@saniyesolak
|
Sellam❤️ Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın❤️ Keyifli okumalar diliyorum. 🎭💎 İZEL İZEM HANCI’DAN: Kendimi bildim bileli uğradığım haksızlıklar omzuma üst üste öyle çok yüklenmişti ki, ruhum artık kambur duruyordu. Haksızlıkların pençesinde oradan oraya savrulurken yaptığım tek şey ellerimi yüzüne kapatıp, cam kırıklarıyla kesilmiş parmaklarımın arasından, uğradığım haksızlıkları izlemek ve sırası gelen haksızlığa merdiven dayayıp, en üste tırmanmasını sağlamaktı. Dur diyememiştim, sesimin önünde barikatlar vardı da aşamıyordum sanki. Ellerim, kollarım, bedenim, ruhum... Her zerrem yara bere içinde kalmış, kolum kanadım kırılmış, öylece izlemek düşmüştü payıma. Daha fazlasını isteyip almaya çalıştığımdaysa darbenin şiddeti artmış, Zaten bağlı olduğum zincirler daha da sıkılaşmıştı. Milim kıpırdayamıyor, hâlâ uğradığım haksızlıkları sineye çekip izlemeye devam ediyordum. Kimse de dur demiyordu... Şeytan benimle kafasına göre oynuyor, hayatımdaki herkes öylece durmuş izliyordu... Bunun ne kadar acı bir deneyim olduğunu iyi bilirdim. Bu yüzden kendime yapılanlara dur diyemesem de çevremde gördüğüm zaman dur diyebilir, durdurmak için her şeyi yapabilirdim. Şimdi de o anlardan biriydi. Gözlerimi kalabalıktan çekeceğim sırada bakışlarıma tutunan görüntü ile o tarafa bakakaldım. Koyu mavi gözler... Kalabalığın ortasında durmuş şaşkın şaşkın bize bakıyordu sırayla. Gözlerindeki hayretin kokusu buraya kadar geliyordu olan onca mesafeye rağmen. Ne yani? O da mı buradaydı? O da mı olanlara şahit olmuş ve dur dememişti. İlk günün görüntüleri elekten geçip ince ince döküldüler zihnime. O kız... Yasemin Koçer... Bana doğru gelirken yerinden kalkıp bir bodyguard gibi yanımda dikilişi düştü aklımın sissiz köşelerine. O an fark edememiştim ama gözlerinde Yasemin'e karşı attığı uyarı dolu bakışlar şimdi belirgin ve netti. Yasemin'in potansiyelini biliyor, onu tanıyordu ve beni ona karşı korumak istemişti. Korumaya ihtiyacım elbette yoktu ama bu hareketinin centilmence olduğunu kabul etmeliydim. Ta ki şu ana kadar. Şu an burada olması, yaşananlara şahit olması, ama sesini çıkarmadan öylece izlemiş olması... Tüm artıları çok rahat eksiye döndürüyordu. Benim o gün yardıma ihtiyacım yoktu, ama bu kızın bugün birine veya birilerine ihtiyacı vardı. Ben burada olmasaydım ne olurdu diye düşündüm bir an. Gerçekten sadece durup izlemeye devam mı edeceklerdi? Birisi de kızın sesini duyup yardıma gelmeyecek miydi yani? Yazıktı... Çok yazıktı. Savaş bana doğru bir adım attığında bakışlarımı ondan çektim ve arkamda duran kıza baktım. Ancak arkamda değildi. Okul kapısından uzaklaşıyor, yeniden durağa doğru yürüyordu. Neler olduğunu öğrenmek için kıvranan meraklı yanım kızın yanına gitmemi söylediğinde onu dinledim. Bu insanların arasında daha fazla kalmak istemiyordum. Kız durağa geçip otururken hâlâ ağlıyordu. Durağa geçtiğimde sormadan yanına oturdum ve çantamdan bir peçete çıkarıp ona uzattım. Önce elime sonra yüzüme baktı. Açık kahve gözleri sınırlarını zorlarcasına kızarmıştı. Peçeteyi alıp "Teşekkür ederim." diye fısıldadı. Bu teşekkürün sadece peçete için olmadığını anlamak o kadar da zor değildi. Önüme dönüp biraz önceki yere baktım. Kalabalık dağılmıştı. Arkadaşları gelmiş yerden beyazlı çocuğu toplamaya çalışıyorlardı. Artık o kadar da beyazlı olmadığını yeni fark ediyordum. Pantolonu ve tişörtü kan olmuştu. Yasemin Koçer ve ilk günden beri yanında olan o mavi gözlü çocuk da ordaydı, ona yardım etmeye çalışıyorlardı. Ancak çocuk inatla yerde oturmaya devam ediyor ve bizden tarafa doğru büyük bir kinle bakıyordu. Sanırım bu okuldaki çoğu kişinin bakışları psikopatik bir yapıdaydı. Doğrudan ürkütmeye odaklanmışlardı. Ürkmedim... Ben bu bakışlardan hayatım boyunca çok görmüş aynı çatı altında yaşamıştım. Bazen de aynadaki yansımam bana böyle bakmıştı. Dudağım kıvrılırken çocuğa orta parmağımı gösterdim. Çocuğun bakışları anbean alev alev yanarken ayağa kalktı ve bizden tarafa doğru bir adım attı. O an yanımdaki kızın titrediğini hissetmiştim yan yana oturduğumuz için bacağıma değen bacağından. Gözlerim kendiliğinden kıza döndüğünde onun da o çocuğa baktığını gördüm. Pek çok duyguyu barındırıyordu açık kahveleri; kırgınlığı, kızgınlığı, nefreti, acıyı... Tüm