Yeni Üyelik
40.
Bölüm

39| SAF DIŞI

@saniyesolak

Sellam✨

 

Bölüme geçmeden önce oy vermeyi ve satır aralarını doldurmayı unutmayın❤️ Oy ve yorumlarınız benim için çok önemli, en büyük motivasyonum❤️

 

Keyifli okumalar.

 

💎🎭

 

İZEL İZEM HANCI'DAN:

 

Kalp atışlarını dinlemek, annem gözlerini yumup bir daha açamadığı günden beri kendime edindiğim bir huydu. O kalbin ritmini hissetmek... Annemin sol göğsüne başımı yaslar ve o zayıf atışları saatlerce bıkmadan dinlerdim.

 

Şimdi kulağımın altında gümbürdeyen kalp, anneme ait değildi ama en az onun kadar huzur veriyordu bana. Omuzumda usulca dolaşan parmaklar, kaskatı kesilen kaslarımı yatıştırıyordu. Uyku ile uyanıklık arasında bir yerlerdeydim, gözlerim yarı aralıktı ama hislerim hâlâ ayaktaydı.

 

Ne kadar süre önce birbirimize doymuş, ne kadar süredir birbirimizi dinliyorduk bilmiyorum. Zamanı saymaya çalışmamış, sadece anın tadını çıkarmaya odaklamıştım kendimi. Bu iyi gelmişti. Bütün bir günü düşününce, düşündüğümden çok daha fazla iyi gelmişti hemde.

 

Uzun süreli sessizlik, Savaş'ın buğulu sesiyle kesildi. "İzel, bir kez daha söylesene..."

 

Usulca başımı göğsünden kaldırıp yüzüne baktım yarı aralık gözlerimle. Uyku beni icine çekmeye çoktan hazırdı da ben Savaş'ın kalp atışlarını dinlemenin, kollarındaki huzuru tatmanın tadına doyamıyordum. Bu yüzden direniyordum uykuya.

 

"Neyi?" diye sordum kısık bir sesle. Okyanuslarını, büyük camlardan içeri sızan ayışığı sayesinde rahatlıkla seçebiliyordum.

 

Savaş kolunu belime daha sıkı sarıp yüzünü bana doğru eğdiğinde otomatik olarak bende ona doğru uzanmıştım, şimdi alınlarımız birbirine yaslıydı. "Biraz önce söylediğin şeyi..." diye fısıldadı yüzüme doğru. Ilık nefesi tenimi yakıp geçerken tüylerimi ürpertmişti. Biraz önce sevişmiş olmamızın bir önemi yoktu, onunla aramdaki mesafe ne zaman bu kadar azalmış olsa kendini onu arzularken buluyordum.

 

Biraz önce söylediğim şey...

 

İtalyanca da olsa, ona olan duygularımı dile getirmiştim. Ve şimdi benden yeniden o cümleleri duymayı bekliyordu. Daha çok beklerdi...

 

Kaşlarımı kaldırıp bir kez cıkladım. "Ben sıramı savdım, sıra sende." Bir ilişkide durum güncellemesi yapar gibi sürekli duyguları dile getirmek mi gerekiyordu yani? Çok saçmaydı bence; dile dökmektense hissettirmeyi, duymaktansa hissetmeyi tercih ederdim.

 

Savaş birden beni döndürüp üzerime tırmandı. Yüzünde haylaz bir ifadeyle beni izlerken "Durumu eşitlemeliyiz ama İzel İzem Hancı..." dedi kısık bir sesle. Çıplak göğüsleri çıplak göğüslerime baskı yaparken burnunun ucunu burnumun ucuna sürtmüştü. Kıkırdadım. Ağırlığını tamamen bırakmıyordu bana, belimin iki kenarından yatağa yasladığı dirsekleri, ağırlığını büyük bir ölçüde alıyordu üzerimden. Onun tarafından kafeslenmiş gibi hissediyordum kendimi ama hiçbir kafes bana bu kadar özgür hissettirmemişti...

 

"Ben iki kez zaten söyledim, yani sıra senin."

 

Gözlerim kısıldı bu sözleriyle. Ellerim belinin kıvrımından sırtına doğru tırmanırken ve tırnaklarım derisine hafifçe batarken "Çok adisin..." dedim halimden memnun bir hâlde.

 

Eğilip çenemin ucunu hafifçe dişledi. "Çok adilim."

 

Tırnaklarım tenine daha çok battı, sırtında derin tırnak izlerinden oluşan yollar çizerken "Demek öyle..." demiştim ki, hareketimle kasılan bedeni yüzünden kolu, koltuk altıma yakın bir noktaya sürttü. Tüm bedenim refleksle gerilirken o noktadan yayılan karıncalanma hissiyle hafifçe o tarafa doğru eğildim. Gözlerim irileşmiş, dudaklarımdan "Savaş..." diye şaşkın bir soluk dökülmüştü. Öyle çok fazla tiki olan bir insan değildim ama koltukaltlarımdan çok huylanırdım.

 

Savaş bunu anında fark etti ve bu kez bilerek sürttü elini o noktaya. Daha çok eğilip kasılmama neden oldu bu hareketi, dudaklarımdan gülmekle itiraz etmek arasında bir inilti kaçmıştı. "Yapma..." diye soludum daha da irileşen gözlerim eşliğinde.

 

Haylaz bakışları ay ışığı altında parlarken bakışlarına eşlik eden bir gülüşle yüzüme bakıp, "Gıdıklanıyor musun sen?" diye sordu. Sesinde, kendine yeni bir eğlence bulmuş bir oğlan çocuğunun coşkusu vardı. Sırtındaki ellerimi çekip pazularına yerleştirerek onu durdurmaya çalışırken "Hayır... Kesinlikle hayır..." diye soludum tek nefeste.

 

Ama tabii ki bu Savaş'ı durdurmadı. "Evet... Kesinlikle evet..." derken bu kez parmaklarını kulanarak beni gıdıklamaya başlamıştı. Dudaklarımdan kaçan kahkahalarla ellerinden kurtulmaya çalıştım nafile bir çabayla. Güçlü bedeni tarafından kafeslenmiştim, kaçacak bir yerim yoktu.

 

(Allah random atmaya alışmış parmakların gazabından korusun, her cümlenin sonuna random atasım geliyo🥲)

 

Altında kıvranırken ellerimle onu itmeye çalışıyordum ama o kadar çok gülüyordum ki kahkahalarım bileklerimdeki gücü çekip alıyordu sanki.

 

"Savaş... Dur..." dedim nefes nefese çıkan kahkahalarımın arasında, gülmekten karnım ağrımaya başlamıştı. İlk kez...

 

Gülüşlerime karışan itiraz nidaları Savaş'ın odasının duvarlarında yankılanırken en sonunda Savaş bana insaf etti ve gıdıklamayı kesti. Diken diken olmuş tüylerimle hâlâ gülerken "Aptal... Gülmekten karnım ağrıdı..." diye homurdandım. Sessiz bir gülüşle yüzümü izliyordu.

 

Nihayet sakinleşebildiğimde ve nefeslerim düzene girmeye başladığında "Bir daha söyleyecek misin?" diye sordu.

 

Derin bir iç çektim umutla bakan gözlerine bakıp, ardından kollarında asılı duran ellerimi yüzüne çıkarıp güzel yüzünü avuçlarımın içine aldım. Yüzü avucuma doğru yaslanırken bakışları kısıldı. Öyle güzel görünüyordu ki, kalbim ağrıyordu ona bakarken...

 

Alt dudağım dişlerimin arasına doğru yuvarlandı ve dişlerim hafifçe dudaklarıma battı. Kaşlarımı kaldırıp bir kez cıkladıktan sonra "Önce sen..." diye fısıldadım. Sessizlikle kutsanmış odanın içinde bir an sesim fazla yüksek çıkmış gibi gelmişti ama yalnızca bir fısıltıdan ibaretti.

 

Bakışları dudaklarıma kaydı ve birden eğilip dudaklarıma kapandı. Kısa ama fazlasıyla ateşli bir öpücüğün ardından geri çekildiğinde, ağzım daha fazlasının isteğiyle kupkuru olmuştu.

 

Arzunun blurlaştırdığı bakışlarımla yüzüne bakarken onun da benden bir farkı yoktu. Okyanuslarının içindeki tutkuyu açık açık okuyabiliyordum. "Sanırım..." diye fısıldadı bakışları yüzümü tararken. Ardından eğilip dudaklarıma sert bir öpücük daha kondurdu. "Sanırımı siktir et, sana çok aşığım İzel..."

 

Nefesim kesildi... Kelimenin tam anlamıyla nefesim jilet gibi kesildi. Uzaklardan bir yerlerden gelen köpek sesleri, araba sesleri, gecenin içine karışan her ses... sustu. Geriye sadece Savaş'ın sesiyle kalbimden gelen gümbürtü kaldı. Bu adam gerçek miydi? Hayatın bana böylesi güzel bir hediye verebileceğine inanmakta zorlanıyordum. Genelde dikenleri layık görürdü bana, şimdi elime verilen bu taç yapraklarla ne yapacaktım? Ya onları zedelersen? Ya parçalar, kırar, dökersem? Ya kuruyup giderlerse avuçlarımda...

