Yeni Üyelik
42.
Bölüm

41| CANDAN KOPAN CAN

@saniyesolak

Sellam💦

 

Oy vermeyi ve yorum yapmayı lütfen unutmayın olur mu? Bir oy bile benim için çok önemli💖

 

Keyifli okumalar diliyorum✨

 

💎🎭

 

YAZARDAN:

Flasback;

 

Huzurun kalbine sıkılan en büyük kurşundur korku... Öyle ki insanın hayatını cehenneme çevirebilir bir anda.

 

Cehennem...

 

Dile kolay üç hece... Bir de yaşayana sor, söylendiği kadar kolay mı?

 

İnsan ölmeden hiç cehennemi yaşar mı?

 

Eftelya Akayd... Hayır, artık değil. Artık bir Hancı'ydı o. Tam bir yıldır, artık bir Hancı... Eftelya Hancı. Toprağından koparılıp solmaya terk edilmiş bir gül gibi...

 

Ve Eftelya... Yaşıyor sayılmazdı ama henüz ölmeye de yaklaşmamıştı. Cehennem ise artık onun hayatının bir diğer adıydı.

 

Aynadaki aksine bakarken kusursuz görünen yüzünden memnun ya da mutlu değildi. O kusursuzluğun altında saklanan yaralardan, çürüklerden ve acılardan dolayı canı yanıyordu yalnızca.

 

Dudağına sürmeye çalıştığı kırmızı ruju, dudağındaki yaralardan ötürü düzgünce süremedi. Bu yüzden parmaklarından yardım almış, süremediği noktalara parmaklarıyla yaymıştı kırmızı boyayı.

 

Tam rujun kapağını kapatıp bir kenara koyduğu sırada karnına giren krampla yüzü hafifçe buruştu önce. Ardından dudakları buruk bir tebessüm ile kıvrıldı. Cehennemi kendi içini yakıyordu ama cenneti de yine kendi içinde büyüyordu.

 

Elini bir hayli şişkin karnına koyup yavaşça okşadı, bunu yapmayı öyle çok seviyordu ki, sanki oğluna dokunuyormuş gibi hissettiriyordu. Daha kucağına almadan, yüzünü görmeden, kokusunu duymadan tüm kalbiyle seviyordu onu. Hayata tutunma sebebiydi o, babasına rağmen...

 

"Sabırlı ol Can'ım..." diye fısıldadı yavaşça. Kahraman Hancı ona Cesur adını vermişti ama Eftelya için o Can'dı. Onun Can'ı... "Bir ay sonra kavuşacağız..."

 

Doğumuna yaklaşık bir ay kalmıştı ama karnındaki bebeği bir hayli haraketliydi, doğmak için sabırsızdı anlaşılan o ki...

 

Kapı tıklatıldığında elini karnından çekip kapıya döndü ve naif sesiyle "Gel..." diye mırıldandı.

 

Julié elinde tiril tiril beyaz bir elbiseyle içeri girmişti. O elbiseyi görmek Eftelya'nın içini daha da kararttı. Sorun elbise değildi. Sorun onu giyecek olmasıydı. Kendini pek iyi hissetmiyordu, oğlu karnının içinde kıpır kıpırdı ve ağrısı vardı. Tek istediği uzanıp dinlenmekti. Hamileliğinin son ayları yeterince zorlu geçmiyormuş gibi bir de baş etmeye çalıştıkları yüzünden kendini tamamen tükenmiş hissediyordu.

 

Dün gecenin anısı olan el izi yanağında sızladı. Sanki o tokadı yeniden yemiş gibi hissetti bir an için...

 

Şiddet, hayatının acı bir parçası olmuş, alışmak zorunda bırakılmıştı. Artık alışmak yakmıyordu canını da karnındaki bebeğe bir şey olacak diye ödü kopuyordu. Darbeler değil, bu korku onu mahvediyordu.

 

Julié yüzünde sevecen bir gülümsemeyle elbiseyi dikkatle yatağa koyduktan sonra Eftelya'ya döndüğünde onun da eli henüz küçücük bir şişkinlikten ibaret olan karnındaydı. On üç haftalık hamileydi o da, ikiz bebekleri olacaktı.

 

Eftelya tüm bu hamilelik sürecinde ve sonrasında Julié'nin yanında olacağını bilmenin memnuniyeti ile doluydu her şeye rağmen. O kadar da yapayalnız hissetmeyecekti kendini.

 

Bu ülkeye geldiği zamandan bu yana geçen bir yılda içinde büyüyen hislere bir isim vermesi gerekirse, bunun adı yalnızlık olurdu. Öyle ham, öyle bataklığı andıran bir yalnızlıktı ki bu, bazen kafayı yiyecek gibi hissederdi kendini. Ailesiyle istediği zaman görüşmesine izin yoktu. Belirli zamanlarda arayabiliyordu onları ve o anlarda da konuşulan her şey kayıt altına alınıyor ve inceleniyordu. Kelimelerini bile seçmesine izin yoktu, ona ezberletilen sözcükleri kullanmak zorundaydı hep. Yalnızlığın yanına eklenen bu baskının zihninde oluşturduğu tek bir düşünce vardı çok uzun zamandır.

 

Ölüm...

 

Kulağına öyle güzel bir ihtimal gibi geliyordu ki, her şeyden kurtuluş yolu olarak görmeden edemiyordu. Henüz yirmisine gireli çok olmamıştı ama ruhu asırlardır bu dünyada hapsolmuş gibi hissediyordu Eftelya. Ölüm onun tek çaresiymiş gibi...

 

Onu hayata bağlayan en büyük etkendi karnındaki bebek; hâlâ ayakta durma, nefes alma sebebiydi. Bu yüzden adını Can koymak istiyordu. Ona can veriyordu çünkü...

 

Kime kızmalıydı onu da bilmiyordu Eftelya. Onu bir canavarla evlendirdiğini bile bile bir sözleşmenin onu koruyacağını düşünerek bu evliliğe onay veren babasına mı? Yalvarmalarına kulak tıkayıp çaresizliğin ardına saklanan annesine mi? Oğlunun dizginlenmesinin yolunun evlilikten geçtiğini düşünüp onu kurban seçen kayınvalidesi ve kayınpederine mi? Yoksa celladına mı?

 

Belki de kendine kızmalıydı Eftelya. Bu kadar hayat dolu olup, daha karnına bu tohum düşmeden kendi işini bitirip tüm bunlara bir son veremediği için... Artık kalbinde tıklım tıklım dolu olan o hayatın boşaldığını hissediyordu. Hayat neydi ki? Neyden ibaretti?

 

"Kendinizi nasıl hissediyorsunuz Eftelya Hanım?" diye soran Julié'nin sesiyle düşüncelerinden sıyrılabildi Eftelya. Bakışlarını elbiseden çekip Julié'ye çevirdi. Yumuşak bakışlara ve şefkate o kadar uzun zamandır açtı ki... Yaklaşık beş altı yanında olan bu kadının varlığı ona ilaç gibi geliyordu.

 

Dürüst olmayı seçti Eftelya. "Çok yorgunum..."

 

"Gözleriniz sizi ele veriyor... Davete katılmak zorunda mısınız ki? Odanızda kalıp dinlenmelisiniz."

 

Omuzları düştü Eftelya'nın. Bundan daha çok istediği hiçbir şey yoktu. Hamileliğinden ötürü şişen ayak bilekleri yüzünden çok fazla ayakta kalamıyordu. Gürültülü ortamlar onu çok fazla yoruyordu, sakinliği diliyordu. Ve rol yapacak olmanın düşüncesi bile midesine kramplar sokuyordu. Hiç mutlu değilken mutluymuş gibi yapmak canını daha fazla yakıyordu. Rolünü yaptığı o mutluluğun ona hiç uğramayacağını biliyordu çünkü.

 

Başını iki yana salladı usulca. "Katılmak zorundayım..."

 

Kahraman Hancı kesin bir emirle belirtmişti bunu. İtiraz etme gibi bir lüksü elbette ki yoktu. Kahraman Hancı'nın yanında, konuşmak bile bir lükstü artık onun için...

 

"Efendim..." dedi Julié. "Hamileliğinizin son aylarındasınız, çok dikkatli olmanız gerekiyor. Dinlenmeli, kendinizi yormamalısınız." Sonra dudakları derin bir gülümsemeyle şekillendi. "Madelyn'a olan hamileliğimde bende ne kadar yorgun hissedersem hissedeyim yerimde duramazdım. Uzandığım zaman boğuluyor gibi hissederdim, kendime dinlenme izni vermezdim hiç. Bunun sonucunda da Madelyn erken doğdu. Onu kaybetme ihtimalimiz bile vardı ama neyse ki Tanrı onu bize bağışladı." Başı omzuna doğru düşmüştü şimdi. Beyaz bir kurdele ile yarım bir şekilde arkasında topladığı sarı saçlarından çıkan bir tutam saçı usulca kenarı itti. Onun mavi gözlerindeki hayat ışığını görmeyi seviyordu Eftelya. Bir zamanlar o ışık kendinde de vardı ve o zamanlar mutluydu. O ışığa bakmak Eftelya'ya mutlu olduğu zamanları hatırlatıyordu. Yalnızca bir yıl öncesinde olan ama artık ona bir ışık yılı uzak gibi gelen zamanları... "Bunu sizi endişelendirmek için söylemiyorum efendim..." diye devam etti Julié. "Ama dikkatli olmalısınız artık."

 

Bunun Eftelya da farkındaydı. Eli koruma içgüdüsüyle karnına gitti. Keşke elinde olsaydı ama değildi işte. Hayattan tek bir temennisi vardı o da bebeğini sağlıkla kucağına almak...

 

"Biliyorum..." derken sesi hüznünü yansıtıyordu. "Bu geceyi bir atlatalım, ondan sonra doğuma kadar uzun uzun dinlenebilirim."

 

Önlerindeki bir aylık süreçte herhangi bir davet falan yoktu bildiği kadarıyla. Yani evden bile çıkamayacaktı zaten, bol bol dinlenme fırsatı olacaktı.

 

Bir elini beline yerleştirip oturduğu sandalyeden destek alarak yavaşça ayağa kalktı. Sırtından dizlerine, oradan da ayak bileklerine doğru gezen ağrı hiç geçmez olmuştu artık. Ağrı kesici de kullanamıyordu.

 

Küçük adımlarla yatağa doğru yürürken "Size yardım edeyim," diye mırıldandı Julié ve genç kadının koluna girdi usulca. Sabahlığı omuzlarından sıyrıldığında sırtındaki izler gözler önüne serilmişti. Julié izleri görmüyormuş gibi yaptı, her şey normalmiş gibi... Artık Eftelya'nın böyle daha rahat hissettiğini biliyordu çünkü. O izlerin içini nasıl sızlattığını belli etmediğinde utanmak zorunda kalmıyordu Eftelya o kadar da...

 

Uzun kollu, göğsünde şık bir dekoltesi olan, beyaz elbiseyi üzerine geçirdiğinde ve Julié elbisenin arkasındaki fermuarı kapattığında Eftelya'nın adeta bir meleğe benzediğini düşündü. Hayranlıkla baktığı kadına "Çok güzel oldunuz efendim..." diyerek bir iltifat ettiğinde Eftelya'nın yanakları hafifçe kızarmıştı.

 

Daha fazla ayakta kalamayacağını hissedince Julié'den yardım alıp yatağın bir kenarına oturdu. Şimdi geriye bir tek ayakkabılarını giymek kalmıştı. Umutsuzca beş santim kadar topukları olan ayakkabılar gözüne iliştiğinde yorgun bir nefes verdi. Giydiği şeyleri kendisi seçmemişti ve değiştirme şansı yoktu. O ayakkabılarla değil birkaç saat, bir dakika bile ayakta duramazdı ama giymektek başka seçeneği de yoktu.

 

"Misafirler gelmeye başladı mı Julié?" diye sorarken sesi biraz da olsa umutlu çıkıyordu. Eğer gelmeye başlamadılarsa, o ayakkabılarla mesaisi de henüz başlamazdı. Ne kadar geç ayakları onların içine girerse o kadar iyiydi.

 

Julié yavaşça iki yana salladı başını. "Organizatörler son kontrolleri yapıyorlar, bir saat kadar sonra gelmeye başlarlar diye tahmin ediyorum..." Bir an duraksadı Julié. "Size şu sevdiğiniz bitki çayımdan getirmemi ister misiniz? Sizi az da olsa yatıştıracaktır."

 

Eftelya o bitki çayını seviyordu, tarçının ağırlıkta olduğu farklı bir tadı vardı ve onu dinlendiriyordu. Ama istediği sadece bitki çayı değildi. Ondan daha fazla istediği bir şey, bir anda kendini ortaya atmıştı.

 

Yanakları mahçup bir ifadeyle kızarırken "Bitki çayının yanında, varsa senin şu portakallı kurabiyelerinden de getirebilir misin?" diye sordu.

 

Normalde portakaldan nefret ederdi Eftelya. Ama garip bir şekilde hamile kaldığında aşerdiği ilk şey portakal olmuştu ve arkası kesilmemişti. Portakalı sade yiyemediği için de Julié böyle bir yöntem bulmuştu. Portakallı güzel kurabiyeler... Aşerdiği dönemi geçmiş olsa da sık sık canı o kurabiyelerden çekiyordu. Sanki oğlu çok sevmiş ve sürekli yemek istiyormuş gibi...

 

Julié bir kez daha gülümsedi, o yüzde gülümseme hiç eksik olmazdı. "Elbette var Eftelya Hanım, sizin için hep biraz portakallı kurabiyemden vardır."

 

۝

 

Davetliler gelmeye başladığında Eftelya yediği kurabiyelerden ve içtiği bitki çayından ötürü kaybolan rujunu tazeliyordu. Aynadaki aksine son bir kez baktı, birkaç gülüş denemesi yapsa da hiçbiri samimi ya da gerçek durmayınca pes edip yavaş adımlarla çıktı odasından. Yaklaşık on dakika kadar önce Julié ayakkabısını giymesine de yardımcı olduğu için ayakkabıları ile yalnız başına savaşmak zorunda kalmamıştı. Koca bir göbek ile eğilmek gerçekten zulüm gibiydi.

