@saniyesolak
|
Sellam✨
Nasılsınız?
Şimdiden herkesin bayramını enişten dileklerimle kutluyorum❤️🤭 Bölüm biraz kısa oldu ama bu bölüm için asıl planladıklarımı bölmek istediğim için kısa oldu. Muhtemelen bir sonraki bölüm de bu uzunluklarda olacaktır. Sonra normale dönüyor olacağız zaten. Olaylarımız başlıyor yine🌚🌝 Bölüme geçmeden önce bol bol oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın olur mu? Bunlar benim için çok önemli❤️ Keyifli okumalar diliyorum✨ 💎🎭 İZEL İZEM HANCI'DAN: "Ben doğru mu anladım? Biz şimdi bir lise öğrencisinden mi medet umuyoruz?"
Gece'nin hayret dolu sesiyle umutsuzca bir nefesi içime çektim. Savaş aradığı arkadaşıyla ilgili bizi bilgilendirirken, bir lise öğrencisi olduğunu söylemişti lâf arasında önemsiz bir detay gibi ama lâf arasında kalmamıştı hiçbir şey. Lise öğrencisi dediği andan beri Gece'nin takıldığı tek nokta buydu çünkü. Ve eminim ki Savaş bu noktayı ağzından kaçırdığı için çok pişmandı. Bunu gözlerinden okuyabiliyordum.
Önümdeki rostodan bir parça daha kesip afiyetle yerken onların konuşmalarını yalnızca dinlemekle yetiniyordum. Çünkü bu konuda Savaş'a güveniyordum. İstanbul'u avucunun içi gibi bilen ve bize Aksel'i getirecek olan kişi o diyorsa oydu. Savaş birilerini durup duruken abartarak anlatacak, olmadığı gibi gösterecek biri değildi. Bu konunun acıkmamla ve Damla'nın yaptığı rostonun lezzetiyle hiçbir ilgisi yoktu yani... Savaş'a güvendiğim için köşeme çekilmiştim sadece...
Savaş gözlerini devirdi. "Bir sakin olursan her şey daha kolay olacak Gece Hancı. Sana diyorum; değil İstanbul, Türkiye'nin hangi noktasında olursa olsun Aksel'i eliyle koymuş gibi bulup bize getirebilecek olan tek kişi Çetin Aral Bakırcı'dır." Sesi o kadar bıkkın geliyordu ki... Bir an ona üzüldüm. Gece ile uğraşmak kolay değildi.
"On sekiz yaşındaki bir ergeni gözünde fazla mı büyütüyorsun acaba Savaş?"
"On sekiz değil, yirmi iki yaşında."
"Ha bir de yirmi iki yaşında hâlâ liseden mezun olamamış bir geri zekâlıdan medet umuyoruz." Burun kemerini sıkarken başını iki yana sallamış ve sabır dilenircesine iç çekmişti. "Sana güvendiğim dakikaların her bir saniyesini sikeyim ben."
Savaş bu sözlere hiç alınmadı. Hatta aksine eğleniyormuş gibi bir ifadeyle, dakikalar sonra ilk kez, dudaklarının bir köşesi yukarı doğru kıvrıldı. Yüzü o bıkkın ifadeden bir nebze arınmıştı. "O buraya geldiğinde bunu onun yüzüne de söyle olur mu?"
Gece sadece memnuniyetsiz bir şekilde homurdanmakla yetinmişti başını iki yana sallayarak.
"Her nedense..." diye söze karışan bu kez Damla oldu. Doğan sessizliği fırsat bilmişti. "İçimden bir ses Gece'nin çok fena kapak olacağını söylüyor. Çünkü Savaş kendine, daha doğrusu arkadaşına, çok güveniyor."
Savaş'ın dudaklarından yalnızca alaylı bir gülüş daha dökülmüştü ve su bardağına uzanıp bir yudum su içerken gözlerini Gece'den ayırmıyordu. Ve Gece... Öldürücü bakışları Savaş'tan Damla'ya çevrilmiş ve sinirli bir sesle "Bir kere de şaşırt beni bücür..." diye homurdanmıştı.
"Hey..." diye karşılık verdi Damla, salatasının içindeki zeytinlerden birini Gece'ye fırlatıp. Gece açtığı ağzıyla zeytini havada yakaladı. "Artık bana küçük kardeş muamelesi yapamazsın. İkiziz biz, aynı yaştayız."
Gece yakaladığı zeytini çiğnerken omuz silkip "İstersen benden birkaç yaş büyük ol; her zaman benim tatlı, bücür, küçük kardeşim olarak kalacaksın." dedi. Aralarındaki ilişkinin boyutu daha şimdiden level atlamış gibiydi. Rostodan bir parça daha kesip ağzıma attım. Hayır İzel... Düşünme... Kıskançlık yaparak çirkinleşme... Onlar öz kardeşler, elbette aralarındaki ilişki bu noktada seninle olduğundan daha farklı olacak... Bunu hak ediyorlar...
Ağzımdaki lokma çiğnedikçe büyürken zorlukla yutkunup aklımdan bu sözleri tekrarlayıp durdum ve gülümseyerek baktım onlara. Aklımı bu çirkin seslerden uzak tutmalı ve onlar adına sevinmeliydim.
Tam tabağımdaki patates püresine uzandığım sırada Gece'nin yosunlu denizleri beni buldu. "Sen de öyle..." Elim havada asılı kalmıştı. "Ne kadar büyürseniz büyüyün gözümde asla büyümeyecek benim küçük baş belası bücürlerim olarak kalacaksınız..."
Birden içime güneş doğduğunu hissettim. Toprağı buz tutan ruhum, sözleriyle eriyen buzlar sayesinde sulandı ve bir çiçek bahçesine döndü. Gülüşüm daha samimi bir şekil alırken minnetle baktım Gece'ye.
Bu sırada yan taraftan bir ses yükseldi. Madelyn dikkatleri üzerine çekmek için boğazını temizlemişti. Gece ile aynı renk olan gözleri, kısa bir an bana takılı kalsa da sonunda Gece'ye döndüğünde gözlerine güneş doğdu.
