hiç bozuntuya vermeden kollarını göğsünde kavuşturdu ve ağırlığını bir ayağına verip kaldırdığı tek kaşıyla "Adım ne demiştiniz?" diye sordu avukata.

 

Avukatın dudaklarındaki gülümseme büyürken başını omzuna doğru yatırdı ve "Henüz söylememiştim ama... madem öğrenmek istiyorsunuz, Filiz... Adım Filiz Duman." dedi. Birbirlerinin üzerinde hakimiyet kurmaya çalıştıkları o kadar belli oluyordu ki.

 

Komiser sabır dilenircesine bir nefesi burnundan verdi. "Filiz Hanım..." Kelimelerin üzerine bastırırken sabırsız bakışları avukatın yüzündeydi. Yine de rahat bir profil çizmek istermiş gibi sinirini saklayıp düz bir sesle "Tıpkı her avukat gibi sizde dava açmaya çok meraklısınız anladığım kadarıyla. Açmak istiyorsanız buyrun açın, sizi tutmuyorum. Ama ben işimi yapmaya devam edeceğim." dedi. Sesi seni umursamıyorum dese de alt metninde yatan hiç öyle değildi.

 

"İşinizi yapmaya o zaman müvekkilimin kelepçelerini çözmekle başlayın Komiser Bey. Zira biraz önce de söylediğim gibi... elinizde, ona bu muameleyi göstermenize yetecek bir delil yok."

 

"O bir cinayet şüphelisi..." diye karşı çıktı komiser Filiz'in bu isteğine. "Ve benim elimde bana yetecek kadar delil var."

 

"Öyle mi?" diye sordu Filiz. Sesi ve bakışları şimdi ciddileşmiş, her zamanki başarılı avukat imajına bürünmüş, müvekkilini savunmaya hazır bir halde bakıyordu karşısındaki adama. "Cinayetleri müvekkilimin işlediğini alenen gösteren bir görüntü mü var elinizde?"

 

Komiser Yakup'un yüzündeki o rahat ifade çatladı. Şimdi siniri biraz öncekine nazaran daha fazla meydandaydı. Sorgu sırasında, sorgu odasında bulunan avukattan daha çok nefret ettiği hiçbir şey yoktu. "Hayır..." diye cevap verdi ona sorulan soruya.

 

Filiz durmadı. "Cinayetin işlendiğini kendi gözleriyle gören bir tanık mı var?" Aldığı yanıt bir kez daha "Hayır..." oldu. Ama aynı zamanda da komiserin yüzündeki sinirli ifade, koz sanki kendi eline geçmiş gibi dağılmış ve duruşu dikleşmişti. "Ama, müvekkiliniz eve girdikten kısa bir süre sonra, evden çığlık sesleri duyduğunu iddia eden biri var."

 

"İddia?" Tek kaşı havalanırken sorgularcasına baktı karşısındaki adamın gözlerine. "Peki bu cinayeti, iddia eden kişinin işleyip suçu müvekkilime atmadığını nereden biliyorsunuz?"

 

Bunun üzerine Komiser Yakup sessiz kalmak zorunda kaldı. Üçü de avukatın haklı olduğunu biliyordu. Filiz konuştukça Güney biraz daha rahatlıyordu. Savaş bu kadını nereden bulmuştu bilmiyordu ama işinde bir hayli başarılı bir avukat olduğu her halinden belliydi.

 

"Peki..." dedi Filiz bir kez daha. Sıraladığı her ihtimalde, komiserin ellerindeki ihtimali biraz daha çürütüyordu. "Cinayet aletlerinde müvekkilimin parmak izi bulgularına rastladınız mı?" Sonra düşünürmüş gibi bir ses çıkardı. Adeta karşısındaki adamı, yaptığı ataklarla sıfıra çekiyordu. "Sorumu düzeltiyorum, cinayet aletlerini bulabildiniz mi Komiser Bey?"

 

Polis artık iyice düşen yüzü ve ateş saçan gözleriyle bir kez daha "Hayır." cevabını verdi. "Ama evin çoğu noktasında parmak izleri var, ve cesetlerde..."

 

Pes etmek nedir bilmiyordu...

 

Filiz de öyle...

 

"Buraya gelirken yan odada kulak misafiri olduğum kadarıyla, müvekkilim zaten eve girdiğini, kadın makt1ul ile sarıldığını ve erkek maktul ile de tokalaştığını kabul ediyor. Parmak izlerinin bulunmasından daha doğal ne olabilir ki? Onun kabul etmediği şey, cinayeti işleyenin kendisi olmadığı. Ve sizin elinizde de müvekkilimi suçlayıp gözaltında tutacak yeterli delil yok. Şu an burada masum birini sorgulamakla oyalanırken, gerçek katil ya da katillerin çoktan yurtdışına kaçmadıklarının bir garantisini verebilir misiniz?"

 

Polis memuru bir kez daha sessiz kalmak zorunda kaldı. Avukatlardan gerçekten nefret ediyordu, çok bilmiş hallerinden tutun da yerli yersiz özgüvenlerine kadar.

 

Zafer dolu gözlerle karşısındaki adamın gözlerine son kez bakıp "Ben de öyle düşünmüştüm." dedi, en az gözleri kadar sesi de o zaferden nasiplenmişti. "Şimdi lütfen müvekkilimin kelepçelerini çıkarın ve medeniyet sınırları içerisinde ifadesini alıp onu serbest bırakın. Suçlamaya yetecek bir deliliniz olduğunda, ya da en azından cinayet aletlerini bulduğunuzda eminim onu nerede bulacağınızı zaten biliyorsunuzdur."

 

🎭💎

 

İşlemler halledilip Güney ve Filiz yan yana karakoldan çıktıklarında Savaş temiz hava almak için dışarı çıkmış, arabasının önünde içeriden gelecek bir haberi bekliyordu. Kapıdan çıkan ikiliyi gördüğünde aceleci adımlarla onlara doğru ilerledi. Olayların geldiği noktaya ayak uydurmakta o kadar zorlanıyordu ki.

 

İkilinin yanlarına ulaşır ulaşmaz yaptığı ilk şey kardeşi gibi gördüğü kuzenini kucaklamak oldu. Güney de aynı sıcaklıkla karşılık vermişti. Dün, o kadar çok dağılmıştı ki zihnen, zihninin toparlanması için suratının dağılması gerekmişti. Ve şimdi dünden de kötü görünüyordu.

 

"İzel Hanım nerede?" Filiz'in sesiyle iki kuzen ayrıldılar. Savaş karşısındaki kadının sarıya çalan kahvelerine baktı. O İzel'in avukatıydı. Kendi avukatı Faik Bey'i aramıştı Savaş ama Faik Bey bir sempozyum için yurtdışına çıkmıştı. Başka bir avukat arayışına gireceği sırada, onlarla karakola kadar gelen İzel ona Filiz Duman'ın numarasını vermişti. Numarayı İzel'den aldığını söylediğinde de gerisi zaten çorap söküğü gibi gelmişti.

 

"Acil gelen bir telefon ile, gitmesi gerekti." diye cevap verdi Savaş. Filiz sadece başını sallamakla yetinip derin bir nefes aldı. "Ofisime geçip ayrıntılara bir baka..." diyecekti ki "Güney..." diye gürleyen bir ses, karakolun bahçesini doldurdu.

 

Dönüp sesin geldiği tarafa baktıklarında kapıdan Metin ve Sinan Kalkavan'ın, arkalarında bir avukat ordusuyla girdiklerini gördüler. "Siktir..." diye fısıldadı Savaş ve onun hemen ardından Güney de "Koca bir siktir hemde..." diye ekledi.

 

Metin Kalkavan sakin görünse de Sinan Kalkavan'ın sakinlikle uzaktan yakından alakası yoktu, sinirden köpürüyordu hatta.

 

Yanlarına ulaştığında, "Ne demek oluyor bu?" diye sordu kısık bir sesle Sinan Kalkavan. "Cinayetten gözaltına alınmak da ne demek?" Ateş saçan mavi gözleri oğlundaydı. Kalkavan soyadının lanetiydi okyanus tonu göz... Ve Savaş'ın en nefret ettiği ayrıntısıydı gözlerinin mavi olması... Başka bir renk olsaydı gözleri, belki de annesi tarafından daha kabul edilebilir olurdu...

 

Güney kayıtsız bir ifadeyle babasının öfkeden kızaran yüzüne bakarken Savaş bir adım öne çıkıp "Amca şu an ne yeri ne de zamanı." dedi orta yolu bulmaya çalışır bir halde.

 

"Sen sus Savaş Efendi..." diyerek onu da payladı Sinan Kalkavan. "Seninle sonra hesaplaşacağız." Sonra sinirli bir tavırla eliyle yüzünü sıvazladı. "Oğlum siz bizim başımıza eşkıya mı kesileceksiniz? Ne cinayeti? Nasıl bir şeye bulaştınız siz? Bir de bize haber vermemek de ne demek oluyor? Karakoldaki arkadaşlar olmasa haberim dahi olmayacak yani?"

 

"Niye haber veremedik acaba?" Savaş tam dudaklarını aralayıp amcasını sakinleştirmek adına bir şeyler söyleyecekti ki Güney'in bu sözleri lafını kesmişti. Güney avukatın yanından ayrılıp Savaş'ın yanına geçti ve babasının gözlerinin içine baktı. "Sinan Bey, Sinan Bey... İçine sıçtığımın bu hayatında oğlunu bir kez bile karşına alıp dinlemediğin için olabilir mi? Babacılık oynamaya çalışırken bir baba olmayı beceremediğin için? Şu hâle bak, sanki gerçekten suçluymuşum gibi bir avukat ordusuyla gelmişsin. Herkesten önce sen, suçlu damgasını yapıştırmışsın bana."