 

Tüm ağrılarını, sızılarını bir kenarı itmeye zorladı kendini ve dudaklarını hafifçe kıvırıp sahte bir dünyanın içine en sahte adımını attı. Dayanabildiği noktaya kadar dayanacaktı. Ve zorunluluk onu en son noktaya kadar dayanmak zorunda bırakacaktı.

 

Ama bunun mümkün olmadığını anlaması için yalnızca yarım saatin geçmesi yetmişti. Bir masanın kenarını kavramış, çektiği acıyı yutmaya çalışırken karşısındaki kadına odaklanmaya çalışıyordu ama yapamıyordu. Karnındaki bebeği sürekli hareket ediyordu ve o hareket ettikçe karnına giren kramplar bazen nefes aldırmıyordu ona. Sırtına biri en sert darbelerle vuruyormuş gibi bir acı vardı sırtında da. Ve dizleri, resmen zangır zangır titriyordu. Tırnaklarını masanın kenarına saplayıp buğulanan gözlerini kırpıştırarak gülümsemeye zorladı kendini.

 

Kocasının arada üzerine değen bakışlarını hissediyordu. Onun tarafından izlenirken hiçbir renk veremezdi. Derin bir nefesi çekti içine kimseye belli etmeden. Dik durmaya çalıştı...

 

'Sabret...' diye geçirdi içinden. 'Biraz daha sabret, sonra bitecek...'

 

Bitmedi... O andan sonra yalnızca on beş dakika kadar daha dayanabilmiş, bebeğinden gelen sert bir tekmeyle nefesi kesilirken renk vermemeye çalışarak masadakilerden özür dileyip, birbirleri ile sohbet eden insanların arasından sıyrılarak odasına çıkmıştı.

 

Normalde belki bu kadar zorlanmazdı ama onunki normal geçen bir hamilelik değildi ne yazık ki... Pamuk ipliğine bağlıydı çünkü normal bir evliliği yoktu. Kocası ona hiçbir zaman destek olmak için dokunmazdı, onun dokunuşları sadece canını yakmak içindi...

 

Kara kara ayakkabıları ayağından nasıl çıkaracağını düşünürken usulca yatağa oturup sırtını yatak başlığına yasaladı. Oturur oturmaz bedenindeki rahatlamayı anında hissetmişti. Elini karnına yerleştirip, içeride bir hayli hareketli olan oğlunu sakinleştirmek ister gibi usul usul okşadı karnını. "Sabırsızlandığını biliyorum Can'ım, ama biraz daha sabretmen gerek..." diye mırıldandı hafifçe gülümsemeye çalışırken. "Henüz bana gelmen için erken, biraz daha zamanımız var oğlum, sonra sonsuza dek birlikte olacağız."

 

Usul usul karnını okşamaya devam ederken bedenine çöken o rahatlık uykusunu getirmeye başladı ve Eftelya direnemedi o uykuya. Gözleri kapandığında uyku onu aniden içine çekmiş ve önüne cennet misali bir rüyayı sermişti.

 

Dupduru bir gölün kenarına kondurulmuş güzel bir dağ evindeydi. Kucağında oğlu, gölün kıyısındaki iki ağacın arasına kurulmuş bir sakıncakta oturuyordu. Mutluydu. Çok mutlu ve huzurluydu. Oğlunun o cenneti andıran kokusu burnuna doldu bir an. Rüyalarda koku hissi çalışmaz derdi tıp, Eftelya o an en derininde hissetti o kokuyu ve bir daha unutmamak üzere zihnine kazıdı.

 

Onu rüyasından kâbusuna uyandıran şey, kapının sertçe duvara çarpma sesi olmuştu. İrkilerek gözlerini açtığında, lambanın ışığının bile gözlerini rahatsız etmesine fırsat bulamadı. Çünkü kapıda beliren o beden, hissedeceği her duyguyu esir alıp korkuya çeviren bir canavardı.

 

Kalbi korkuyla sızladı Eftelya'nın... Huzurunun kalbine korkunun kurşunu sıkıldığında artık her şey için çok geçti. Kolundan tutulup sürüklenerek kaldırıldı yataktan ve yüzü sert bir tokadın şiddetiyle yandı. Kendini korumaya çalışmak için bile fırsatı olmamıştı.

 

"Beni rezil ettin!" diye hırladı Kahraman Hancı, ikinci bir tokadı daha kadının yüzüne indirmeden hemen önce. Eftelya'nın bedeni yere düşerken eli karnına sarılmıştı, kendinden önce koruması gereken bir meleğin olduğu yere.

 

Ağzına dolan kan tadını yutup göz yaşlarını kendine saklarken "Özür dilerim..." diye yalvardı. Neden bahsettiğini biliyordu adamın. Davetin ortasında ayrıldığı için sinirlendiğini biliyordu. Dayanması gerektiğini, dayanamamanın bir bedelinin olacağını...

 

Cenin pozisyonu almaya çalışıyordu ki, şiddet devam ederse karnına bir darbe gelmesin, bedeni bebeğine kalkan olsun. Düşmenin etkisiyle kendini yeterince kötü hissediyordu zaten, karnının alt taraflarından kasıklarına doğru inceden bir ağrı inmeye başlamıştı. Daha fazla devam etmemesi için içten içe dualar ediyordu.

 

"Herkesin sorduğu tek bir soru, Allah'ın cezası karımın nerede olduğuydu." diye bağırdı Kahraman Hancı kadına doğru eğilip. Gözlerini kaldırıp ona bakmaya korkuyordu genç kadın ama üzerine düşen gölgesini görebiliyordu. Gözlerindeki öfkenin ve nefretin kokusunu alabiliyordu.

 

"O karnındaki yüzünden mi çıktın buraya sen?" diye daha çok bağırdı. Sanki mümkünmüş gibi daha fazla korktu Eftelya, kollarını daha sıkı sarmaya çalıştı karnına. "O karnındaki yüzünden mi rezil oldum ben?"

 

Tüm benliği ile bebeğini korumayı denedi genç kadın ama karşısında bir canavar vardı. Darbeler karnına inmeye başladığında kaçmaya çalışması faydasızdı, sert tekmeleri kollarının üzerinde hissediyordu. Ve tabii karnında...

 

"Yalvarırım..." demeye çalıştı. "Dur... Ne olur yapma..."

 

Canavar durmadı. Gür sesi odanın içinde çınlarken darbeleri altındaki zayıf bedene acımasızca inmeye devam etti. Hiçbir şey yapamadı Eftelya. Aldığı her darbede canı daha fazla yanarken onun tek bir derdi vardı, karnındaki Can'ını korumak... Kendisine ne olduğu umurunda bile değildi ama bebeği yaşamalıydı.

 

Göz yaşları sel olup akarken kasıklarına saplanan keskin bir acıyla bedeni daha fazla sarsıldı. Bu acı, tekmelerin acısından bile büyüktü...

 

Son bir tekme ve kasıklarına batan keskin bir acı daha...

Kesilen nefesiyle gözlerini açmaya çalıştı Eftelya, canavarını birkaç adım ötesinde, gözlerinde hiçbir duygu kırıntısı olmadan onu izlerken buldu.

 

Eti kemiğinden ayrılıyormuş gibi bir acı tüm bedenine yayıldığında ciğerlerine biriken havayı çığlık olarak döktü dışarı. O an gözleri aşağı tarafına doğru kaydığında acı gerçek ile yüzleşti. Bembeyaz elbisesi bacaklarının arasından sızan kanla lekelenmeye başlamıştı bile.

 

"Hayır..." diye soludu acıdan alamadığı solukların arasında. "Hayır, daha erken..."

 

Bir şey rahminin içini paramparça ediyormuş gibi hissettiğinde yeni bir çığlıkla inledi ev.

 

Eftelya acılar içinde kıvrandı, canavarı öylece başında bekledi.

 

Başlayan doğumun şokunu bile atlatamamışken kemikleri birbirinden ayrılmaya başlamasıyla "Hayır..." diyerek yeni bir çığlık attı Eftelya.

 

"Lütfen..." dedi kadın, gözyaşları yüzünden yanakları sırılsıklam olmuş, gözyaşlarına acılarının emareleri olan ter damlaları karışmıştı. Hayatı boyunca çektiği tüm acıların katbekat fazlasıydı bu... Dayanabileceğinden çok daha fazlası...

 

"Lütfen... yardım... et..." Kesik kesik çıkan sesi canavarından yardım dileniyordu şimdi. Onu bu hâle getiren o canavardan...

 

Alamadığı nefesler yüzünden kıpkırmızı olan teni, alnında seyirmeye başlayan bir damarı ve sıktığı dişleriyle öyle çaresiz bir andaydı ki...

 

Kahraman Hancı o gece kılını bile kıpırdatmadan karısını acı çekmesini izledi.

 

Zorlukla çevirdiği bedeniyle birlikte kendini tutamayıp sertçe ıkındı öyle büyük bir acı içindeydi ki, doğumun başladığını anlamaması imkânsızdı. Ne bedeninin ne ruhunun ne de bebeğinin hazır olmadığı bir doğum...

 

Göz yaşlarıyla ve korkuyla dolan gözleri başında bekleyen Kahraman Hancı'ya döndü. Yalvaran bakışlarıyla umutsuzca yardım dilendi ondan. "O senin oğlun... Lütfen..."

 

Ama Kahraman Hancı'nın yaptığı tek şey, cebinden çıkardığı sigara paketinden bir dal sigara çıkarmak ve kendi elleriyle başlattığı kanlı kıyametin keyfini çıkarmak olmuştu.

 

Umut derisinden sıyrılıp geriye bir tek çaresizliği bıraktı. Gece karanlıktı, canavar ondan da karanlık... Kanıyla boyanmış eteğine bakmamaya çalıştı, derin nefeslerle kendini sakinleştirmek için elinden geleni yaptı. Yalnızdı, bunu yalnız yapmak zorundaydı ama yapmak zorundaydı. Bebeğine bir şey olmasına izin veremezdi.

 

'Allah'ım...' diye yalvardı içinden, 'Ne olur bana yardım et...'

 

Derin bir nefesi daha çekti içine ve bir kez daha ıkındı. Darbelerin etkisiyle zaten ağrıyan bedeni, şimdi çok daha korkunç sancılarla sancıyordu.

 

Zaman... Hiç yardımcı olmadı, sanki ters yöne aktı. Akrep yelkovanı değil, yelkovan akrebi kovaladı. Dakikalar saatlere devrilmek üzereyken geçen tüm o sürede Hancı Malikânesi Eftelya Hancı'nın çığlıkları ile inledi ve duvarlar yuttu o çığlıkları, kimse duymadı sesini. Celladı hemen başındaydı. Yaktığı keyif sigarası ile acılar içinde kıvranan kadını izledi. Kadın gücünün son demine kadar savaşmak için çabaladı.

 

Hiç bitmeyecek sandı genç kadın, hiç geçmeyecek... Saatler gibi gelen sürenin sonunda ne gücü kalmıştı artık bağırmaya, ne de dermanı kalmıştı daha fazla devam etmeye... Acı hep oradaydı, alıştırmıyordu kendine ve geçmek de bilmiyordu. Bedeni ölümü çağrıştırır gibiydi ruhu ise ölümde daha karanlıktı artık.

 

Bitti...

 

Bebeğinin etini yırta yırta rahminden kopup geldiği anı tüm çıplaklığıyla hissetti.

 

Kalbi teklerken tüm acıları da dinmiş gibiydi. Son bir çabayla uzanıp bebeğini bacaklarının arasından aldı.

 

O kanlı yüzü gördüğü an tüm acısı uçup gitmişti. Kendini yatağa yaslayıp yataktan destek alırken titreyen kollarıyla bebeğine sarıldı. Üşüyordu, iliklerine kadar üşüyordu. Ter içindeydi ama yine de üşüyordu. Kaybettiği kanın miktarı öyle fazlaydı ki, solgun teni ölümü andırıyordu. Zihni karanlığa gömülmek için can atsa da direndi genç kadın. Annelik iç güdüsüydü onu ayakta tutan, bebeğini görmenin, kollarına almanın buruk mutluluğuydu.

 

Gözyaşları gözlerinden ardı arkası kesilmeden akmaya devam ederken bir kez daha baktı bebeğinin güzel yüzüne.

Ancak o zaman fark edebildi en acı olanı.

 

Bebeği ağlamıyordu.

 

Bebeği ağlamıyordu...

 

Korkunun kurşunu bir kez daha sıkıldı, bu kez hedefi kafasının içi ve düşünceleriydi. Nefesi kesildi bir kez daha... Gözleri iri iri açılırken birer damla kirpiklerine tutunmuştu şimdi. Titreyen parmağını usulca bebeğinin burnuna doğru yaklaştırıp çaresiz bir çabayla aldığı nefesi hissetmeye çalıştı.

Hissedemedi.

 

Bebeği nefes almıyordu.

 

Bebeği nefes almıyordu...

 

Sertçe yutkunup zorlukla bir soluğu ciğerlerine buyur etti, çektiği şey artık hava değil bir alev topuydu sanki.

 

Hâlâ kan kaybediyordu, ama kaybettiği canın yanında o kan hiçbir şeydi.

 

"Hayır..." diye sayıkladı. "Hayır, hayır, hayır..."

 

Küçücük bedeni havaya kaldırıp kulağını kalbine doğru yasladı. Duymaya çalıştığı o ritim, olması gerek yerde yoktu.

 

Bebeğinin kalbi atmıyordu.

 

Bebeğinin kalbi atmıyordu...

 

Öyle bir noktaya sürüklendi ki saliseler içinde. Kendi acısını unuttu Eftelya, kendisinin de ölümün eşiğinde olduğunu...

 

Kirpiklerine tutunan iki damla gözyaşı bebeğinin kanlı ve cansız bedenine damladı ve ardından gelen gözyaşları o bedeni yıkamaya başladı.

 

Çaresizdi, kabullenemiyordu. Sayıklaya sayıklaya iki parmağını bebeğinin kalbine yasladı ve titremelerine aldırmadan kalp masajı yapmaya başladı. Onu hayata döndürebilmek için. Bel bağladığı umudu ondan gitmesin, Can'ı onu terk etmesin diye. Bencillikse bencillikti...