"Bugün üç kardeş olarak bir şeyler yapalım mı?" diye sordu. Fransızca'nın o baskın havası, kelimelerin üzerine daha da bastırmasıyla iyice boğulmuştu. İçimde açan o çiçek bahçesi şimdi keskin bir ayaza maruzdu.
Ortam bir anda sessizleşti. Kimse ne söyleyeceğini bilemedi. Gece bile...
Aradan ne kadar süre geçti bilmiyorum, belki bir dakika belki beş...
"Hep birlikte film izleyebiliriz?" diye bir fikir attı ortaya Damla. Gergin sessizliğe yumuşak sesiyle bir bıçak darbesi indirmişti. Hep birlikte kelimesinin üzerine de itinayla bastırmıştı. Madelyn'ın yüzündeki düşmeyi net bir şekilde gördüm. Onun tarafından açıkça istenmiyordum. Aslında onun ne düşündüğü hiç umurumda değildi ama Damla'nın gözlerinde ablası ile biraz da olsa vakit geçirme isteğini görmek beni geri adım atmaya zorluyordu. Yeni bulmuşlardı birilerini ve haliyle tanımak istiyordu ablasını. Ama beni de dışlamasını istemiyordu. Biraz önce hep birlikte derken bunu net bir şekilde göstermişti.
Bedenime çöken yorgunluğun sesini dinlemeye karar verdim. Tabağımda kalan küçük bir parça rostonun üstüne biraz patates püresi koyup bu muhteşem lezzet bileşenini attım ağzıma ve sandalyemi yerde sürüyerek geriye doğru itip ayağa kalktım. "Size iyi eğlenceler ama ben çok yorgunum. Gidip uyumak istiyorum. Malûm yarın Yazgı Deha Yaman ile bir randevum daha var..."
Onları ardımda bırakıp merdivenin olduğu tarafa doğru ilerlediğim sırada "İzel..." diyen sesini duydum Gece'nin. İstemsizce içimde küçük bir umut ışığı doğdu bir ateşböceği misali. Durup omzumun üzerinden ona baktım, ela gözleri üzerimde dolanıyordu.
"Son kez söylüyorum..." diye mırıldandı. "Yarın da bugün yaptığın gibi yapmayacaksın!"
O ateşböceği avuçlarının arasında ezilip belki de bir daha asla yanmamak üzere söndü. Başımı sallamakla yetindim yalnızca ve çöken omuzlarımla beraber odama çıktım. Tam kapıyı kapatmak için hareketlenmiştim ki arkamdan gelen Savaş'ı son anda fark edebildim.
Odama girer girmez hiçbir şey söylemeden kollarını etrafıma sarıp beni kendine çekti ve sımsıkı sarıldı. Başımın üstüne konan yumuşak öpücüklerini hissederken dudaklarım küçük bir gülümsemeyle kıvrılmıştı. "İhtiyacın varmış gibi duruyordu..." diye mırıldandı daha sıkı sarılırken.
Kollarımı ince beline sarıp ona aynı şekilde karşılık verdim. "Vardı..." Gerçekten vardı...
Kısa bir süre sonra kollarını bedenimden ayırmadan kendini geri çekip yüzüme baktı. "Neden buna izin verdin?" diye sorarken gözlerinde kızgın bir ifade vardı. Bana karşı olmayan bir kızgınlık...
Ne demek istediğini çok iyi anlamama rağmen, "Neye?" diye sorup vakit kazanmaya çalıştım boşuna bir çabayla.
"O kadın her kimse, sana bakışlarından hoşlanmadım." Kaşları çatılırken başını iki yana salladı. "Senin varlığından rahatsız... Sanki seni dışarıda bırakmaya çalışıyor. Bilmiyorum... Sadece bunun seni kırdığını biliyorum, gözlerindeki o kırgınlığı..."
Ne konuştuğumuzu bile bilmiyordu. Ama anlıyordu... Kalbim sıkışırken "Ne konuşulduğunu bile bilmeden nasıl anlayabildin?" diye sordum kısık bir sesle.
Omuz silkti. "Daha önce de söyledim. Gözlerin bir dili yoktur, hepsi aynı dili konuşur. Vücut dili de öyle... Her şey o kadar net ki, anlamak için Fransızca bilmeme gerek yok."
Ne diyebilirdim ki... Haklıydı.
"O kadın..." diye mırıldandım ellerim hala beline sarılıydı. Siyah tişörtü avuçlarımın arasında buruşmuştu. "Gece ve Damla'nın öz ablası..." Bunu söylemek, ağzıma bir avuç dolusu kum doldurmuşum gibi bir his vermişti. "Hakkım yok belki ama ben daha ikisinin ikiz olduğu fikrine alışamamışken bir de ablalarının çıkmış olması fikrini sindiremiyorum."
Yüzüme beni anlamaya çalışır gibi baktı birkaç saniye. "Neden?" diye sorarken sesinden de aldım o anlayışlı ifadeyi.
"Çünkü hep bir kardeşim olsun istemiştim..." Güçsüz bir nefes gibi döküldü dudaklarımdan bu sır. Küçükken sorunun hep bu olduğunu sanırdım. Gece ve Damla dışarıdan gelen iki yabancıydı. Ve babam onlara karşı bana karşı olduğundan daha iyiydi, daha şefkatli... Benim de bir kardeşim olursa benim de iki kişi olacağıma inanırdım. O zaman babamın beni seveceğine... Acınasıydım ama muhtaçtım da...
Bu konuyu anneme bile açmıştım. Tanrım... Ona bunu söylediğimde canını tam olarak ne kadar yakmıştım?
Çok yakmış olmalıydım...
Onun sadece hayatını elinden almamıştım, belki de onda çok derin bir kalp yarası bırakmıştım...
Mideme sert bir yumruk yemişim gibi nefesim kesildi bu gerçek karşısında.
Savaş'ın iki parmağının sırt kısmıyla çenemin kıyısını okşadığını hissettim. Tüy kadar hafif dokunuşunun etkisi o kadar büyüktü ki... "Belki de vardır..." diye fısıldadı. "Sen söyledin, senden önce annenin başından bir hamilelik geçmiş. Belki o bebek yaşıyordur. Eminim Gece Hancı onu bulmakta zorlanmayacaktır."