 

Yüzü, oğlunun söyledikleriyle daha da kızaran Sinan Kalkavan'ın gözleri arkadaki sigara içen polislere ve karakola girip çıkan insanlara kaydı. Parmakları avuç içlerine doğru göçerken, sinirden burun delikleri genişlemişti. Eğer kalabalık bir yerde olmasalardı, Güney de Savaş da biliyordu ki, yumruk olan o el havaya kalkar ve Güney'in yüzünde patlardı. Oğlunun kendisiyle yüksek perdeden saygısızca konuşmasına asla müsamaha göstermezdi. Bu Sinan Kalkavan'a göre en büyük terbiyesizlikti. o babaydı. Saygıyı hak ediyordu. Ona göre, baba ile evladı arasındaki ilişki hiçbir zaman arkadaşlığa dönüşmemeliydi, aralarında bir saygı duvarı olmalıydı.

 

Vurmadı ama onun yerine "Laflarına dikkat et Güney..." diye tıslayarak bu lafların hesabını sonra soracağının sinyalini verdi Sinan Kalkavan. "Seni, üzerindeki bu suçtan kurtaracak olan şey, parasını benim ödediğim, benim avukatlarım olacak."

 

Güney'in dudaklarından alaycı bir gülüşü çekip aldı bu sözler. Kalbinin içinde başgösteren hayal kırıklığının yansımasıydı o gülüş.

 

"Zahmet etmesinler boş yere. Ne de olsa onlar benim avukatlarım değil. Ben kendime bir avukat buldum bile..."

 

Bunu tamamen Filiz Hanım'ın sorgu odasındaki tutumundan güç alarak söylemişti.

 

Sinan'ın gözleri kısacık bir an iki gencin üzerinde dolansa da sonunda Filiz'e geldiğinde durdu. Sinirli ifadesi kabuğunu sıyırıp altından alayı çıkarırken "Bu mu bulduğun avukat?" diye sordu alaylı bir sesle. Küçümsediği o kadar aşikârdı ki... Filiz gururlu bir kadındı ve pek çok başarıya imza attığı mesleğinde birilerinin onu aşağılamasına izin vereceğini sanıyorlarsa kesinlikle yanılıyorlardı. Küçük aile tartışmasını bir kenarda durup sessizce izlemeyi tercih etmişti ama buraya kadardı demek...

 

"Buram buram kadın düşmanlığı... Nerede görsem tanırım." Dudakları özgüvenle kıvrıldı. "Dünya küçük bir yer ama aynı sektörde yer alan iş adamları için daha da küçük... Avukatlarınızdan hatırladım." deyip adamın arkasında kalan sekiz avukatı işaret etti. "Sanırım İdris Kul, iş ortağınız, onun da avukatlığını yapıyorlardı. Sorun onlara: İki yıl önce Akaydın'larla karşı karşıya kaldıkları davada beş avukatı tek başına mahkeme salonuna gömen avukat kimmiş?" Gülümsemesi daha derinleşti Filiz'in. Çünkü karşısındaki adamın, sıyrılan öfkesinin kabuğunu yeniden dikmişti. Savaş'ın yanından geçip Sinan Kalkavan'ın yanında durdu. "On yıldır bu mesleği yapıyorum. Ve bu on yılda sizin gibilerle o kadar çok karşılaştım ki... Siz ve sizin gibiler, aşağı çekmeye çalıştığınız her kadının yükselişini izleyecek ve gölgesinin altında kalacaksınız."

 

Son kez Sinan Kalkavan'ı baştan aşağı ezercesine süzüp, bakışlarını çekti ve omzunun üzerinden Savaş ve Güney'e baktı. "Ben arabada bekliyorum. Küçük aile toplantınız bittiğinde haber verin, ofisime geçip şu dosyanın detaylarına bir bakmamız gerekecek."

 

Ve dik bir duruşla topuklularının üzerinde ilerleyerek yanlarından ayrıldı. Filiz'in bu tavrıysa Savaş'ın dudaklarının kıvrılmasına neden olmuştu. İzel'in avukatından, bundan daha aşağı kalır bir tepki bekleyemezdi zaten.

 

💎🎭

 

Sinan, avukat gittikten sonra da azarına devam etmek için ağzını açmıştı ama Güney. onu umursamadığını belli edercesine yanından geçip gitmiş, Savaş da amcasının yüzüne son kez onaylamayan bir bakış atıp başını iki yana sallayarak takip etmişti kuzenini. Önlerinden giden avukatı takip ederek geçirdikleri on dakikalık bir yolculuğun ardından, tamamı camla kaplı yüksek katlı bir gökdelenin otoparkına giriş yapmışlardı. Asansöre binip odaya çıkana kadar kimse tek kelime konuşmamıştı.

 

Şimdi İstanbul manzarasına tepeden bakacakları kadar yüksekte bir odanın içindelerdi. Güneş yavaş yavaş gökyüzünden çekiliyor, bulutların arası kızıl halelerle cayır cayır yanıyordu sanki. Alacakaranlık şehri sarmaya başlamıştı. Şehri aydınlatan yapay ışıklar ise bambaşka bir görsel şölen sunuyordu insana.

 

"Tamamen emin olmak için soruyorum..." diye girdi söze Filiz. Ellerini masanın üzerinde birleştirmiş, son derece otokontrollü bir şekilde bakıyordu Güney'e. "Ben senin avukatınsam eğer benden hiçbir şey saklamaman gerek. Açılan davada savunmamızı buna göre yapacağız. Cinayetlerde gerçekten bir parmağın yok öyle değil mi? İşlemekten bahsetmiyorum, azmettirmek de buna dahil..."

 

Güney bir kez daha bu soruyu duyarsa kusacağını hissediyordu. Beyni patlayacak gibi hissediyordu kendini. Ruhu bedeninin içine dar geliyordu da her an firar edecekti sanki... Şu an ruhunun firar etmesi kulağa o kadar da kötü bir fikir gelmiyordu. Çok yorulmuştu ve biraz molaya ihtiyacı vardı.

 

Ama avukatın haklı olduğunu da biliyordu. Bu yüzden isyanını kendi içinde bastırıp oturuşunu dikleştirdi ve "Ben yapmadım." dedi net bir sesle.

 

Derin bir nefes aldı Filiz. "Peki... bana o günü anlat; oraya neden gittin, içerde ne kadar kaldın, neler konuşuldu?"

 

Güney kısa bir an duraksadı. Dudakları düz bir çizgi halini alırken omuzlarına binen gerilim ile birlikte Gece Hancı'nın ziyaretini ve amacını atlayarak, anlatmaya başladı. Bunları bugün kaçıncı kez anlatıyordu bilmiyordu ama artık ezberden konuşuyordu. Evini ziyarete gelen bir arkadaşı, Yasemin'in onu aldattığına dair görüntüleri göstermişti ve sabah olduğunda da Güney, konuşmak için Yasemin'i aramaya koyulmuştu. Gece'ye adresini verdiği dağ evinden başlayıp, teyzesinin ve amcasının evlerini ziyaret etmiş sonra da kuzeninden Yasemin'in anne ve babasının yeni ev adreslerini istemişti. Oraya gitmiş, bir saat kadar kalmış ardından da ayrılmıştı oradan. Konuşmalar ise klasikti. İçilen birer fincan kahve eşliğinde Nihal hanım, oğlu gibi gördüğü Güney ile kızı Yasemin'in ilişkilerini noktalamalarına fazlasıyla üzüldüğünü söylemiş ve Güney'in bunca zamandır yaşadığı acılar için, kızı adına üzüntüsünü dile getirmişti. Tamamen normal bir sohbetti.

 

Tüm konuşmayı dikkatle dinleyen Filiz, Güney sustuğunda tam konuşmak için dudaklarını aralayacaktı ki odanın kapısının tıklatılması onu durdurdu. Naif sesiyle kapıdakine gelmesini söylediğinde içeri uzun boylu, üzerine jilet gibi oturan bir takım elbise giymiş bir adam girdi. İçeri giren adamla gözleri parlayan kadın, "Hoşgeldin." diyerek oturduğu yerden kalkıp adama doğru ilerledi. Adamın yüzünde ciddi bir ifade olsa da, kadına bakarken gözlerinin içi gülüyordu. Sevgi gösterisinde bulunmadan gayet resmi bir şekilde selamlaştılar. O adam Tunahan Duman'dı. Cumhuriyet Başsavcısı... Filiz'in eşi.

 

"İşte..." dedi adam kadının gözlerinin içine bakarken elinde tuttuğu kağıt yığınını karısına uzatıp. "İstediğin raporlar..." Şimdi yüz hatları daha yumuşaktı. Minnetle gülümsedi Filiz, "Teşekkür ederim."

 

Tunaham'ın gözleri kısa bir an masanın önünde oturan iki gence kaydıktan sonra yeniden karısına döndü. "Ben çocukları almaya gidiyorum, akşam için istediğin bir yemek var mı?" Filiz'in gülümsemesi derinleşirken, "Bugün pizza günü, çocukları hayal kırıklığına mı uğratmak istiyorsun?" diye sordu hafif alaylı bir sesle. Tunahan'ın üzerindeki ciddiyet sıyrıldı ve dudakları kıvrılırken "Doğru..." dedi farkındalıkla. "Dört gözle bugünü bekliyorlardı, unutmuşum."