 

"Lütfen..." dedi. "Sen de beni bırakma...", "Lütfen beni terk etme...", "Lütfen benden gitme..."

 

Sesi karanlık geceye hapsoldu, kimse duymadı. Daha kucağına almadan hayattan kopan bebeğine çığlık çığlığa yalvardı. Ölüme ağladı onu almasın diye...

 

O çaresizce çırpındı, celladı başında yalnızca izlemekle yetindi.

 

O çok ağladı, celladı başında o göz yaşlarından zevk aldı.

 

Akrep de durdu yelkovan da...

 

Eftelya yenik düştü, o an bile bebeğini bırakmadı, sıkı sıkı tuttu. Bedeni yenildi belki ama ruhu bunun son şansı olduğunu biliyordu. Bebeğini görmek, sarılmak, koklamak için son şansı...

 

Her şey bittiğinde canavar eserine doğru yaklaştı usulca ve en çirkin kelimeleri; yeni doğum yapan bir annenin ve yeni doğan ama ölü doğan bebeğinin kanıyla kazıdı zifiri karanlık geceye.

 

"Benden aldığın hayata karşılık, verdiğin bir Can..."

 

🎭💎

 

İZEL İZEM HANCI'DAN:

Günümüz;

 

Hani bazı anlar vardır; solumayı geç, teninize nüfuz eden havanın bile kirli olduğunu hissedersiniz. Somut bir şey değildir bu, soyutlukla ilgilidir. Saklı gerçeklerin zehri kirletmiştir havayı.

 

Sağır edici bir sessizlik seline kapılmış öylece salonda otururken, tenime değen havanın her zerresinin beni zehirlediğini hissediyordum.

 

Madelyn Roux...

 

Tam karşımızda oturuyordu. İçeri gireli yalnızca birkaç dakika olmuştu ama bu birkaç dakika benim için bir asra bedeldi.

 

Gece ve Damla'nın ablası olduğunu söylemişti. Henüz DNA testinin sonucuna bakmaya fırsat bulamamıştık. Zarf, hemen yanımda oturan ve etrafımı kuşatan gerginliğin içinde beni rahatlatan tek etken olan Savaş'ın elinde duruyordu. Açmak için bir hamle yapmıyordu. Artık açmasına da gerek var mıydı bilmiyorum...

 

O söyleyene kadar fark etmemiştim ama karşımızdaki kadın, onların kardeş olduklarını net bir şekilde belli ediyordu. Benziyorlardı... Üçünü aynı karede incelediğimde benzediklerini net bir şekilde görebiliyordum. Gözleri, Gece ile aynı renkti. Yosun tutmuş denizleri vardı onunda. Tek farkı, onun yeşillerinin içine dağılan mavilerinin daha canlı olmasıydı. Tıpkı Damla'nın mavileri gibi... Saçları Damla'nın saçları ile aynı renkti, elmacık kemikleri Gece'nınkiler gibi belirgin...

 

Her şey ortadaydı. Yine de uzanıp Savaş'ın elindeki zarfı aldım ve kimsenin gözü bana değmezken usulca açtım içindeki kâğıdı. Gözlerimin önünde olan gerçeği kendime tescilledim. Gördüklerimle dudaklarım buruk bir gülümsemeyle kıvrıldı. Onlar gerçekten ikizlerdi... Gece ve Damla, aynı rahmi paylaşmışlardı. Damarlarında aynı kanı taşıyorlardı. Ve Madelyn Roux da onların ablasıydı...

 

Bir aile vardı karşımda... Henüz Gece ve Damla habersizdi karşılarındaki kadının ablaları olduğundan. En azından Damla öyleydi, Gece'nin bilip bilmediğini henüz bende bilmiyorum. Ama onlar bir aileydi...

 

Bu duruma sevinemiyor olmak beni bencil biri yapar mıydı? Sevinmeyi istemiyor değildim. Sadece... Sadece sevinemiyordum işte. İçimdeki duygulara bir isim koyamıyordum. Büyük bir karmaşanın içine doğru sürüklendiğimi biliyordum yalnızca.

 

Bu sessizlik uzayıp gidecek sandım bir an... Sonsuza dek sürecek... Ama öyle olmadı. "Seni bugün beklemiyordum açıkçası..." diyerek Gece böldü o sessizliği. Sesi adına yakışır şekilde karanlık çıkmıştı. "Birkaç gün sonra geleceğini konuşmuştuk."

 

Madelyn gülümsemekle yetindi. "Evet, öyle konuştuğumuzu biliyorum ama böyle olması en doğrusuydu..." Kısacık bir an duraksadığı birkaç saniyede yüzünden bir gölgenin geçtiğini gördüm. Öyle belirgindi ki o gölge, fark edilmemesi imkânsızdı. "Kendimi düşünmek zorundaydım..."

 

Kaşlarım çatıldı bu sözleriyle. Ne demek istiyordu? Neyi kastediyordu?

 

"Oğlum Türkçe konuşsalar ya... Ben hiçbir halt anlamıyorum..."

 

Güney'in sessizce homurdanması kulağıma dolduğunda bakışlarım kısa bir an ona kaydı. Başına açılan beladan kurtulmanın rahatlığıyla, meraklı bakışları bizim üzerimizde geziniyordu. Savaş ona cevap vermek yerine ters ters bakmakla yetindiğinde de susmak zorunda kaldı zaten.

 

"Ben anlamadım..." diyerek söze karışan bu kez Damla'ydı. "Sen kimsin?"

 

Madelyn'a baktığında ne görüyordu? Aralarındaki benzerliği fark edebiliyor muydu? Damla zeki bir kızdı; bilmese bile hisseder, anlardı.

 

Madelyn'ın ela gözleri onun yüzüne döndüğünde özlem ve şefkat karışımı bir ifadeyle dolmuştu. Yılların özlemi diye düşündüm. Nerede görsem tanırdım bu hissi...

 

"Bence anlıyorsun Fayette..." dedi Madelyn. "Bana baktığında gördüğün şeyden çıkardığın anlamları görebiliyorum."

 

Fayette mi?

 

Bu doğduğunda Damla'ya verilen isim miydi?

 

Küçük bir peri kızı...

 

Ne kadar da manidar bir isimdi böyle. Tam olarak Damla'ya yakışacak, onu yansıtan bir isim...

 

Damla'nın bir an nefesinin kesildiğini hissettiğimde bakışlarım ona döndü. Göz bebekleri şimdi öyle büyümüş bir haldeydi ki, mavileri görünmüyordu bile.

 

"Fayette mi?" diye sordu Damla. "Fayette de kim? Benim adım Damla. Damla Hancı."

 

Kendimi bu konuşmaya ait değilmiş gibi hissediyordum. Onlar kardeşlerdi ve kendi aralarında konuşmaları gerekiyordu. Savaş ve Güney Fransızca bilmediklerinden ne konuşulduğunu anlamıyorlardı ama ben anlıyordum. Gece her ne kadar bu kadının annemin hamileliği için geldiğini söylese de, kendimi şu an dönen konuşmaya yabancı hissediyordum. Bencillik edip konuşmayı anneme de çekemiyordum. Öylece sıramın gelmesini bekliyordum.

 

"Çok uzak bir geçmişten söz ediyorum." diye girdi söze Madelyn. "Gece Hancı bana ulaştığından bu yana, olayları nasıl anlatacağımı düşünüyorum, söze nereden başlamam gerektiğini..."

 

Bakışları kısa bir an Gece ve Damla arasında kaydı, sonra bana dokundu. Dokunduğu an orada gördüğüm duygular, tüylerimi ürpertmişti. Sırtımda bir el hissettim tam o an... İlgim elin sahibine döndüğünde Savaş ile göz göze geldim. Okyanuslarını saran anlayış, içimde bir yerlere dokunuyordu. Hissetmiş gibiydi sanki rahatsızlığımı. "İyi misin?" diye fısıldadı arayış içinde yüzümü izlerken. Başımı sallamakla yetindim.

 

O da karşılık olarak başını iki yana sallamıştı. "Olmadığını görebiliyorum İzel, içeri girdiğinizden beri bir garipsin, yüzün solgun duruyor. İyi olmadığını görmek hiç hoşuma gitmiyor..."

 

Hayatımdaki iyi olmamdan hoşlanmayan insanlardan sonra Savaş beni her seferinde afallatıyordu. Dudaklarım usulca kıvrıldı, kalbimden bir yük kalktı sanki. Ona doğru biraz daha eğilip elini en büyük kurtarıcımmış gibi tuttum, parmakları parmaklarımın arasına geçti. "Teşekkür ederim..." diye fısıldamakla yetindim.

 

"Buraya..." dediğinde Madelyn, sonunda ona dönmeyi başarabilmiştim. "Gelmemin tek sebebi, Gece Hancı'nın beni aradığı konudan çok daha fazlası... Olaylar bir yapbozun mükemmel uyan parçaları gibi..."

 

O andan sonra hiç kimseden -Güney'den bile- ses çıkmamıştı.

 

"Henüz dört yaşındaydım annemin hamile olduğunu öğrendiğimde..." diye girdi söze. Kendi hikâyesinden başlıyordu, Gece ve Damla'nınkilerden de aynı zamanda. "İkiz bebekler... O an aklım bunun ne demek olduğunu anlayamamıştı. Yeni taşındığımız evde de bir kadın vardı ve o da hamileydi. Hamile... Aynı terim... O kadına bakıp annemin de o evrelerden geçeceğini düşünürdüm. Karnı gittikçe büyüyecekti. O noktadan sonra en büyük ilgim o hamile kadın olmuştu. Bana çok iyi davranıyordu, kocasının aksine. Kocası ayak altında olmamdan hiç hoşlanmıyor, ürkütücü bakışları ile beni hep ağlatıyordu..."

 

Her nedense o anlatırken zihnim parçaları kendi kendine birleştiriyordu. Roux soyadına yabancı değildim ve bu ihtimal beni gerçekten geriyordu. Julié Roux'u ismen hatırlıyordum. Julié'nin kocası Benard Roux'u da hatırlıyordum. Yüzleri yoktu hafızamda ama isimleri vardı.

 

Parçalar birleşiyordu ve birbirini nizami bir şekilde takip eden bir örüntü çıkıyordu ortaya. Ama o örüntüde Madelyn yoktu, ona dair hiçbir iz...

 

"Fayette ve Louis... Anne ve babamın ikizlere seçtiği isimler bunlardı. Sanki doğacak olan kızlarının bir gün güzel bir peri kızına dönüşeceğini o andan biliyorlarmış gibi... Ve oğullarının da güçlü bir savaşçıya..." Gözleri şimdi Gece'de asılı kalmıştı. "Keşke güçlü bir savaşçı olmak zorunda kalmasaydın Louis..."

 

Kısa bir sessizlik oldu. Öyle derindi ki o sessizlik, hepimizi yuttu diye düşündüm. Ta ki Gece'nin alay dolu sesi o sessizliği kâğıt gibi yırtana kadar. "Ne saçmaladığın hakkında en ufak bir fikrim yok Madelyn Roux. Ama seni buraya bu saçmalıkları anlatman için çağırmadım. Eftelya Hancı'nın bildiğini bildiğim hamileliği için çağırdım." Elbette... Gece Hancı'nın stili buydu.

 

"Senin saçmalık diye bahsettiğin bu şey, biz üç kardeşin kaderi ve gerçeği... Hayat bizi ayırdı ama bir gün sizi gerçekten göreceğime dair umutlarım hiç azalmadı. Ailemin postaladığı fotoğraflardan değil, kanlı canlı yüzünüzü görmekten bahsediyorum."

 

Gece öne doğru eğildi kabullenmeyen bir ifadeyle. "Benim babam öldü, annem Liana Andre ise zengin avcısı bir kadındı. Avladığı zengin kocası bir çocuk istemediği için beni bir yetimhaneye terk edip hayatımdan siktir olup gitti. Damla ve ben aynı yetimhaneden Kahraman Hancı tarafından evlatlık alındık. Benim bildiğim tek kader ve gerçek bu..."

 

"Peki onun hakkında ne biliyorsun Louis? Liana Andre hakkında?" Madelyn'ın dudaklarından alaylı bir gülüş döküldü. "Bana bile ulaşmayı başaran sen, basit bir fahişeye nasıl olur da ulaşamazsın? Kendimi önemsediğim için böyle konuşmuyorum ama altını çizmem gerekirse Kahraman Hancı yıllardır beni arıyor. Bulamadı. Sende ben izin verdiğim için beni bulabildin ama söylesene... Basit bir kadını, zengin bir iş adamı ile evlenmiş göz önünde olması gereken birini nasıl olur da bulamazsın?"

 

Tüm bu sözlerin içinde dikkatimi çeken tek bir ayrıntı vardı.

 

Kahraman Hancı yıllardır beni arıyor...

 

Bence burası tam olarak lafa karışmam gereken noktaydı.

 

"Babam neden seni arıyor?"

 

Birbirlerine meydan okurcasına diktikleri bakışları sorumla bölündü. Madelyn'ın gözleri şimdi benim üzerime çevrilmişti ve ela gözleri artık acı doluydu.

 

"O gecenin tek şahidinin ben olduğumu biliyor çünkü. Hatırladığımı duysa, kanıtlayabilir miyim diye bakmadan beni öldüreceğini biliyorum."

 

Yutkundum ya da yutkunamadım... Sormaya korktuğum bir soru zihnimin rahminden kopup dilime düştü. O soruyu orada boğup öldürmek istedim, cevabını duymaktan ölesiye korktum belki de ama korkunun ecele bir faydası yoktu. Bunu uzun zaman önce öğrenmiştim.

 

"Hangi gece?"

 

Derin bir sessizlik daha... Hangisiydi beni daha çok yoran; Bu derin sessizlikler mi yoksa Madelyn'ın bakışları mı? Kestirmek zordu. En sonunda "Çok üzgünüm..." diye fısıldadı. "Dört yaşındaki bir çocuk, o an ne yapabilirdi bilmiyorum ama ben hiçbir şey yapamadığım için çok üzgünüm..."

 

"Hangi an?"

 

Korkum ısrarımı bastırmaya yetmiyordu. Bahsettiği şey her neyse onu öğrenmem gerekiyordu.