bu duyguların ardına saklanmış bir duygu daha gördüm o kahvelerde. Aşkı... Kaşlarım çatılırken bakışlarımı çocuğun olduğu tarafa çevirdim yeniden. Ve Savaş'ı orda görmek beni şaşkına uğrattı. Beyazlı çocuğun önüne geçmiş bu tarafa gelmesine engel oluyordu. Beyazlı inat edince onu göğsünden tek eliyle itti ve çocuk birkaç adım gerileyip kıçı üstüne yere oturdu. Öfkeli bakışları Savaş'ı delip geçecek kadar hırs doluydu. Diğerleri durup onları izlerken Savaş, sürekli Yasemin'in yanında gördüğüm mavi gözlü çocuğa bir şeyler söyledi. Bu mesafeden ne konuştuklarını duyamasam da mavi gözlü çocuğun Savaş'a ters ters baktığını görebiliyordum. Yine de yerdeki beyazlıya uzandı ve üzerindeki beyaz tişörtün ense kısmından tuttuğu gibi ayağa kaldırıp bizim tersi yönümüze doğru ilerledi. Diğerleri de onların peşinden ilerlerken Yasemin Koçer arkada kalmış ve Savaş'a başını iki yana sallayarak bakıp diğerlerini takip etmeye başlamıştı. Giderlerken sayabildiğim kadarıyla mavi gözlü çocuk ve beyazlı çocuk harici beş erkek daha vardı orda ve Yasemin Koçer, aralarındaki tek kızdı. Yanımdaki kızın derin bir nefes aldığını işittim. Rahatlamak adına alınan bir nefes gibiydi. Önümüzdeki tiyatro bittiği için gözlerimi oradan çekip yanımdaki kıza çevirdiğimde gözlerinin hâlâ o grupta olduğunu gördüm. "O herife aşıksın?" Kulağıma ilişen ses bana aitti ama ne ara söylediğimi bilmiyordum. Söylemeyi planladığım şey bu değildi halbuki. Yine de bakışları bana döndüğü ve dikkati bana odaklandığı için memnundum. "Değilim!" dedi kesin bir sesle. Ama sesiyle değil bakışları ile ilgileniyordum. O bakışlarında gördüğüm ifadenin beni yanıltmış olma ihtimali yoktu. Öylesin diye ısrar etmek istesem de tek kaşımı şüpheli bir şekilde kaldırıp "Sen öyle diyorsan..." dedim. "Özür dilerim. Keşke hiç karışmasaydın." Sözlerimin üzerine aldığım yanıt, içinde yüzdüğümüz konuda oldukça uzaktı. Ve alakasız... Neden özür diliyordu ki? "Şoktan saçmalıyorsun şu an." Başını iki yana salladı. "Sen de burslusun. Ve benim yüzümden başın belaya girecek şimdi. Ayrıca benimki de... Her şey daha da kötü olacak. Mahvoldum ben ve mahvolurken seni de mahvediyor olacağım. Herkes izlemekle yetinirken niye karıştın ki sen sanki?" Cümlelerini sıralamaya başlarken üzgün olan ses tonuna, her bir harfte mahcubiyet karışmış ve son cümlede ses tonu, kızgın bir hal almıştı. Ne yani şimdi de beni mi suçluyordu? "Adam seni taciz ederken gözlerinle yardım isteyen sendin. Ve şimdi yardım ettiğim için beni mi suçluyorsun?" Hızla başını iki yana sallarken ellerini kalçamın iki yanından oturduğumuz banka yasladığım elime uzattı ve tuttu. Tutuşuyla elimi serbest bırakırken konuşmanın sonunda yere çevirdiğim bakışlarımı yüzüne çıkardım yeniden. "Asla seni suçlamıyorum, aksine sana minnettarım. Ama yardım edenin sen olacağını bilseydim gözlerime o ifadenin yerleşmesine ne olursa olsun engel olurdum. Onları tanımıyorsun. Özellikle de onu... İkimiz de mahvolduk benim salaklığım yüzünden. Suçladığım tek kişi kendimim." Derin bir nefes alıp düz düz yüzüne baktım. Gözlerindeki korkuyu uzansam tutabilirdim. Uzanmadım... Ellerindeki elimi çektim ve alnıma düşüp gözüme girmek için üstün bir çaba harcayan bir tutam saçımı kulağımın arkasına ittim. "Bana hiçbir şey olmaz. Benim adıma endişelenmene gerek yok." Sıkıntılı bir nefesi dudaklarından bıraktığında bakışlarımı ondan çektim ve yola çevirdim. En az iki saat daha otobüs gelmezdi biz burada ne halt ediyorduk? "Anlamıyorsun..." Devam edecekti ki elimi kaldırıp onu susturdum. "Hayır anlıyorum. Çocuğun yüzüne iki saniye bakmak nasıl bir bela olduğunu anlamaya yetiyor. Ama beni korkutmuyor. Ne o ne Yasemin Koçer ne de diğerleri." Bunları anlaması için birkaç saniye ara verdim. Ama o anlamak yerine yine itiraz etmeye hazırlandı. Bunu anladığım an dudaklarımı ıslatıp "Onların ne kadar kötü insancıklar olduğunu dinlemek istemiyorum. Sadece neler olduğunu anlat. Anlat ki neyin içinde olduğumu bileyim." diyerek yeniden böldüm onu. Olayın sadece biraz önce olanlarla kalmadığını, daha derinlerden başladığını biliyordum. En basitinden bu kız o beyazlı çocuğa aşıktı. En azından bir zamanlar... Merak sinsi bir yılan gibi karış karış içimde geziyordu sessizce. "Anlatamam!" Ellerini