 

Yalnız olsalardı bu konuşma ateşli bir öpücük ile sonlanırdı ama ikisi de ciddiyete önem verdikleri için öyle bir şey olmadı. Selamlaşmaları gibi vedalaşmaları da mesafeli ve resmiydi.

 

Tunahan odadan çıktıktan sonra Filiz elindeki raporları incelerken masasına geri döndü. Gözleri ihtiyatla kâğıtları incelerken, ona dikkatle bakan Savaş ve Güney'e "Nihal ve Sadık Koçer'in otopsi raporları..." diye açıkladı elindeki raporları. Bu açıklama, iki adamın da ifadesindeki hiçbir şeyi değiştirmemişti. Filiz aradığını bulduğunda, şüpheyle kısılan gözleri Güney'e kalkarken "Tam olarak saat kaçta ayrıldın o evden?" diye sordu. Sesi öyle ciddiydi ki bir an hayatı bu soruya bağlıymış gibi hissetti Güney. Zihnini yokladı, saate baktığı bir anı ya da radyoda gözüne çarpan bir ayrıntıyı hatırlamaya çalıştı. Hiçbir şey bulamadı. Kaşlarının ortasındaki çukur derinleşirken elleri oturduğu koltuğun kolçağında yumruk haline geldi. Kendini zorladı. Kapıdan çıkıyordu, son kez Nihal Hanım ona sarılıyordu ve Güney de nazikçe karşılık veriyordu. Sadık Bey bahçe kapısına kadar yanına geliyordu. Sokaktan geçen vızır vızır arabalar... karşı kaldırımda yürüyen insanların... İnsanlardan yükselen konuşma sesleri ve bir de uzaktan duyulmaya başlayan ezan sesi...

 

"İkindi ezanı..." dedi bir anda. Sonunda bir şey hatırlamış olmanın verdiği heyecanla sesi biraz yüksek çıkmıştı. Boğazını temizleyip, sesini alçaltarak "Arabama binerken ikindi ezanı okunuyordu." diye devam etti sözlerine.

 

Filiz'in ifadesindeki ciddiyet yavaşça dibe batarken dudakları bu bilgiyle kıvrıldı. İlk baktığında bir hayli karmaşık görünen bu dosya aslında gayet kolay olacaktı anlaşılan.

 

"15:27, ikindi ezanının okunma saati bu." diye girdi söze. Ardından elindeki kâğıdı Güney'in önüne doğru koydu ve parmağı ile bir noktayı işaret etti. "Maktullerin vücut bütünlüğü bozulmuş olduğu için, polislerin ilk görüş olarak bir ölüm saati belirlemeleri mümkün olmamış ama raporlarda ölüm saatleri 17:00 ile 17:30 arasında görünüyor." Sonra rahat bir tavır ile arkasına yaslandı. Yüzü yeniden kendinden emin o ifadeyle şekillenmişti. "Şimdi tek yapmamız gereken o saatlerde başka bir yerlerde olduğunu kanıtlamak. Oradan sonra nereye gittin?"

 

"Hancı'ların evine..."

 

Dün son ziyaret ettiği yer Sadık ve Nihal Koçer'in evi olmuş, Yasemin'i orada da bulamayınca Gece Hancı'ya gitmişti. Tabi onu da evde bulamamıştı ama saatlerce onu onun evinde beklemişti.

 

"İzel'lerin evinin pek çok noktasında güvenlik kamerası var." Odaya girdiklerinden beri ilk kez konuşuyordu Savaş. Polisler Güney'i aldığından beri ilk kez rahat bir nefes aldığını hissetti. Güney'in masum olduğun kanıtlamak için artık ne yapmaları gerektiğini biliyorlardı çünkü.

 

"Güzel..." diye karşılık verdi Filiz. "Şimdi tek yapmamız gereken, senin gittiğin güzergâhtaki mobeselerden görüntüler toplamak. Sonra sen bu dosyadan, siciline bile işlemeden sıyrılmış olacaksın."

 

"Peki ya bunu asıl yapan kişiler?" diye sordu bu kez Savaş düşünceli bir şekilde. Yapanın kim olduğunu çok da düşünmelerine gerek yoktu. Kendi anne babasını öldürebilecek kadar ileri gitmişse cidden önlerinde çok büyük bir tehlike var demekti.

 

Omuz silkti Filiz bu soruyla. "Yapanın kim olduğu ile ilgilenmiyorum Savaş Bey, ben bir avukatım ve işim, müvekkilerimi savunmak. Bir dosyadaki asıl suçluyu ortaya çıkarmak polislerin ve savcıların işidir avukatların değil. Güney zaten iki isim verdi ifadesi alınırken. Dikkate alıp almamak dosya ile ilgilenen savcıya kalmış."

 

Ofisten ayrıldıklarında iki kuzenin de üzerinden bir yük kalkmıştı. Saatler önce sönüp giden umut, şimdi yeniden yanıyordu. "Hadi..." dedi Savaş arabasını işaret ederken ama Güney başını iki yana salladı. "Sen git... Benim biraz yalnız kalmaya ihtiyacım var. Ayrıca..." Duraksadı. Öğrendiği andan beri şoktan kavrayamadığı gerçek şimdi avuçlarındaydı. Ve kalbinde bir acı başgöstermeye başlamıştı. "Bir yeri ziyaret etmeliyim."

 

Savaş anında anladı ve başını anlayışla salladı. Yasemin'den bağımsız, Nihal ve Sadık Koçer Güney için değerli iki insandı. Onlara veda etme isteğini anlayabiliyordu.

 

Yeniden arabasını işaret etti. "Taksi bulman zor olur, en azından seni mezarlığa kadar bırakayım..."

 

🎭💎

 

İZEL İZEM HANCI'DAN:

 

Üstten gelen kırmızı bir lazer ışınından, geriye doğru eğilerek kurtulup ellerimi yere yasladım ve ayaklarımı havaya kaldırıp diğer tarafa doğru parende atarak alttan gelenden de kurtulmuş oldum. Son anda ellerimi yerden çekip yakıcı lazerin tenime değmesine engel olmuştum. Dudaklarımdan derin bir nefes kaçarken bakışlarımı etrafımda dönen lazer ışınlarından bir an olsun ayırmıyordum. Tene değdiklerinde kulak tırmalayıcı bir ses odanın içinde çınlıyor, ayrıca dokundukları yeri de ciddi anlamda acıtıyorlardı.

 

Orta noktadan birbirleri ile kesişen çapraz iki lazer bana doğru gelirken, sağ köşelerindeki boşluktan diğer tarafa atladım. Hızlı bir lazer başımın üstünden geçti. Bir diğeri, ondan bir hayli engin bir noktadan bana doğru geliyordu ve geçtiklerime oranla daha hızlıydı. Gece lazerlerin hızını artırmış olmalıydı. Yere tamamen uzanıp onun altından da yuvarlanarak geçtim.

 

Arka arkaya üç tanesi çapraz ve düz şekillerde geldi bu kez. Eğilip atlayarak ve sürünerek geçmeye devam ederken nabzım gittikçe hızlanıyordu. Saatlerdir antrenman yapıyorduk. Koşu ile başlamıştı. Bacak kaslarımdaki ağrı bu yüzdendi. Suyun içinde geçirdiğim uzun zamanlar, kollarımın direncini güçlendirmek için asılı kaldığım uzun saatler ve bedenimi esnetmek için yaptığım jimnastik hareketlerin ardından, günün son antrenmanı bu lazerlerdi. Kelimenin tam anlamıyla bitmiştim.

 

Lazerler hızla üzerime gelirken ustaca sıyrılarak her birini tek tek atlatmayı başardım. Bu üçüncü denememdi. Her seferinde o lanet lazerler değecek bir noktamı buluyordu ve sil baştan yeniden başlatıyordu Gece. Kolumu kaldıracak halim kalmamıştı artık. Ama bunu da geçemezsem dördüncü sefer ve onu da geçemezsem beşinci seferin beni beklediğini biliyordum. Tek dileğim yarıladığım bu yolun tamamını sorunsuz bitirmekti.

 

Lazerlerin hızı ve sayısı artarken aralarından sıyrılmaya, yer yer atlayarak, yer yer sürünerek geçmeye devam ettim. Çok az kalmıştı. Bitirmeme çok az kalmıştı.

 

Sayamadığım kadar çok lazer akın etmeye başladı. Aralarında, geçebilmem için çok küçük bir boşluk vardı. Tuttuğum nefesimle birlikte o boşluktan balıklama atlar gibi atlayıp diğer tarafa geçtim ama hemen ardından gelen lazeri fark edemediğim için, atletimin çıplak bıraktığı omzumda bir yanma hissettim. Eş zamanlı olarak odanın içinde korkunç bir ses yankılandı birkaç saniye boyunca ve lazerler şak diye kesildi.

 

Dudaklarımdan umutsuz bir nefes dökülürken ellerimi dizlerime yaslayıp öne doğru eğildim. Ağlamak istemem normal miydi? Gece'nin zaten zorlayacağını biliyordum ama bu kadarını tahmin etmemiştim. Daha fazla devam edemeyecek kadar yorulmuştum ve kaslarım isyan ediyordu. Kaç saat olmuştu? Zamanın bende kavramını yitirdiği nadir anlardan birindeydik sanırım, normalde dakikaları saymakta ustaydım. En son Savaş ile birlikte karakolun önündeydik. Avukatım Filiz'in gelmesini bekliyorduk ama Gece ısrarla arayınca yanından ayrılmak zorunda kalmıştım. O kadar ısrarcıydı ki ertelemeyeceğini net bir şekilde anlamıştım.