 

Yutkundum... Dudaklarım buruk bir gülümsemeyle kıvrılırken, "Ben hâlâ sanrı aşamasındayım..." diye mırıldandım. "Ama bana sımsıkı sarılırsan bu aşamayı geçebilirmişin, öyle söyledi kelebekler..." Midemde uçuşan kelebekler...

 

Sözlerimle gülüşü derinleşti ve kendini yan tarafıma atıp beni yeniden göğsüne doğru çekti. Başım kalbinin üstüne denk gelmişti, şimdi yine en güzel melodiyi dinletiyordu kalbi bana.

 

"Demek öyle..." dedi Savaş dudaklarını başımın üstüne bastırıp derin bir nefesle saçlarımı koklarken. Ardından kolları beni daha sıkı kafesledi. "Kelebekleri dinlemek gerek o zaman? Öyle değil mi İnatçı Keçim?"

 

Kullandığı sıfat kaşlarımı çatmama neden olurken belindeki elimin tırnaklarını derisine sertçe bastırıp "Şöyle söylemeyi kes..." diye homurdandım. "Sen sanat adamısın Savaş; azıcık daha ince ruhlu, romantik biri olsan hiç fena olmaz hani!"

 

Sanatla uğraşan bir adam, İnatçı Keçi diye lakap mı takardı Allah aşkına?

 

Güldüğünü, yanağımın altında kasılan göğsünden anladım. "Tırnaklarına dikkat et güzelim; Yorgunum dedin, dördüncü beşinci turlarla seni daha fazla yormak istemem."

 

Ah...

 

Sanırım yormayı isteseydi de itiraz etmezdim... Bacaklarımdaki, sırtımdaki ya da kollarımdaki kaslarım isyanı bu gerçeği değiştirmezdi...

 

"Ayrıca..." diye ekledi cümlesine. Sesinde öyle keyifli bir ton vardı ki... Birkaç saniye önce dağılan uykum, yeniden Savaş'ın kalp ritmini dinlemeye başlamamla göz kapaklarıma bir kez daha akın etmese, sabaha kadar bu anı sürdürebilirdim. "Tam bir inatçı keçisin... Sana daha çok yakışacak bir sıfat kesinlikle düşünemiyorum."

 

Kollarında hareketlenip kendime daha rahat bir pozisyon bulduktan sonra başımı göğsüne iyice yerleştirip gözlerimi kapatırken "Bu inadım olmasa, beni kollarında nah bulurdun sen Savaş..." diye homurdandım uykulu bir sesle.

 

"Bulamaz mıydım gerçekten?" Sesi meraklı bir ifadeyle, düşüncelerin iç içe geçtiği bir tona bürünmüştü. Kollarının baskısı daha sahiplenici bir hâl aldığında, düşüncelerinin neyin ışığı altında şekillendiğini anladım. Kollarında olmama ihtimalimi düşünmüştü bir an için.

 

"Olmazdım Savaş..." Derin bir iç çektim. İyi bir yalancı olmam her konuda yalan söyleyeceğim anlamına gelmiyordu. Bazen yalan sizi kurtarabilirdi ama dürüstlüğün size verdiği rahatlığı hiçbir zaman veremezdi. "Eğer, babam ve Gece senden uzak durmamı söyleyip seni önüme hedef olarak koymasaydı; sana diğerlerinden daha ılımlı yaklaşmaz, ilk tanıştığımız andaki tavırlarımdan bir an bile ödün vermezdim. Sen sadece, her pazartesi ortak dersimizin olduğu bir yabancıdan ibaret olurdun benim için."

 

Sessiz kaldı... Sessiz kaldığı her saniye minik bir gerilim kıvılcımı çaktı önce içimde ardından yavaş yavaş büyümeye başladı. Yalancıyken fazla yalancıydım da, şimdi bu dürüstlük de mi fazla gelmişti emin olamadım. Bunu... bu hisleri kaybetmeyi hiç istemiyordum. Onu kaybetmeyi istemiyor, her şeyi mahvetmekten korkuyordum...

 

Tam o minik kıvılcımlar birleşmeye, koca bir yangını göğsümün ortasında başlatmaya karar verdikleri sırada kadifemsi sesi ilişti kulağıma. Sözleri; o yangını söndürdü, kalan izleri ise usta bir heykeltıraş gibi işleyip saklı bir cennet bahçesine çevirdi.

 

"O zaman iyi ki inatçı keçinin tekisin sevgilim."

 

Dudaklarım, rahatlamış bir ifadeyle kıvrılırken yüzümü göğsüne doğru gömdüm.

 

Sevgilim demişti...

 

Sevgilim...

 

Gülüşüm daha da büyürken içimden taşan hislerin engellenemez dürtüsüyle başımı çevirip kalbinin üstüne, dövmelerin olduğu kısma derin bir öpücük kondurdum.

 

Acılar ve yaralar... İkimizin de konuşmayı sevmediği bir alandı. Nasıl ki o beni, ona bir kardeşim olabileceğini söylediğimde ayrıntılarla boğmadıysa bende onun için aynısını yapmıştım. Annesiyle yediği ilk ve son akşam yemeği, göğsüne kazınmıştı... O tarih aynı zamanda bizim ilk karşılaştığımız tarihti de... Annesi ile arasındaki ilişkiyi deli gibi merak ediyordum. Babasıyla da öyle... Ama sorarak onu bunaltmayacaktım, o hazır olduğunda anlatmalıydı. Bazen ayrıntılar, iyileştirmekten çok daha da deşerdi yaraları. O ayrıntıları hazır olmadan dillendirmemeliydi insan. Bir tarafın hazır olması da yetmiyordu üstelik, biri anlatacaklarına hazır olmalıyken diğeri duyacaklarına hazır olmalıydı...

 

Ben hayatımla ilgili gerçekleri anlatmak için hiçbir zaman hazır olamayacaktım ve Savaş'ın da duymak için hazır olmayacağından emindim. Kim adi bir hırsızı yanında isterdi ki? Kim bir kuklayı sevgisine layık görürdü?

 

Bu sır bizi bitirecekti. Ama bitene kadar dibinde kalan her şeyi sıyırmaya kararlıydım. Bitene kadar, avuçlarıma düşen her bir huzur parçasını son damlasına kadar içmeye...

 

Yağmur sonrası toprak kokusu, usul usul ciğerlerime akıp beraberinde huzuru da içine doldururken gözlerimi kapattım. Ama Savaş'ın "İzel?" diye seslenmesiyle kapattığım gözlerim otomatik olarak geri açıldı. Başımın yönünü yüzüne doğru çevirip sorarcasına yüzüne baktığımda, kararsız bir ifadenin yüzünün kıyısında gezinen meltemi, uykuyu bir kez daha çekip aldı benden. Bir şey söylemek istiyor gibi bir hâli vardı.

 

Boğazını temizleyip kollarını usulca bedenimden çektiğinde, içindeki yargı muhakemesinde kalemin kırıldığını ve kararın verildiğini gördüm. Yavaşça yattığı yerden doğruldu. Başım şimdi göğsünde değil, yastığın üzerindeydi; sıcacık canlılığın yerini donuk bir çarşafın dokusu almıştı. Tek kaşımı kaldırıp baktım yüzüne ve yorganı biraz daha çektim göğüslerime doğru.

 

"Bu gece madem itiraf gecesi..." diye fısıldadı bir sır verirmiş gibi. Ardından uzanıp çehremi sarmalayan bir tutam saçı geriye doğru itti. "Bir itirafta daha bulunmam gerek... ama vereceğin tepkiyi kestiremiyorum."

 

Kaşlarım çatılırken "Ne demek istiyorsun?" diye sordum meraklı bir sesle.

 

Burnu kırıştı. "Değişik bir modelsin İzel, neye ne tepki vereceğini kestirmek zor. Bu şeyi öğrendiğinde heyecan verici de bulabilirsin, benden uzaklaşadabilirsin. Bilemiyorum." Kendini gülmeye zorlasa da gülüşüne gizlenen gerginliği görebiliyordum. Yorganı göğüslerimin üstünde sabitleyip doğruldum. Uykulu gözlerim güzel yüzünü seyre dalarken, "Beni başına bir kez bela ettin Savaş; artık kendinden uzaklaştırman çok zor, hatta imkânsız." diye mırıldandım. "Karabasan gibi çöktüm tepene, gitmem ki." Omuzlarımı, sözlerimi desteklercesine silktiğimde bir an kendimi istediği şeyi elde etmeye çalışan küçük bir kız çocuğu gibi hissetmiştim. Tek fark, ben istediğim şeyi kısmen elde etmiştim ve şimdi o şeyi kaybetmemeye çabalamam gerekiyordu.