 

"O hamile kadın senin annendi. Bana hep gülümserdi ama ben çocuk halimle onun mutsuzluğun hissederdim. Çocukların, geçmiş yıllarda yaşadıkları zihinlerine kazınır. Benim zihnime kazınan tek şey senin annen oldu. Belki de hayatımı borçlu olduğum kadın ve hayatını bana borçlu olan kadın..."

 

Parmaklarımın arasındaki eli daha sıkı tutarken sesimin titremesinden korka korka "Devam et..." dedim. O an tutunduğum tek şeydi Savaş'ın bana cömertçe sunduğu desteği.

 

"Bir gün evinizde önemli bir davet veriliyordu. Mutfaktan gizlice yemek aşırmaya çalışıyordum çünkü hayatım boyunca belki de bir daha hiç görmeyeceğim atıştırmalıklarla doluydu orası ve ben küçük bir çocuktum. Anneni kısacık bir an gördüm, bembeyaz bir elbise giymişti. O kadar güzel görünüyordu ki, bir meleği andırıyordu. Eli sürekli şişkin karnındaydı sanki orada en değerli hazinesini taşıyordu. Ona Can'ım diyordu hep... Adını Can koymuştu."

 

Bahsi geçen en değerli hazine ben değildim.

 

Adı Can'dı öyle mi?

 

Yani bir erkek bebekti...

 

Biraz daha sıkı tutundum Savaş'a. Damarlarımın içine zehir karışmış gibi yakıcı bir his, tüm bedenimi yavaş yavaş gezmeye başlıyordu sanki.

 

"Sonra..." diye devam etti Madelyn. "Annem tarafından mutfaktan kovuldum çünkü Kahraman Hancı beni orada fark ederse çok kızardı. Müştemilattaki evimize geçtiğimde aklım hâlâ o yiyeceklerdeydi. Öyle ki davetin bittiği ve herkesin uykuya çekildiği ana kadar uyanık kalmayı başarmıştım. Sonra sessizce evden sıvışıp malikâneye geçtim ama o mutfağa hiçbir zaman giremedim..."

Sesinin çatladığı noktada susmak zorunda kaldı ve başparmağının sırt kısmıyla gözlerinin altını sildi hafifçe. Hiçbir şey söylemeden öylece durdum, tırnaklarımın artık Savaş'ın etine battığını hissedebiliyordum ama çözemiyordum onları, Savaş da çekmiyordu elini. Öylece karşımdaki kadına odaklanmıştım. Yüzümde nasıl bir ifade vardı bilmiyorum. Kalbimden geçen hisleri yansıtıyor muydu? Kalbimden geçen hisleri ben bile bilmiyordum o an, o yüzümden okuyabiliyor muydu?

 

"Hayatım boyunca asla unutmayacağım o çığlıkları..." derken sesi titriyordu şimdi. Benim de çenemin titrediğini hissettim, dişlerimi sımsıkı kenetleyerek içimde yükselen ağlama hissini bastırdım.

 

Bir süre konuşmadan öylece yüzüme baktı ama bu hareketin sabırsız tarafımın üzerine nasıl bastığından haberi yoktu. Ve gerilen sinirlerimden de...

 

"Ne oldu o gece?" derken sesim duygularımı yansıtırcasına yüksek çıkmıştı.

 

"Mutfağa gitmemi önleyen şey babanın bağırmasıydı. Rezil ettin beni diye bağırıyordu. O kadar çok korktum ki... Ama bir şey, beni yukarı çıkmaya itti. Yalnızca dört yaşındaydım ama o his yaşımdan katlarca daha büyüktü. O hissi dinledim ve üst kata çıktım. Odanın kapısı ardına kadar açıktı ve ışıklar açık olduğu için içeriyi net bir şekilde görebiliyordum. Eftelya teyze yerdeydi ve Kahraman Hancı da tam tepesinde... Ona savurduğu tekmeleri gördüm." Sert bir hıçkırık böldü sesini, gözleri akıtıyordu şimdi yaşlarını. "Gerçekten hiçbir şey yapamadığım için çok üzgünüm... Durduğunda yerde kan vardı. Kan Eftelya teyzenin eteğini ıslatıyordu..."

 

Kulaklarım uğuldamaya başladığı noktada bir kez daha yutkunup o uğultuyu bastırmaya çalıştım. Hayır... Lütfen tahmin ettiğim şey olmamış olsun, lütfen...

 

"O kadar uzun süre orada acılar içinde bağırdı ki... Korkudan kilitlenip kalmıştım. Kahraman Hancı başında dikiliyor, hiçbir şey yapmadan onu öylece izliyordu. Sonra doğum gerçekleşti ama..."

 

Elim birden Savaş'ın ellerinden çekildi ve kendimi ayakta buldum. Elim ağzıma kapanırken onlara sırtımı dönmüş ağlama hissiyle savaşıyordum. Aldığım derin nefesler yetmiyordu, hiç biri ciğerlerime ulaşamıyordu sanki. Daha ne kadar canavarlaşabilirdi? Daha ne kadar kötü olabilirdi bir insan...

 

"Bebek ölü doğdu... Onu öldüren Kahraman Hancı'ydı. Sanki ikisinin de ölmesini bekler gibi başlarında dikilip öylece izledi."

 

Tutamadığım bir damla yanağımdan kayarken parmaklarımın arasından sızan hava, bir hıçkırık olarak dökülmüştü geri. Omuzlarım sarsılmaya başladığında biri omuzlarımdan tuttu beni. Burnuma yağmur sonrası toprak kokusu doluyordu ama o an o bile huzur vermiyordu bana.

 

"Eftelya teyze en sonunda sustuğunda kendime ancak gelebildim. Gözyaşlarım akıyordu ama sesim çıkarsa canavarın bana yöneleceğini biliyordum. Sessizce tırmandığım merdiveni yine aynı sessizlikle inip eve koştum ve annemin telefonundan acil servisi aradım. Ailemi uyandıramamıştım çünkü benim annem de hamileydi ve aynısı onun başına da gelir diye korkmuştum. Çünkü o gece, o merdivenden inerken Kahraman Hancı'nın söylediği son şeyleri duyduğumda, yalnızca dört yaşında olmama rağmen onun nasıl bir canavar olduğu gerçeği ile yüzleşmiştim."

 

Elimi ağzımdan çekip yanaklarımı ıslatan yaşları elimin tersiyle silerken Savaş'tan uzaklaşıp onlara döndüm. O da Damla da ağlıyordu. Gece ise sakladığı duygularla ifadesiz bir hâlde dinliyordu gerçekleri.

 

Sıktığım dişlerim yüzünden çene kaslarım acırken "Ne söyledi?" diye sordum sinirle. İçimde öyle büyük bir öfke vardı ki ne yaparsam yapayım geçmeyecek gibiydi.

 

"Benden aldığın hayata karşılık, verdiğin bir Can..."

 

Duyduklarımı idrak etmem birkaç saniye sürdü. Anladığımdaysa dudaklarımdan kaçan bir kahkahaya engel olamamıştım. Göz yaşlarımın tuzlu tadı ağzıma dolarken "Ne hayatı be?" diye bağırdım. Hayatımda duyduğum en komik şey buymuş gibi gülüyordum ama bunlar hayatımda duyduğum en acı şeylerdi.

 

Canı ne kadar yanmıştı annemin o gece?

 

Bebeği acımasızca katledilirken, kendi canına kastedilirken ne kadar acı çekmiş, ne kadar ağlamıştı?

 

"Annem mi onun hayatını almış?"

 

Farkında bile değildim Madelyn'a yaklaştığımın. Gece ve Damla'nın ayaklandığını gördüm göz ucuyla ama ben tamamen Madelyn'a bakıyordum. Onun gözlerindeki korkuya...

 

"Siktirsin oradan!" Boğazım yırtılıyordu sanki sesimin yüksekliğinden. Ya da kalbim o kadar çok acıyordu ki oradaki acıyı dağıtmak için hayalı bir ağrı uyduruyordum kendime. "Asıl o mahvetti annemi, beni... Asıl o aldı bizim hayatımızı bizden..."

 

Canım acıyordu... Canım çok acıyordu... Madelyn'ın sözleri zihnimin içinde yankılanıyordu ve zihnim sesleri görüntüye dönüştürüyordu. Düşündükçe öyle büyük acıların içine doğru sürükleniyordum ki bu her şeyden fazlaydı. Anneme bunca sene çektirdikleri yetmemiş gibi bir de ona evlat acısını mı yaşatmıştı yani? Kendi çocuğunun ölümünü mü izlemişti başında bir cellat gibi bekleyip?

 

"İzel, sakin ol..." dedi Gece birkaç adım bana doğru yaklaşıp. Şimdi Madelyn ile aramıza girmişti. Sürekli göz pınarlarıma dolan gözyaşlarım yüzünden bulanık görüşüm, onu tam olarak seçmeme engel oluyordu, yüzünde nasıl bir ifade vardı göremiyordum ama sesindeki endişeyi sezebiliyordum.

 

Sakin olmak... Nasıl sakin kalabilirdim ki? İçimde başlayan o fırtınalı yangın bu denli canımı yakarken nasıl sakin olabilirdim?

 

Canım acıyordu. Canım o kadar çok acıyordu ki nefes alamıyordum.

 

Dudaklarım konuşmak için aralandı ama dilime dökülen her bir kelime acının içinde boğuldu tek bir sözcük bile çıkaramadım. Duvarlar üzerime geliyordu sanki, aralarında sıkışıp kalıyordum.

 

Hırsla görüşümü bulanıklaştıran gözyaşlarımı silip onlara sırtımı döndüğümde bu kez ihtiyacım olan tek şey temiz hava almaktı.

 

Koştum...

 

Ağrıyan kaslarımı, sızlayan eklemlerimi umursamadan dışarı koştum. Hiçbir şey içimdeki bu ağrı kadar yakamazdı beni, onun kadar yıkıcı olamazdı hiçbir acı...

 

Tam bahçe kapısına ulaştığım sırada bir el elimi tutup çekti bedenimi... Bir an savruldum, diğer an bedenim güçlü bir bedene çarptı. Bir kez daha yağmur sonrası toprak kokusu kuşattı etrafımı. Kolları etrafıma dolandığında çırpınarak kurtulmaya çalıştım ellerimden.

 

"Bırak Savaş..." dedim gözyaşlarımın arasında. Bu sönmüş volkan patlamaya hazır bir halde yüreğimin tam ortasında kaynarken duramazdım. Nasıl yapacağımı bilmesem de onu içimden atmam gerekiyordu. "Bırak beni..."

 

"Bırakmam..." dedi yemin eder gibi kollarını daha da sıkılaştırırken. "Bırakmayacağım... Seni yalnız bırakmayacağım..."

 

"Bir insan, bundan daha fazla yalnız olamaz Savaş..."

 

Yalnızlık... Göreceli bir kavramdı. Kimileri kimsesizliği yalnızlık olarak görürdü, kimileriyse kalabalıkların içinde arkadaşlarıyla sohbet ederken hissedebilirdi o yalnızlığı.

 

Benim yalnızlığım dört duvar gibiydi. Küçücük bir penceresi vardı, kontrolü babamda olan. O istediği sürece annem yanımda olurdu. O istediği sürece Damla ve Gece'yle paylaşabilirdim yalnızlığımı. O açardı pencereyi ve bana acı çektirmek için Damla'ya verdiği şefkati izletirdi. Ben ise o şeftakatin altında ezilen taraf olurdum hep.

 

"Artık yalnız olmak zorunda değilsin güzelim..." dedi Savaş, hâlâ kollarında çırpınan beni sabit tutmak için çabalıyordu. "Buradayım, yanındayım. Yaslan bana... Acı çektiğini biliyorum, izin ver sarayım yaralarını daha fazla çekme acı."

 

Yorgun düşen bedenim en sonunda kollarının arasında sabit dururken "Ya sende gidersen?" diye sordum, gideceğini bile bile. Bir gün o da gidecekti benden. Ondan sakladıklarımı öğrendiğinde gidecekti. Ona yalan söylediğimi...

 

Savaş bir elini başıma yerleştirip usul usul okşadı saçlarımı. Başım şimdi boynunun girintisine yaslanmıştı, aramızda kalan ellerimle ona tutunmaya çalıştım. Sarılışında güven vardı...

 

"Gitmeyeceğim..."

 

Hıçkırdım. Çok inanılası bir masal gibi geliyordu kulağa... "Hiç mi?" diye sorarken içimdeki küçük kız çocuğu hareketlenmişti. Öyle çok terk edilmişti ki babası tarafından, artık korkuyordu inanmaya.

 

"Hiç..."

 

"Söz ver..."

 

"Söz veriyorum..."

 

💎🎭

 

Bazen insanın ihtiyacı olan tek şeydir inanmak. Yalan bile olsa...

 

O an kendimi Savaş'ın hiç gitmeyeceği yalanına inandırdım. Bu, Savaş'ın sözüne güvenmediğim için değildi, sakladığım sırların ağırlığını bildiğim içindi. Ve inanmak öyle iyi geldi ki aciz ruhuma, durulduğumu hissettim.

 

Ne kadar süre bahçede kaldık bilmiyorum, bir köşeye oturmuş öylece susmuştuk. Başımı Savaş'ın dizine koymuş çimlere uzanmış ve onun saçlarımı okşayan elinin büyüsüne bırakmıştım kendimi. Soğuğa aldırmadan, bıkmadan usanmadan göz yaşlarım dinene kadar saçlarımı okşamaya devam etmiş, aklımı dağıtmam için benimle konuşmaya çalışmıştı.

 

Sonra; bir an gözlerimi kapatmıştım, diğer an gözlerimi açtığımda yataktaydık ve Savaş belime sardığı koluyla hemen yan tarafımda uyuyordu. Bir kâbustu beni uyandıran... O gecenin kâbusuydu. Hafızamda hiçbir yeri olmayan ama duyduklarımın çizdiği resimle en derinlere kazınan o gecenin...