 

Eve gelir gelmez Gece sadece üzerimi değiştirmeme fırsat vermişti. Ondan sonra kendimizi bodrum kata atmış, koşuyu bile burada yapmıştık. O andan beri de burada tıkılı kalmıştık... Savaş ne yaptı, Güney ne durumda hiçbir fikrim yoktu çünkü o zamandan beri telefonum da bende değildi.

 

"Yine olmadı..." dedi Gece, standın üzerine yerleştirilmiş ekrandan kafasını kaldırıp. Sağ ol ya demek istedim. Söylemesen fark etmeyecektim... Omzumdaki acı hâlâ kendini belli ederken sızlayan burnumu çekip sertçe yutkundum ve doğrulup kaslarımdaki titremeye rağmen dik bir yürüyüş ile alanın en başına geçtim. Bu süreçte Gece'nin gözlerini üzerimde hissetsem de dönüp bakmadım ona ve lazerleri yeniden çalıştırmasını bekledim. Çalıştıracağını biliyordum, bu kısmı da başarıyla bitirmeden beni bırakmayacağını biliyordum.

 

Bekledim, bekledim, bekledim... Ama Gece bir türlü lazerleri yeniden çalıştırmadı. Dinlenmemi mi bekliyordu? Bir an önce bitirip gitmek istiyordum, duvarlar artık üzerime üzerime geliyordu ve nefes alamadığımı hissediyordum. Durduğu süre boyunca beni dinlendirdiğini sanıyorsa yanılıyordu, burada kalmak beni daha çok yoruyordu.

 

Dudaklarımı birbirine bastırıp gözlerimi ona doğru kaldırdığımda bana doğru geldiğini görmek beni şaşırttı. Lazerlere o kadar odaklanmıştım ki Gece'nin yerinden ayrıldığını fark edememiştim. Tam önüme geldiğinde durdu. Ardından elini arka cebine uzatıp telefonumu çıkardı ve bana uzattı. Şaşkınca bakakaldım yüzüne. Umudun garip sancısı kalbimi sızlatırken, "Geçmeyi başaramadım ama?" dedim sorarcasına. O an günü burada noktalamaktan daha çok istediğim hiçbir şey yoktu.

 

Telefonu almayı akıl edemediğimde elime uzanıp telefonumu nazikçe avucuma bıraktı. Yosunlu denizleri gözlerimde turlarken "Bugün iyi iş çıkardın İz... Yarın esneme ve lazeri öne çekeriz." dedi yumuşak bir sesle. Hâlâ üzerimden atamadığım şaşkınlıkla yüzüne bakmaya devam etsem de o umut içinde patladı ve ruhumun ağırlığı da onunla beraber dağılıp gitti. Bitmişti... "Kafana saksı falan mı düştü senin bu aralar?"

 

Dudakları kıvrıldı. Bakışları kısa bir an dalgınlaşırken omuz silkmekle yetindi. Ardından ellerini ellerimden çekip kotunun ceplerine yerleştirdi ve derin bir iç çekişle beraber "Şu resimler..." diyerek konuyu değiştirdi. "Net bir şey bulana kadar sana bir şey söylemeyecektim ama sanırım bir şey buldum. Annenin hamileliği ile ilgili..."

 

Tüylerimin diken diken olduğunu hissettim sözleriyle. Konusu o günden beri açılmamıştı ve Damla ile kardeş olma ihtimalleri gündemimize bomba misali düştüğünde o resmi unuttuğunu falan düşünmüştüm. Ama unutmamıştı. "Ne buldun?" diye sorarken tüm yorgunluğumun bir anda bedenimden sünger misali çekildiğini hissettim. Heyecan içime garip bir enerji doldurmuştu.

 

"Birini... Alex'ten bile öncesini bilen birini. Sanırım. Dediğim gibi tam olarak emin değilim, buraya geldiğinde her şey netleşecek. Ve o kişi birkaç gün içinde burada olacak."

 

Nutkum tutulmuş bir halde öylece Gece'nin yüzüne bakarken ne diyeceğimi bilemedim. Cevabını nasıl bulacağımı hiç bilmediğim bu bulmaca, zihnimde yaşadığı sürece beni rahatsız edip duracaktı. Ama şimdi... Cevabını öğrenmenin bir yolu vardı.

 

Asansörden gelen tıslama sesinin ardından kapıların kayarak açılma sesi beni kendime getirirken "Yine bir gizli toplantı mı?" diye soran Damla'nın sesiyle gözlerimi sonunda Gece'den ayırdım. "Siz yan yana durup da kendi aranızda bir şeyler konuşmasınız normalde ama bu aralar bunu sık sık yapıyorsunuz ve ben, benden bir şey saklıyormuşsunuz izlenimine kapılıyorum..."

 

Omzumun üzerinden ona baktım, meraklı gözleri bizi süzüyordu. Annemin hamile olduğu o resimle ilgili,Gece'nin verdiği ayrıntı zihnimin kuytularına doğru itilirken, gündemimizdeki bir diğer konu zihnimde alarm etkisiyle yanıp sönmeye başladı. Haklıydı, ondan bir şey saklıyorduk. Önemli bir şey... İmalı bakışlarım Gece'ye kaydı ve tek kaşım havalandı. Daha fazla geciktiremezdi bunu. Doğruluğundan bile emin değildik, sadece bir ihtimaldi. Emin olmak için test yaptırmamız gerekiyordu ve o testi Damla'dan habersiz yaptırırsak, bunu öğrendiğinde vereceği tepki çok daha sarsıcı olacaktı. Onu tanıyordum. Sakin ve kibar kişiliğinin altında tam tersi bir karakter daha vardı. Kolay kolay ortaya çıkmıyordu ama Gece geciktirdiği her an ortaya çıkmasına zemin hazırlıyordu.

 

Gece beni görmezden geldi ve "Senden ne saklayabiliriz ki bebeğim..." dedi gergin bir gülümsemeyle.

 

Korkak...

 

Daha kolay bir yolu yoktu bunu göremiyor muydu? Yara bandı misali, birden söyleyecek ve kurtulacaktı. Derin bir iç çektim, pekâlâ o yapamıyorsa ben yapardım. Ona yeterince zaman tanımıştım ama kız kardeşim gibi gördüğüm birine yalan söylemek de hiç hoşuma gitmiyordu. Bu yüzden daha fazla beklemeyecektim.

 

"Gece ve senin ikiz kardeş olma ihtimaliniz var."

 

Eh, bugün beni fazla zorlamanın, ayrıca Savaş'ı orada yalnız bırakmak zorunda kalmamın da minik bir cezası olabilirdi bu.

 

"İzel!" dedi Gece dehşete düşmüş bir halde adımın son hecesini uzatarak. Sesi uyarıcıydı. Dönüp ona bakmadan Damla'da odaklı kaldım. Anlamadığını belli edercesine alnı kırışmış bir halde yüzüme bakıyordu. "Anlamadım..." dedi en sonunda sorgulayıcı bir sesle.

 

Dudağımı büküp omuz silktikten sonra ona doğru ilerleyip onu asansör kabininden dışarı ittim. Kapıyı kapatma tuşuna basmadan önce, "Bundan sonrasını müstakbel ikizler olarak siz konuşmalısınız sanırım." dedim ve tuşa basıp Damla'yı şaşkınlığıyla, Gece'yi sinir olmuş ifadesiyle bodrumda bırakıp üst kata çıktım. Bence Gece bana şükretmeliydi, onu büyük bir dertten kurtarmıştım.

 

Yemek masasının olduğu kısımdan enfes kokular geliyordu. Midem bir kez daha isyan edip sesli bir şekilde guruldadı. Ciddi manada açlıktan ölüyordum ama önce bedenimi sıkan tayt ve atletten kurtulmam ve bir duş almam gerekiyordu.

 

Şarjı bittiği için kapanan telefonumu şarja taktıktan sonra üzerimdekileri sıyırıp kendimi sıcak suyun altına attım. Yorgunlukla kasılan kaslarım sıcak suyla anında gevşerken dudaklarımdan memnuniyet dolu bir inleme döküldü. İşte buna rahatlama derdim ben.

 

Uzun uzun o sıcak suyun altında kalmayı çok istesem de açlığım ağır bastığı için hızlı bir şekilde saçlarımı şampuanlayıp vücudumu yıkadıktan sonra çıktım duştan. Saçlarımın ıslaklığını bir havlu yardımıyla aldıktan sonra cildimi nemlendirmeye koyuldum. Ağrıyan kaslarım, ovmanın etkisiyle biraz daha rahatladılar. Bunun asıl acısı yarın çıkacaktı, uzun süredir hareketsiz kalıp birden yüklenince böyle oluyordu işte. Feleği şaşıyordu bedenin...

 

Üzerime gri bir eşofman altı ve beyaz bir badi giyip aşağı indiğim sırada Damla ve Gece de asansörden çıkıyorlardı. Yüz ifadelerinden hiçbir şey anlaşılmasa da en azından Gece'nin korktuğu gibi bir şey olmadığı ortadaydı. Birlikte masaya oturduk.

 

Sessizlik, masada bize eşlik ederken yemek yiyen tek kişi bendim. Gece tüm gerginliğiyle kaçamak bakışlar atarak Damla'nın tepkilerini kontrol ediyor, Damla dalgınca önüne bakıyordu.

 

Meraklı bakışlarımı Gece'ye dikerken sabırsızdım. Ne konuşmuşlardı? Damla'nın verdiği ilk tepki ne olmuştu? Tanrım neden sus pus oturuyorlardı ki? İşin en zor kısmını ben halletmiştim zaten.