 

Son kez yüzüme baktıktan sonra derin bir nefes alıp eğildi ve yerdeki pantolonunu bacaklarına geçirerek ayağa kalktı.

 

Gözlerimin önüne serilen manzarayla dudaklarım keyifle kıvrılırken "Giyinmesen de olurdu ya..." dedim oyunbaz bir sesle. Çok iyi olurdu hatta...

 

Savaş fermuarını çekip düğmesini ilikledikten sonra bana doğru eğilip burnumun ucunu iki parmağının arasında sıkıştırdı. "Beni objeleştirme..."

 

Gülerek geriye doğru kaçıp elinin baskısından kurtulurken "Artık çok geç..." dedim dramatik bir sesle. Sırtım yatak başlığına yaslanmıştı.

 

"İnatçı Keçi..." diye homurdanarak yatağın yanındaki abajuru yaktıktan sonra odadan çıktı. Peşinden gitmem gerekiyor muydu? Yataktan kalkma düşüncesi bile kaslarımın sızlamasına neden oluyordu. Yorganı sıkı sıkı tutarken "Ben burada bekliyorum seni..." diye bağırdım arkasından. "Hiç yataktan kalkamam şimdi."

 

Bana bir cevap vermedi ama iki dakikadan daha kısa bir süre sonra, elinde büyük boy bir tuval ile odaya girdi. Yanında şövalesi yoktu.

 

Yanıma yerleşip bir bacağını yatağa doğru uzatırken tuvali kırdığı dizine yasladığında, beyazı süsleyen siyah çizgilerin ortaya çıkardığı resme bakakaldım. Benim portremi çizmişti. Çizgilerinden, iç içe geçen renklerine kadar öyle muazzam görünüyordu ki... Yalnızca dudaklarımı renksiz bırakmıştı. Renksiz dudaklarım hafif aralıktı, koyu kahveyle renklendirilmiş harelerimdeyse... şehvetli bir ifade vardı. Duyguyu o kadar iyi yansıtmıştı ki, bir kez daha yeteneği karşısında ağzım açık kaldı.

 

Omzumu omzuna yaslayıp resme doğru eğilirken "Çok var mı böyle beni çizdiğin resim?" diye sordum usulca. Merak etmiştim.

 

"Çok var..." diye mırıldandı Savaş. "Bir ara yüz hatlarına kafayı takmıştım. Ne çizmeye çalışsam elim senin yüzüne gidiyordu, kaç siparişi bu yüzden geciktirdim biliyor musun?"

 

İçime hepsini görmek gibi bir arzu doğmuştu birden. Beni nasıl görüyordu? Aklında nasıl canlanıyordum? Beni hangi duygularımla aktarıyordu kâğıda? Elindekinde tutku ve şehvet ön plandaydı ama başka? Başka hangi duygularımla kâğıdı boyamıştı mesela? Bu düşüncelerin ışığında sessiz kalıp resme dalmışken, "Kulağa çok mu sapıkça geldi?" diye sordu. Bu odadan çıkarken üzerinde taşıdığı o gerginliği hâlâ atamamıştı üzerinden. Yüzünü görmek için başımı çevirdiğimde yanağım omzuna sürtündü. "Hayır..." diye fısıldadım gözlerinin içine bakarken. "Kulağa daha çok aklını başından almışım gibi geliyor."

 

Gözlerimiz görünmez halatlarla birbirine kenetlendi sanki o anda. Çekemedim bakışlarımı, dalarken buldum kendimi okyanuslarının dibine. O da çekmedi serin sularıyla kurak topraklarımı ıslatan bakışlarını... "Almakla kalmadın..." diye fısıldadı ılık nefesi yüzüme akarken. Dudaklarımın kuruduğunu hissettim. Onu öpmek... Şu an tam olarak ihtiyacım olan şeydi. "Almakla kalmadın İzel, aklımın yerine kendini koydun ve ben seni düşünmeden tek bir an bile geçiremiyorum."

 

Zaman yavaşladı önce, biz o zamanın içinde ağırlaştık sanki. Sonra kalbim tekledi, bir an duracak sandım. Dudaklarımdan kaçan ılık bir nefes, ruhumu da beraberinde götürdü ve ruhum Savaş'ın dudaklarından içeri akan havaya karıştı. Şimdi ruhlar birbirine bağlanmıştı, kim koparabilirdi ki onları?

 

İçime çektiğim derin nefesle beraber uzanıp dudaklarımı Savaş'ın dudaklarına bastırdım, kalbim boğazıma tırmandı. Onu öpmek, hem dingin bir suda yüzmek gibi güven vericiydi hem de arsız dalgaların arasında denizi tüm çıplaklığıyla hissetmek gibi heyecanlıydı... Hem çölün ortasında su bulmak kadar umutlu hem de cehennemin sonsuz yalımlarında yanmak kadar umutsuz...

 

Savaş anında öpücüğüme karşılık vererek dudaklarını aralayıp dilimi ağzının içine kabul etti. Tadı, damağıma yayılan o tatlı tadı aklımı başımdan alıp götürdü. Omurgamdan aşağı bir ürperti inerken ellerimi yüzüne uzatıp ona tutundum. Dillerimizin dansı; keskin bir hissi, elektrik akımı misali karnımın alt bölgelerinden kasıklarıma doğru akıtıyordu sanki. Yumuşak bir öpücük değildi, aksine her şeyiyle tarumar ediyordu insanı.

 

Savaş üst dudağımı emdikten sonra alt dudağımı ağzına doğru çektiğinde dudaklarımdan bir inleme koptu. Dişleri hassas deriye sürtündüğündeyse parmaklarım saçlarının arasına karışmış ve tutunma ihtiyacıyla saçlarına asılmıştım.

 

Dişlerinin baskısının alt dudağımda artışını hissettim, ardından batışını... Keskin ama tatlı bir sızı, o noktadan yükselirken Savaş geri çekilip alt dudağıma baktı. Tam sızlayan noktaya parmağımla dokunacakken son anda elimi tutup bana engel oldu. Sızlayan kısımdan sızan kanın ılık dokusu kendini belli ediyordu.

 

"Hareket etme, böyle kal..." diye fısıldadı Savaş. Bileğimi tuttuğu elimi usulca indirdikten sonra, gözlerini bir an olsun dudaklarımdan ayırmadan parmaklarını çenemin altına yerleştirdi. Baş parmağı, çenemden dudağıma doğru masaj yaparcasına sürtünerek çıktığında yoğun bir merak sardı beni, o merakın kollarında aralık dudaklarımla hareketsiz kaldım.

 

Dudağımın sızlayan noktasına baş parmağını sürttüğünde, hissettiğim acıdan çok daha öte bir şeydi. Nefesim ağırlaştı...

 

Elini çektiğinde gözlerim yüzünden eline kaydı ve parmağına bulaşan kanı gördüm.

 

Kan bulaşan parmağı, tuvali süsleyen portremin renksiz dudaklarında dolanırken "Sana senin odanda bir şey söylemiştim hatırlıyor musun? Resmini çizdiğimde..." diye sordu.

 

Hatırlıyordum. Dudaklarımı renksiz bırakmıştı çünkü eklemek istediği ayrıntı için kâğıt buna müsait değildi. Müsait olduğu bir anda bana gösterecekti. Sonra aklıma bir konuşmamız daha geldi. Bana resimlerde kırmızı renk yerine başka bir şey kullandığını söylediğini hatırlıyordum. Onun, dudağımı kendi kanımla boyayışını izlerken taşlar yerine oturdu. Eserlerinde kırmızı rengi yerine kanı kullanıyordu.

 

Gece'nin günlerdir Savaş ile ilgili bahsettiği şey de bu olmalıydı... Soluksuz bir şekilde tuvale bakarken "Gece'ye yaptığın şey bu muydu?" diye sordum. Savaş'ın bizim evde olduğu son seferde, ben hastayken aralarında geçen tablo muhabbetini de hatırlıyordum.

 

Savaş hâlâ resmin dudaklarına kanı yayarken "Onunki biraz daha acılı oldu..." diye cevap verdi. Biraz kelimesine yaptığı baskı, o birazın pek de biraz olmadığını açıkça ortaya döküyordu.

 

Parmağını resmin üzerinden çektiğinde kanın parlak kızıllığı kendini gösterdi. Şimdi resimdeki ifadenin etkisi, orada kan olduğunu bilirken, iki adım daha öteye taşınmıştı. İşinin bittiğini anladığımda dilim otomatik olarak dudağımdaki minik açıklığın üstünde gezindi, taze kanın metalik tadı damağıma yayıldı.

 

Savaş'ın okyanuslarını yüzümde hissetsem de gözlerimi resimden ayıramıyordum. Zarif elinin narin baskısını yanağımda hissettiğimde ancak bakabildim yüzüne. Gözleri dudaklarımdaydı. "Özür dilerim..." diye fısıldadı durgun bakışlarla minik yarayı süzerken. "Acıttım mı çok?"