yüzüne kapattığı için boğuk çıkmıştı sesi ve ağlaması da eş zamanlı olarak şiddetlenmişti. "Anlatmazsan sana yardımcı olamam." Ellerini yüzünden çekip yanaklarını ıslatan göz yaşlarının özensizce sildi. Zaten karışık olan kızıl saçlarına parmaklarını bir kez daha daldırdı ve geriye doğru çekiştirdi. Yakalarına yapışan korkuyu daha net gördüm o an. Ve korkuya tutunan utancı. Başını iki yana sallarken "Lütfen sorma." diye fısıldadı. Ama bilmediği bir şey vardı. Merak benim bedenimi yuva belleyen sinsi bir yılandı ve orda sorgusuz sualsiz gezerken zehrini her yere akıtır, tüm vahşiliği ile içimi kemirirdi. Şimdi de o anlardan birindeydik. Merak ediyordum. Ve öğrenmeden rahat edemeyeceğim bir durumdaydım. Ayrıca anlatmayı bana borçluydu, onu kurtarmıştım. "Onun gibilerini çok gördüm. O gözlerindeki ifade, çirkinleşeceğini bas bas bağırıyordu. Onlar çirkinleşecek, onlar çirkinleşince bende çirkinleşeceğim. Ve ben çirkinleşirsem bu okul cehennem yerine döner. Arada yanma diye anlatmanı istiyorum. Sen iyi bir kıza benziyorsun, zarar görmeni istemem. Ayrıca korktuğun her neyse sana yardım edebilirim. Güven bana." Gözlerindeki tereddüt yüklü bulutlar yüklerini bir bir bırakırken, kahvelerindeki fırtınaya şahit oldum. Kısa sürdü fırtına. Bulutlar üzerlerindeki tüm tereddüdü en şiddetli şekilde bıraktı. Geride kalan hasar büyüktü ama bulutlar dağılmıştı. Aynı anda dudakları aralandı ve konuşmaya başladı. "Tamam... " dedi pes etmişliğin yansıması sesini esir alırken. "Tamam anlatacağım ama şimdi derse girmem gerek. Ders hocası tarafından mimlenmiş durumdayım ve geç kalırsam yararıma olmaz. Ayrıca biraz toparlanmam da gerek. Son dersten sonra anlatacağım. Benim yüzümden bulaştın bunlara ve bunu sana borçluyum." Omuz silkip "Unutup peşini bırakacağımı düşünüyorsan diye söylüyorum, kaçışın yok." dedim. Ama kaçmayacağını gözlerindeki o ifadeden görmüştüm. "Kaçmayacağım. Bunu birine anlatmaya ihtiyacım var ve ben çevremdeki kimseye anlatamam böyle bir şeyi. Ama sana anlatabilir, biraz olsun rahatlayabilirim. Ciddi anlamda ölecekmiş gibi hissediyorum çünkü." Bunlar son sözleri oldu. Onaylamamı bekleyerek baktı yüzüme, başımı sallayarak ona istediğini verdim. Yüzünü eliyle temizlemeye çalışırken parmaklarındaki titreme fazla dikkat çekiyordu. Hiç iyi görünmüyordu ve içinin dışından daha hasarlı olduğunu tahmin edebiliyordum. Ama yine de okula geliyordu. Bu okuldaki diğer öğrencilerden daha farklı görünüşü maddi anlamda sıkıntıları olduğunu gösterirken, o her ne yaşadıysa onu da sırtına yükleyip okula gelmişti. Yerinden kalkıp son kez bana bakarken gözlerinde bu kez o okula girmemek adına isteksizliği gördüm. Girmek istemiyorum ama mecburum diyordu gözleri. Adalet... Ölü bir kelimeydi. Ölü biri kadar soğuk, ölü biri kadar işlevsiz. Arkasından gidişini izlerken aklıma gelen ayrıntıyla ona seslendim. "Hey! Son dersin kaçta bitiyor?" Durduğu yerde omzunun üzerinden baktı bana ve "İki buçukta." diye yanıtladı pürüzlü bir sesle. Bende yerimden kalkıp aradaki birkaç adımlık mesafeyi kapattım ve karşısına dikilip "Bir buçukta benimki bitiyor. Seni kafeteryada bekliyor olacağım. Dediğim gibi kaçışın yok." dedim. Havada esen hafif rüzgâr ikimizi de sıyırıp geçerken yan yana yürümeye başladık okula doğru. "Neden bu kadar öğrenmek istiyorsun ki?" diye sordu iki at heykelinin ortasındayken. Bir anlığına gözüm siyah ata döndü ve omuz silkip "Merak!" dedim. Bir şey demedi. Yolumuza devam ederken bakışlarım yerdeydi. Görüş alanıma, mükemmel bir orantıyla döşenmiş, siyah, mat parkelerin haricinde giren siyah spor ayakkabılar ile adımlarım kesilirken bakışlarım yavaşça önümde dikilen şahsın kim olduğunu öğrenmek adına yukarıya doğru tırmandı. Siyah kot pantolon, beyaz tişört, zincirden sade bir kolye, kemikli çene hatları, dolgun pembemsi dudaklar, düzgün kemikli bir burun ve koyu okyanus mavisi gözler... Son durağım gözlerdi. Savaş Kalkavan karşımızda dikilmiş bir bana bir Hazal'a bakıyordu. Birkaç kez ikimiz arasında gidip gelen mavileri Hazal'da durdu ve "İyi misin?" diye sordu. Onu orda görmüştüm, izleyenler arasında o da vardı. Şimdi gelip ilgiyle sorması niyeydi? Bu iki yüzlülüğün kaçıncı boyutuydu? Aklımdan geçenlerin aksine sessizliğimi korudum. Aslında yanlarından ayrılıp