 

Gece bakışlarımın ağırlığını fark ettiğinde başını kaldırmadan kirpiklerinin altından bana ters ters baktı. Onu bir hayli sinirlendirmişe benziyordum. Bu sırıtmama neden oldu. Kestiğim bir parça tavuğu ağzıma atmadan hemen önce ona bir öpücük atıp yemeğime devam ettim. Hiç de kıymet bilmiyordu canım.

 

Bardağımı dudaklarıma götürüp kolamdan bir yudum alacağım sırada Damla'dan gelen tiz bir çığlık beni durdurdu. Küçük bir korku kıvılcımı içinde parlamaya başlarken gözlerim hızla onu buldu. Dehşete düşmüş bir hâlde başını masadan kaldırmış karşı duvara bakıyordu.

 

"Damla..." diye soludum telaşla, gözlerim yüzünden kolundaki yarasına kaydı. Dikişleri kaynamaya başlamış olmalıydı ama hâlâ patlama ihtimali vardı. Canı mı yanmıştı? Beni duymadı bile. Farkındalığın dehşeti ile irileşen mavi gözlerini duvardan kaydırıp yavaşça Gece'ye çevirdi. Onu neyin bu hâle getirdiğini anlamaya çalışıyordum,yarasında herhangi bir sorun varmış gibi görünmüyordu. Dikişlerini saklayan sargı bezi bembeyaz duruyordu.

 

"Sen mi yirmi yaşındasın yoksa ben mi yirmi beş yaşındayım?"

 

Gece'ye sorduğu bu soru karşısında bir an dudaklarım şaşkınlıktan balık gibi aralandı. Öteki an, ne ara tuttuğumu bilmediğim nefesim dudaklarımdan kayıp gitti. Sonra takıldığı noktayı fark ettim. Gülmem kaçınılmazdı. Kahkahalarım, sessizliği yarıp geçerken çok sürmedi Gece ve Damla'nın da bana katılması.

 

Ne kadar süre güldük bilmiyorum ama kahkahalarımız kesilirken ve tebessümlerimiz dudaklarımızda asılıyken "Gece ve ben ha?" dedi Damla. Kafasının içinde kendilerini her zaman bildiğinden farklı bir noktada görmeye çalıştığı aşikârdı. "Duy da inanma..." Tabağına biraz tavuk aldı. Yavaş yavaş normale dönüyor gibiydi. Kolamdan bir yudum alıp yüzüne bakarken "Ne hissediyorsun bu konuda?" diye sordum merakla. Gece'yi öldüresiye korkutan sorunun cevabıydı bu. Tavuk parçasını yiyebileceği ölçüde parçalamaya devam ederken duraksadı. Mavilerini kaldırıp bana baktı. Hâlâ bir miktar düşünceli görünüyordu. "Bilmiyorum..." dedi en sonunda. "Sanırım ne hissettiğimi, testin sonucuyla birlikte öğreneceğim ben de..."

 

Beni bile şoka sokan bir bilgiydi bu, sindirme ihtiyacını anlayabiliyordum. Başımı salladım.

 

Bu kez, sessizliğini koruyan Gece "En azından..." diyerek sessizliğini bozdu. "Bana depresyona girmeyeceğini ya da bu bilginin sende bileklerini kesme isteği uyandırmadığını falan söyle. Ya da travma sebebi olmadığını..." Sesi i kadar gergin geliyordu ki bir an karşımdakinin Gece olduğuna inanmakta güçlük çektim. Bu adam hep bu kadar korkak mıydı?

 

Sorusunun hatırasıyla dudaklarımdan bir gülüş daha kaçtı. Bana benim ikizim olsa nasıl hissedeceğimi sorduğunda ona verdiğim cevaplardı bunlar.

 

Uzun zaman sonra ilk kez mükemmele yakın geçen akşam yemeğimizdi bu. Kaslarımdaki ağrıya rağmen... Damla'dan artık hiçbir şey saklamıyorduk, Gece annemin resmini unutmamıştı ve o konuyla ilgili birkaç güne birinin geleceğini söylemişti. Kimdi?

 

🎭💎

 

Sonunda odama çıktığımda saat gece yarısına geliyordu. Varlığını unuttuğum telefonumu şarjdan çekip açtığımda, Savaş'tan birkaç arama ve mesaj bildirimini gördüm. Gözlerim, en yüksek seviyede olan ekran parlaklığı yüzünden isyanla kapanırken parlaklığı kısmak zorunda kaldım. Mesajlarda Güney'in çıktığından bahsediyor ve avukat önerisi için teşekkür ediyordu.

 

Alt dudağımı ısırdım ve sırtımı yatak başlığına yaslayıp bir süre mesajlara bakmakla yetindim. Saat geç olmuştu ve çok yorgundum ama içimde onu görme, kokusunu hissetme isteği, öyle yoğundu ki... Artık istek olmaktan çıkmış bir ihtiyaca dönüşmüş gibiydi. Bana bakarken gözlerinde beliren sıcacık parıltıları bile özlemiştim. Tanrım, daha bugün beraberdik, bu kadarı biraz abartı değil miydi? Reglim yakındı, hep bu yüzden oluyordu. Lanet hormonlar...

 

Derin bir nefes aldım ve kararımı verip attığı mesajları es geçerek 'Uyudun mu' yazdım. Sanki bu anı bekliyormuş gibi anında görüp 'Hayır.' cevabını verdiğinde rahatlamıştım. Güney ile beraber olma ihtimali vardı, hatta çok yüksekti ama yine de denemeye değerdi.

 

İzel:

Evde ve yalnızsan yanına gelebilir miyim?

 

Cevap yazdığını belirten ibare bir belirip bir kaybolurken neredeyse gerginlikten tırnaklarımı kemirecektim. Neden gerildiğimi bile bilmiyordum ki... O Savaş'tı, gerilmemi gerektirecek en son adam... Birkaç saniye sonra yazdığı şey ekranımda belirdiğinde dudaklarım kıvrıldı ve gerginliğim bulut olup uçtu gitti.

 

Savaş:

Evde ve yalnızım. Sormana bile gerek yok. Ne zaman istersen buradayım, seni bekliyor olacağım. ;)

 

🎭💎

 

Akşam antrenmanının yoğun geçmesinin beni rahatlatan tek yönü, sabahı dert etmeme gerek kalmamasıydı. Arabamı Savaş'ın bahçe kapısından içeri sokarken dudaklarım bu düşünce ile memnuniyetle kıvrıldı. Sabah daha gün aymadan Gece'nin sesiyle ya da dürtüklemeleriyle uyanmak yoktu... Savaş'ın sıcacık ve huzurlu kolları olacaktı.

 

Ben daha arabayı park etmeden evin kapısı açıldı ve Savaş'ın varlığı kapıdan dışarı taştı. Onu görmek nabzımı hızlandırmıştı. Arabadan indim. Sonbaharın sonuna doğru adım adım ilerlerken iyiden iyiye soğuyan hava, gri askılı ve şorttan oluşan pijama takımımın açıkta bıraktığı çıplak bacaklarıma ve kollarıma çarptı. Üşüsem de yine de Savaş'ın yanına gidene kadar dik bir şekilde yürümeyi başardım. Dudaklarında minik, çarpık bir gülümseme vardı ve gözleri en sevdiğim halindeydi. Canlı ve ışıl ışıl...

 

"Kapıda mı karşılanıyorum Savaş Bey?" diye sordum muzip bir sesle daha önce aramızda geçen bir konuşmaya atıfta bulunarak. Bir kolunu uzatıp belime sardı ve beni kendine çekip dudaklarını yanağıma bastırdı. "Sana kız arkadaşlarımı kapıda karşıladığımı söylemiştim." Gülümsemem büyürken kalp atışlarımın hızı sağlık sınırlarını aşmaya başlamıştı. Sıcaklığına daha çok sokulup kokusunu içime çektim. Bir çeşit büyü olmalıydı bu, bir an zihnen ve bedenen çok yorgunken diğer an kendimi hafiflemiş hissettirebilmesinin başka bir açıklamasını bulamıyordum. Kollarımı ince beline sarıp beni içeri çekmesine izin verdim. Kapı arkamızdan kapanırken kokusunun baş döndürücü tonu etrafımı sarmıştı.

 

Burnumun ucundaki yumuşak ve pürüzsüz tene dudaklarımı bastırdığımdan genzinden gelen hırıltılı bir nefes, ortamın havasını ağırlaştırdı birden. Dudaklarımdaki gülümseme ifadesi yavaşça sırıtışa dönerken geri çekilip yüzüne baktım. Elmacık kemiğindeki kızarıklık gitmişti ama kaşındaki ve dudağındaki yaraların kabukları yerli yerindeydi. Savaş boştaki elini yanağıma yerleştirip elmacık kemiklerimin üstünü okşarken "Yorgun görünüyorsun..." diye mırıldandı. Omuz silkip "Yorgunum." diye cevap verdim. Eğilip burnumun ucunu öptü. "Senin için ne yapabilirim?"

 

Derin bir nefesi içime çektim. Gözlerim dudaklarına düşerken aklım çoktan bu düşle bulanmıştı bile... Ellerimi belinden çekip omuzlarına yerleştirdim ve yutkundum. Ağırlaşan hava şimdi bizi boğuyordu sanki, nefeslerimiz birbirine karışırken "Öp beni..." diye fısıldadım dudaklarına doğru. Şu an ihtiyacım olan oydu. Öpüşü, dokunuşu... Bedenim ondan gelecek her şeye açtı şu an...