 

Sonra yeniden uyuyamamıştım, Savaş'ı izlemek daha cazip gelmişti. Uyurken ayrı bir havası vardı, dağılan saçlarıyla ve yanaklarına doğru düşen kirpiklerinin gölgeleriyle öyle eşsiz görünüyordu ki... Onun ellerimden tam olarak ne zaman kayıp gideceğini merak ettim. Gidecekti biliyorum. Beni mutlu eden hiçbir şey uzun süre benimle kalmazdı. Hayatın üzerimde böyle bir etkisi vardı işte.

 

Saat gece yarısını devirdiği sırada, usulca sıyrıldım kollarından. Eğilip önce yumuşacık saçlarına bastırdım dudaklarımı, sonra tüy hafifliğinde bir öpücükle dudaklarını öptüm. Ne zaman gideceği önemli değildi, onun bana yaşattıklarıyla bir ömür yetinebilirdim. Yirmi yıldır hiç düşünülmediğim kadar düşünmüştü beni, hiç görmediğim değeri, sevgiyi ve şefkati hissettirmişti bana.

 

Yataktan kalkıp üzerime siyah bir tayt ve sporcu sütyeni geçirdim. Durulmuş olabilirdim ama yıkımın enkazı hâlâ içimde duruyordu, volkan hâlâ patlamak için yer arıyordu. İçim içimden taşıp odaya dağılıyor, zehirli hisler beni boğuyordu. Ayaklarıma koşuya uygun koşu ayakkabıları da geçirdiğimde artık hazırdım. Bir an üşürüm diye üzerime bir şeyler almayı düşünsem de sonra vazgeçtim. Evden çok uzaklaşmak gibi bir planım yoktu. Evin biraz ilerisinde bir park vardı, o parkın etrafında koşmayı düşünüyordum.

 

Odadan sessizce çıkarken son kez baktım Savaş'a. Bedenimin boşalttığı kollarını yorganımla doldurmuş, hâlâ uyumaya devam ediyordu. Sevimli görüntüsü hafifçe gülümsememe neden oldu, onu uyandırmamaya gayret edip kapıyı kapattıktan sonra sessiz adımlarla merdiveni inmeye başladım. Aşağıdan sesler geliyordu, mutfak tarafından. Adımlarım beni o tarafa doğru yönlendirdi.

 

"Hâlâ inanamıyorum..." diyordu Damla. "Tüm bunlar çok garip geliyor, gerçek dışı gibi..."

 

Mutfağın kapısında durduğumda onları ada tezgahın etrafında toplanmış bir halde buldum. Üç kardeş, tezgâha serili fotoğraflar ve önlerindeki kahve bardaklarıyla sohbet ediyorlardı. Gece'nın de Damla'nın da ellerinde birkaç tane fotoğraf vardı, onlar fotoğrafları Madelyn da onları inceliyordu.

 

"Her şey çok yeni..." diye mırıldandı Madelyn kahvesinden bir yudum alırken. "Sindirmek için zamana ihtiyacınız var."

 

"Bunca zaman neden bizi bulmaya çalışmadın?" diye sordu bu kez Gece. Sesinde hâlâ tereddütün tohumları filizleniyordu. "Ben seni bulmasam hiçbir adım atmayacak mıydın yani?"

 

"Bazı şeyler bizim isteğimize bağlı değildir Lou... Yani Gece. Ben sizinle iletişime geçmeyi, yanınızda olmayı her şeyden çok istedim ama bu tehlikeliydi." Derin bir iç çekti. Geçen tüm bu zamanın onun için de yeterince zor olduğu belli oluyordu. "Eftelya teyzeden haber bekliyordum, annem ondan yardım istediği için beni saklayıp koruyan oydu. Annemiz ve babamız öldükten sonra bile... Kahraman Hancı, annem ile babamı kandırıp sizi kendi üzerine kayıt ettirdiğinde sizinle iletişimimiz tamamen koptu. Annem ve babam bile zar zor görüyordu sizi. Yan yana gelebilmek için artık tek umudumuz Eftelya teyzeydi, o bizi buluşturacaktı ama Kahraman Hancı gibi bir engel varken kulağa çok imkânsız geliyordu. Yıllarca bir gün kavuşacağımızın hayaline tutundum ama sonra Eftelya teyzenin başına gelenleri duydum. Umudumu hiç kaybetmesem de ne yapacağımı bilmiyordum çünkü Kahraman Hancı beni ölesiye korkutuyordu."

 

Babamın mahvettiği ne çok hayat vardı böyle... Hiçbirinin altında kalmadan nasıl yaşamaya devam ediyordu? Neden vicdan duygusundan bu kadar yoksundu?

 

Vicdan ona vicdansızlığın getirdiği gücü getiremezdi çünkü...

 

Başımı iki yana sallayıp iç sesimle bir savaşa girmeden muharebeden geri çekildim.

 

"Onlar nasıl öldü?" diye soran Gece'ydi. Gözleri iki parmağının arasında tuttuğu bir fotoğraf karesini inceliyordu. Bildiği her şey yalan çıkmıştı ve şimdi hayatı boyunca nefret etmek için çabaladığı annesinin ve öldü sandığı babasının resmine bakarken gözleri ifadesizlikle maskelenmişti. Gece için de Damla için de son derece zordu içlerinde bulundukları bu durum ama en azından onlar bir abla kazanmışlardı...

 

"Bilmiyorum..." diye fısıldadı Madelyn. Yorgun sesi bu gece ondan gördüğüm, duyduğum her histen daha üzgün çıkmıştı. "Bunu hiçbir zaman söylemediler bana. Cenazelerine bile katılamadım... Her şey durulduktan sonra ancak mezarlarına gidebildim. Tek dileğim acı çekmemiş olmaları..."

 

Omuzlarım çökerken daha fazla dinlemek istemedim onları. Her ne kadar içeri girip Madelyn'a annemle ve kaybettiği bebeği ile ilgili daha fazla soru sormak istesem de kardeşlerin arasına girmek istemediğimden yavaşça geriye doğru birkaç adım atıp mutfağa sırtımı döndüm.

 

Zaten bu noktadan sonra onların arasına istesem de giremezdim muhtemelen... Tam olarak söylediğim noktaya doğru ilerliyorduk. Güney'in bile bahçeye beni kontrol etmek için çıktığını görmüştüm göz ucuyla... Yine de onlara kızamazdım, en az benim kadar sarsıcı anlar yaşamıştı onlar da onların da sindirmesi gereken şeyler vardı.

 

Kapıyı elimden geldiğince sessizce açıp bedenimi dışarı attığımda derin bir nefesi ciğerlerime çekmek biraz da olsa iyi geldi. Her şey o kadar üst üste geliyordu ki, aklımı kaybetmekten korkuyordum. Belki de çoktan kaybettiğim aklımı bir daha bulamamaktan...

 

Bahçe kapısına doğru ilerleyen adımlarım "Evden mi kaçıyoruz?" diyen bir sesle durdu. Başımı sese çevirdiğimde Güney ile göz göze gelmiştim. Çoktan gittiğini sanıyordum...

 

"Hayır..." diye cevap verdim o bana doğru yürürken. "Yalnızca hava almaya çıkıyorum, tek başıma." Yanımda isteyeceğim kişiler arasında kesinlikle Güney Kalkavan yoktu. Savaş'ın burada benimle olmasını çok isterdim ama sorunlarımla onu yeterince boğmuşken daha fazlasına gerek olduğunu sanmıyordum. Bu yüzden çıkmak için onun uyuduğu bir anı seçmiştim.

 

Omuz silkti Güney ve yanımda durdu. "İyi, bende sana meraklı değilim zaten. Sen tek başına çık, bende tek başıma çıkayım o zaman..."

 

Derin bir nefes alıp başımı iki yana salladıktan sonra kapıyı açıp sokağa adım attım. Sokak lambalarının loş turuncu ışıkları ile aydınlanan boş sokakta ilerlemeye başladığımde Güney bir adım gerimden beni takip ediyordu. Onu umursamadan adımlarımı hızlandırdığımda o da benimle aynı ölçüde hızlandı. Sokağın köşesinden döndüğümde ise hâlâ peşimden geliyordu.

 

"Ayrı ayrı gideceğimizi sanıyordum?" Soğuk hava tenimi ısırırken bunu umursamadan omzumun üzerinden Güney'e baktım. Adımlarını adımlarıma senkronize bir şekilde atarken öylece karşıya bakıyordu. Omuz silkti. "Sen benim gideceğim tarafa gidiyorsun..."

 

At yalanı sikerler inananı derlerdi adama...

 

Adımlarım jilet gibi kesildi ve bir anda arkamı dönüp tersi yöne doğru yürümeye başladım. Tabii ki o da döndü ve peşimden gelmeye devam etti. Gözlerimi devirip başımı iki yana sallamadan edememiştim. Sonra omuz silktim. Zaten koşmaya başladığım anda bana yetişmesi pek mümkün olmayacaktı, o yüzden istediği kadar takip etmeyi deneyebilirdi.

 

Bir adım... Bir adım daha... Ve hızlanan adımlarımla birlikte sert rüzgârı tenimde hissede hissede koşmaya başlamak... Kanatlarım yoktu belki beni özgür hissettirecek ama en azından bacaklarım vardı. Küçükken kendimi inandırdığım bir diğer yalanım da buydu: Ne kadar hızlı koşarsan o kadar özgür olursun...

 

Özgürlüğün böyle bir şey olmadığını elbette biliyorum ama hayatta bazen tesellilere ihtiyacımız vardır işte. Bu da benim tesellimdi.

 

Attığım her bir adımda biraz daha hızlanırken Güney'in ardımdan yavaş olmamla ilgili bir şeyler söylediğini duydum ama ondan uzaklaştıkça sesi gecenin karanlığına karıştığı için ne söylediğini anlayamadım.

 

Zaman ayaklarımın altında ezildi, bedenimdeki kaslar gerilmeye, ciğerlerim sızlamaya başlamıştı. Isınmadan hızla koşmaya başladığımdan bu kadar kısa sürede etkisini hissettiğimi biliyordum ama umursamadım. İhtiyacım olanı ne kadar çabuk alırsam o kadar iyiydi benim için.

 

Ana yolu es geçip bomboş ara sokaklardan geçtiğim yirmi dakikalık bir koşunun ardından diğerlerinden daha karanlık ve daha ıssız bir ara sokakta durup soluklandım. Göğsüm şiddetle inip kalkıyor bedenim neredeyse titriyordu ama kafamın bir nebze boşaldığını da hissediyordum.

 

Tam kaldırıma oturmak için hareketlendiğim sırada yerde sürüklenen boş bir teneke kutunun sesi beni durdurdu. Başımı sesin geldiği yöne çevirdiğimde kısık sesli bir homurdanmaya karışan adım sesleri duydum. Muhtemelen sarhoşun biriydi. Şu an asla uğraşmak istemeyeceğim bir şeydi yani.

 

Derin bir nefes verirken koşmak için yeniden hareketlendiğim sırada "Dur... Allah'ın adını veriyorum dur..." diye yakaran Güney'in sesi geldi. "Ne ciğer kaldı, ne kas, yemin ederim yetişeceğim diye beyaz ışığı gördüm."

 

Bakışlarım tekrar o yöne döndü, sürüklenen kutunun sesinin geldiği yerden Güney bana doğru geliyordu. Ya da sürünüyordu da denebilir çünkü her an yere düşecek gibi duruyordu, ki durduğumu görünce o da durdu ve dizlerinin üzerine çöküp bedenini yere atarak yolun ortasına boylu boyunca uzandı. Sokağı aydınlatan tek şey, onun birkaç metre gerisinde kalan bir sokak lambasıydı.

 

"Yemin ederim insan değilsin sen..." diye homurdandı kendi kendine ben ona doğru yürürken. "Uçmalar, kaçmalar... Vallahi insan olamazsın, bilim insanları seni araştırmalı, üzerinde deneyler yapılmalı, kesin uzaylısın sen..."

 

Gözlerimi devirdim bu hâline. Yirmi dakikalık koşuyla bu hâle geldiyse sorunu kendinde aramalıydı.

 

Başında tek dizimin üstüne çöküp ona tepeden bakarken "Neden peşimden geldin ki?" diye sordum. "Çoktan geri dönmüşsündür diye düşünüyordum."

 

Kapalı gözlerinden birini açtı. Mavisi karanlığın içinde gözbebeğine yenik düşmüştü. "Ruhumu teslim edeceğimi bilsem gelmezdim herhalde, Savaş'ın gazabına çok tamamdım şahsen ciğerlerimin iflas etmesindense..." Bir an durup diğer gözünü de açtı. "Kafiye bile yaptım bak..."

 

"Savaş'ın gazabına niye uğrayasın ki?"

 

Bana bir aptala bakar gibi baktıktan sonra yattığı yerden doğrulup bir dizinin kendine doğru çekti ve kolunu dizine yasladı. "Bu saatte tek başına çıktığını ve benim, seni çıkarken gördüğüm halde yalnız bıraktığımı öğrenirse götümden kan alır o kanla sanat eseri çıkarır. Şakasız..."

 

Ah, şakasız olduğundan yüzde yüz emindim bu konuda.

 

"Senin korumana ihtiyacım yok..."

 

"Emin ol biliyorum..." dedi Güney, bakışlarında bir parça ciddiyet olsa da büyük ölçüde alaylıydı. "Hiçbir şey bulamazsan sana bulaşan kişiyi yirmi katlı binadan aşağı atarsın sen."

 

Sözleriyle istemsizce gülmüştüm. "Hak etmediğini söyleyemez kimse..." diye homurdandım gülüşlerimin arasında. Havuza değil yere çakılsaydı bile hak etmiş olurdu.

 

Gözlerini benden kaçırdı. O an hâlâ o kıza karşı bir şeyler hissedip hissetmediğini merak ettim. Bazı şeyler mantıkta biterdi ama kalp mantıktan bağımsız hareket ederdi. Mantıkta biten kalpte yeni başlıyor olabilirdi bazen.

 

"Doğru..." diye mırıldandı. "Çoktan hak etmişti."