yoluma devam etmem gerekiyordu ama gitmedim kaldım. Burada olduğum süre boyunca Savaş Kalkavan, babamın ve özellikle Gece'nin rahatını bozabileceğim en büyük kalkanım olacaktı. O kalkanı iyi değerlendirmem gerekiyordu. Bu yüzden sessizce yanlarında dikilirken konuşmalarına kulak kesildim. "İyiyim." dedi Hazal. Ama bu sözü kendi bile inanarak söylememişti ki Savaş inansın. Gerçek şuydu ki Hazal'ın da inandırmak gibi bir derdi yoktu. Bunu anlamak için müneccim olmaya gerek falan da yoktu. Gözlerim, Savaş'ın yüzünden bir an olsun ayrılmıyordu tepkilerini kaçırmamak için. "Tam olarak ne oldu da bu hale geldi olaylar? Hazal... Aksel'le sen iyiydiniz." Dudaklarının hareketiyle kaşlarının çatılması aynı zaman dilimine işlenmişti. Gözlerinden geçen öfke ise onların hemen ardından gelip mekânın sahibi benim der gibi kurulmuştu oraya. Aksel... Biraz önceki beyazlı çocuğun adı bu olsa gerekti. Manidar bir isimdi açıkçası, tam olarak kendine uygundu. Ya da o ismine uymak için baştan sona beyazlara bürünmüştü. "Derse geç kalıyorum Savaş." Hazal bana bu cümleyi kurarken, derse geç kalmaktan endişe ediyordu ama Savaş'a bu cümleyi kurarken kaçmaya çalıştığı aşikardı. Savaş zorlamadı. Başını salladı ve kenara çekilip onun yolunu açtı. Onun yolunu açarken de benimkini kapatmıştı. Hazal bir adım atmıştı ki yeniden Savaş'ın tok ve erkeksi sesi duyuldu. "Sana yardım edebilirim bunu biliyorsun değil mi Hazal. Konu ne olursa olsun..." Hazal'ın ondan kaçmaya çalıştığını anlamıştı ve buna gerek olmadığını anlatmak adına bu cümleleri kurarak onu rahatlatmaya çalışıyordu. Gözlerindeki samimiyet... O kadar belirgindi ki. Sözlerinde samimiydi. Peki o zaman neden o an müdahale etmemişti? "Biliyorum Savaş. Teşekkür ederim ama bu konuda kimsenin yapabileceği hiçbir şey yok." Umutsuzluğun yuva yaptığı ses tonuyla kurduğu cümlenin sonunda, bakışlarının bana değdiğini hissetsem de ona bakmadım. Zaten o da bir cevap beklemiyordu. Birkaç saniye sonra ise adımlarına yön verip yürümeye başladı. Ama ben durdum. Hazal bizden iyice uzaklaştığında bakışlarım koyu mavileri buldu. Derin gözlerindeki duygular apaçıktı ama hiçbirini okumakla uğraşmadım. Kısık gözlerimin ardından ona bakarken, kollarımı göğsümde birleştirdim ve başımı sol omzuma yatırdım hafifçe. Alt dudağım kısa bir an üst dudağımın altına saklandı. Ama üst dudağımın sığınağında ona yer yokmuş gibi oradaki sığınışı yalnızca bir saniye sürdü ve hemen eski halini aldı. Maviler aynı saniye içinde dudaklarıma kayıp yeniden gözlerime çıktı. Balıkçının zıpkınının saplandığı zavallı bir balık gibi onun okyanusunda sürüklendim bir süre. Bu süre birkaç saniyeye yayılmış olabilirdi ama bize -yani en azından bana- göre, en az bir asrı devirmiş gibiydi. Gözlerimdeki tek bir kasın bile oynamasına izin vermeden, onun; rengini okyanusun en derin kısmından alan mavi gözlerine bakıyordum. "Biraz önce yaptığın şey... Çok cesur bir hareketti." Kulaklarıma ilişen sesi ve gözlerimin kıyısına vuran, kelimelerin şekliyle şekillenen dolgun dudaklarıyla gözlerim, gözlerinden dolgun dudaklarına kayma gafletine düştüler. Çerçevesi belirgin dolgun dudaklarının doğal kızıllığı kıskanılacak cinstendi. Hem kızıllığı hem dolgunluğu... Dudakları mükemmel görünüyordu. Ah Tanrım! Bu şu ana uymayan ne saçma bir düşünceydi böyle. Başımı belli belirsiz iki yana sallayıp düşüncelerimden uzaklaşmak adına bakışlarımı okulun binalarına doğru çevirdim. Dört binanın ortasında duran grup ile kaşlarım çatıldı. Gittiklerini sanıyordum oysaki. Ama hâlâ buradalardı, sadece beyazlı çocuk yoktu. Yasemin Koçer en önde durmuş bana bakıyordu. Oradan bile bakışlarındaki tehdidi hissedebiliyordum. Anlaşılan canını sıktığım tek kişi beyazlı değildi. Hepsinin bakışı üzerimdeyken onları umursamadan yeniden Savaş'a döndüm. Gözlerine örülen hayranlık duvarına o an çarpıp varlığından haberdar oldum. Silikti, belli belirsizdi. Sanki camdan bir duvardı, varlığı yokluğu birdi de dokununca hissediyordun. Aklımın almadığı nokta tam olarak buydu. Yaptığımdan dolayı beni taktir ediyordu da kendisi niye müdahale etmemişti. Bu merak kanca olup dudaklarıma saplandı ve onları birbirinden ayırıp dilime dolandı, beni konuşmaya zorladı. "Şu an yaptığım şeyden dolayı beni taktir ettiğini gözlerinden