Sözlerin üzerime yağdırdığı his, sert bir yumruktan daha şiddetliydi. Sanki tenimi saniyeler içinde yakan bir çılgınateşe maruz kalmışım gibi...
Çenemin titremesine engel olamadım. Gözlerimin dolmasına da öyle... Dün geceye yatırıp üzerine toprak attığım her his, her acı; toprağı tırnaklarıyla kazıya kazıya yüzeye çıktı.
Gözlerimi kırptığım an, kirpiklerime tutunan yaşlar intihar edecekti. Savaş bunu fark etti. "İzel..." derken sesine yansıyan acının tadını almıştım. Eminim o acı gözlerinde de yer edinmişti ama gözlerime dolan gözyaşları yüzünden görüşüm bulanıktı.
"Yokmuş..." diye fısıldadım yeni bir sırrın kapısını aralayıp onu içeri alırken. "Hiç yaşamamış... Doğarken ölmüş...."
Doğarken öldürülmüş...
Benim melek annem, kanatları tüm görkemiyle beni sarıp sarmalarken, babamın gazabının yanık izlerini, şefkat ile sararken o kanatlara kaç kırık sığdırmıştı. Bana İzel demişti. Babamın İzem'e yüklediği acıların ve vicdani suçluluğun yükünü içimde bir İzel doğurarak çıkarmıştı.
Babamın avuçlarındaki kapkara kömür parçasını, babama bile fark ettirmeden işlemiş, işlemiş ve bir elmasa dönüştürmüştü.
Savaş'ın nefesinin kesildiğini duydum. Ardından beni yeniden göğsüne çekip sarıldı. O hayatıma girmeden önce sarılmanın insana bu kadar iyi geldiğini gerçekten bilmiyordum. Anneme sarıldığımda da iyileşiyordum ama Savaş ile bunu yapmak bambaşkaydı. O bir yabancıydı ama hiç olmadığı kadar da tanıdıktı.
"Çok üzgünüm güzelim..."diye fısıldadı kulağıma doğru. Yüzümü göğsüne gömüp yağmur sonrası toprak kokusunu içime çekerek gelen ağlama isteğini bastırdım. Bu o kadar zordu ki boğazımın tam ortasına koca bir yumru oturmuştu sanki.
"Çok korkuyorum Savaş..." diye fısıldadım ona kendimi biraz daha açarak. "Benim hayatım Gece ve Damla'dan ibaret, hayatımın her anında yanımdaydılar. Onlar olmadan ne yaparım hiç bilmiyorum. Onlarsız bir hayat nasıl olur? Madelyn onları benden almak isterse diye ödüm kopuyor..."
"Şşhhh..." diye fısıldadı sözlerim üzerine. Ellerinden birinin yumuşak baskısını başımın arkasında hissettim. Usulca saçlarımı okşuyordu. "Böyle söyleme..." Şakağımda dudaklarının baskısını hissettiğimde zorlukla bastırdığım ağlama isteği yeniden, daha şiddetli nüksetmişti. Öyle ki gözümden kayıp Savaş'ın tişörtüne damlayan bir gözyaşını tutamadım.
Daha sıkı sarıldı. "Bak..." diye fısıldadı beni rahatlatmak ister gibi. Eli yer yer saçlarımda yer yer de sırtımda dolanıyor yatıştırıcı dokunuşlarıyla içimdeki sıkıntıyı bir sünger gibi emiyordu. "Gece ile pek anlaşamıyor olabiliriz ama onun hakkında söyleyebileceğim bir şey varsa o da sana gerçekten değer verdiği. Damla'yı saymıyorum bile... O kadın kim olursa olsun, hiçbir zaman sizin bağınızı koparabilecek kadar önemli bir yere sahip olamayacak; Ne Gece Hancı'da ne de Damla Hancı'da... Ben bunu o ikisinin gözlerinde çok net görüyorum İzel. Onlar seni asla bırakmaz. Tıpkı benim de bırakmayacağım gibi..."
Söylediklerinin doğru olmasını dilemekten başka yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Bu, bencillik yapabileceğim bir konu değildi, üzerime düşen tek şey onları anlamak ve saygı duymaktı. Bunu hiç istemesem bile...
Orada ne kadar o hâlde kaldık bilmiyorum ama bir noktada havalandığımı hissetmiştim sonra birlikte yatağa uzanmıştık.
O duygusal buhranın içine tamamen gömülmeden, kıyıda kalmayı başardığım için şanslıydım.
Başım Savaş'ın sol göğsünde yaslıyken ve kalbi kulağımın altında ritmik bir nabızla atarken, kendimi çok daha iyi hissediyordum. Derin bir nefes aldım, gözüm duvardaki saate kaydı. Ona geliyordu. Yorgun hissediyordum kendimi ama hiç uykum da yoktu. Bu iki tezat arasında mekik dokurken aklıma gelen şeyle dudağım hafifçe kıvrıldı.
Savaş'ın beline sarılı olan kolumu daha da sıkılaştırırken "Sıra sır..." diye mırıldandım. "Sırrımı istiyorum..."
Kollarımın arasındaki bedeni sözlerimle bir an için gerildi. "Ne?" derken başını eğmiş, yüzüme bakmaya çalışıyordu. Başımı kaldırarak işini kolaylaştırdım. "Beni duydun... Sana bir sır verdim, bunun karşılığını istiyorum. Küçük oyunumuzu hatırlıyorsun değil mi?"
Sırları bu şekilde kullanmak hem garipti hem de itiraf etmek gerekirse... rahatlatıcıydı...
Omuzlarımdaki yükleri atmak gibiydi bu... Aramızdaki duvarın, verilen her sırda biraz daha yıkıldığını görmek... İçimi umutla dolduruyordu. Bir ihtimal, bir gün benim hakkımdaki her şeyi öğrendiğinde belki benden nefret etmezdi...
"Elbette hatırlıyorum..." dedi Savaş. Kaşları şaşkınlıkla çatılmıştı. Şu an benden böyle bir atak beklemediği gün gibi ortadaydı. "Sadece çok ani oldu... Beklemiyordum."
Omuz silkmekle yetindim. Kıstığı mavileriyle yüzümü izlerken birden bedenimi döndürüp beni altına aldı ve bana üstten üstten bakmaya başladı. O kadar ani olmuştu ki şaşıracak bile zamanım kalmamıştı.