 

Kısa bir sessizlik oldu. O sessizliği dolduran tek şey, uzaktan gelen köpek havlama sesleriydi. Omurgamdan aşağı bir ter damlasının indiğini hissederken, aynı oranda soğuk havayla tenimin ürperdiğini hissettim. Terim soğumadan daha koşmam gereken mesafelerim vardı. Hâlâ bir şeyleri tam olarak atabilmiş değildim. Derimin altında kaynayan öfke; kulaklarımdan sızan, gerçek olmadığını bildiğim ama gerçek gibi hissettiren annemin acı dolu çığlıkları kadar gerçek ve oradaydı.

 

"Her neyse..." diyerek ayağa kalkıp yukarıdan baktım Güney'e. "Bir taksiye atla ve evine git Güney. Çünkü ben koşmaya devam edeceğim, yolun sonunda Savaş değil ama benim yüzümden gebermiş olacaksın."

 

O da hemen ardımdan kalkarken "Gidebilecek olsam aile dramasına şahit olmadan giderdim zaten İzel." diye homurdandı hoşnutsuz bir sesle. "Zaten Fransızca konuştuğunuz için dönen konudan da hiçbir sik anlamadım."

 

Gözlerim kısıldı sözleriyle. "Neden gidemeyecekmişsin?"

 

Omuz silkti, şimdi hoşnutsuzluğu tüm yüzüne dağılmıştı. "Son olaylardan sonra babam kartlarımı iptal etmiş, beş kuruşsuz, meteliksizim yani bu aralar. Arabam da Savaş'ın evinde. O yüzden Savaş'ın götünden ayrılmamaya niyetliydim ama işte..."

 

Kaşlarım kalktı sözleriyle. Güney'in böyle bir sorun yaşayacağını hiç düşünmezdim. Öyle ben dokunulmazım havasındaydı ki...

 

"Baban neden kartlarını iptal etti ki? Senin bir suçun yok... Kendi oğlunun böyle bir şey yapmayacağına inanmıyor mu?"

 

"Sorun yapmış olup olmamam değil. Sorun, bu olay karşısında onun parasını ve gücünü reddetmiş olmam. Onu sinirlendiren bu..."

 

Tanıdık, rahatsız edici bir his soğuk havayla birlikte tenimi yalayıp geçtiğinde yerimde hafifçe kıpırdamadan edemedim. Şimdi Güney'e olan bakışlarım daha dikkatli bir hâl almıştı.

 

"Beni bu konuda en iyi anlayacak kişi sensin sanırım." diye ekledi. "Aynı sebepten kimliğini gizledin sende..."

 

Haklıydı. Onu bu konuda en iyi anlayabilecek kişi bendim. Ne yazık ki... Ama sanırım benim babamla kıyaslanabilinecek biri değildi onun babası, aramızda büyük bir lig farkı vardı. Benim babam şeytanın yeryüzündeki yansımasıydı... Kötülüğünün bir sınırı yoktu. Keşke onun da cezaları kartları dondurmak falan olsaydı. Parasız kalmaktan korkmazdım, aksine kendime bir iş bulur çalışır ve kendi paramı kazabilirdim. Gocundurmazdı bu durum beni. Babamın ceza anlayışı çok daha beterdi, içten dışa insanı tüketen, hem fiziken hem ruhen yıkan türdendi.

 

Elbette ki ona bunu söyleyemezdim. Hatta bu gece babamı hatırlamak bile istemediğim bir durumdaydım. Hafızamdan tamamen silmek istediğim...

 

Benden aldığın hayata karşılık verdiğin bir can...

 

Nasıl da iki yüzlüydü ama... Mağduru oynamaya cüret edecek kadar da gurursuz... Kızları babarının prensesleri olmak isterlerdi. Ben on iki yaşımda yarım bıraktığım işi tamamlayıp babamın katili olmak istiyordum. Şu an her hücremle onu paramparça etmek istiyordum. Daha fazla nefret edemem dediğim sınırı ikiye katlamıştım bu gece ve artık anlamıştım ki babama olan nefretimin bir limiti olamazdı. Ne zaman bir limit koysam Kahraman Hancı bir şekilde o limiti aşmayı başarırdı.

 

Konuyu babalardan farklı bir noktaya çekip "Savaş gibi çalışıp kendi paranı kazanmayı düşündün mü hiç? Bu sayede baban seni kartlarınla tehdit edemez." diye homurdandım. Gerçekten babam beni parayla tehdit etseydi bunu yapar o tehdidin önünü keserdim. Ama Kahraman Hancı her ne kadar harcamalarımdan hoşnutsuz olsa da para konusunda bir sorun çıkarmıyordu. Beni babasız bırakmasının hırsını servetinden çıkarıyordum bende...

 

Bir kez cıkladı Güney. "Çalışmak prensiplerime ters, baba parası yemeyi tercih ediyorum ben. Babalığından bir sik göremedik en azından parası bir işe yarasın öyle değil mi? Zaten uzun sürmez, birkaç güne açtırır kartları."

 

Sözleriyle birkaç saniye yüzüne bakakaldıktan sonra istemsizce gülmeye başladım. Kaderin saçma sapan bir oyunu muydu bu? Kafalarımız niye bu kadar aynı çalışıyordu? Benim gülüşümle Güney de gülmeye başladı ama eminim ki neye güldüğünü bile bilmiyordu.

 

Derin bir nefesle gülüşümü durdurdum. Bu benzerlik sinir bozucuydu ama bunu da kendime saklamayı tercih ettim. Babam hakkında Savaş'la bile tam olarak konuşamıyordum, Güney ile konuşacak değildim elbette.

 

"Yanıma para almış olsaydım taksi paranı öderdim..." diye mırıldandım. "Ama görüyorsun ya telefonum bile yanımda değil. Ama evden çok uzaklaşmadık, aynı eksende koştuk. Eve dön, Savaş benim odamda uyuyordu."

 

Kollarını göğsünde birleştirip elini havada önemli değil der gibi salladı. "Hiç gidesim gelmedi bir anda. " Yüzü asılmıştı şimdi. "Evin her noktasında Yasemin'in izi var. Dolayısıyla ihanetinin de... Yeni bir ev bulana kadar o eve girebileceğimi de sanmıyorum."

 

Bir an içim acıdı ona. Elim teselli edercesine omzuna tutunurken "Şu üç günde neler yaşadın lan sen..." dedim yüzüne bakıp. "İhanet ettiler, iftira attılar, boynuzlar taktılar..."

 

Güney Kalkavan'a bu kadar teselli çoktu bile. Bölmeleri yüzünden bizim kaderimizle oynamıştı resmen pezevenk.

 

Güney yüzüme çok sevimsiz bir şeye bakar gibi baktı birkaç saniye. "Teselli anlayışını siksinler kızım senin." Onaylamaz gibi başını iki yana salladıktan sonra derin bir çekmiş ve "Ama harbi lan..." diyerek bana katılmıştı. "Hayat resmen sillesini çaktı, feleğim şaştı."

 

Hayat yapardı öyle şeyler, severdi felek şaşırtmayı, avuçlardan kaymayı... İnsanın payına düşen tek şey izlemek olurdu. Göz göre göre hayatının mahvoluşunu izlerken alışırdı bir noktada. İnsan alışırdı da hayat alışmadığın noktaları iyi bilir, oradalardan vurmayı iyi becerirdi.

 

"Büyüyünce geçer..." diye bir yalan söyledim. Bunu hem ona hem kendine söyledim. Geçtiği falan yoktu da insanın kendini bu yalana inandırmaya ihtiyacı vardı devam edebilmek için.

 

Onu kendi haline bırakıp onun yanından geçtim ve yoluma ilerlemeye devam ettim. Koşmaya başlamadan önce yürüdüğüm birkaç adımdı. Güney de ister devam ederdi benimle -ki hiç sanmıyordum bunu- isterse de eve dönerdi.

 

Tam koşmak için adımlarımı hızlandırdığım sırada "Bekle..." dedi Güney, duraksadım. "Madem çok koşasın var hadi bir oyun oynayalım."

 

Kaşlarım çatılırken ona dönüp sorgulayan gözlerle baktım yüzüne. "Ne oyunu?"

 

Açılan mesafeyi birkaç adımda kapatıp tam karşımda durdu. Yüzüne dağılan o hoşnutsuzluk şimdi silinmiş ve tanıdık o haylaz ifade yerine yerleşmişti.

 

"Savaş ile altı yedi yaşlarındayken oynardık. Tam da gecenin bir vakti, herkes uyuyordur. Çok eğleniriz, hemde kafan dağılmış olur..."

 

Ciddi olup olmadığını anlamak için birkaç saniye yüzünü izlemem gerekmişti. Ciddi olduğunu gördüğümdeyse gözlerimi devirmiştim.

 

"Altı yaşında oynadığınız oyunu şimdi yirmili yaşlarımızda mı oynayacağız gerçekten? Aptal mısın sen?"

 

Güney yalnızca sırıtmakla yetindi ve birkaç adımla kaldırıma çıkıp apartmanlardan birine doğru ilerledi. Ben daha ne olduğunu anlayamadan birkaç zile birden ısrarla basmaya başladığında gözlerimi irileştirerek baktım ona. "Manyak mısın sen? Ne yapıyorsun?" diye homurdandım ona doğru ilerlerken. Bir yandan da gözlerim zillerine tecavüz ettiği apartmanda dolanıyordu. Evlerin ışıkları teker teker aydınlanmaya başlamıştı bile.

 

İnsanların uyandığını gören Güney elini zillerden çekip kolumu tuttu ve "Koş, koş, koş..." diye sessizce bağırdı.

 

Ardımızda küfreden öfkeli insanlar bırakıp birlikte koşarak karanlığın içine karışırken istemsizce gülmeye başlamıştım.

 

Köşeyi dönüp sonunda durduğumuzda gülüşlerimin arasında "Salak..." diye homurdandım. "Ya şikayet ederlerse?"

 

Sırtını duvara yaslayıp soluklanırken o da gülüyordu. Bir kez cıklayıp "Bir eve ikinci kez bulaşmadığımız sürece bir şey olmaz; sarhoş der, deli der geçerler."

 

"Ya da büyüyememiş iki çocuk..." Bunları söylediğimi sesim kulaklarıma dolduğunda fark edebilmiştim ancak ve sözlerimle gülüşüm kesilmişti.

 

Güney'in gülüşü de yavaş yavaş yüzünde dondu. "Biz mi büyüyemedik yoksa büyütmeyi mi beceremediler?" derken sesi ondan beklenmeyecek kadar ciddiydi. Ne diyebilirdim ki buna? Hangi çocuk suçlanabilirdi onu acıtan, kanatan, değiştiren sorunlarına karşı? Hangi çocuk kanatlarını kopardıkları halde uçmaya çalışırken, kendi kanatlarını koparmaktan mesul tutulabilirdi?

 

Yalnızca bir kez baktım Güney'in gözlerine, o bir bakışta her yaşımın yası saklıydı. Sonra dudaklarım kıvrıldı büyük bir gülümsemeyle ve yanına yerleşip hemen yan tarafında bulunan apartman kapısındaki zillerin hepsine aynı anda bastım. Binadan yükselen zil sesleriyle birlikte ışıklar yanmaya başladığında elimi çektim ve birlikte koşmaya başladık.

 

Bunu kaç kez tekrarladık hiçbir fikrim yok ama pek çok insanı rahatsız ettiğimiz kesindi. Yine de çok eğlenmiştik. İnsanların öfkeli sesleri sokakları inletirken bizim kahkahalarımız o öfkelere tıkamıştı kulaklarımızı. İkimiz de o an altılı yaşlarımıza dönmüştük sanki.

 

Aklımı dağıtma konusunda gerçekten mükemmel bir yöntem olmuştu, kendimi çok daha iyi ve hafiflemiş hissediyordum. En azından öfkenin içimde kaynayan lavı sönmüştü.

 

Koca bir sokağı uyandırdıktan sonra yeniden eve döndüğümüzde Güney kendini salondaki üç kişilik koltuğa bıraktı, orada uyuyacaktı. Bende odama çıkmadan önce su içmek için mutfağa yöneldiğimde Damla, Gece ve Madelyn üçlüsünü bıraktığım gibi buldum.

 

Mutfağa girer girmez tüm bakışlar bana dönmüştü. Bir an ne yapacağımı bilememenin hissiyle bocalarken Damla ayağa kalkmış ve bana sımsıkı sarılmıştı. Hemen ardından da Gece ikimize birden... İri gövdesi ikimize de kocaman sarılmasına olanak sağlıyordu.

 

İkisinin arasındaki boşluktan Madelyn'ın gözlerini gördüm. Ve kesinlikle o gözler biz üçümüze bakarken, üçü baş başa olduğu andaki gibi gülümsemiyordu...

 

💎🎭

 

Dinçer Dövüş Kulübü...

 

Geldiğimiz harabeleri andıran bu yerdeki en bakımlı binanın kapısının üzerinde asılı olan tabelada yazan buydu. Gece'nin söylediği dövüş dersi için gelmiştik buraya. Doğruyu söylemek gerekirse hiç istekli değildim bunun için.

 

Kapıdan çıkan gençlerin dik dik bakışları eşliğinde Damla ile aynı anda arabadan çıktık. O benim aksime çok heyecanlıydı çünkü Maya ve Yazgı ile gerçek bir tanışma istiyordu. Özellikle Yazgı ile... Ve heyecanını çok konuşarak çıkarıyordu. Onun gününün konusu elbette Madelyn'dı.

 

"Evliymiş ve bir yaşında bir kızı varmış. Düşünebiliyor musun İzel benim bir yeğenim var..."

 

Onun sevincini paylaşabilmeyi gerçekten dilerdim. Ama Madelyn'ın biz üçümüze olan bakışları gözlerimin önünden gitmiyordu. Ne şimdi ne de dün gece yanlarından ayrılıp Savaş'ın kollarına döndüğüm sırada... Abartıyor da olabilirdim ama bir şey beni rahatsız etmişti o bakışlarda ki...

 

Yine de -muş gibi yapabilirdim. "Sizin adınıza çok sevindim civciv. Adı neymiş?" Dudaklarıma yazdığım büyük bir gülümsemeyle de bu iş tamamdı.

 

"Juliette." Tanrım, heyecanı sesinin her noktasına yayılıyordu.

 

"Belki bir gün Romeo'sunu bulur ha?"

 

İkimiz de gülerken arabasının etrafından dolanan Gece yanımıza geldiğinde ona döndük.