görebiliyorum. Söylesene... İlk gün ihtiyacım olmadığı halde o kızın karşısında, yanımda bir koruma edasıyla dikilen sen, bugün gerçekten yardıma ihtiyacı olan bir kıza neden yardım etmedin? Neden diğerleri gibi izlemekle yetindin? Hadi izleyip geçtin diyelim... Şimdi şu ilgili hallerin ne alâka? Yaptığımı cesurca bulman ya da o kıza yardım edeceğini söyleyerek boşuna umut vermen neden?" Dilimden dökülen her bir kelimede kaşları biraz daha çatıldı. Yüzünden sözlerime anlam veremediğini okuyabiliyordum. Sorun yoktu bende ona anlam veremiyordum zaten. Vermem gerekir miydi onu da bilmiyordum ya... Onunla bir ateşkes imzalamak istiyordum. Babamın düşmanının oğluydu o. Ateşle oynuyor gibi görünüyordum evet ama ben zaten o ateşin içinde defalarca kez yanmıştım. Artık köz değil en ufak bir rüzgârda alaşağı olup rüzgâra karışacak olan kül zerreciklerinden ibarettim. Kül, küle dönüştükten sonra daha fazla yanamazdı. Yanacağım kadar yanmıştım ve şimdi üzerime püskürtülecek alev topundan hiç korkmuyordum. İşte bu noktada hislerim bana Savaş ile yakın olmanın bizim için iyi olacağını söylüyordu. Kahraman Hancı için kötü olan her şey bizim için iyiydi... Başını iki yana sallayarak söylediklerimi kabul etmediğini belli etti. Hemen ardından kulaklarıma akan sesi de itiraz yüklüydü. "Ben hiçbir şeye seyirci kalmadım İzel. O an orada bile değildim. Geldiğinde her şey olup bitmişti, sen müdahale etmiştin ve Aksel yerdeydi." Gözlerinde bana sözlerinin aksini bir an bile düşündürecek bir şeyler aradım. Sesinden samimiyet akıyordu çünkü. Biz insanlar, biraz motivasyon ve birkaç nefes egzersizi ile ses tonumuzu kontrol edebilirdik. Ama gözler... Gözler kalbin aynasıydı. Yalan söyleyemezlerdi. Sadece gözleri okumayı bilmeniz gerekirdi. Bir dalgıç edasıyla okyanuslarına atladım ve en derinlerine kadar indim. Savaş Kalkavan açık bir adamdı. Gözlerinde gizemli perdeleri yoktu. Onları okumak, yorumlamak hiç zor olmadı ve ben, o gözlerde de sesine yapışan samimiyeti yakaladım. Nedenini kendi içimde çözemesem de sözlerine inanmıştım ve bu beni rahatlatmıştı. Başımı hafifçe aşağı yukarı sallayarak onu onayladım ve "Anladım." demekle yetindim. O sırada kolumdaki dijital saatten kısık bir alarm sesi ikimizin arasına girdi. Bakışlarım saatime kaydığında dersimin başlamasına beş dakika kaldığını haber veren alarmı gördüm. Alarmı kapatıp bakışlarımı yeniden ona çevirdim ve "Pekâlâ burada daha fazla dikilmeyeceğim. Zira okulun ortasında kötü çocuk çetesi gibi dikilen arkadaşların, beni çiğ çiğ yiyecek gibi bakıyorlar ve bu hiç hoş değil." dedim. Sözlerimle dolgun dudakları iki yana kıvrılırken pürüzsüz yüzündeki kasların gerilişini izledim. İtiraf etmek gerekirse... Savaş Kalkavan yakışıklı bir adamdı. Fazla yakışıklı... "Onlara karşı dikkatli olmalısın. Daha ilk haftanı yeni dolduruyorsun ve şimdiden gözlerine çok battın. Onları bu konuda uyaracağım ama vazgeçmek nedir bilmiyorlar. Yine de senin için tehlike arz ettiklerini sanmıyorum. Yenisin sonuçta. Tanımıyorsun." Son kelimede omuz silkmişti. Onu taklit ederek omzumu silkip "Korkmuyorum!" dedim. Bakışların onlara döndüğünde tıpkı bir heykelmişçesine aynı yerde, aynı şekilde dikildiklerini gördüm. Hâlâ beyazlı yoktu. Muhtemelen şu an hastanede burnuna baktırıyordu. Kırıldığını sanmıyordum ama yine de emin olamıyordum. "Bunu görebiliyorum." Kısık sesle söyledikleriyle gruba diktiğim gözlerimi ona çevirdim. Ona baktığım an devam etti. "Korktuğunu da söylemedim zaten. Sadece dikkatli ol, onların bir sınırı yoktur. Gerçekten canını yakabilirler. Her ne kadar buna engel olmaya çalışırsam çalışayım kafalarına koyduklarını yapmaktan asla vazgeçmiyorlar." Başımı iki yana sallayarak güldüm. Neşeden uzak, ruhu çürüyen bir gülüştü. Bir grup üniversite öğrencisi bana ne yapabilirdi ki? Üstelik bu tarz olaylarla havalı olduklarını sandıkları için beyin gelişimini tamamladıklarını da düşünmüyordum. Gözümde zavallı birinden daha fazlası değillerdi. Onlar bana hiçbir şey yapamazlardı. "Tavsiyen için sağ ol ama gerçekten gitmem gerek. Beni dert etme, kendi başımın çaresine bakarım. Ayrıca ilk günden yalancı konumuna soktuğun bir kıza yardım etmeye çalışman... Biraz garip duruyor haberin olsun." Yarım ağız bir gülüşle ona göz kırpıp yanından geçtim