"Sen çok fenasın biliyorsun değil mi?" diye sordu. Yanaklarımda hâlâ gözyaşlarının ıslak izinin gerginliğini hissetsem de dudaklarımdaki gülümsemeyi büyütüp başımı iki yana sallayarak itiraz ettim sözlerine.
"Sadece adilim... O gün bana söylediğin buydu..."
"Sana bu yüzden hayranım biliyor musun?"
Kalbim teklerken gözbebeklerimin genişlediğini hissettim. "Neden?"
Başımın yanina dirseğini yaslayıp elinin tersiyle tenimi okşadı. Bedeninin bir kısmı üstümdeydi yalnızca. "Acı çekiyorsun ama çektiğin acıyı maskeleme konusunda ustasım. Sadece bir anlık mesele bu sende. Bir an karşımda acısıyla yüreğimi ateşe veren bir kadın var, diğer an küçük haylaz bir kız çocuğu... Hayatın seni bu kadar güçlü olmaya zorladığı için ondan nefret ediyorum ama bu kadar güçlü olduğun için de sana hem hayranım hem de saygı duyuyorum."
Kalbim öyle hızlandı ki bir an durdu sandım. Yutkundum. Öylece gözlerinin içine bakarken söylediklerine karşın ne söylemem gerektiğini hiç bilmiyordum. Hayatım boyunca neredeyse hiç duymadığım cümlelerdi bunlar. Hep güçsüzlüğüm, zayıf yönlerim yüzüme vurulmuştu. En iyi olduğum anlarda bile... Bazen Gece de değinirdi bu noktaya ama onun sözleri Savaş'ınki kadar samimi gelmezdi hiçbir zaman...
Yüzümdeki gülümseme daha da büyüdü. Gözlerim kısılırken bu sözlere diyecek bir şey bulamadığımdan "Konuyu mu değiştirmeye çalışıyorsunuz Savaş Bey?" diye sordum.
O da benim gibi gülümsedi. Gülüşüne bayılıyordum. Okyanus kadar derin olan gözlerine yayılan parıltılar, gökyüzündeki yıldızlar avuçlarıma konmuş gibi hissettiriyordu. "Tüh... Beni yakaladın..."
"Kan fantezinin nasıl başladığını duymak istiyorum..." diye mırıldandım elimi sol göğsüne, kalbinin attığı noktaya, tam dövmelerinin üzerine yerleştirirken. "18.11.2007, bu tarihte ne oldu Savaş?"
Diğer dirseğini de başımın yanından yastığa yasladığında artık yüzüme biraz daha yakındı. Tatlı nefesinin ılık rüzgârının yüzümü okşayacağı kadar... Bir an beni öpecek sandım ve bu sanrı dudaklarımı kuruttu. Ne kadar öpüşürsek öpüşelim, onu öpmenin vermiş olduğu o mükemmel hisse hiçbir zaman alışamayacaktım; her daim o his tenimi kavurup beni bambaşka duygulara sürükleyecekti ve ben seve seve sürüklenecektim.
Burnunun ucunu nazikçe burnumun ucuna sürttü. "Benim tarihlerim, benim anılarım, benim sırlarım... Hangisinin ortaya döküleceğine ben karar veririm." Kaşlarımı çattığımda bir parmağını iki kaşımın ortasına yerleştirip hafifçe okşayarak oradaki derin çizgiyi dağıttı. "Ve o tarih, bu gecenin konusu değil."
Tam itiraz etmek için dudaklarımı aralamıştım ki Savaş başını eğip dudaklarıma kapandı. Gafil avlandığım bu öpücük karşısında ciğerlerim nefessiz kalırken ağzımın içine dalıp ruhumu kendime çeken diliyle tenimin altından bir ürperti geçti. Nezaketten uzak, vahşi öpücüğü dudaklarımı zedeliyordu ama şikâyetim yoktu hiç.
Ellerim tişörtünün altından tenini bulduğunda dişlerini alt dudağımda hissetmek, tırnaklarımı tenine gömmeme neden oldu.
Boğazıma tırmanan iniltiyi bastırıp dudaklarımın arasına yerleşen üst dudağını ısırdım bende.
O kendini tutamayıp inlediğinde dudaklarım bir gülümsemeyle kıvrılırken benden uzaklaştı. Parmaklarımın ucundaki kasları dalga dalga gerilmişti...
Sertçe yutkundu, kararan gözlerindeki ifade bunu burada bitirmek istemediğini haykırıyordu bana. Daha fazlasını istediğini... Bu kesinlikle burada bitmemeliydi. Kadınlığım bu düşünceyle beklentiyle kasıldı. Savaş'ın oradaki varlığına çok çabuk alışmıştım ve şimdi onu her an yeniden derinliklerimde istiyordum. Bitmek tükenmek bilmeyen bu arzu, giderilmediği her an beni tüketiyordu.
"07.05.2002..." diye fısıldadı dudaklarıma doğru. "Küçük bir çocuktum, bazı şeyleri anlayamayacak kadar küçük. Annemle konuşmaya çalışırdım ama hiçbir zaman karşılık bulamazdım. Annemi konuşamıyor, duyamıyor sandım o zamanlar... Ahrazdı o yaşımdaki düşünceme göre." Yeniden sertçe yutkunmuştu ama bu kez tutku ya da şehvetten değildi. Anıların ağırlığı boğazına bir yumru gibi oturmuştu besbelli. Onun en büyük yarası annesiydi. Tıpkı benim en büyük yaramın babam olması gibi... "Savaş..." diye fısıldadım gözlerindeki hüzne karşın. Başka ne diyeceğimi bilememiştim. "Meğer sadece benimle konuşmuyor, beni duymuyormuş..." diye fısıldadı. Kalbinin tuzla buz oluşunu kendi kalbimde hissettim. Onları birbirine bağlayan bir bağ vardı sanki de o bağ onun acılarını benim de hissetmemi sağlıyordu.