 

Beni ikiletmedi Savaş ve eğilip dudaklarıma kapandı. Geniş ve güçlü omuzlarında asılı duran ellerimi boynuna dolayıp açlıkla karşılık verdim ona. Dudaklarımı aralar aralamaz ağzıma dolan dilinin eşsiz tadı inlememe neden oldu. Parmak uçlarımda yükselip öpüşmeyi daha da derinleştirmek için başımı yana yatırdım. Belime sarılı koluyle beni tamamen bedenine yasladığında karnıma baskı yapan sertliği başımı döndürdü. Onu tam anlamıyla hissetmeye ihtiyacım vardı... İki gece önce, aramızdaki tüm duvarları yıktıktan sonra artık yakınlaşmalarımızı bir noktada kesmenin çok zor geleceğinden adım kadar emindim.

 

Dudaklarımın arasındaki alt dudağını zevkle emdikten sonra hafifçe dişleyip geri çekildim ve alnımı alnına yasladım. Nefes nefese kalmıştık, ağızlarımızdan akan nefeslerimiz birbirlerine karışıyordu. "Yorgunum ama seni hissetmeye ihtiyacım var..." Sesim içimde yanmaya başlayan yangını net bir şekilde belli ediyordu.

Savaş yeniden dudaklarım kapanmadan hemen önce "Tüm iş yükünü üstlenmeye kabulüm." Diye fısıldadı ve biraz öncekinden daha şiddetli saldırdı dudaklarına. Öyle tutkuluydu ki hızına ayak uydurmakta zorlanıyordum. Ellerini kalçalarıma indirip sertçe sıktığında, merkezimden tüm bedenime akan bir uyarı akımı hissettim. Kadınlığım ıslanmaya başlamıştı bile... Sonra ayaklarım yerden kesildi. Savaş kalçalarımdan destek olup beni havada tutarken bacaklarımı beline dolayıp ona sıkı sıkı sarıldım.

 

⚠️🚨+18 sınırındasınız. Bu noktadan sonrası yoğun cinsellik içermektedir.🚨⚠️

 

Kapalı gözlerimle onun öpüşlerine karşılık verip yaydığı şehveti onunla paylaşırken beni götürmesine izin verdim. Çok değil, kısa bir süre sonra sırtım yumuşak yatakla buluştu ve Savaş ağırlığını hafifçe bana vererek üzerime uzandı. O tanıdık ağırlık bir kez daha inlememe neden oldu ve onu iyice kendime çekme ihtiyacına karşı koyamadım.

 

Dudakları dudaklarımdan sapıp, boynumu keşfe çıkmaya başladığında başımı yastığa iyice bastırıp ona alan açtım. Her öpücüğü, tenime bıraktığı her dil ve diş darbeleri, doğrudan kadınlığımın merkezine gönderilen sinyallerdi sanki. Tenimin altını elektriğe maruz kalmışım gibi yakıyordu. Sertleşen meme uçlarım, üzerimdeki atlete baskı yaparken hassaslaştıkları için kumaşa sürtündükleri her saniye tüylerim şahlanıyordu. Kendimi her taraftan kuşatılmış gibi hissediyordum.

 

Önce atletim ayrıldı bedenimden ve Savaş'ın karşısında çıplak göğüslerimle kaldım. Mavi gözlerindeki yoğunlukla beni izlerken o gözlerde gördüğüm beğeni içimdeki ateşler içinde kalan kadının egosunu besledi.

 

Sıcak ve ıslak dudakları meme uçlarımı bulduğunda, havalanan belimle baskısını hissetmek için ona doğru yükseldim. Biraz önce kumaşa sürtünürlerken hissettiğimin milyon katı daha yoğun şeyler yaşatıyordu onun dudakları. Marifetli parmaklar memelerimi sertçe sıktığında alt dudağıma dişlerimi geçirip dudaklarımdan kopacak olan çığlığı bastırdım. Yarın, o parmakların izlerini sıktıkları noktalarda göreceğimden emindim ama acıdan çok uzak bir zevki bana empoze ediyordu parmakları. Hiç şikayetim yoktu.

 

Ellerini göğüslerim yoğurup beni kıvrandırmaya devam ederken dudakları aşağılara doğru kaydı. İniş yolunda ıslak bir imza bırakıyorlardı arkalarında. Dili göbek deliğimin etrafını turladığında karnım içe doğru göçerken kadınlığımdaki beklenti artıyordu. Dilinin ne denli becerikli olduğunun hatıraları zihnimde tazeydi. Elleri göğüslerimden ayrıldı ama sanki hâlâ oradalarmış gibi baskılarını hissediyordum.

 

Parmaklarını şortumla iç çamaşırımın kenarlarına kanca gibi geçirip ikisini birden sıyırmaya başladığında kalçamı yükseltip onları çıkarmasında yardımcı oldum. Şimdi o tamamen giyinikken ben tamamen çıplaktım. Gözleri santim santim bedenimde gezindi. Odanın ışığı açıktı, bu yüzden o gözlerdeki her ifadeyi görebiliyordum. Nasıl arzu dolu olduğunu... Bana duyduğu arzuyla...

 

Şişkinliğini hissettiğim klitorisim bir nabız gibi atarken bacaklarımı birbirine bastırma ihtiyacı ile doldum ama bunu yapmadım. Aksine, oradaki sancıyı dindirebilecek tek adamın bakışları o noktaya kaymışken bacaklarımı daha da aralayıp onu davet ettim. Kavurucu nefeslerimle kuruyan dudaklarımı yalayıp göğsümde artan beklentiyle yutkundum.

 

Savaş bir elini uzatıp parmaklarını sahiplenici bir tavırla kadınlığımda gezdirdiğinde dudaklarımdan titrek bir nefes kaçtı ve omurgamdan aşağı bir ürperti kaydı. "Sırılsıklam..." dedi Savaş parmaklarını geri çekerken. Işığın altında, parmak uçlarına bulaşan sıvımın parlaklığını görebiliyordum. Savaş gözlerini kaldırıp gözlerimin içine bakarken o parmakları tek tek yaladığında dudaklarım aralandı. Basit bir hareket gözüme bu kadar erotik gelmemeliydi.

 

Kadınlığım bu hareketle daha da kasılırken dudaklarımdan bir inleme daha döküldü. Tanrım, şu an bana dokunmuyordu bile...

 

Ne kadar etkilendiğimi anlayan Savaş'ın dudakları çarpık bir gülüşle kıvrılırken eğilip başını bacaklarımın arasına soktu ve derin derin kokladı merkezimi. Dirseklerimin üzerinde doğrulmuş onu izliyordum. Klitorisimin olduğu noktaya yumuşak bir öpücük kondurup beni titrek nefesler almak zorunda bırakırken "Benim cennetim tam olarak burası..." diye fısıldadı gözlerini kaldırıp. Kalbim, yılkı atlarıyla yarışırcasına dört nala koşuyordu. Gözlerini gözlerimden ayırmadan klitorisime bir öpücük daha kondurduktan sonra hareketleri ilkelleşti ve deyim yerindeyse beni resmen yemeye başladı. Bazen, kadınlığımın dudaklarıyla öpüşüyor, bazen sivrileşen dilini içime itiyor, bazen de klitorisimi dişleyip emerek beni tüketiyordu. Ama bu tükeniş yeniden doğuşun farklı bir türeviydi. O beni istila ederken yeniden ve yeniden tüketmek istiyordum. Bir an bile gözlerimi ondan ayırmıyor, arsızca bana yaptığı şeyleri izliyordum. Titremelere maruz kalan şey artık sadece nefeslerim değildi, bedenim de minik şoklarla sarsılıyordu. Savaş işini gerçekten biliyordu. Orgazm yükseliyor, yükseliyor ama asla tam olarak zirveye ulaşmıyordu. Onu yükselişte tutan ve tenimde patlamasına izin vermeyen Savaş'tı. Ne kadar yükselirse, düşüşü de o kadar şiddetli olurdu. Bacaklarımı daha da ayırıp kendi daha çok alan açtı. Dudaklarımdan arka arkaya dökülen çığlıklarla karışık inlemeler onun yatak odasının duvarlarına çarpıyordu.

 

Omurgamdaki enerji artık can yakacak bir boyuta gelmişti, daha fazla dayanamazdım. Boşalmaya ihtiyacım vardı. Soluk soluğa nefeslerimin arasından "Savaş..." diyerek adını inledim. "Lütfen..." Hareketlerindeki tutarsızlık istediğim orgazmımla aramdaki tek engeldi. Bacaklarım her ihtiyaçla kapandığında Savaş devreye girip onları yatağa yaslıyor, beni daha savunmasız bırakıp kendine saha fazla alan sağlıyordu.

 

Anlık olarak başını kadınlığımdan çekip "Neye lütfen?" diye sordu boğuk bir sesle. Baş parmağını kadınlığımın girişinde hissettim. Klitorisime doğru sertçe okşadı beni. Bir titreme daha geçti bedenimin altından. Aralık dudaklarımdan akın eden nefeslerle "Boşalmam gerek..." diyebildim zar zor...

 

Gözleri parlarken klitorisime sürtünen baş parmağın kadınlığımdan uzaklaştırıp bir parmağını içine itti. Dudaklarımdan sert bir inilti dökülürken ikinci bir parmak da ona eşlik etti ve parmakları hızla içime girip çıkmaya başlarken başım yatağa düştü. Gözlerim kapalıydı ama ışıl ışıl yıldızları görebiliyordum. Sonra Savaş'ın ağzını yeniden kadınlığımda hissettim. Klitorisime attığı dil darbelerinin amacı bu kez benimle oynamak değil, bana istediğimi vermekti.