Gergin hâli gülümsememe neden olduğunda, gerilen deri yüzünden, açıklığın arasından sızıp yeniden tomurcunlanmaya başlayan kan damlasını hissettim.

 

Bir kez cıklayıp "Acıtmaktan çok daha farklı şeyler hissettirdin." diye mırıldandım. Savaş'ın yoğun bakışları dudaklarımdan bir an olsun çekilmiyor, aksine yüzü yüzüme yaklaşıyordu. "Ne gibi?" derken sesi nefes nefese çıktı.

 

"Etkilendim..." Artık iyiden iyiye nefes nefeseydik ve seslerimiz yalnızca soluklarımızın vücut buluşundan ibaretti.

 

"Etkilendin?" dedi Savaş sorarcasına. Başımı sallayarak onayladım onu. Şimdi başı yalnızca birkaç santim ötemdeydi. "Belki biraz da... ıslanmış olabilirim." Gözleri daha da karardı sözlerimle. Bu doğruydu, onun dilini ağzımın içinde hissettiğim ilk andan beri kadınlığımdaki sızı her geçen saniyede kendini belli edecek boyutlara ulaşmıştı. O noktadaki nemlenme, görmezden gelinemeyecek kadar yoğundu.

 

"İzel..." dedi Savaş dudaklarını esir alan eşsiz bir gülümseme eşliğinde son heceyi uzatarak. Sesi şimdi fısıltıdan daha fazlasıydı. Ardından uzanıp tüy hafifliğinde dokunuşlarla çene hattımı okşamaya başladı. "Bu gece bir kez daha başlarsak, duramayabilirim. Ve sen yorgun olduğunu söyledin. Bu yüzden hayır, seni daha fazla yormayacağım."

 

Yanağımı parmaklarına doğru sürterken gözlerimi kapatıp "Teşekkür ederim..." diye fısıldadım. "Beni benden daha çok düşündüğün için... Bana açık olduğun için... Her şey için teşekkür ederim Savaş."

 

Bana bir alan sağladığın için...

 

Bir nebze de olsa, beni çevreleyen kafeslerin yakıcı demir parmaklıklarının varlığını unutmamı sağladığın için...

 

Özgürlüğü bir noktaya kadar da olsa tatmama olanak sağladığın için...

 

Bana, kendimi değerli hissettirdiğin ve bana değer verdiğin için...

 

Babamın bile beni sevmediği bu hayatta, bana beni sevdiğini söylediğin için...

 

Her şey için Savaş... Her şey için teşekkür ederim...

 

"Asıl ben teşekkür ederim..." diye karşılık verdi bana. "Bana sarıldığın, sana sarılmama izin verdiğin, yanımda kalkanlarını indirdiğin için..." Sonra durup güldü ve "En önemlisi de..." deyip hâlâ dizine yaslı duran resmi işaret etti. "Bunun için..."

 

Boştaki eliyle resmi dizinden alıp yatağın kenarına, yere koydu ve kollarını bedenime dolayıp beni göğsüne çekti. Hiç düşünmeden kollarımı ince beline sarıp bugün bir kez daha göğsüne yerleştim, birlikte uzandık yatağa. "Sanırım bunun seni kaçıracağını düşünüyordum. Benden uzaklaştıracağını..."

 

Gözlerimi kapatırken dudaklarım bir kez daha kıvrıldı ve kuruyan kan bir kez daha çatlayarak yeni damlaların yolunu açtı. "Hiç şansın yok Kalkavan..." dedim derin bir iç çekerek. "Hem kim hayatında bir Vampirella olsun istemez ki, öyle değil mi?"

 

Yanağımın altındaki göğsü kasıldı. "Vampirella mı?" diye sorarken sesi hem karmaşık hem de farkındalık arasında sekiyordu. "Aklından bile geçirme İzel İzem Hancı."

 

Gülüşüm sinsi bir ifadeye doğru evrilirken "Bir daha bana İnatçı Keçi de de, bak ben nasıl vampirellayı hayatına sıfat olarak entegre ediyorum bir gör." dedim keyifle.

 

Bu sıfattan kurtulmak için daha iyi bir fırsat geçer miydi elime? Sanmam.

 

"Sen var ya sen..." diye homurdandı. Hareketleneceğini hissettiğim anda, "Sakın pozisyonumuzu bozma." diye uyardım onu. "Şu an çok rahatım." Hayır göğsü yumuşak bir yastıkta daha rahat falan değildi, taş gibi sertti aksine. Ama güvenliydi de... Şüphesiz sırtımı yaslayıp rahatça gözlerimi kapatabileceğim kadar güvenli...

 

Kollarını daha sıkı sarmaktan ve başımın tepesine derin bir öpücük kondurmaktan daha fazlasını yapmadı.

 

Bugün bilmem kaç kez kaçan uykunun beni yeniden bulmasını beklerken "Bu fantezi... nasıl başladı?" diye sordum, kan fantezisini kast ederek.

 

Derin bir nefesle şişen göğsüyle birlikte bende hareketlenmiştim. Kalp atışları yine kulağımın altındaydı.

 

"Uzun bir hikâye..." dedi en sonunda. "Ve senden bir sır daha almadan anlatamayacağım bir hikâye..."

 

Ah...

 

Göğsündeki tarihlerden biriyle ilgiliydi...

 

"Sadece şunu söyleyebilirim İzel..." diye ekledi. Şimdi ses tonunda bir şeylerden memnun olmayan bir ifade vardı. "Bu durumdan memnun değilim. Zaten her zaman olan bir şey de değil. Bazen gözümün öfkeden kör olduğu zamanlar oluyor... O zamanlarda kendime hâkim olamıyorum yalnızca. Gece de öyle bir âna denk gelmişti." Bir kez daha derin bir nefes aldı... Bu kez içine çektiği o nefes nedense sıkıntı doluymuş gibi gelmişti. "Ve Yasemin yüzünden olan bir şey..."

 

Gözlerim açıldı son söylediğiyle. "Yasemin mi?" diye sorarken sesim şaşkın çıkmıştı. Sessiz kaldı ama çoğu zaman sessizlik, en büyük kabulleniş demekti.

 

"Nasıl?"

 

Omuz silktiğini hissettim. "Dediğim gibi uzun bir hikâye. Ve sıra sır iddiamızın dahilinde. Bu yüzden daha fazlasını söylemeyeceğim." Eli usulca tenimi okşarken "Sabaha çok bir şey kalmadı, şimdi uyu." diye ekledi konuya noktayı koyar gibi.

 

Umutsuz bir nefes verdim. Pekâlâ bu gece daha fazla cevap alamayacaktım ondan anlaşılan. Aklımdaki soru işaretlerinin kancaları zihnime delikler açarken gözlerimi kapattım yeniden.

 

Ben uykuyu beklerken bambaşka bir düşünce vurdu aklımın kıyısına. Hemen ardından oldukça... müstehcen görüntüler kapalı göz kapaklarımın perdelerine yansıdı.

 

Tek gözüm açılırken temkinli bir ifadeyle "Son bir şey daha..." diye mırıldandım meraklı bir sesle. "Başka fantezilerin var mı böyle? Seks sırasında el ya da göz bağlamak gibi... Buz gibi... Ne bileyim kelepçe, kırbaç falan?"

 

Sesim birkaç saniye havada asılı kaldıktan sonra Savaş derin bir kahkaha ile odanın içini şenlendirdi. Kahkahası ilahiydi...

 

"Bu tarz fantezilerle cinsel hayatımızı renklendirmek mi istersin İzel İzem Hancı?" diye sordu keyifli bir sesle.

 

"Yani..." dedim bu sorusu üzerine. "Kırbaç kısmı kulağa hiç hoş gelmiyor ama diğerleri konusunda aynı şeyi söyleyemem... Neden olmasın?"

 

Savaş'ın eli belimin kıvrımına indi ve kalçamın üzerine doğru usulca okşarken "Gözlerini bağlamam..." diye fısıldadı kulağıma doğru. "Ben içine girdiğimde orada biriken duygu akımının patlayışını izlemek öyle eşsiz ki..." Parmakları tenimde görünmez yollar çizerken sözlerine odaklanmak zor olsa da kendimi sesini odaklanmaya zorladım. "Ellerini de bağlamam... Çünkü ellerinin tenimde olması, ben seni doldururken tırnaklarının çaresizce tenime gömülmesi beni delirtiyor, senin de bundan hoşlandığını biliyorum."

 

Yalan yoktu, sırtında kendimden izler bırakmanın hazzı çok başkaydı.

 

Parmakları daha kışkırtıcı hareketlerle hassas noktalarıma doğru kaymaya başladığında, uyku bana gelmek yerine gittikçe benden uzaklaşıyormuş gibi hissedince, o yeniden konuşmaya başlamadan "Tamam..." dedim boğuk bir sesle son heceyi bastırarak. İçerisi birden otuz derece birden ısınmıştı sanki. Yutkunup aklımda canlanan görüntüleri uzaklaştırarak "Bence artık uyuyalım." diye mırıldandım. Utandığımdan değildi ama onun üzerine yeniden atlamam an meselesiydi ve Savaş'ın haklı olduğu bir nokta; Yorgunluktan ölüyordum ve sabaha birkaç saat kalmıştı.