"Sesini duyduğum ilk an hâlâ dün gibi... Elif Teyze ile konuşuyordu. Kendimi büyülenmiş gibi hissettiğimi hatırlıyorum. Muhtemelen evde olduğumdan haberdar bile değildi; genelde amcamlarda kalırdım, Güney ile birlikte. Kapıda durmuş onu dinlerken beni fark etti, fark ettiği anda da sustu." Dudakları buruk bir gülümsemeyle kırıldığı sırada yüzünü avuçlarımın arasına almıştım. "Muhtemelen o günü hiç hatırlamayabilirdim İzel ama o kadar heyecanlanmıştım ki sesini duyduğum için, o günün takvim yaprağını hep sakladım. Hâlâ bile odamdaki annemin portresinin arkasında saklı duruyor..."
Dudaklarından bir gülüş döküldü ama neşeden çok uzaktı. Gözlerindeki parıltılar sönmüş, okyanusları karanlığa gömülmüştü.
"Kulağa saçma geldiğini biliyorum tüm bunların... O tarihlere fazla anlam yüklediğimi..." Başını iki yana salladı... "Göğsüme yazdıracak kadar anlam yüklemem saçma biliyorum ama..."
"Hayır..." diye kestim sözlerini. Tek bir an bile saçma gelmemişti bana bu. "Hiç de saçma değil, aksine özendirici... Bazı tarihler, unutulamayacak kadar değerlidir Savaş..." Bazı tarihler de unutma lüksüne sahip olamayacağın kadar lanetlidir...
On dört Eylül gecesi gibi...
Annemin benim yüzümden babam tarafından vurulduğu o gece...
Gözlerimin içine öyle bir bakıyordu ki kalbim sıkıştı. Yanaklarındaki ellerim ensesine doğru tırmandı, onu kendime doğru çektim ve başını boyun girintime yaslamasını sağlayıp kollarımı boynuna doladım.
Hızlanan kalp atışlarım şimdi onun kulağının altındaydı. Göğsümü döven o şiddetli darbeleri en yalın haliyle duyabiliyordu.
"Hayat çok garip..." diye fısıldadım parmaklarım saçlarının arasında gezinirken. Yumuşak tutamlar kadifemsi bir hisle kayıyordu parmaklarımın arasından.
"Neden?" diye sordu usulca.
"Seni ilk gördüğümde bu kadar yaralı olabileceğin hiç aklıma gelmezdi. O nazik tavrın, dudaklarındaki eşsiz gülümseme..." Derin bir iç çektim. "Bir teoriyi kanıtladın bana."
Başını iyice boyun girintime yerleştirip burnunu tenime sürttü. Derin bir nefesi içine çektiğinde soluduğu şeyin hava değil kokum olduğunu biliyordum. "Hangi teori?"
"Gülüşü güzel olanın acısı çok olurmuş..." Saçlarındaki parmaklarım duraksadı. Bakışlarım tavana dikildi. "Ve senin eşsiz bir gülüşün var... Ne zaman görsem kalbim pamuk şeker misali eriyiveriyor göğüs kafesimin içinde."
"Sen kendi gülüşünün farkında değilsin..."
Başını boynumdan kaldırıp gözlerimin içine bakarken söylediği cümlelerdi bunlar.
"Acın çok olduğu için mi gülüşün bu kadar güzel yani?" diye sordu. Şimdi elleri yeniden yüzümü bulmuştu. Parmak uçlarını dudaklarımın kıvrımında hissettim. "Olmasın İzel..." diye fısıldadı. "Varsın gülüşün güzel olmasın ama canın da acımasın... Varsın güzel gülme ama canımın canı yanmasın..."
Göğsümdeki sıkışmayla birlikte dudaklarına uzanıp onu tam öpmeye başlayacaktım ki, dudaklarım dudaklarına değdiği anda odayı dolduran telefonunun zil sesi ile umutsuzca bir nefesle geri çekildim. Dudaklarından hoşnutsuz bir homurtu döküldü. Kaşları memnuniyetsizlikle çatılırken üzerimden kalkıp yan tarafıma oturdu ve telefonunu çıkarıp aramaya baktı.
İstemsizce "Güney mi?" diye sormuştum. Eğer oysa yemin ederim bu kez elimden hiçbir Allah'ın kulu alamazdı onu.
"Hayır..." diye cevap verdi Savaş. "Çetin Aral Bakırcı..."
İşte bu her şeyi değiştirirdi. Yattığım yerden doğrulup yüzüne bakarken gözlerimdeki ifadenin adının beklenti olduğunu biliyordum. "Bulmuş mudur?"
"Bu kadar erken aramasının başka bir nedeni olamaz..." dedi telefonu açmadan hemen önce. Ardından hiç konuşmadan karşı tarafı dinledi ve iki saniye sonra telefonu kapattı. "Kapının önündeymiş..."
Ne beklemem gerektiğini biliyordum ama bir hışımla aşağı inip dışarı çıktığımızda evimin önünde beş siyah araba görmeyi beklemediğim kesindi. Ve takım elbise giymiş bir ordu adam... Yirmi iki yaşındaki birine göre fazla... mafyavariydi...
"O beyaz piçi göremiyorum..." diye homurdandı Gece. Hemen yan tarafımda durmuş, göğsünde bağladığı kollarıyla Savaş'a dik dik bakıyordu. Hâlâ liseli konusuna takılmış olmalıydı. Ve hâlâ Çetin Aral Bakırcı'nın Aksel'i getirebileceğine inanmıyordu.
Savaş ona kısacık bir bakış atıp cevap vermeden önümüze geçti ve kapısı, camları filmlerle kaplı mat siyah arabaya doğru ilerledi. Bedeni dik, adımları kendinden emindi.
Aynı anda arabanın arka kapısı açılmış ve içinden siyahlara bürünmüş bir adam çıkmıştı. Siyah gömleği, siyah pantolonu, siyah ayakkabıları, koyu renk saç tutamlarıyla geceye o kadar uygun görünüyordu ki... Yetmezmiş gibi, gömleğinin kıvrılmış kollarından ve boynundan görünen, beyaz tenine işlenmiş siyah mürekkepler de vardı. Çok fazla dövmesi var gibi görünüyordu.
Kemikli yüzüne baktığımda sonunda bir renk görebilmiştim onda. Sarıya çalan bal rengi gözleri... Kehribar da denebilirdi. İki küçük viski topu gibi...