ve koca binalara doğru ilerledim. Ne yani, bana yalancı dediğini unutmuş değildim. Tamam... Haklıydı, yalan söylüyordum ama konumuz bu değildi. Birinin yüzüne karşı doğrudan yalancı demek hiç hoş bir davranış değildi. "Sana yalancı demedim." Hemen arkamdan gelen sesiyle omzumun üstünden ona baktım. Peşimden geliyordu. Şu bir haftada öğrendiğim bir şey varsa o da Savaş Kalkavan'ın güzel sanatlar fakültesinde okuduğu ve Güzel Sanatlar Fakültesi ile Mimarlık Fakültesi'nin aynı binada olduğuydu. Aynı zamanda Moda Tasarım bölümü de aynı binadaydı ve Yasemin Koçer ile olan ortak dersimizi bu durum açıklıyordu. O Moda Tasarım okuyordu. Harika... Her pazartesi aynı derse girecektik. Kim dost kim düşman bilmiyordum. Bu yüzden herkesi yakından tanımam gerekiyordu. Savaş'ın sözünü kulak ardı edip bambaşka, konumuzdan çok bir soru sordum ona. "Sen ikinci sınıfsın. İkinci sınıflarla birinci sınıflar nasıl ortak ders alabiliyorlar?" Adımlarını hızlandırdığını duydum ve bir saniye sonra yanımda yürümeye başlamıştı. "Alanım Resim ve Heykel. Geçen sene tüm yıl Heykeller üzerine çalıştık. Bu sene ise resme odaklıyız. Okul kalabalık olmadığı için bu ortak derste bir sakınca görmediler." Ah okul kalabalık değildi evet. Bir yıllık ücreti Dünya üzerindeki çoğu insanın yıllık gelirinden daha fazlaydı ve herkesin harcı değildi bu okula çocuğunu yazdırmak. Her bölüme bir tane burslu öğrenci alınıyordu ama şu an sadece iki tane burslu vardı okulda. Burs kazananların tercih ettiği bir üniversite değildi. Eh bunu normal karşılıyordum. Her ne kadar ülkenin en iyi üniversitesi olarak görünse de rezalet bir yerdi. Biraz önce kendi gözlerimle şahit olmuştum rezilliğine. Sözlerine karşılık vermedim. Yeni bir soru da sormadım. Şimdilik... Çünkü Yasemin Koçer ve arkasına toplanmış çetevari zavallıların yanından geçiyorduk ve ben, onların bana olan tehditkâr bakışlarına korkusuzca karşılık vermekle meşguldüm. Saniyeler içinde yanlarından geçtik ve fakülteye doğru ilerledik. Bizi duyamayacaklarından emin olduğum bir mesafe açıldığında aklımdaki diğer soruyu sordum. "Yasemin Koçer peki?" Bakışlarını yüzümde hissettiğimde göz ucuyla ona baktım. Kısık gözleriyle yüzümü inceliyordu. "Beni kullanarak bilgi mi topluyorsun?" Sorduğu soruyu dışarıya aktaran sesinde eğlenen bir tını yakalandım. Tek omzumu silkerken "Evet!" diye cevap verdim sorusuna. Gülerek başını iki yana salladı. "Nezaketen inkâr etmen gerekirdi." dedi bir sır verirmiş gibi bana doğru eğilip. Tek kaşımı kaldırırken yeniden omuz silktim. Bu sırada merdivenleri çıkıp fakültenin giriş kapısına gelmiştik bile. Öğrenci kartımı okuttum ve turnikeden geçtim hemen ardımdan Savaş da geçmişti. Yeniden yoluma devam ederken "Tanıştığımız ilk gün nezaketin pek umurumda olmadığını anlamış olman gerekirdi. Ayrıca ilk kez okulun kapısından içeri adımımı atar atmaz bana yalancı diyen sen, nezaket kurallarından bahsetmemelisin." dedim. Bıkkın bir nefesin eşliğinde yeniden kendini açıklamaya koyulacaktı ki elimi kaldırıp onu susturdum ve "Siktir et." dedim. Ettiğim küfür biçimli kaşlarını havaya kaldırırken mavileri daha netti şimdi. Ve o mavilerden şaşkınlığı sular seller gibi okuyordum. Küfretmemi beklemiyordu anlaşılan. Yeniden omuz silktim. Bugün ne çok omuz silkmiştim öyle. Yönlendirme levhasının önünde durduğumda o da hemen yanımdaydı. Dersliğimi levhadan ararken "Bak ne diyeceğim. Şu seni kullanarak bilgi toplama işlemine daha sonra mutlaka devam edelim. Öğrenmem gereken daha çok şey var." diye mırıldandım. Beni duyduğunu biliyordum. Ki "Bana uyar." diye karşılık verdi. Göz ucuyla ona baktım ve içimden uymasa da uydururduk diye geçirdim. Dersliğimin olduğu yönü bulduğumda tüm bedenimi Savaş'a döndürdüm ve çok önemsediği nezaket kurallarına uygun olarak "O zaman sana iyi dersler." dedim. Tam arkamı dönüyordum ki "Bekle!" dedi kalın, tok ve erkeksi sesiyle. Başımı sol omzuma doğru hafifçe yatırıp, gözlerimi kısarak yüzüne baktım ve söyleyeceğini bekledim. Varlığını ancak o zaman fark ettiğim telefonunu bana doğru uzattı ve "Madem beni kullanarak bilgi toplayacaksın, haberleşmek için numaralarımızın birbirimizde olması mantıklı olur." dedi. Bir yüzüne bir bana uzattığı telefona baktım. Alt dudağım dişlerimin arasındaki yuvasına yerleşti ve dişlerim onu aralarında sıkıştırdı. Pekâlâ bu iyi bir adımdı. Telefona uzandım ve ben almadan önce parmağını okuttuğu için açık olan ekrandan tuşlara girip numaramı tuşladım. Kendimi çaldırdıktan sonra meşgule atıp telefonu ona uzattım ve "Sakın zırt pırt aramak gibi bir hataya düşme." deyip onu arkamda bırakarak dersliğime doğru ilerledim. Savaş'ı kullanıyor olmak içimde pişmanlık yaratmalı mıydı bilmiyorum ama doğru olanı yapıyor olduğumu hissetmek, iyi geliyordu. 