 

Savaş sözlerimle gülüp ellerini güvenli alana çekip belime sardı.

 

"İyi geceler... İnatçı Keçim." diye fısıldadığında burnumdan dökülen sert bir nefesle meydan okurcasına "İyi geceler... Vampirella." diye karşılık verdim.

 

O sessizce kullandığım sıfata homurdanırken bende kendimi kulağımın altında sakince atan kalbin ritmine verdim. Yağmur sonrası toprak kokusu ile bu ritmin melodisi birleşince uyku çok sürmeden beni içine çekti.

 

Huzur... Saf huzur tam olarak buydu işte... Ve ben bunu en saf haliyle ilk kez tadıyordum.

 

💎🎭

 

Aynadaki buharı usulca elimle silerken, uzun zaman sonra ilk kez kendimi bu denli huzurlu hissediyordum. Islak saçlarım, çıplak bedenime sularını akıtırken, çoğu zamanın aksine canlı görünen yüzümün aksine baktım aynadan. Yorgundum... Her bir kasımın ayrı ayrı sızlayışını hissedebiliyordum. Vücudum bu yorgunluğa isyan ediyordu. Ama dingin ve huzurluydum da aynı zamanda. Garip bir paradokstu ama her şey yolundaymış gibi hissettiriyordu. Her şey olması gerektiği gibi oluyormuş gibi...

 

Derin bir iç çekip içimdeki o huzurla gülümsedim ve Savaş'ın benim için çıkardığı havlulardan büyük olanı bedenime sarıp diğeriyle de saçlarımın ıslaklığını aldım. Saç kurutma makinesini de çıkarmıştı ama kullanmayacaktım. Saç diplerime yayılan o ısıdan hoşlanmıyordum, bana geçmişin anın güzelliğini baltalayacak anlarını hatırlatıyordu. Hücrede maruz kaldığım o boğucu havaları...

 

Saçlarım su damlalarından arındığında hızlıca tarayıp kendiliğinden kurumaları için onları serbest bıraktıktan sonra üzerime Savaş'ın verdiği tişört ve boxerı geçirdim.

 

Odadan çıkıp sesleri takip ederek mutfağa indiğimde saçlarım büyük ölçüde kurumuş sayılırdı. Savaş'ı mutfak tezgâhında, arkası bana dönük bir hâlde bir şeyler doğrarken bulduğumda dudaklarım kıvrıldı. Ortadaki ada tezgahın üzeri kahvaltılıklarla donatılmıştı. Parmak uçlarımda sessiz adımlarla ona yaklaştım önce. Ardından muzip bir ifadeyle alt dudağımı ısırırken, o beni fark etmeden sırtına atlayıp kollarımı boynuna bacaklarıma da beline sararak ona tutundum.

 

Hazırlıksız yakalandığı bu durum karşısında hafifçe sendelese de kendini çabucak toparladı. Başım omzundan öne doğru sarkarken yüzüm ondan tarafa dönüktı. Eğlenen bir ifadeyle, ışıldayan kısık bakışlarıyla, yüzüme kısa bir bakış atıp yeniden işine, kaşar peyniri dilimlemeye, dönerken "Bende tam İzel fazla rahat durdu, acaba banyoda başına bir şey mi geldi diye endişelenmeye başlıyordum." dedi onaylamaz bir sesle. Ama beni kandıramazdı, gözleri onu ele veriyordu. En az benim kadar eğleniyordu o da...

 

Gözlerimi devirip çenemi omzuna yasladım ve kaşarı dilimleyişine odaklandım. Her parçayı manyakça bir eşitlikle kesiyordu. "Banyoda başıma en fazla ne gelebilir ki Savaş?" diye sordum. Bir an duraksayıp göz ucuyla bana baktı. "Ayağın kayabilir ve düşüp başını bir yerlere çarpabilirdin?" Sonra sırtında benimle birlikte iki adım yana kaydı ve yukarı uzanıp mutfak dolabından bir tabak aldı. O dilimlediği kaşar peynirlerini tabağa koyarken "Ayağım kaysa bile düşmezdim." diye cevap verdim ona. "Denge konusunda mükemmelimdir."

 

"Hiç şüphem yok." Dilimlerden birinden bir parça koparıp omzunun üzerinden bana doğru uzattığında geri çevirmeden kaşarı ellerinden yedim. "Her konuda olduğu gibi bunda da mükemmel olduğundan eminim."

 

Çiğnediğim lokmayı yuttuktan sonra "Çizim konusunda mükemmel değilim." diye homurdandım. "Mükemmele yakın bile değilim."

 

Belki mükemmel olabilirdim. Boyalara ve çizim kağıtlarına yıllar boyunca küsmemiş olsaydım... Dört yaşımın kırgınlığı vardı onlarda, dört yaşımın travması...

 

"Neyse ki mükemmel bir öğretmenin var ve kısa bir sürede mükemmele yakın olacaksın. Sonra da mükemmel..."

 

Bunları söylerken dolaptan bir paket salam çıkarıyordu. Dilimlenmiş salamları bir tabağa alırken bu kez de bir dilim salam uzattı bana.

 

(Yooo kıskanmadım ki... Hiç kıskanmadım hemde... Asla yani...)

 

O salamı da çiğneyip yuttum. "Ama bu vizelerden önce olmayacak." Bu canımı sıkan en büyük konulardan biriydi. Çizimle ilgili olmayan her dersi çok rahat halledecektim ama çizimler... Lanet olası dersler ortalamamı düşürecekti...

 

"O konuya da bir çözümüm var..." dedi Savaş salam tabağını ada tezgahına koyduğu sırada.

 

"Nasıl?"

 

"Hakkı hocada Nevin hoca da her yıl aynı açılarla bir çizim isterler. Senin için çizim yapacağım ve sen de sınava kadar o çizimlere çalışıp elini alıştıracak ve sınavlardan en yüksek notu da sen almış olacaksın."

 

Bu düşünce bir anda ortalamamı gözlerimin önüne getirdi. Dört tam puanda tutmam imkânsızdı ama dörde çok yakın bir sayıda tutabilirdim ve Savaş'ın bu önerisi, önümdeki en büyük engeli kaldıran bir fikirdi. Çenemi çekip geniş omzuna yanağımı yaslarken "Kulağa çok hileliymiş gibi geliyor ama diğer ihtimaller kadar kötü değil sanırım." diye mırıldandım.

 

"Diğer ihtimaller?"

 

Derin bir nefes alırken kollarımı sıklaştırıp, sırtındaki duruşumu düzelttim ve omuz silktim. "Gece soruları rica edebilirdi ya da okulun sahibi olduğum gerçeğini öne sürüp tehdit yolu ile notlarımı şişirmelerini isteyebilirdim. İhtimal dahilindeydi yani bunlar."

 

Savaş derin bir sesle güldü. "Ne bu? Ben tehlikeyim, tehlikenin içinden geldim pozları mı?"

 

"Hı hı..." diye karşılık verdim sözlerine gülerek. "En tehlikeli benim."

 

Savaş, kaşar peyniri ve salamı yeniden düzgünce paketleyip buzdolabına koyduktan sonra "Tamam en tehlikeli küçük inatçı keçi," dedi alay edercesine. "Şimdi in sırtımdan ve kahvaltına başla, bende çayları doldurayım rahat rahat. Çünkü ağırsın İzel ve biraz daha sırtımda kalırsan fıtık olacağım."

 

Sözleriyle gözlerim kısıldı, kollarım daha da sıkılaşırken, "Bana ağır olduğumu mu söyledin az önce sen?" dedim oyunbaz bir sesle. Ardından cevap vermesine fırsat vermeden dişlerimi omzuna geçirip omzundan ısırdım onu. Pek yumuşak bir ısırık da değildi üstelik, dişlerimin izinin kalacağı kadar sertti.

 

"Siktir..." diye homurdandı Savaş gülmekle kızmak arasında bir yerde. Ardından elini yan tarafından arkaya doğru eğip beni belimden kavrayarak çekmeye çalıştı. Gülüşlerimin arasında o kadar da sıkı tutunamadığım için sırtında kaydığımda şimdi birlikte artı işareti gibi görünüyorduk, ayaklarım havada sallanıyordu. "Savaş..." dedim daha yüksek sesle gülerken "Düşeceğim..." Bir çabayla omuzlarına tutunmaya çalışıyordum ama gülerken bu çok zordu.

 

"Dişlerine hâkim olamamanın cezası..." dedi Savaş da gülüşlerinin arasında.

 

Omuzlarına tutunamayacağımı anladığımda kollarımı indirip beline sarıldım ve bu kez de belinin kıvrımına geçirdim dişlerimi.

 

"İzel..." dedi Savaş bunun üzerine boğuk bir sesle gülerek. "Bu işin sonu yatakta bitsin istemiyorsan dişlerini çek üstümden."