O, arabadan çıkar çıkmaz etraftaki adamlar duruşlarını dikleştirip saygı duruşuna geçmiş ve üzerilerindeki ceketlerinin önünü iliklemişlerdi.
Çetin Aral Bakırcı...
Adının bu olduğunu söylemişti Savaş. Buradan bakıldığında otoritesinin ne kadar sağlam olduğu çok net görülüyordu.
Bakışlarım kısaca Gece'ye kaydı. Dikleştirdiği duruşuyla o da hepimiz gibi karşısındaki manzarayı izliyordu. Yüzü poker face dursa da yosunlu denizlerine saklanan o şaşkınlığın orada olduğunu biliyordum.
Dudağım kırılırken kahvelerimi Gece'den çekip yeniden Savaş'a ve arkadaşına döndüm. Yan yana duran görüntüleri güzel bir tabloydu. Hemen hemen aynı boyda duruyorlardı, aralarında bir santim ya vardı ya yoktu. Savaş'ın gözlerinde samimi bir ifade varken onun Savaş'a diktiği bakışlarında herhangi bir ifade yok gibiydi. Gösterdiği tek duygu belirtisi, dudağının bir köşesinin, tıpkı Savaş'ın gözlerinde olduğu gibi samimi bir ifadeyle kıvrılmasıydı.
Selamlaşıp dostça bir tavırla tokalaştılar.
Kollarımı göğsümde toparlayıp olduğum yerde durarak onları izlerken "O kadar da geri zekalı görünmüyor aslında ama nasıl yirmi iki yaşında hâlâ lisede olabilir ki?" diyen Gece'nin sesini duydum. İfadesiz duruşunu bir kenara itmiş gibi duruyordu. Merakı ağır basmıştı. Dudaklarımın kenarına kadar gelen gülüşü güç bela bastırdım. Belli ki fikri değişmeye başlamıştı ve bu hiç hoşuna gitmiyordu.
"Geri zekalı görünmekten çok uzak hatta..." diye mırıldandı Damla diğer tarafımdan. "Kurgusal karakterlere benziyor, çılgın bir dark romance kitabından ya da dizisinden fırlamış gibi... Çok ateşli görünüyor..."
Bir de bir elini yüzüne doğru salladığında cümlesine adeta nokta koymuştu.
Gece'nin dudaklarından hoşnutsuz bir homurtunun dökülmesine neden oldu bu. Ters ters Damla'ya bakarken, "Eğer çok ateş bastıysa bücür, senin için bodrum kattaki dalış varillerinden birini buzlu suyla doldurabilirim. Sabaha kadar kalırsın içinde ateşin söner, ne dersin ha?" diye homurdandı.
Gözlerimi devirdim. Önceden de korumacıydı ama şimdi ikiz çıkmaları, Gece'yi biraz olsun tanıyorsam bu korumacılığı yüz katına falan çıkaracaktı.
Gözlerimi Damla'ya çevirdim ve üzgün bir bakış attım ona. "Sanırım hayatına artık gerçekten de kutsal bakire olarak devam etmek zorunda kalacaksın civciv."
"Yani olması gerektiği şekilde..." diyerek yandan atladı Gece Damla'nın konuşmasına izin dahi vermeden. Bunun üzerine Damla, bendeki mavilerini ona dikti. "Öyle ya da böyle, önünde sonunda hayatıma biri girecek Gece..."
Destansı bir aşkın hayalini kuruyordu hep. Çok sevmek ve çok sevilmek istiyordu. Her nedense bir gün aradığını bulacağına inanıyordum. Onun için bunu diliyordum.
"Ah..." diye mırıldandı Gece Damla'nın sözlerine karşın. "Tüm kemiklerinin itinayla kırılmasını da göze alıyor demektir. Birinizi koruyamadım ama ötekinizi korumaya kesin olarak kararlıyım..."
Pekâlâ... Bende lâfın ucu ne zaman bana dokunur diye merak ediyordum.
Onu duymazlıktan geldim. Söz konusu Gece olduğunda duymazlıktan gelmek hep kolay olmuştu. Bir sinek vızıltısı misali...
Bakışlarım yeniden Savaş ve Çetin ikilisine döndü. Şimdi aralarında geçen konuşmaya bir son vermişler, bize doğru geliyorlardı.
Yanımızda durduklarında Savaş okyanuslarını önce bana çevirdi ve "İzel... İzel Hancı" diyerek önce beni tanıttı. Hemen ardından "Kız arkadaşım." diye eklediğinde bir an kalbim kanatlanıp uçacak sandım. Nezaketen elimi uzattığımda karşımdaki adamın kehribar rengi gözlerinden anlık bir şaşkınlığın geçtiğini gördüm. Uzattığım elimi usulca sıkarken o da "Çetin Aral Bakırcı..." diyerek kendini tanıttı. "Sonunda Savaş Kalkavan'ın hayatında birini görmek garip..."
Neden bilmem bu cümlenin ardında kurulamayan bir cümle daha olduğu hissine kapıldım. ...'dan sonra cümlesi gibiydi... Takılmadım, takılacağım bir şeyde yoktu zaten.
Birkaç saniye birbirine bağlı kalan ellerimiz ayrılırken gözlerim istemsizce Savaş'a dönmüştü.
Onu da bana bakarken yakaladım. Derin mavilerindeki yumuşak bir ifade beni sarmalarken dudaklarında huzurlu bir gülümseme vardı. "Eee..." diye cevap verdi arkadaşına. "Herkes senin gibi şanslı değil Bakırcı. Hayatının aşkını erkenden bulamıyor." Cümlenin sonuna doğru gözlerindeki ifade değişti. O yumuşak bakışlar, alev alev yanan bir tutkuya dönüştü. Gözleri yüzümün her bir santimini tararken usulca dudaklarını yaladığında kendi dudaklarımın kuruduğunu hissettim. Bu beni yutkunmaya itti. "Ama..." diye devam etti Savaş. "Bende o kadar geç bulmuş sayılmam. Bu beni de şanslı yapar, o benim şansım."