💎🎭 Derslerim sonunda bittiğinde okulun arka bahçesinde kalan kafeye atmıştım kendimi. Okulun her yerinde olduğu gibi burası da lüks kokuyordu. Oldukça geniş olan mekânın iç kısımlarına, tamamen camdan olan, bazıları iki bazıları dört kişilik masa ve sandalyeler kurulmuştu. Duvar diplerine ise daha kalabalık grupları ağırlamak için localar yerleştirilmişti. Siyah deri koltuklar rahatsız gibi görünse de genel olarak locaların dolu olması, oldukça rahat olduklarını gösteriyordu. Koltukların önündeki masalar da camdandı. Bembeyaz duvarlara farklı boyutlarda birbirinden bağımsız ama bir o kadar da uyumlu tablolar asılmıştı. Duvar ve kolon diplerine koyulan renkli salon çiçekleri ise siyah beyaz olan görüntüyü tüm varlığıyla yırtıyordu. Mutfak kısmını kafeden ayıran tezgâh zeminle aynı renkti. Görünen kurabiye ve kekler istemsizce insanı acıktırıyordu. Yiyecekler acıktırıyordu ama içeriye girdiğimden beri kafede oturanların bakışlarının üzerimde olması ve birbirlerine bakarak fısıldaşmaları iştahımı kapatıyordu. Alaycı, aşağılayıcı bir o kadar da acıyan bakışları sürekli bana dokunuyordu. Bu sinir bozucu olsa da görmezden geldim. Yanıma gelen garsonla dikkatimi mekândan ve mekânı dolduran insanlardan çekip garsona döndüm. Birkaç atıştırmalık bir şeyler ve orta şekerli bir kahve siparişi verip Hazal'ın çıkış saatini beklemeye başladım. Bir saatim kâh bir şeyler atıştırarak kâh her gün gece yarısına bıraktığım ders notlarını temize geçirerek geçmişti. Kolumdaki saate baktığımda hâlâ Hazal'ın çıkmasına on dakika olduğunu görünce derin bir nefes alıp aynı derinlikle verdim ve son olarak elimdeki kalemi de çantama tıkıp çantamı toparladım. Tuvalete gitmem gerekiyordu. Bu gereklilikle kalktım masadan ve çantamı tek omzuma asıp tuvalete gittim. İçeride iki kız vardı ve makyaj malzemelerini lavabonun üzerine sermiş zaten yüzlerinde olan makyajın üstünden geçiyorlardı. İçeriye girdiğimde yaptıkları işe ara verip bana baktılar. Çok değil iki saniye sonra beni baştan aşağı süzüp gülüşmeye başlamışlardı. Onlara gözlerimi devirdim ve boş olan kabinlerden bana en yakın olana girdim. "Bu o mu?" İşittiğim alaylı ses gözlerimin kısılmasına neden olurken o sesi takip eden diğer ses, "Evet o. Bahçede kendi gözlerimle şahit oldum." dedi. Seslerinden eğlendikleri belli oluyordu. Lanet olası kız, bir de bahçede olan olaya şahit olduğunu ve görmezden gelip, izlemekle yetindiğini açıkça söyleyebiliyordu. İnsanları asla tam olarak anlayamayacaktım sanırım. "Aksel o kızdan nasıl dayak yedi aklım almıyor. Aksel'den bahsediyoruz sonuçta." Kız, şaşkınlıkları bünyesinde toplayıp, özenle büyüten sesiyle cümlesini söylerken, tuvaletin açılan kapısının sesi ilişti kulağıma ve kızların sesi kesildi. Hemen ardından topuk sesleri tuvaleti doldurdu ve kapının kapanma sesiyle tuvalet tamamen sessizliğe gömüldü. Sonunda yalnız kalmıştım. İşimi bitirip kabinden çıktım ve lavaboya yaklaşıp ellerimi yıkamaya başladım. Her ne olduysa tam o an oldu ve bir anda aynadaki aksimin arkasında beyazlı çocuğu, diğer bir deyişle Aksel'i gördüm. Her şey o kadar ani gelişmişti ki ben oradaki varlığını bile idrak edememişken boynuma dolanan parmaklar, önüme geçen bedeni ve beni hızla geriye itip sırtımı iki kapının arasındaki duvara yaslaması aynı zaman dilimine denk gelmiş, bütün hepsi bir saniyeden kısa sürede gerçekleşmişti. Bana kendimi savunma alanı bırakmadan boğazımdaki baskıyı artırdı. Nefesim kesilirken hazırlıksız yakalanmanın vermiş olduğu çaresizlikle ciğerlerim anında nefes diye sayıklamaya başlamıştı bile. İki yanımda sallanan kollarımı onu itmek için kullanmaya çalışıyordum ama nafileydi. Yerinden santim oynamak ne kelime, her çırpınışımda üzerime daha çok abanıyordu. Ellerimi onun boğazıma sardığı ellerinin üzerine götürdüm