 

Şeytan diyordu ki daha fazla ısır, tüm günü yatakta geçirelim. Ama okula gitmemiz gerekiyordu işte.

 

Dişlerimi belinden çekip hâlâ beline sarılı bir vaziyette asılı dururken "Ağırlığımı kanıtlamak için seni de yiyebilir miyim diye bakıyordum sadece." dedim masum masum, bir hayli aşağıdan yüzüne bakarken. Bir kolu belimden tutmuyor olsa kıçımın üstüne düşmüştüm çoktan. "Şimdi beni düşürdüğün şu saçma sapan pozisyondan kurtar çabuk." Kesik kesik gülüşlerim yüzünden sesim bir garip çıkıyordu, yüzümün yandığını hissedebiliyordum ama bunun nedeni neredeyse baş aşağı duruyor olmamla alâkalıydı.

 

Savaş yere doğru eğilip kolunu gevşettiğinde mutfağın zeminine uzanırken buldum kendimi. Hiç beklemediğim bir anda koltukaltımdan beni hafifçe gıdıkladığında, bacaklarımı karnıma doğru çekip kahkaha attım. "Yapma..."

 

"Yiyebilir miymişsin bari?" diye sordu kıvranışlarıma ve iki büklüm olmama aldırmadan gıdıklamaya devam ederken. Ellerini tutup parmaklarımı parmaklarının arasına geçirerek onun beni gıdıklayabilmesinin önüne geçmeye çalıştım. İyi ki bir eline koz geçmişti, beni böyle bulduğu her firsatta gıdıklayacak mıydı yani?

 

Ona alttan alttan bakarken bir kez cıkladım muzip bir ifadeyle. "Yiyemezmişim. Fazla acıymışsın, daha tatlı birini bulmam lazımmış."

 

"Demek öyle İzel Hanım?"

 

Ve parmaklarını parmaklarımdan kurtarıp beni yeniden gıdıklama başladı.

 

"Tamam... Tamam, tamam, tamam... Şaka yaptım." Çığlıklarım kahkahalarımla birlikte havaya karışırken nefes nefese onunla mücadele ediyordum. Ama tabii ki o insaf edene kadar mücadelede mağlûp olmaktan başka bir şey yapamamıştım. En sonunda parmaklarını çektiğinde gülmekten gözümden gelen bir damla yaşı silerken nefes nefese "Şunu yapmayı kes..." diye homurdandım. Güldürdüğü kadar sinir bozucu da geliyordu insana.

 

Burnumun ucuna minik bir fiske atıp, "Başka biriymiş..." diye homurdandı. "Sanatıma birilerini kurban etmek istiyorsan hiç durma, bul birilerini tabii."

 

Somurtan yüzüne sırıtarak baktım. Kıskanmıştı ve kulaklarının uçları kızarmaya başlamıştı. Bu daha çok gülmeme neden olurken "Savaş..." diye seslendim ona. Kıskanırken fazla tatlı görünüyormuş onu fark etmiştim. "je tombe amoureux de toi." (Fransızca: Sana aşık oluyorum.)

 

Bir an duraksadı ve öylece yüzüme baktı. Suratındaki somurtma ifadesi yavaşça toz bulutuna dönüşüp uçuşup giderken, bayıldığım o eşsiz gülümsemesi yerleşti yerine. Gözleri şimdi yeniden ışıl ışıldı. Saatlerce sıkılmadan dalıp gidebilirdim o gözlere, en iyi okyanus manzaralarından bile daha güzeldi.

 

"Ne dediğini anladım..."

 

"Fransızca bilmiyorsun Savaş..."

 

Omuz silkti. "Bazen anlamak için bilmeye gerek yoktur, kelimeler farklı olsa da aşk her dilde aynıdır. Ve gözler İzel... Gözler kalbi yansıtır."

 

Hiçbir şey söyleyemedim bu cümlelerin üzerine, öylece bakakalmıştım yüzüne. O da bir şey söylememi beklemiyordu zaten. Ayağa kalkıp elini bana uzattı, uzanan o eli tutup beni de ayağa kaldırmasına izin verdim. Şimdi yeniden dip dibeydik. İçimde yükselen onu öpme isteği ile tam dudaklarına uzanıyordum ki...

 

"Rezalet derecede... tatlı bir çift oldunuz siz." diyen bir ses araya girince dudaklarına ulaşamadan durmak zorunda kaldım.

 

Başımızı aynı anda çevirip sesin geldiği yöne döndüğümüzde gördüğümüz yüz bizi hiç şaşırtmadı. Güney mutfağın girişinde durmuş, onaylamaz bir ifadeyle başını iki yana sallayarak bize bakıyordu. Önceki günün izleri hâlâ ikisinin de yüzünde duruyordu ama Güney'inki Savaş'ınkinden daha çok göze batıyordu.

 

"Ah, bende tam Güney nerede kaldı diyordum." diye alay ettim Savaş'tan bir adım uzaklaşırken. "Malûm, saatlerdir bizi bölme hobinden uzaksın..." Ardından ada tezgahın her iki tarafına da yerleştirilmiş uzun taburelerden birine oturdum.

 

Omuz silkerek mutfağa girip tam karşıma yerleşti. "Ben sizi bölmüyorum bir kere, siz her yan yana geldiğinizde ergenliğinin zirvesini yaşayan veletler gibi birbirinizden uzak kalamıyorsunuz. Azıcık dudaklarınızı birbirinizden uzak tutsanız hiç de bölmüş olmayacağım."

 

(Bana haklı gibi geldi ama emin de olamadım shkzhkxnmx)

 

Yüzünde her zamanki o haylaz, umursamaz ifadesi vardı ama üzerine çöken yorgunluğu görmemek için kör olmak gerekirdi. Üzerine gidebilir, ona sağlam bir lâf sokabilirdim ama o an ihtiyacı olan şeyin bu olduğunu sanmıyordum. Gözlerindeki bezgin ifade, kimseyle uğraşmak istemediğini gösteriyordu. Son birkaç gün, onun için fazlasıyla zor geçmişti. Bu yüzden ben de sessiz kalıp üzerine gitmemeyi tercih ettim ve Savaş çayları doldurup hemen yanıma oturduğunda sessizce kahvaltımı yapmaya başladım.

 

"Bugün okula gelecek misin?" diye sordu Savaş Güney'e. Güney bir kez cıklayarak cevap verdi. "Şu dosyadan bir an önce adımı sıyırmak istiyorum. Biraz önce Filiz Hanım ile konuştum, bugün boş vakti varmış. Birlikte, dün bahsettiği saatlerde başka yerlerde olduğuma dair kamera kayıtlarını toparlayıp savcıya sunacağız. Savcı delilleri geçerli bulursa adım dosyaya şüpheli sıfatıyla değil, tanık sıfatıyla eklenecek. Dosya ile ilgilenen savcı; gerçek bir şey, gerçek bir şüpheli bulduğunda, gerçekleşecek olan duruşmaya tanık olarak katılacağım, sanık olarak değil..."

 

Kısa bir es verdiğinde gözleri bana döndü ve ondan hiç alışık olmadığım bir ifadeyle, minnetle baktı bana. "Avukat için sağol bu arada, beni nasıl bir dertten kurtardığını tahmin bile edemezsin."

 

Çatalımdaki vişne reçelini ağzıma atarken omuz silkip, çatalı dudaklarımdan çektiğimde "Lafı bile olmaz..." diye karşılık verdim. Ardından omletimden bir parça kesip onu da ağzıma atarken "Ama gerçek suçlu zaten belli değil mi? Savcı'nın çok da zorlanacağını zannetmiyorum." diye bir yorumda bulundum. Dün karakola gittikten kısa bir süre sonra Gece tarafından aranıp eve çağırıldığım için olaylara pek hâkim değildim ama Nihal ve Sadık Koçer'in katillerini pek de uzakta aramaya gerek yoktu. Ya Yasemin Koçer'in bizzat kendisi yapmıştı ya da Aksel... Bir insan kendi ailesine bunu yapacak kadar nasıl gözü kör olabilirdi?

 

"İşler orada biraz karışıyor..." diye cevap verdi Güney. "Suç aletleri ortada yok, eve başka birinin girdiğine dair kamera kayıtları... Ya da bir başkasına dair herhangi bir iz... Olay tamamen benim üzerime yıkılmak üzere tasarlanmış, her şey ince ince işlenmiş. Davanın tamamen çözülmesi yıllar alabilir hatta çözümlenemeden dosya kapanabilir diyor Filiz Hanım. Yapan her kimse işinde... çok profesyonelmiş... Profesyonel olmasalar, o kadar zaman yakalanmadan tüm bu iğrençliğe devam edebilirler miydi?" dudaklarından alaylı bir hıh sesi döküldü ama bu tamamen yüzüne anlık olarak yansıyan acı dolu ifadeyi gizlemek için yapılmıştı. "Bu yüzden bizim amacımız benim adımı temize çıkarmak. Ondan sonra olacaklarla hiç ilgilenmiyorum."