Birden omuzumda bir ağırlık hissettim ve boynuma bir kol dolanıp beni geriye doğru çekti. "Kız kardeşime, otuz sekiz farklı pozisyonda beceriyormuş gibi bakmayı kes Kalkavan." diye homurdandı Gece. Şimdi kolunu boynumdan çekmiş ve bedenini önüme dikmişti. Ciddi miydi bu herif ya? "Bu bende, seni otuz sekiz farklı pozisyonda öldürme isteği uyandırıyor."
Savaş'ın yüzünü Gece'nin omuzları yüzünden göremiyordum ama konuştuğunda kulağıma dolan sesi, yüz ifadesini gözlerimin perdesine çiziyordu.
"Senin de böyle girdiğin saçma sapan tripler bende, otuz sekiz farklı noktandan kan alıp yetmiş altı farklı tablo çıkarma isteği uyandırıyor, ben bir şey diyor muyum?"
Ayak parmaklarımın ucunda yükselip Gece'nin omzunun üzerinden Savaş'a baktım. Ters ters Gece'nin yüzüne bakıyordu. Gece konuşmadan önce lafa atlayıp "O gün söylemeyi unuttum." diye seslendim ortaya doğru. "Gece'nin kanıyla çizdiğin tabloyu istiyorum. Evin baş köşesine asıp sergileyeceğim onu gurur tablosu diye."
Gece, sözlerimle omzunun üzerinden bana kötü kötü bakarken ona sevimlice gülümseyip topuklarımın üzerine indim yeniden. "Ne?" diye sordum masum ayağına yatıp. Amacım sanki onu sinirlendirmek değilmiş gibi. Sinirlenince ayrı bir şapşal oluyordu bu herif. "Sanat'ın her türlüsüne değer veren bir insanım ben bir kere."
Öte yandan Damla "Bir dakika ne?" diye sormuştu şaşkın bir sesle. "Savaş Gece'nin kanıyla resim mi çizd... Savaş kanla resim mi çiziyor?"
Kısa bir sessizlik oldu. Hemen ardından "Vay anasını be!" diyerek sessizliği dolduran yine Damla'ydı. "Bu çok havalı!"
"Aslında değil..." diye karşılık verdi Savaş. Yüzü hoşnutsuz bir ifadeyle buruşmuştu. Bu doğum günü ile ilgili olan sırrıydı. Öfkeden gözü döndüğü anlarda olan... Yasemin yüzünden olan... Cevabını bir türlü alamadığım... Ama alacaktım. Bu konuda kesin olarak kararlıydım.
"İşte..." diye araya girdi yeniden Gece. "Bu yüzden onlara bunu hemen yetiştirmedim. "Ters bakışları sırayla Damla ve benim üzerimde gezindiğinde ona aynen karşılık vermiştim. Bu bakışlar beni ne zaman sindirebilmişti ki? "Çünkü ancak bu iki manyak bunu havalı bulur." Bize siz iflah olmazsınız bakışlarından atıyordu. Sonra ekledi. "Ayrıca hayır, o şey bu eve kesinlikle girmeyecek!"
Tam cevap vermek için araya giriyordum ki "Eee?" dedi Gece tamamen Çetin Aral Bakırcı'ya dönerek. Bu tartışmanın sonunun gelmeyeceğini anlamış olacak ki konuyu değiştirmiş ve asıl konuya odaklanmıştı. "Ben ortada beyaz bir piç göremiyorum? Nerede o süs köpeği?"
Çetin'in kehribar rengi gözleri bir an nereye düştüm ben böyle der gibi bakarken öteki an bize arkasını dönüp "Ersin!" diye seslendi.
Hemen yanımda duran Damla'nın iç çekiş sesini duyduğumda Çetin'de olan gözlerim yan bir bakışla ona kaymıştı. Hülyalı hülyalı o da Çetin'e bakıyordu. Kolumla kolunu dürtme ihtiyacı hissettim. Sanki daldığı bur uykudan uyanır gibi hafifçe irkilerek bana döndü. Tek kaşımı kaldırıp hayırdır der gibi baktığımdaysa yanakları kızarmaya başlamış ve mavilerini kaçırarak yere dikmişti.
Yavaşça kulağına doğru eğilip "Sanırım sevgilisi var." diye fısıldadım kimsenin duymamasına dikkat ederek. Başı yerdeyken irileştirdiği gözlerini kaldırıp baktı bana. "Nereden anladın?" diye fısıldadı o da tıpkı benim gibi. Omuz silktim. "Savaş az önce herkes aşkı senin kadar erken bulamıyor dedi ya."
"Aaa..." diye karşılık verdi Damla. Hâlâ fısıldıyordu. "Ben onu kaçırmışım." Başımı iki yana sallarken gülmeden edemedim. Neden kaçırdığını tahmin etmek zor değildi...
Biraz ilerimizde arabaların yanında duran adamların hareketlenmesiyle ilgimiz tamamen onlara kaymış, böylece aramızdaki konuşma da son bulmuştu. Üç arabanın etrafından dolandı adamlar, diğer iki arabanın yanındakiler hareketsiz kalmıştı. Bakışlarım sırayla onları takip etti. Üç arabanın bagaj kapakları kalktı önce. Ardından iki adam bagajın içine doğru uzanıp birini çıkardı. Bembeyaz saçları olan genç bir adamdı. Uzaktan bakıldığında Aksel'i andırsa da o değildi. Elleri, ayakları ve ağzı bağlı bir şekilde indirildi arabadan ve birkaç metre ötemize bırakıldı. Çırpınıyor, korku dolu gözlerle etrafına bakıyor, neler olduğunu anlamaya çalışıyordu.
Bakışlarım Savaş'a kaydı. Neler oluyordu, bu adam kimdi? Bize Aksel diye bu adamı getirmiş olamazdı değil mi Çetin Aral Bakırcı? Çünkü değildi.
Bu sırada bir diğer arabanın bagajından da biri çıkarılmıştı iki adam tarafından. El ve ayak bileklerinden tutulup bir çuval gibi taşınan bu adamın saçları da beyazdı. Genç yüzü daha tombul duruyordu ve saçları diğerinden daha kısaydı. Bu da uzaktan bakıldığında Aksel'i andırıyordu ama yine o değildi. Zaten beyaz saçlı genç olan herkes uzaktan bakıldığında Aksel'i andırırdı, uçurum bir fiziksel fark olmadığı sürece.