ve çekmeye çalıştım. Ama hayır... Mümkün değil yerinden oynamıyordu. Ne ara kapandığını bilmediğin gözlerimi açtığımda karşımdaydı. Yüzünde bir kilometre öteden fark edilebilecek bir sırıtma vardı. Sargılı burnu ve psikopatça bakan gözleriyle cinnet geçiren adamları andırıyordu. Belki de andırmıyor bizzat cinnet geçiriyordu. Gözlerim buğulanıp görüş alanım kısıtlanırken sıkılı dişlerimin arasından, nefes diye çırpınan ciğerlerime istediği şeyi vermek istedim. Ama boğazım öyle sıkı kavranmıştı ki tüm yollarım tıkanmıştı. Yüzümün ısınmaya başladığını hissediyordum. Çırpınışlarım hiçbir işe yaramıyor, atmaya çalıştığım tekmeler rotasına ulaşamadan denizin ortasında alabora olan tekneler gibi derin sulara gömülüp kayboluyordu. "Nasıl? İyi hissediyor musun?" Yüzünü yüzüme yaklaştırıp, sorduğu soruyla ona kafa atma isteği, aktif bir volkanik dağ gibi patladı ve lavları her yeri eritip taşa çevirdi. Milim kıpırdayabilseydim bu isteği yerine getirirdim. "Kendi kendini yaktın farkındasın değil mi?" Nefes diye ağlayacak kıvama gelmişken sözlerini algılamakta zorlanıyordum. Gözlerimin önünde uçuşan siyah noktalar vardı, beynim patlayacak gibiydi. Bilincimi kaybetmek üzereydim. Bir an olsun tutuşu gevşemiyor her geçen an daha da sıkıyordu. Umudum tükenirken çırpınmayı da kesmiş durumdaydım. Ellerim onun kollarında asılı kalmış, gözlerim açık kalmaya daha fazla dayanamayıp kapanmıştı. Vücuduma yaslı vücudunun ardından kulağımda nefesini hissettim. Ciğerlerimin isyanını bedenim dile getirmeyi bırakmış, görevi gözlerim devralmıştı. Kapalı olmasına rağmen ıslandığını hissediyordum. Dudakları hareket edip konuşmaya başladığında, dudaklarının hareketini kulağımda hissedeceğim kadar yakındı. "Seninle hiçbir sorunum yoktu. Okula gelmiş basit, ezik bir bursludan daha fazlası değildin. Uğraşmaya da niyetim yoktu seninle. Bir aptal yüzünden beni kendi üzerine saldın aptal." Fısıldıyordu ama uğuldayan beynime fısıltısı bile güçlü geliyordu. Böyle durumlarda sözlerini değil algılamak, sesini bile duymamam gerekmez miydi? Lanet olsun ki duyuyor ve algılıyordum. Aralık dudaklarımın arasından bir kez daha nefes almaya çalıştığımda çabam boşa çıktı. Elleri de mi yorulmuyordu da her an bu kadar sıkı tutabiliyordu? "Sana ihtiyacım var gel dedim anında geldi biliyor musun? Aptaldı. İç dedim, içinde ne olduğunu bilmediği bir içeceği içti. Zorlamadım ne yaptıysa kendi yaptı. Ben sadece yapmasını söyledim, o da bir köle gibi itirazsız yaptı." Kısa bir an duraksayıp güldü ve devam etti. "Sızdı kaldı aptal. Bende onunla biraz eğlendim. Şansa bak ki kameram açık kalmış ve bizim o anlarımızı saniye saniye kaydetmiş. Yani elimde görüntüleri var ve ben ne yapacağım biliyor musun? Normalde yapmayacaktım, sadece onu korkutup kendi kendime eğlenecektim. Onun o minik kalbine saldığım korku bana yetecekti. Ama şimdi yetmeyecek." Kendi yaşadığım dehşetin içine bir de anlattıklarının dehşeti eklendi. Tanrım, ne anlatıyordu bu adam böyle? Zorlayarak gözlerimi açtım. Onun yüzünü değil aynadaki görüntümüzü görmüştüm. O boynuma doğru eğildiği için yüzüm net bir şekilde ortadaydı ve morarmaya yüz tutmuştu. Çaresizliğin vücut bulmuş hali gibiydim şu anda. Bir kez daha onu itmeye çalıştım ama nafile. Tek bir milim bile oynamadı ve konuşmaya devam etti. "Sen beni o sokakta rezil etmeseydin yetecekti. Ama şimdi yetmeyecek. Seninle buradaki işimi bitirip eve geçeceğim ve olabilecek her mecrada yayacağım o görüntüleri. Ailesinin izlediğinden emin olmak içinse özellikle bir çaba sarf edeceğim. Ama sen o anları göremeyeceksin. Çünkü birazdan son nefesini vereceksin." Geri çekildiğini hissettim. Yarı aralık gözlerimle ona baktığımda yüzümü görebilecek kadar geri çekilmişti. Dudaklarında mide bulandırıcı bir sırıtma vardı. Bulanan midem artık iyice kaynamaya başlamıştı. Mide öz suyum yediklerimle birlikte boğazıma doğru tırmanıyordu. Kusmamı engelleyen tek şeyse, nefes almamı da engelleyen eliydi. "Ya da veremeyeceksin!" 🎭💎 Bölümü nasıl buldunuz? Zaman ayırıp okuyan herkese sonsuz teşekkürler❤️ Bu bölümler biraz klişe ve sıkıcı gelebilir çiçeklerim ama ilerleyen bölümler için gerekli olan ayrıntılarla dolu bölümler. Sabretmeniz ve devam etmeniz önerilir çünkü gerçekten pişman olmayacağınızdan eminim❤️ |
0% |