 

Birkaç saniyeliğine etrafa yayılan sessizliği "İzel..." diyerek Savaş bozdu. "Sizin evdeki kameralar hâlâ açık değil mi?"

 

Keşke olmasaydı ama evet açıktı. Başımı sallayarak onayladım onu.

 

"Gece'ye söylesek, Güney'in sizin eve geldiği anların kayıtlarını verir değil mi?"

 

"Evet..." diyerek ona katıldı Güney. "Dün dört buçuk gibi sizin eve ulaşmıştım. O saatten sonra da siz gelene kadar ayrılmadım zaten. O kayıtlar çok önemli."

 

Dudaklarım kısa bir an aralandı. O an için umduğum tek şey, Gece'nin kayıtları değiştirip silmemiş olmasıydı. Çünkü babamın her an olabilecek baskınına karşın, kamera kayıtlarını düzenli olarak temizliyordu ve Kalkavanların eve giriş anı da ona göre temizlenecek bir ayrıntıydı.

 

"Telefonunu ver." dedim karşımda duran Güney'e. Kaybedilecek bir saniye bile yokken Savaş ve benim telefonları aramakla uğraşamazdım hiç, Allah bilir dün gece hangi köşeye savuşturmuştuk.

 

Kaşları çatılırken cebinden çıkardığı telefonu ada tezgâhın üzerinden bana doğru itti. Alıp ekranı açtım ve şifre istediğinde gözlerimi devirip ekranı ona çevirdim.

 

"0814" diye cevap verdi Güney. "Neler oluyor?"

 

Şifreyi girip Gece'nin numarasını tuşlarken ona cevap verme gereği görmedim. Telefonu kulağıma yaslarken gözlerim Savaş'a kaymıştı. Çatılı kaşları ile beni izliyor, neler olduğunu çözmeye çalışıyordu. Sonra anlamış gibi kaşları kalktı. Muhtemelen aklına, kameralar yüzünden benim odamda geçirdiği o gece gelmişti.

 

Dudaklarından "Siktir..." diye bir küfür dökülürken gözlerimi ondan çekip çalan telefona verdim dikkatimi. Çaldı, çaldı, çaldı... Ama tabii ki açılmadı. Gece zaten ne zaman en lazım olduğu anda açmıştı ki telefonu.

 

Arama telesekretere düştüğünde kulağımdan çekip Damla'yı aradım. Ama onun telefonu komple kapalıydı. Sabır dilenircesine bir nefesi usulca verirken "Ne yapalım biliyor musunuz?" diye sordum tezgahın üzerinden Güney'in telefonunu ona uzatıp. "Hemen çıkıp bize geçelim. Silmiş olma ihtimali kadar henüz silmemiş olma ihtimali de var, çünkü o gece sabaha kadar Hazal'ın tacizcileri ile uğraşmıştı. Dün gece de yorgun olduğunu varsayarsak kesinlikle silmemiş olma ihtimali daha yüksek bile diyebilirim."

 

"Neyi siliyor?" diye sordu Güney hâlâ anlamamış bir hâlde. Sonra dehşete düşmüş bir halde "Kamera kayıtlarını silmiş olabilir mi yani?" diye ekledi.

 

Bu en kötü ihtimaldi çünkü o kayıtlar olmadan Güney başka bir yerde olduğunu kanıtlayamazdı. Bu iftirayı atan Aksel ise, civardaki her kayda ulaşıp temizleyebilirdi ama bizim evdekilere dokunamazdı.

 

Ne yani şimdi Güney'in kaderi Gece'nin ellerinde miydi?

 

💎🎭

 

Yol boyu Gece'yi aramıştım ama telefonunu hâlâ açmıyordu ve Damla'nın telefonu da hâlâ kapalıydı. Şaka gibiydi gerçekten... ölüyor olsam mesela, ulaşamayacaktım ikisine de.

 

Ben önde Savaş ve Güney arkada bizim evin bahçesine girdiğimizde üzerimde hâlâ Savaş'ın tişörtü vardı. Benim pijamalarım Savaş'ta kalmıştı, eşyalarımı toparlamakla vakit kaybetmek istemediğimden tek uğraştığım şey telefonumu cebinde bulduğum trençkotumu giymek olmuştu. Bir dolu mesaj bırakmıştım Gece'ye ama aramalardan olduğu gibi mesajlardan da bir sonuç alamamıştım.

 

Trençkotun cebindeki evin anahtarıyla kapıyı açtığım anda yüksek sesli müzik kulaklarımıza dolduğunda yüzümü buruşturdum. Damla'nın çalma listesinden bir Britney Spears parçasıydı.

 

Kapıyı ardımda açık bırakıp salonun içine ilerledim aceleci adımlarla ve köşede duran ses sisteminin fişini çekip yüksek sesli müziği bir anda kestim. Kulaklarım, çöken bu sessizlikle anında rahatladı.

 

Adımlarım mutfağa doğru ilerlerken "Ne oldu şimdi ya..." diye homurdanarak mutfaktan çıkan Damla ile karşı karşıya gelmiştik. Kaldırdığı kaşlarıyla şaşkınca yüzüme bakarken "İzel..." dedi. Sonra gözleri yüzümden üzerime kaydı. "Sen evde değil miydin?"

 

Ayakta uyutmak için çabalamadığım anlarda bile onları ayakta uyutmayı başarabiliyorsam, çabalasam neler olurdu acaba? Tam o anda Savaş ve Güney, arkamdan belirince sorusunun cevabını almıştı. "Ah..." diye bir şaşkınlık nidası döküldü dudaklarından. "Suratlarınız... Biraz şey görünüyor... İyi misiniz?"

 

"Teşekkürler Damla..." diye cevap verdi Savaş tüm kibarlığı ile. "Ama Gece'yi bulursak daha iyi olacağız."

 

Gece ile birlikte Güney'in o gün burada olduğuna dair kamera kaydını da yani...

 

Damla tam ağzını açmıştı ki "Hayırdır amına koyayım, dün gece hepiniz rüyanızda beni mi gördünüz?" diyen Gece hemen arkamızda belirdi. Karmaşık saçları, uykulu gözleriyle uykudan yeni uyandığı belli oluyordu. Üstsüzdü, boğazını saran dövmeyle birleşen göğüs kısmındaki birkaç şekil şimdi ortaya çıkmıştı. Ellerini siyah eşofmanının ceplerine sokup hoşnutsuz bir ifadeyle Savaş ve Güney'e baktı. "Sabah sabah ne derdiniz var da buradasınız Kalkavangiller?"

 

"Telefonlarınıza niye bakmıyorsunuz siz?" diye sordum sinirli bir sesle. Sabahtan beri arayıp ulaşamamamın karşılığında birinin ölüyor falan olması gerekiyordu. aksi takdirde ellerindeki telefonları kırmadan rahat edebileceğimi sanmıyordum. Aradığımda ulaşamayacaksam telefon kullanmalarının ne anlamı vardı ama değil mi?

 

"Yanlışlıkla rahatsız etmeyin moduna almışım telefonu... Birkaç dakika önce fark edip düzelttim ama aramaların henüz bildirim olarak gelmedi. Bir şey mi oldu?" diye sordu Damla hafif endişeli bir sesle. Onun aksine Gece gayet rahat bir tavırla "Uyuyordum..." diye homurdanmıştı. Hiç belli olmuyordu inanır mısın Gece...

 

Tam dudaklarımı aralayıp ikisini de azarlayacakken Savaş bunu anladı ve "Her neyse..." diyerek araya girip dikkatleri üzerine çekti. "Konumuz şu an bu değil..." Gece'ye çevrildi okyanusları. "Önceki akşamın kamera kayıtları duruyor mu yoksa sildin mi? Güney'in bu eve gelişinden itibaren olan kısmından bahsediyorum..."

 

Bir an ortama bomba misali bir sessizlik çöktü. Gece'nin gözleri ona beklentiyle bakan Savaş ve Güney arasında gidip gelirken tek kaşı havalanmıştı.

 

Güney'in kaderi şu an resmen Gece'nin avuçlarındaydı. Tek bir kelime... Sessizliğin yarattığı o etkiden çok daha gürültülü, çok daha sarsıcı o tek kelime dudaklarından döküldüğünde Güney'in kaderi artık Gece'nin avuçlarından düşmanın avuçlarına kaymıştı.

 

"Sildim..."

 

🎭💎

 

YAZARDAN:

 

Şişeden bardağa akan alkolün yoğun kokusu burnuna geldiğinde memnuniyet ile ciğerlerine çekti o kokuyu. Kehribar renkli sıvı, bardağın bir noktasına kadar dolduğunda şişeyi çekip cam tıpayı şişenin ağzına oturttu. Kaliteli konyağından bir yudum alırken masasını saran resimlere bakıyordu Kahraman Hancı. Geçirdiği muhteşem bir haftanın ardından öğrendiği yeni şeyler onu daha da keyiflendirmişti.