 

"Hadi..." diyerek bizi içeri doğru yönlendirdi. Öğrenci olduğunu tahmin ettiğim grubun yanından sıyrılıp içeri adım attığımızda duvardaki posterler dikkat çeken ilk şeydi. Karşımıza çıkan iki kapının ardından aşağı doğru uzanan basamakları indiğimizde asıl alan gözlerimizin önüne serildi. Yan yana ve karşılıklı sıralanmış kafesler, kum torbaları vücut geliştirme aletleri...

 

"Ayrıca..." diyerek konuşmaya devam ediyordu Damla. "Korktuğum gibi yirmi beş yaşında değilmişim. On yedi ocakta ikimiz de yirmi üç yaşına girmişiz. Üç yıllık bir kaybım var ama beş yıldan iyidir..."

 

Gece Damla'nın sözlerine homurdanırken ben yorum yapmadan salonu incelemeye devam ediyordum ve doğruyu söylemek gerekirse daha şimdiden ruhum sıkılmaya başlamıştı.

 

Kafeslerin ortasında durduğumuzda "Hoş geldiniz..." diyen tanıdık bir sesle bakışlarım o tarafa döndü.

 

Altında siyah bir şort, üstünde bol, göğüslerini ancak kapatan beyaz kalın askılı bir bluz vardı. Bluzun altından görünen siyah sporcu sütyeninin izin verdiği ölçüde küçük bir kısmı görünen dövme ilgi çekici duruyordu. Muhtemelen bir göğüs arası dövmesinin parçasıydı.

 

Ama her şeyden çok ilgi çeken başka bir şey vardı.

 

Kadının altı tane karın kası vardı...

 

Altı...

 

Bir gram bile yağı yok diyebilirdim, kaburgaları sayılabilecek kadar zayıftı ama altı tane karın kası vardı.

 

"Seni yeniden görmek güzel Küçük Kız..."

 

Gözlerimi karın kaslarından çekip kahvelerine döndüğümde soğuk bakışlarının tıpkı hatırladığım gibi olduğunu fark ettim.

 

Küçük Kız...

 

Takmıştı bu isme...

 

Bakışlarım otomatik olarak kısılırken "Seni de daha kansız bir zamanda görmek güzel..." dedim ilk karşılaştığımız zamana gönderme yaparak. Paramparça olmuş cesetler, kanın kokusu ve onun baştan aşağı kana büründüğü haller bir kez daha gözlerimin önünden geçerken... Zihnimi düşünmekten itinayla alıkoyduğum anlardı.

 

Dudağının bir köşesi hafifçe kıvrılırken kollarını göğsünde bağladı. "Dersin sonuna kadar bekle derim ben..."

 

Ah, bu canıma okuyacağı anlamına mı geliyordu?

 

Deli gibi geri dönme isteğine direnip karşısında dikilmeye ve dik dik yüzüne bakmaya devam ettim. Beni akademik kariyerime ulaştırmayacak her türlü dersten nefret ediyordum. Özellikle babamın ve Gece'nin ayarladıklarından...

 

Neyse ki Damla araya girip Yazgı'nın bendeki ilgisini üzerine çekmeyi başarmıştı. Onlar kendi aralarında konuşurlarken bakışlarım yeniden salonun içine döndü, Maya ortalarda görünmüyordu.

 

Kafeslerin arkasındaki bir hareketlilik dikkatimi çektiğinde birkaç adım sağa kayıp hareketliliğin kaynağına baktım. Ben yaşlarındaki bir çocuk şınav çekiyordu. Gözlerim istemsizce ona takıldı. Kas kütlesinden ibaret gibi görünüyordu ama aynı zamanda zayıf bir yapısı da vardı. Kendini indirip kaldırırken hiç zorlanmıyormuş gibiydi.

 

Ona baktığımı fark ettiğinde hareketleri kesintiye uğramadan bakışlarını bana çevirdi ve sırıtıp göz kırptı. Çektiği şınavla hava mı atıyordu? Hah, Gece tek elinin üzerinde yapıyordu onun yaptığını. Gözlerimi devirip yeniden Yazgı ve Damla'ya döndüm.

 

"Dikişlerine iyi bakmışsın..." diyordu yazgı. Damla'nın kapüşonlusunun yakasını dirseklerine kadar indirmişti ve giydiği askılı sayesinde rahatça ortada olan sargılarını çözüp dikişlerine bakabiliyordu. "Bir hafta sonra gönül rahatlığıyla aldırabilirsin ama garanti olsun dersen bir iki gün daha bekle. Ve ilaçların tamamen bitene kadar da kullanmaya devam et onları. Bittikten sonra hâlâ ağrın olursa aynı ağrı kesiciden alabilirsin."

 

Damla mı? Damla tamamen Yazgı'ya kilitlenmiş hayran hayran onu izliyordu. "Teşekkür ederim..." diye mırıldandı. "Hayatımı sana borçluyum. Her anlamda... O gün siz olmasaydınız bitmiştik biz..."

 

Yazgı sargıyı yeniden sararken kısacık bir an bakışlarını bana çevirdi. "En azından birileri nezaket gösterebilecek kadar olgun..."

 

Asla samimi olmayan bir gülümsemeyle karşılık vermekle yetindim. Bu kadınla laf yarışına girilmeyeceğini o gün yeterince net görmüştüm.

 

İşi bittiğinde "Sen bu kolu zorlayamazsın, senin için en azından dikişlerin alınana kadar beklememiz gerekecek. Ama kenardan izleyebilirsin, izlemek de çok şey öğretir insana." diye mırıldandı. Sonra bana döndü. "Sana gelince Küçük Kız, ürkek ürkek kafeslere bakmaya devam mı edeceksin yoksa içeri girmeye cesaretin var mı?"

 

Son hatırladığımda da bu kadar sinir bozucu muydu bu kadın? Ya da her lâfınsa böyle iğneleme mi vardı?

 

"Kafeslere ürkek ürkek baktığım falan yok, elbette gireceğim." Ama kendi yöntemlerimle...

 

"Bunu gel de gözlerine anlat..." diye karşılık verdi bir elini birkaç metre ötemizde olan kapısı açık kafese doğru uzatırken.

 

Son kez yüzüne bakıp kendimden son derece emin adımlarla çıktım kafese. Kenarları tel örgülerle çevriliydi ama üst tarafı açıktı. İhtiyacım olan tek şeydi o açıklık.

Yazgı da girip kapıyı içerden kilitlediğinde şimdi üç çift gözün önünde -şınav çeken çocuk da durmuş bize bakıyordu- kafeste karşılıklı duruyorduk.

 

Bakışlarım yüzünden karın kaslarına kaydı yeniden. Aramızda kısa bir mesafe vardı. Tepkisini ölçmek ister gibi işaret parmağımı ileri doğru uzatıp karnına dokundum. "Gerçek mi bunlar?" Sertti, sanki karnına bir darbe vursam hiçbir şey hissetmeyecekmiş gibi.

 

Parmağımla ikinci kez kaslarını dürtüklerken birden kolumdan tutuldum. Savrulurcasına diğer tarafa döndürülüp bedenim sertçe örgü tellere yaslandığında ne olduğunu anlayamamıştım. Her şey saniyeler içinde olmuştu. Belki de daha kısa bir sürede...

 

Derin bir nefes verirken bel oyuntuma yasladığı kolumu çekmeye çalıştım ama diğer eli de sırtıma yaslı olduğundan hareket alanım çok kısıtlıydı. Tellerin yüzüme geçici bir iz bıraktığı kesindi.

 

Kulağıma doğru eğilip "Ders bir: Kafese adım attığın an mücadele başlar. Rakibine karşı gardını asla düşürmemeli, dikkatinin dağılmasına izin vermemelisin." diye mırıldandı kulağıma. Mırıldanmasına rağmen sesi öyle net, öyle kendinden emin geliyordu ki...

 

Beni bırakıp geri çekildiğinde rahat bir nefes alıp telden uzaklaştım. Silkelenerek ona döndüğümde artık ona olan bakışlarım daha ciddiydi.

 

"Ben dövüşçü değilim, ringlerle işim olmaz."

 

Yavaş yavaş kafesin içinde dönmeye başlamıştık. Gözlerini bir an olsun gözlerimden ayırmıyordu. Öyle keskindi ki bakışları, öyle soğuk... Kahverenginin bu denli dondurucu bir etkiye sahip olacağını, keskin bir buz misali insanın tenini kesebileceğini hiç düşünmezdim.

 

"Hayat savaştan ibarettir ve savaşmak zorunda kaldığın her yer bir ringdir İzel..."

 

Sözleriyle dudaklarım kıvrıldı. Öyle bir noktaya değinmişti ki, onun kastettiği şeyden çok ayrıydı o cümlenin bendeki yeri.

 

Hayat savaştan ibarettir...

 

Bu aralar benim için hayat Savaş'tan ibaretti gerçekten de...

 

Hiçbir şey söylemedim. Bir tur daha döndük etrafımızda.

 

"Gece Hancı daha önce bu konuda eğitim aldığını söyledi. Bir bakalım ne durumdasın..."

 

Sözlerini söyler söylemez bir atakla üzerime geldiğinde hazırdım. Ondan daha hızlı davranıp yanından sıyrıldım ve iki hızlı adımla diğer taraftaki örgü tellere ulaşıp parmaklarımı aralarına geçirerek bedenimi yukarı kaldırdım. Birkaç saniye içinde tepeye ulaşmış, sonraki birkaç saniyede de diğer tarafa atlamıştım çoktan. Ayaklarımın üzerine yere inmek, kafesin boyu yüzünden ayak bileğimi hafifçe sızlatmıştı ama önemli değildi. Şimdi Yazgı içerdeydi, ben dışarıdaydım.

 

"İzel..." diye homurdandı Gece ama dönüp ona bakma gereği görmedim. Dövüşemediğimi biliyordu ve Yazgı'nın nasıl dövüştüğünü de... Ne yapmamı bekliyordu ki?

Yazgı kafesin içinde bana doğru döndüğünde gözlerinde eğlenen parıltılar vardı.

 

"Ne?" diye sordum kaşlarımı kaldırıp omuz silkerken. "Kaçmak da savaşın bir parçasıdır, bazı savaşlar kaçarak kazanılır."

 

Çenesi dikleşirken "Kaçmak korkakların işidir." diye karşılık verdi ve kafesin kapısını yeniden açtı. "Gir ve bana korkak olmadığını göster İzel İzem Hancı. Çünkü korkak olmadığını biliyorum."

 

Kaçmak korkakların işi değildi, bu yalnızca kaçmayı beceremeyenlerin uydurduğu bir yalandı. Kaçma becerisi insanı hayatta tutardı. Ve her insan hayatının bir döneminde kaçabilmeyi dilerdi...

 

Kafese çıkan üç basamaklı merdiveni tırmanıp Yazgı'nın tam karşıda durduğumda buz gibi soğuk olan gözlerine bakıp "Söylesene Yazgı Deha Yaman..." diye mırıldandım. "Senin de hayatın boyunca hiç kaçabilmeyi dilediğin anlar olmadı mı?"

 

İrislerini donduran buz kütlesinin çatladığı ana anbean şahit oldum. Olmuştu. Yazgı Deha Yaman'ın bile kaçmayı dilediği bir an olmuştu.

 

Tekrar, tekrar ve tekrar... Üzerime geldiği her seferinde bir şekilde sıyrılıp kendimi kafesin dışına atmayı başarmıştım. Sorun onda değildi, sadece ben hayatım boyunca kaçmak için eğitilmiştim. O dövüşmekte ne kadar iyiyse ben de kaçmakta o kadar iyiydim.

 

"Hadi ama..." diyerek bıkkın bir nefes bıraktı. "Anladık, kaçma konusunda çok iyisin ama kaçarak hiçbir şey elde edemezsin Küçük Kız..." Onu kızdırmıştım. Omuz silkip "Aslında ederim..." diye karşılık verdim. Bu zamana kadar etmiştim de...

 

Elini tellere yaslayıp yüzüme sert bir bakış attı. "Edemezsin İzel. Ettiğini sanırsın ama günün sonunda ellerinde hiçbir şey yoktur. Bir zafer yoktur. Gir içeri ve dövüş benimle, potansiyelimin yüzde birini bile kullanmayacağım üzerinde. Sadece daha önce aldığın dersle ne durumda olduğunu görmek istiyorum."

 

Daha önce aldığım dersler... On yaşında falanken... Anoreksiya krizleri atlatmadan, böbreklerimden birini kaybetmeden, fiziki olarak çökmeden öncesi... Onun sertleşen bakışlarına aynı sertlikle karşılık verirken "Ders bir..." diyerek onu taklit ettim. "Öğrencilerini kafesin içinde tutmayı öğren o zaman."

 

Ona sırtımı dönüp Gece'ye baktığımda son derece kızgın bir şekilde beni izlediğini gördüm. Hemen yanında duran Damla'nın ise kaşları muzip bir ifadeyle kalkmıştı, dudaklarında bunun olacağını biliyordum der gibi bir gülümseme vardı.

 

"Sanırım bugünlük ders bitmiştir." Son kez Yazgı'nın gözlerine baktım. "Yarın aynı saatte görüşmek üzere hocam..."

 

Hepsini ardımda bırakıp önce kulüpten çıktım sonra da bu metruk mahalleden. Damla da Gece ile dönerdi artık.

 

Sabah ertelenen antrenman, akşam da ertelenirdi muhtemelen. Madelyn hâlâ evdeydi ve bizimle ilgili hiçbir şey bilmiyordu. O gidene kadar Gece risk almanın gereksiz olduğunu söylemişti. Bu yüzden günün geri kalanında yapacağım hiçbir şey olmadığından, zamanımı eve gidip duş aldıktan sonra Savaş'a geçip çizim üzerinde çalışarak geçirecektim. Bugün teslim etmesi gereken bir heykel siparişi vardı ama şu ana kadar çoktan teslim etmiş ve evine dönmüş olmalıydı.

 

Evimin önüne geldiğimde ve kapı kayarak açıldığında görüş açıma giren Savaş'ın arabasıyla kaşlarım çatıldı ama dudaklarımda bir gülümseme vardı. Kapıdan geçip arabamı arabasının yanına park ettiğim sırada o bagajın açık kapısının önünde beni izliyordu.