 

Beni parmaklarıyla becerirken içime tırmanan orgazm yükseldı, yükseldi, yükseldi. En sonunda patladığında dudaklarımdan öyle güçlü bir çığlık döküldü ki sesin bana yabancı geldi. Tenimin altında havai fişekler patlıyordu sanki. Tenimi kaplayan ter tabakasını hissedebiliyordum. Şiddetli titremelerim dinene kadar Savaş parmaklarını da dudaklarını da çekmedi benden. Orgazm bittiğinde pelteye dönmüş bedenimle yatağa yığılmıştım. Gözlerim hâlâ kapalıydı ama gördüğüm şey hâlâ yıldızlardı. Başımın döndüğünü hissedebiliyordum.

 

Derin derin soluklarla soluklanırken yatakta bir hareketlilik oldu, Savaş yataktan kalkmış birkaç saniye sonraysa geri dönmüştü. Bir kez daha üzerime uzanan ağırlığını hissettiğimde dudaklarımdan memnuniyet mırıltıları döküldü. Biraz öncekinin aksine şimdi kıyafetlerini değil, safi çıplak tenini hissediyordum. Tam gözlerimi açtığım sırada ağzı ağzıma çarptı ve tutkulu bir öpüşmeyi başlattı yeniden. Dudaklarından kendi tadına karışan benim tadım vardı.

 

Elinin aramıza uzandığını hissettiğimde, asıl ihtiyacım olana çok yakın olduğumu bilmek, göğsüme farklı bir beklenti doldurdu. Parmakları iti hoştu da erkekliğinin yerini asla tutamazdı.

 

Erkekliğinin ucunu girişimde hissetim önce, ama içime girmeden kendini bana sürtüp ıslaklığımı her tarafına yaydı. Bu sırada öpüşmeyi kesmemiş, yavaşlamamıştı bile. Ellerim tembel tembel sırtında dolanırken birden kendini içime itip beni tamamen onunla doldurduğunde, gözlerim kocaman açıldı ve tembelliğini üzerinde atan ellerimin tırnakları sırtına saplandı. Tanrım... çok iri, çok büyüktü. Ve o kadar iyi hissettiriyordu ki. Bunu sonsuza değin yapabilirdim.

 

Onun genzinden gelen erkeksi bir inleme, benim çığlığıma karışırken dudaklarını dudaklarımdan çekip alnını alnıma yasladı ve kendini geri çekip bir bir kez daha içime itti. Sonra bir kez daha... Hareketleri gittikçe şiddetlenirken, tenin tene çarpma sesi bizim inleme seslerimize karışıyor, odanın duvarlarında çınlıyordu. Altımızdaki yatak şiddetimizle sallanıyordu.

 

"Daracık ve sıcacık... Siktir İzel, o kadar iyi hissettiriyor ki..." dedi sert nefeslerinin arasından.

 

Tırnaklarım sırtında izler bırakırken konuşabilecek durumda değildim. Ama dudaklarım kıvrıldı ve gülümsedim. Eğilip gülüşümden öptü beni. Karşılık vermeye hazırlanırken geri çekilip bana üstten baktı ve "Hızlanmamı ister misin?" diye sordu. İkinci bir orgazm, tenimin altında canlanmaya başlarken hevesle başımı aşağı yukarı salladım. Savaş dirseğinin üzerinde doğrulup ağırlığını üzerimden biraz daha aldı ve kendini daha sert ve daha şiddetli itmeye başladı içime. İç duvarların onunla genişlerken, aletinin her bir kıvrımını net bir şekilde hissedebiliyordum. O kadar güzeldi ki...

 

"Savaş..." diye inledim bir kez daha. Çok... Çok yakındım. Bu kez benden itiraf beklemedi ve şiddetinden ve hızından bir şey kaybetmeden bir elini aramıza sokup, klitorisimi itişleriyle aynı oranda ovmaya başladı. Saniyeler içinde ikinci orgazm beni etkisi altına almış, bedenimi titretmişti bile. Savaş'ın içimde daha da büyüdüğünü aletinin nabız gibi atmaya başladığını hissedebiliyordum, o da yakındı ama kendini tutuyordu.

 

Titremelerim dinene kadar hızını yavaşlattı, tamamen durduğundaysa içimden çıktı. Bir anda gelen boşluk hissiyle neredeyse homurdanacaktım. İki kez boşalmama rağmen... Ama Savaş'ın başka bir planı vardı, bedenimi tutup ters çevirdiğinde yüzüm yastıkların arasına gömülürken Savaş kasıklarımın altına bir yastık yerleştirip yeniden üzerime uzandı. Sert ve kaslı göğsünü sırtımda, erkekliğiniyse popomda hissediyordum. Ilık nefesi ensemi ve boynumu okşarken kulağıma doğru, "Son tur..." diye fısıldadı ve kendini bir kez daha içime itti. Boşluk hissi ne kadar kötü hissettirdiyse doluluğu iki katı iyi hissettiriyordu. Dirseklerimi yatağa yaslayıp başımı yastıklardan kaldırdım. Her darbesinde kasıkları kalçalarıma çarparken çıkan erotik ses bizim sesimize karışıyor, bize şahitlik eden odanın duvarlarına çarpıyordu. Benim kasıklarımın altına koyduğu yastık sayesinde, içimin en derin noktasına çarpabiliyor, aldığım zevki daha da artırıyordu.

 

Her darbesi bir öncekinden daha sert, daha hızlı ve daha öldürücüydü, attığım çığlıklar yüzünden boğazım acıyordu artık ve kaslarımın kelimenin tam anlamıyla pelteye döndüğünü hissediyordum. Ama şikayet ediyorsam nefesimi o an kessinler... Tam olarak ihtiyacım olan buydu. İyi bir seksten daha iyi insanı toparlayacak hiçbir şey yoktu ve Tanrı'ya şükür Savaş mükemmel bir seks partneriydi.

 

Parmaklarım, yakaladıkları yastıkları sıkarken boğumları bembeyaz kesilmişti. Üçüncü orgazm kapıdaydı ve Savaş'ın da, aldığı nefeslerın sıklaşıp sığlaşmasından en az benim kadar yakın olduğunu anlayabiliyordum.

 

Bir kolunu boynuma sarıp beni tamamen kıskacı altına alırken sıktığı dişlerinin arasından "Benim için yaratılmışsın sen... Benden alınan her şeyin mükâfatı gibisin..." diye fısıldadı. "O kadar güzel, o kadar eşsizsin ki... Ölebilirim İzel güzelliğin karşısında."

 

"Savaş..." diye inleyebildim sözleri karşısında. Konuşabilecek durumda asla değildim ama sözleri, içimdeki varlığıyla birleşince o kadar iyi hissettiriyordu ki... İnlememle daha da hızlandı. Saniyeler içinde bir orgazm daha beni sardı. Derin titremeler,artçı şoklarla bedenimi sarsarken, Savaş'ın kolu yatağa düşmeme izin vermedi. Çaresiz çırpınışlarla çarşafları parçalayacakmış gibi sıkarken hissettiğim yoğunlukla dişlerimi Savaş'ın tenine geçirdim. Bu da onun için dönüm noktası oldu ve hemen ardımdan beni takip ederek boşaldı. İçime akan sıcaklığı, dudaklarımdan tatlı bir mırıltının dökülmesine neden olmuştu.

 

İkimiz birlikte yatağa yığıldık. Soluklarımız birbirine karışıyor, hızla atan kalplerimizin ritimleri birbirleriyle dans ediyordu.

 

Gözlerim ağırlaşıyordu, Savaş'a doğru iyice sokulmak istedim ama arkamda kaldığı için bu mümkün olmadı. En azından Savaş isteğimi anlayıp içimden çıkana ve kendini yana atıp beni göğsüne çekene kadar...

 

⚠️🚨Buradan devam edebilirsiniz. Çok bir şey kalmadı ama sgisjsk🚨⚠️

 

Yüzümü pürüzsüz göğsüne sürtüp kapalı gözlerimle kalp atışlarını dinlerken "Bunu daha sık yapalım..." diye mırıldandım. Kesinlikle daha sık yapmamız gereken bir aktiviteydi. Sözlerimle güldü Savaş. Nazik parmakları, terden ötürü dipleri nemlenen saçlarımı okşarken "Sen yeter ki iste İnatçı Keçi'm benim... Bedenim her an emrine amade..." dedi. Bir an sözleri hoşuma gitse de kullandığı sıfatı algıladığımda, kendimi zorlayıp elimi kaldırdım ve belinin yan tarafını çimdikledim. "Bana bir daha inatçı keçi deme..."

 

Omuz silktiğini hissettiğimde gözlerimi açıp başımı çevirerek kötü kötü yüzüne bakmaya çalıştım ama üzerimde seksin mağrurluğu varken bu pek mümkün olmadı tabii. Savaş da yüz hatlarına oturan memnuniyet ile beni izliyordu. "Tam sana yakışan bir sıfat..." diye cevap verdi. "Tıpkı bir İnatçı Keçi gibisin..."

 

Gözlerim kısıldı. "İnatçı Keçilerin boynuz darbeleri de sert olur derler Savaş..." derken aslında eğleniyordum.

 

"Hmm." dedi beni yan çevirip kollarını etrafıma dolarken. "Öyle mi oluyormuş..." Sonra başını eğip burnumun ucunu hafifçe dişledi. "Deneyelim mi? Bakalım sert mi yumuşak mı?" Ağzının rotası dudağımın kenarı oldu bu kez ve hafifçe o kısmı da dişledi. Bu gece için yeteri kadar yorulmuş olmasaydım kesinlikle karşılık verir ve devamını getirirdim ama daha fazla hareket edecek halim yoktu. O yüzden ona cevap vermeyip gözlerimi gözlerinden çektim. Ama bu kez gözlerim göğsündeki dövmeler kaydı. Birinin bizim ilk karşılaştığımız tarih olduğunu söylemişti.