 

İçkisinden aldığı yeni bir yudumla birlikte resimlerden birini de eline aldı. "Kendini çok zeki sanıyorsun değil mi sevgili çocuğum?" diye mırıldandı keyifle. Sanki resimdeki kızı canlıymış ve onu duyabilirmiş gibi. "Aslında ne kadar kolay kandırılabildiğini bilseydin, benden değil kendinden nefret ederdin."

 

Sonra başka bir resmi aldı, sonra başka bir tane... Cam bir piramidin içinden çıktıkları bir an, ele ele yürüdükleri an, arabaya bindikleri an, havaalanındayken, Alex'in yanındayken... Farklı açılar, aynı iki kişi...

 

O resimleri incelerken, "Doğruyu söylemek gerekirse..." diye söze girdi hemen karşısında dikilen ve ona resimleri getiren Lucas. "Bu durumun sizi kızdıracağını düşünmüştüm."

 

Kahraman Hancı, ihtiyatla başını resimlerden kaldırıp karşısındaki adamın gözlerinin içine baktı. Dudakları hâlâ keyifle kıvrılmış bir haldeydi. "Sevgili kızım da öyle düşünüyor, oğlum yerine koyduğum Gece ve kendi kanımdan gördüğüm Damla da..."

 

Lucas'ın kafası karışmış gibi görünüyordu. Kahraman Hancı, onun kafa karışıklığını gördüğünde, resimleri bırakıp dirseklerini masaya yasladı ve parmak uçlarını birleştirip parmaklarını ritmik bir sırayla birbirlerine vurdu. "Sence ben gerçekten, kızımı göndereceğim okulda, bana kafa tutmaya cüret eden Metin Kalkavan'ın oğlunun ve yeğeninin olduğunu bilmeyecek kadar dikkatsiz miyimdir?"

 

Lucas'ın dudakları hissettiği şaşkınlıkla aralandı. Onun cevap vermesini zaten beklemiyordu Kahraman Hancı. Gözlerini yeniden resimlere indirdi. "İzem..." Adı dudaklarından bir lanet gibi dökülüyordu. Kahraman Hancı'nın lanetiydi o. "Ona bir şeyi yaptırmak istiyorsan o şeyi karşısına yasak olarak koy ve usulca isteğini yerine getirmesini izle." Yakıcı içkiden bir yudum daha aldı. Keyfini hiçbir şey bu resimlerin ona getirdiği haber kadar yerine getiremezdi. "Metin Kalkavan'ı bitirmeye artık bir adım daha yakınım..."

 

Lucas, karşısında el pençe divan durduğu adamın yüzüne bakıp "Haddimi aşmak istemem efendim ama... İzem Hanım, kendini kaptırmış gibi görünüyor. Size yardım edeceğini gerçekten düşünüyor musunuz? Ya da... eğer Kalkavan oğlanına yaklaşmasının, sizin asıl istediğiniz şey olduğunu öğrenirse..."

 

"Öğrenirse, sorumlusu sensin demektir Lucas." diyerek onun sesini kesti Kahraman Hancı. O ses tonu ve sözler üzerine daha çok gerilmişti Lucas. Duruşu dikleşirken kesin bir sesle "O zaman öğrenmeyecek demektir efendim." diyerek güvence verdi. Bazı sözler; yazıdan daha kalıcı, senetten daha keskindi. O sözlerin altında korku yatardı. Kendin için olan bir korku değil; Ucunun sevdiğin, gözden çıkaramayacağın birine bağlı olduğu bir korku...

 

Kahraman Hancı, bardağının dibindeki içkiyi de içtikten sonra şişeden yenisini doldururken "Güzel..." dedi keyifle. Gücü avuçlarında tuttuğunu hissetmekten daha eşsiz ne olabilirdi ki bu hayatta. "Gönül meselesine gelince... İzem, annesi uğruna değil Kalkavan oğlanını kendini bile harcar. Eftelya nefes aldığı sürece, İzem benim avuçlarımda. Kendi özgürlüğünü ilan ettiği anlarda bile..."

 

İzem, zaafları konusunda çok hassastı ve şimdi o zaafların arasına biri daha eklenmişti. Doktorlar Eftelya için çok umutsuz konuşuyordu, fişinin çekilmesi an meselesiydi. Eftelya tamamen öldüğünde, İzem'i avuçlarında ve hayatta tutacak bir etkene daha ihtiyacı vardı. Adı gibi biliyordu Kahraman, Eftelya'yı kaybetmek demek İzem'i kaybetmek demekti ve bunca yıllık emeğini bir çırpıda çöp olmasına izin verecek değildi.

 

Denge... bozulmadan önce sarsılırdı. Eğer o sarsıntıyı görebilirsen dengenin bozulmasını önleyebilirdin. Eğer fark edemezsen o dengenin altında ezilirdin.

 

Dengelerin sarsılmaya başladığını hissetmişti Kahraman ve yeni bir denge kurmuştu. Bu kez daha sağlam daha güçlü... Eftelya ölse bile İzem'i avuçlarında ve hayatta tutacak bir etken daha vardı artık. Adı Savaş Kalkavan'dı. Daha ilk an ondan uzak dur diyerek önüne hedef diye koyduğu genç adam...

 

Bir taşla iki kuşu birden vuruyordu Kahraman Hancı bu hamlesiyle. Hem Metin Kalkavan'ın inine sızıp o ini başına yıkacak büyük bir güç vardı artık elinde hem de sevgili çocuğunun yeni bir zaafı.

 

"Anlamadığım bir nokta daha var efendim..." dedi bu kez Lucas. Kahraman Hancı sıkılmış bir hâlde içkisinden bir yudum alsa da, tek kaşını kaldırıp adamına aklındaki soruyu sorması için izin verdi.

 

"Aklınızda böyle bir plan varsa, ekibi neden Washington'a göndermeye karar vermiştiniz?"

 

Kahraman Hancı'nın dudağının bir köşesi kıvrıldı bu soru üzerine. Bardağındaki içkiyi bir kez daha bitirdi. Aklındaki tilkiler, sevinç nidaları atıyordu. "İnsanların A, B, C planları vardır Lucas. Washington ise benim beta planımdı. Eğer sorunsuz bir şekilde Washington'a gitmeyi kabul etselerdi daha çok görevle kasaya daha çok para girecekti. Eğer gitmemek için direnselerdi arkamdan iş çevirdikleri ortaya çıkacaktı. Keza soyadımı verdiğim adamın ihanetini ve alfa planımın tıkır tıkır işlediğini öğrendim. Her türlü benim lehime olan bir hamleydi."

 

Lucas yeni öğrendiği bu bilgiler karşısında ne diyeceğini bilemiyordu. Zekice planlanmış bir oyun kurmuştu Kahraman Hancı ve her hamlesi onu zafere götürüyordu. Oyunun sonuna gelindiğinde, Kahraman Hancı için zaferden başka ihtimal yoktu.

 

"Alex ne olacak peki efendim?" diye sordu bu kez Lucas. "O da size ihanet etti."

 

Resimler, Alex'in ihanetini açıkça ortaya döküyordu. Bir süre çenesini sıvazlayarak düşündü Kahraman Hancı. Alex'in suyu ısınalı çok olmuş, her hareketinde Kahraman Hancı'nın otoritesini sarsmaya başlamıştı.

 

"Sence ne yapmalıyım?" diye sordu kıstığı bakışlarıyla Lucas'ı süzerken. Ve adamının gözlerindeki ani parlamayı gördü.

 

"Hiç şüphesiz yaptıkları artık affedilemeyecek boyutta efendim." diye cevap verdi Lucas. "Bana soracak olursanız biletini kesmelisiniz."

 

Kahraman Hancı, aldığı cevap karşısında keyifli bir kahkaha atarken sırtını oturduğu deri sandalyeye yasladı.

 

"İşte tam olarak bu yüzden ne Gece'nin yerindesin şu an, ne de Alex'in." Başını omzuna doğru yatırdı. "Düşünmeden hareket ediyor, acele kararlar veriyorsun."

 

"Sizin aklınızdan ne geçiyor peki efendim?"

 

"Alex, bana sadece İzem ve Eftelya için ihanet eder ve yine bana onlar için en sadık olan adamımdır. Neredeyse yirmi yıldır yanımda, gözden çıkarılamayacak kadar iyi bir eleman. Neden daha iyi bir iş için onu kullanabilecekken ortadan kaldırayım ki?"

 

Oturduğu sandalyeyi geriye doğru itip ayağa kalktı. "Yakuza ile yapılacak iş birliğinde Japonya'da bir kola ihtiyacım var. Alex'in biletini keseceğim ama öteki tarafa değil, Japonya'ya." Masasının ardından çıkıp y

önünü büyük camlardan görünen Marsilya manzarasına çevirdi. "Alex'i bu oyunda saf dışı bırakmanın zamanı geldi."

💎🎭

Bölümü nasıl buldunuz?

Zaman ayırıp okuyan herkese sonsuz teşekkürler❤️

Loading...
0%