 

Arabadan çıktım. "Hey, burada ne yapıyorsun?" Adımlarım ona doğru ilerlerken bagajdaki şövale gözüme çarptı. Birkaç tane de tuval ve kutular vardı.

 

"Sana sürpriz yapmak istemiştim..." diye mırıldandı bir adımla bana doğru yaklaşıp. "Ama erken geldin." Beni belimden tutup kendine çektiğinde ellerim otomatik bir hareket göğsüne yerleşti.

 

"Daha iyi misin?" diye sorarken gözleri arayış içinde gözlerimi tarıyordu. Canlı bir hayat gibi parlayan okyanuslarının içinde sonsuza kadar kaybolabilirdim. Orada bambaşka bir hayat vardı, şu an yaşadığım hayattan çok daha huzurlu ve mutlu...

 

Ellerim usulca ensesine doğru kaydı ve parmak uçlarımda yükseldim. Dudaklarımı dudaklarına bastırmadan önce "Sayılır..." diye fısıldadım. Tenimin altından geçen özlem duygusuyla öptüm onu ve aynı tutkuyla karşılık buldum. Gözlerindeki hayata giremiyordum belki ama dudaklarında kendi hayatıma anlam buluyordum.

 

Geri çekildiğinde bakışlarım yeniden arabanın bagajına kaydı. "Bunlar ne?" Savaş da ellerini belimden çekip bir adım uzaklaştı benden. "Çizim yapabilmen için gerekli olan her şey..."

 

Sonra uzanıp şövaleyi aldı ilk önce, onu yere bırakıp kutulardan birine uzandığı sırada "Bunları bende alabilirdim..." diye mırıldandım. Düşünmesi tatlıydı ama yine de bunları alması gereken kişi bendim.

 

"Biliyorum..." Aldığı kutuyu yere bırakıp tuvallere uzandı bu kez. Onları koymadan önce durup birkaç saniye yüzüme bakmıştı. "Ama o zaman sürpriz olmazdı." İşine devam edip tuvallero kutunun üzerine bıraktığında dudakları muzip bir gülümsemeyle kıvrılmıştı. "Ayrıca ilk tanıştığımız anı hatırlıyorsun değil mi? Az daha dolandırılıyordun hani?"

 

Sözleriyle kaşlarım çatılırken dudaklarımdan "Hey..." diye bir nida döküldü. "Ben sadece okulun verdiği listeyi tamamlıyordum."

 

Omuz silkti, alaycılığı hâlâ oradaydı. "Sonuçta dolandırılıyordun. O yüzden malzemeleri sana bırakıp risk alamazdım."

 

Hadi ama... Çizimle hiç ilgisi olmayan biri ürünlerin kalitesini nereden anlayabilirdi ki? Mesela ben şimdi Savaş'a makyaj malzemelerini göstersem hangisinin kaliteli olduğunu anlayabilir miydi? Hayır! Eminim fondöten ve kapatıcı arasındaki farkı bile bilemezdi.

 

Kollarımı göğsümde bağladım, şimdi ona diktiğim bakışlarım kısılmıştı. "Teknik olarak sende dolandırıldın şu an..." derken sesim saçmaladığım farkında olduğum bir özgüven ile çıkıyordu.

 

Bir diğer kutuyu yere bırakıp sorarcasına baktı yüzüme. Bir elimle aldıklarını işaret ettim. "O gün bunların az çok fiyatlarını gördüm, oldukça pahalılar. Benim resim konusundaki beceriksizliğim yüzünden hepsi kısa sürede çöp olacak."

 

Birkaç saniye yüzüme baktıktan sonra sırıtıp yeniden bagaja eğildi ve içinden büyük boy bir resim defteri çıkardı. "Onu da düşündüm..." diye mırıldandı defteri göğsüme doğru bastırıp. "İşe bu defter ile başlayacağız. En başından... Ellerini açmak için sayfaları rastgele çizgilerle doldurarak..."

 

Ah, el açma derken neyi kastettiğini biliyordum. Korkunç sıkıcı bir işti.

 

Şaşkın şaşkın yüzüne bakakalırken elimin ucuyla defteri tutmuştum. "Meyve sepetleri çizmeye ne oldu?"

 

İşine dönmeden önce göz kırpıp çarpık bir gülüşle baktı yüzüme. "Zamanımız kısıtlı diye yürümeden koşmaya çalışıyorduk biz. Şimdi vaktimiz olduğuna göre, emeklemeye geri dönebiliriz."

 

💎🎭

 

"Seni ayartma şansım hiç mi yok?"

 

Önümdeki deftere ardı ardına yuvarlaklar çizerken hemen arkamda oturan Savaş'a baktım omzumun üzerinden.

 

Ben duş alırken o eşyaları yukarı taşımıştı. Onu ayartmaya çalışmıştım, havluyu unutmuş numarası bile yapmıştım ama yememişti. İşine geldiğinde doyumsuz olan bu adam, işine geldiğinde iradesi demirden sağlam birine dönüşebiliyordu, bugün bunu öğrenmiştim.

 

"Bugün yeteri kadar çalıştıktan sonra, biraz önceki yaramazlıklarının acısını fazlası ile çıkaracağımdan emin olabilirsin güzelim ama şu an elini çizgilere alıştırmamız gerek."

 

Oflayarak önüme dönüp yamuk olan dairenin yanına bir yenisini karalamaya başladım. Yaramazlık dediği şey alt tarafı, getirdiği havluyla beraber onu da banyoya çekmeye çalışmam ve odaya tamamen çıplak bir şekilde girmemden ibaretti. Belki arada bir yerde üzerine atlamaya çalışmış da olabilirdim ama neyse konumuz bu değil...

 

"Şu sınav için bana çizeceğin açılar ne oldu peki?" diye sordum bu kez. Sınav yaklaşıyordu ve o dersten geçebilmek için Savaş'ın o jestine gerçekten ihtiyacım vardı.

 

"Hazır..." dedi Savaş çenesini omzuma yaslayıp. Sandalyesinin bana doğru yaklaşırken yerde çıkardığı sesini duymuştum. Ardından kolları belime dolandı ve omzuma yumuşak bir öpücük kondurdu. "Ama vermek için bir şartım olacak..."

 

Beyaz sayfanın üzerinde kalemi döndüren elim duraksadı sözleriyle. Şart mı? "Ne şartı?"

 

Dudaklarının yönü boynuma doğru evrilirken, öptüğü her noktada kıvılcımlar çakıyordu. Tenime kondurduğu öpücüklerinin yanı sıra kokumu da içine çekiyor oluşu, kalbimi tekletiyordu.

 

"Bana şarkı söylemeni istiyorum..."

 

Bir an donakaldım kollarının arasında. Tenimde yaktığı kıvılcımlar teker teker söndü. Aklım o güne gitti, ona arabanın içinde şarkı söylediğim güne. Sesimin kötü olduğunu söylediğinde, garip bir şekilde, yalnızca annemle kendime sakladığım gizli yeteneğimi ona da göstermek istemiştim. Aklımdan çoktan çıkıp gitmişti o an, Savaş'ın da unuttuğunu sanıyordum. Unutmamıştı.

 

"Neden?" diye sorarken sesim istemsizce çekingen çıkmıştı.

 

Kolları sıkılaştığında sırtım tamamen göğsüne yaslandı. Kalbinin atışı şimdi kalbimin ritminin üzerinde oynaşıyordu.

 

"Çünkü o an benim için çok özeldi. Yalnızca annenle paylaştığın bir sırra ortak olduğum bir andı. Kendini bana açtığın bir an..." Derin bir öpücük tenime bahar açtırıp devam etti konuşmaya. "Benim için paha biçilemez bir şey bu İzel. Tekrarını istiyorum. İkinize sakladığın bu sırrı ortaya dökerken yüzüne çöken huzuru, acılarını bir kenara itişini, onlardan az da olsa uzaklaştığını ve kendini yalnızca ana bıraktığını tekrar görmek istiyorum."

 

O kadar dikkat ettiğini gerçekten düşünmemiştim o an, beni bu kadar dikkatli izlediğini...

 

Kalbimin pamuk şeker misali yumuşacık olduğunu hissetmem normal miydi?

 

Savaş boynuma bir öpücük daha kondurdu. "Anlaştık mı?" diye sorarken söylediklerinden etkilendiğimi biliyordu. Hafifçe güldükten sonra kalemi bırakıp elimi yüzüne yerleştirdim ve kafasını geri doğru ittim. "Anlaştık ama öpme beni..." dedim gülmekle homurdanmak arasında bir yerde. Diğer kolumun dirseği ile de belini dürtüklemeye başlamıştım. "Hatta sarılma da... Ders bitene kadar uzak dur benden. Beni reddetmenin cezası..."

 

Beni tabii ki dinlemedi ve daha sıkı sarılıp boynumu öpücük yağmuruna tuttu.

 

Yarı çizime odanlanarak yarı da Savaş'ın öpücüklerine kendimi kaptırarak geçirdiğimiz bir saatin sonunda Damla yanımıza gelmiş, yemeğin hazır olduğunu söylemişti.

 

Savaş'a kalsa tam ısındığım için yemeğe biraz geç inmeli ve çizmeye devam etmeliydik ama neyse ki ona kalmadan kollarının arasından fırlayıp aşağı inmiştim. Acıkmıştım yani...

 

Madelyn ve Gece karşılıklı masaya oturmuşlar, Damla da mutfaktan elinde bir tepsi ile çıkıp yanımıza doğru gelmişti. Tam masaya oturacağımız sırada Savaş'ın telefonunun sesi yükseldi odanın içinde ve telefona cevap verip yanımızdan ayrıldı.

 

Kendi sandalyeme otururken bakışlarım Savaş'ın sırtındaydı. Damla bir şeyler anlatıyordu ama benim dikkatim tamamen Savaş'a kaymıştı. Profili gördüğüm yüzü gerilmiş miydi bana mı öyle geliyordu?

 

"Yarınki derste bugünkü yaptığın gibi yapmayacaksın İzel..."

 

Gece'nın oktavı yüksek çıkan sesiyle irkilip ona döndüm. Suyuma uzanıp bir yudum içerken omuz silkip "Benim yaptığım da bir çeşit dövüştü..." diyerek kendimi savundum. "Neticede o ne kadar hızlı olursa olsun ellerinden kaçıp kafesten çıkmayı her seferinde başardım. Bence tebrik edeceğin bir konumdayım şu an..."

 

Gece tam dudaklarını aralayıp bir şey söyleyecekken "Haberler iyi değil..." diyerek Savaş yanımıza döndü. Hemen yanımdaki sandalyeye bedenini bıraktığında sıkıntıyla dolu okyanusları Gece'ye bakıyordu. "Arayan Altuğ'du..." diye açıklamaya devam etti. "Aksel, İstanbul'daymış. Berat diye bir arkadaş var okuldan, Aksel ve Yasemin'e yakın bir isim..."

 

Berat...

 

Tanıdık bir isimdi, daha önce duyduğum kulağımın aşina olduğu bir isim... Derken hatırladım. Çok öncelerde otobüsten Gece yüzünden atıldığım gün yolumu kesen grubun içindeki bir çocuktu. Savaş'a annesi ile ilgili bir lâf söylediği için Savaş'tan ağır bir dayak yemişti.

 

"Aksel ona ulaşmış. Tam olarak konumunu söylememiş, polisler tarafından arandığı için saklanması gerektiğini söylemiş ama Berat'tan büyük bir depo kiralamasını istemiş. Ne için olduğunu tahmin etmek o kadar zor değil..."

 

Adını duymak bile tüylerimin diken diken olmasına yetmişti. Allah'ın cezalarından kurtuluş yok muydu gerçekten? Asla pes etmeyecekler miydi yani? Nereye kadar sürecekti peki bu?

 

Kısa bir sessizlik Gece'nin, "Aksel'in Berat denen adamı aradığı numarayı alabilir misin?" diye sormasıyla kesildi. Sesinin her noktasına sinen gerilim öyle yüksekti ki... "Belki numarayı takip edip yerini saptayabilirim. Aksi takdirde nereden bulacağız ki bu piçi koskoca şehirde. Samanlıkta iğne aramak gibi bir şey bu..."

 

Gece Hancı'nın gücü teknoloji kadardı. Teknolojinin olmadığı noktada onun da yapabileceği bir şey kalmıyordu. Ve Aksel, onum da gücü teknoloji ile orantılıydı...

 

"Sordum..." diye cevap verdi Savaş. "Tek kullanımlık hattan aramış. Yani takip edebileceğin bir şey olduğunu sanmıyorum."

 

"Sikeyim..." diye hırladı Gece bu kez. Şimdi masanın üzerinden Savaş'a doğru eğilmişti. "Ne yani onun bize saldırmasını mı bekleyeceğiz? Asla olmaz, en zayıf anı kollayacaktır pezevenk. Ondan önce davranmamız gerekiyor."

 

"Biliyorum..." Savaş'ın sesi şimdi daha rahat çıkıyordu. "Neyse ki İstanbul'un her noktası avucunun içinde olan bir tanıdığım var. Ondan yardım isteyeceğim, Aksel'i bulması çok uzun sürmez diye düşünüyorum."

 

Gece'nin ona olan bakışları sorgulayıcı bir hâle bürünürken bizim merak dolu bakışlarımız da şimdi Savaş'a dönmüştü.

 

"Kim?" diye sordu Gece.

 

Savaş'ın ise dudağı kıvrılmıştı yalnızca. Ardından elinde tuttuğu telefonunu açıp, bir numarayı tuşladıktan sonra telefonu kulağına yaslamıştı.

 

Birkaç saniye geçti. Telefon sonunda açıldığında Savaş'ın derin sesinden o isim döküldü.

 

"Çetin Aral Bakırcı? Uzun zaman oldu kardeşim."

 

🎭💎

 

Bölümü nasıl buldunuzzz?

 

Bilmeyenler için Çetin Aral Bakırcı, Körebe isimli kurgumun baş karakteri.

 

Zaman ayırıp okuyan yorumlayan ve oy veren herkese sonsuz teşekkürler, seviliyorsunuz❤️

Loading...
0%