 

21/09/2005

 

Sıra sır demişti... O kadar merak ediyordum ki... Ama ona nasıl bir sır verebilirdim bilmiyordum. Ne söylersem bir sır başka bir merakın kapısını çalacaktı. İşin sonunda onun benden nefret etmeyeceği neyim vardı?

 

Sonra kafamın içinde bir ampul yandı. Tabi ya... Bir taşla iki kuş vurabilirdim. Dudaklarım bu fikirle keyifle kıvrılırken, parmağımı o tarihin üzerine koydum. Savaş'ın kasları hareketimle gerilse de umursamadım. Öyle veya böyle o cevabı alacaktım.

 

"Sıra sır..." dedim tenine doğru. Ardından başımı kaldırıp ona üstten baktım. "Sana bir sır söyleyeceğim ve sende yirmi bir eylül iki bin beşte ne olduğunu söyleyeceksin. Nasıl o tarihin ilk karşılaşmamız olduğunu ve göğsünde nasıl kazılı olduğunu..."

 

Kıstığı bakışlarla bir süre yüzümü taradı. Kararsız görüntüsü benim umudumu kırmaya çalışsa da, gözlerine hiç eksilmeyen bir beklenti ile baktığımda pes edercesine bir nefes verip "Anlaştık..." diye mırıldandı. "Başla o zaman..."

 

Derin mavilerindeki parıltıların soluklaşmasını izledim bir süre, ardından dudaklarımı yalayıp "Gece ve Damla ikiz kardeşler sanırım..." diye mırıldandım. DNA testi için bunu Savaş'a zaten söyleyecek, ondan yardım isteyecektim ama bunu Savaş'ın bilmesine gerek yoktu. En azından o dövmenin sırrını ondan alana kadar...

 

İlk an ne söylediğimi anlayamadı. Anladığındaysa gözleri irileşirken "Şaka yapıyor olmalısın..." dedi. Sonra dudaklarından bir kahkaha kaçtı. İlahi bir sesti ve ruhumu sarıp, sıcacık bir yuva hissiyle onu beslemişti. "Damla'ya acıdım bak şimdi..."

 

Sonra gözleri kısıldı ve yüzünde sinsi bir gülüş peyda olurken "Bu senin sırrın değil ama... o yüzden bu sayılmaz İzel." dedi net bir sesle. Bir an onu kandırabildiğimi sanmıştım. Aldığım cevapla somurturken "Aman iyi be..." diye homurdandım. İşe yarayacağından o kadar emindim ki hâlbuki... "Zaten o kadar da merak etmiyordum." Külliyen yalandı. Deli gibi merak ediyordum.

 

Derin bir nefesle iç çekip, hazır konuyu açmışken aradan çıksın diyerek konuşmaya başladım. "Pekâlâ... Seni kandıramadım ama bu ikiz mevzusu biraz karışık. Yardımına ihtiyacımız var."

 

Beni ilgiyle dinliyordu. Sözlerimle kaşları merakla havalandı. "Ne gibi bir yardım?"

 

Omuz silkip ona konuyu anlattım. Örnekler Damla ve Gece Hancı adına verilirse babamın mutlaka haberi olurdu. Bunca yıl saklamasının bir nedeni olmalıydı ve Gece'lerin gerçeği öğrenmesi onu memnun etmeyecekti. Bu yüzden gizli yapmamız gerekiyordu. DNA örneklerini Savaş ve Güney adına verirlerse hiçbir sorun kalmayacaktı ortada.

 

"Mantıklı..." dedi Savaş. Ardından başını onaylar anlamda salladı "Hallederiz. Tanıdığım bir laborant var, düzenli olarak benden tablo alan bir müşterim. Güvenilir biridir."

 

Derin bir nefes aldım. Evet, bu da aradan çıkmıştı. Şimdi gönül rahatlığıyla uyuyabilirdim. Gözlerim ağırlaşmaya, uyku beni içine çekmeye başlayalı çok olmuştu.

 

Tam gözlerimi kapatıp o uykunun içine gömülmeye hazırlanıyordum ki aklıma bir şey daha geldi. Cevabını benim bile henüz bilmediğim bir konuda, bir soru işareti doğamazdı öyle değil mi? En azından cevabı bende de olmadığı için Savaş başka sorularla beni sıkıştıramazdı. Zararsız bir sırdı ve o tarihin anlamı için paylaşılabilirdi.

 

"Sıra sır..." dedim bir kez daha. Pes etmediğimi anlayan Savaş da aynı ölçüde yeniden gerilmişti. "Sonra ben İnatçı Keçi deyince suçlu oluyorum..." diye homurdandı. Güldüm. Pes etmemek inatçı keçilik demekse... varsın öyle olsundu. Pes etmeyi reddediyordum.

 

"Annem..." diye mırıldandım onu duymazdan gelip. Başımı kaldırma ya da yüzüne bakma gereği görmedim. Gözlerimi bile açmadım. Başım göğsünde yaslıydı ve kolu bedenimi sarmıştı. Kokusu kaynağından ciğerlerime akıyor, nefes niyetine huzuru içime dolduruyordu. Uyku içine düşmeye başladığım bir deniz gibiydi beni dibe çekmek için can atıyordu ama içimdeki merak beni havada tutuyordu.

 

"Benden önce bir kez daha hamile kalmış sanırım. Bunu yeni öğrendim. Bir kardeşim olabilir. Öz, gerçek bir kardeş, bir abi ya da abla... Şu an nerede bilmiyorum, yaşıyor mu yoksa öldü mü hiçbir fikrim yok. Bunu benden neden sakladıklarını da bilmiyorum..." dudaklarımdan alaylı bir gülüş döküldü. "Çok fazla soru işareti var ve ben cevaplarını nasıl bulacağımı bilmiyorum. Bu sayılır bence?"

 

En azından Gece'nin bahsettiği kişi gelene kadar soru işareti olarak kalmaya devam edeceklerdi zihnimde...

 

Savaş derin bir nefes aldı. Çıplak göğsüne yaslı olan başım da onunla birlikte hareketlenmişti. "Sayılır..." diye mırıldandı. Heyecan, içime biraz daha merak doldurdu ve su yutmaya başladığım o uyku denizinde biraz daha uyanık kalabildim.

 

"21/09/2005... Sana Aksel'in evinde gösterdiğim resmi hatırlıyor musun?" Sorusunu başımı sallayarak onayladım. Yalanımı ortaya çıkaran o resmi nasıl unuturdum. "O yemeğin yendiği tarih..." diye açıklamaya başladı Savaş. Sesi durgun geliyordu. "Seninle ilk kez karşılaştığımız o günün göğsümde kazılı olma nedeni; belki sana saçma gelecek ama... o günün aynı zamanda, annemle aynı masaya oturup yemek yiyebilme şansına eriştiğim ilk ve son seferin tarihi olması. O annem ve benim ilk ve tek akşam yemeğimizdi..."

 

Kalbimdeki kırıkların soluk boruma battığını hissettim. O zamanlar kaç yaşındaydı Savaş? Beş mi? Altı mı? Masum masum annesine bakan mavi gözlü bir oğlan çocuğu hayal ettim. Bir masada yemek yiyorlardı. Bir aile sofrası bile değildi, toplantı masasından hallice bir şeydi. Ve o çocuk o yemeğin annesi ile yiyebileceği son akşam yemeği olduğunun bilincindeydi. Düşünmek kalbimi daha çok acıttı.

 

Belki sana saçma gelebilir diyordu. Ama bilmiyordu ki onu bu konuda ne denli iyi anladığımı... Onu benden daha iyi anlayabilecek kaç kişi çıkardı. Aynı şeyi yaşamıştım... Babamdan bir gram sevgi dilenebilmek için gecemi gündüzüme katmıştım ama o sevgi hiç gelmemişti. Aynı şey Savaş'ın da başına gelmişti.

 

Biz kalbinde yaralı çocukluklarını taşıyan iki gençtik. Şimdi yan yanaydık ve acılarımız ortaktı. Bizi bizden daha iyi kimse anlayamazdı ve yaralarımızı birbirimizden daha iyi kimse saramazdı.

Başımı kaldırıp kalbinin üzerine yumuşak bir öpücük kondurdum. O benim yaralarımı o kadar güzel sarıyordu ki geride iz bile kalmıyordu. Aynısını bende onun için yapacaktım... O bana ne kadar iyi geliyorsa bende ona o kadar iyi gelecektim. Bunu sonuna kadar hak eden bir adamdı o...

 

Dudağımın temasıyla kalbinin atışı hızlandı. Cinsel bir çağrışım değildi bu... Çok daha masum bir şeydi. Başımı kaldırıp gözlerinin içine baktığımda bir an orada o masum oğlan çocuğunu görür gibi oldum. Öyle şefkat doluydu ki o gözleri... Kalbim sıkıştı bu ifade karşısında. Sonra aklıma onun duygularını bana ilk itiraf ettiği zaman geldi. İlk kez en çok yakınlaştığım zamandan hemen sonraydı... Hâlâ kulağımdaydı o ilahi sesi...

Dudaklarım kıvrılırken, gerçeğe gizlenmiş bir dua gibi usulca döküldü o sözcükler dudaklarımdan...

"Penso di essermi innamorato di te..."

Sanırım sana aşık oluyorum...

🎭💎

Bölümü nasıl buldunuz?

Zaman ayırıp okuyan herkese sonsuz teşekkürler💖

Loading...
0%