Şaşkın olan tek kişi ben değildim. "Ne oluyor amına koyayım?" diye homurdandı Gece. "Aksel ayağına tüm İstanbul'u mu getirdi bu herif?"
Çetin Aral Bakırcı bunu duymuştu. Sert bakan delici gözleri kısa bir an Gece'yi hedef alsa da muhatabına ona soru işaretleri ile bakan Savaş'ı alıp "Attığın siktiri boktan resimde yüzü net değildi." diye açıkladı. "Ben de işimi şansa bırakmayı sevmem."
Şaşkın şaşkın bakakaldık sadece yüzüne. Hiçbir suçu olmayan iki adamı mı kaçırmıştı yani? Ne tür bir manyaktı bu adam? Daha sonra o iki adamın polise gitme ihtimalini hiç mi düşünmüyordu?
"Aslında..." diyerek yan tarafımızda duran adını bilmediğim ve geldiğinden beri hiç konuşmayan bir adam lafa girdiğinde şaşkın bakışlarımız da ona dönmüştü. Onun sadece bir ara el hareketleriyle ileride duran korumalara işaret verdiğini görmüştüm göz ucuyla. "İki kişi daha vardı ama biri attığınız resimdeki kişi olamayacak kadar kiloluydu, diğeri ise cüce. Zaten geriye de yaşlılar kalıy..."
Adam konuşmaya devam ederken kahvelerimin odağı üçüncü arabadan çıkarılana kaydı. Diğerleri gibi elleri, ayakları ve ağzı bağlıydı. Gri gözlerinde çıldırmış gibi bir ifade vardı ve onu bir çuval gibi taşıyan adamların elinde çırpınıyor, kendini kurtarmaya çalışıyordu. Neler olduğunu anlamayan ifadesiyle etrafa bakınırken göz göze geldik. İşte oradaydı. Oydu... Etrafımdaki her ses sustu. Şimdi kulaklarımda bir tek çığlıkların yankıları vardı, Hazal'a yapılanların hatıraları... Ve onun yaptığı işten aldığı zevki belli eden keyif dolu kahkahaları...
Mideme bir ağrı saplandı sanki. Bulanan midemle bir an kusacak gibi hissettim kendimi, sertçe yutkundum. Nefes alışverişlerim sertleşirken adımlarım benden bağımsız hareket etmeye başladı. Onların yanından ayrılırken artık hepsinin gözlerinin bende olduğunu biliyordum ama ben bütünüyle Aksel'e kitlenmiş durumdaydım. Gri gözlerindeki korku silindi. Olanlara anlam veremeyen minicik beyni sonunda parçaları birleştirdi. Artık korku yoktu grilerinde, belirsizlik yoktu. Neyin içine düştüğünü çok iyi biliyormuş gibi nefretle bakıyordu bize, bana...
Ardımdan Savaş'ın "İzel..." diyen sesini duydum ama çok uzaklardan geliyorlardı sanki. Sanki kulağımın kıyısında çalınan o çığlıkların ve kahkahaların sesi, onun sesini yutuyordu...
Ben durmadan Aksel'e doğru ilerlerken iki adam çıkıverdi birden yoluma, adımlarım jilet gibi kesildi. Aksel'de olan gözlerim adamlara kaydığında onların bakışlarının Çetin'de olduğunu gördüm.
Tek bir komut açtı yolumu. "Çekilin." dedi Çetin Aral Bakırcı sakin bir sesle ve adamlar önümden çekildi.
Gözlerimi bile kırpmadan gözlerinin içine bakarken adımlarım yeniden ona doğru ilerledi. Bende gördüğü bir şey, Aksel'in yattığı yerden çırpınmasına neden olmuştu. Geriye doğru kaçmaya çalıştı ama bağlı olan elleri ve ayakları yüzünden yalnızca sudan çekilip alınmış bir balık gibi çırpınaktan öteye gidemedi. Tam önüne geldiğimde bir saniye bile duraksamadım, düşünmedim. Çıkmadan önce ayağıma spor ayakkabılarımı geçirmiş olmama şükrederken, bir ayağımı kaldırıp suratının ortasına vurabildiğim en sert darbeyle vurdum.
Başı geriye doğru savruldu, bir kısmı burnuna gelen darbe yüzünden kemiğin kırılma sesini duydum. Acı dolu inlemesi hemen ardından geldi. Burnundan şiddetle boşalmaya başlayan kanın içimi soğutacağını düşünmek benim hatamdı. Hayır hiç soğumamıştı...
Durmadım kendimi, içimde ne varsa kusmak adına bir kez daha geçirdim suratının ortasına sert tekmemi. Bu kez ağzının üzerine denk gelmiş ve derisini yaran darbe yüzünden dudağı da kanamaya başlamıştı.
Yanan canına rağmen gülümsemesi, beyaz dişlerini kırmızıya boyayan kanını bana gülümsemesi ile göstermesi... Hızımı alamayıp arka arkaya karnına iki tekme daha attım.
"Yaktığın kadar yanmanı dilemeyi isterdim ama o zaman seni milyonlarca kez öldürüp yeniden diriltmek gerekir."
Bir tekme daha... Ardından hırsla yüzüne doğru eğildim.
"Ama senin gibi biri bir saniye daha fazla nefes almamalı."
"Neden?" diye sordu zorlukla konuşurken. "Kim olduğumu kabullenebildiğim için mi? Korkak olmadığım için?" Yeniden güldü. Bu dudağını acıtmış olmalı ki gülüşünün hemen ardından yüzü buruşmuştu ama konuşmaya da devam etti. "Herkesin içinde biraz karanlık vardır İzem Hancı. Sende de var. Sen sadece o karanlığı kucaklamaktan korkuyorsun. Bu yüzden İzel isminin arkasına saklanıyors..."
Suratına geçirdiğim bir yeni tekme sözlerinin yarım kalmasına neden oldu. Bilmediği boklar hakkında atıp tutanlardan nefret ederdim.
"Asıl o karanlığı kucaklamak en büyük korkaklıktır." dedim son kez yüzüne bakıp. "Kötü olmak bir marifet değildir aksine, kötü olmak kolaydır. Kötülerin hepsi birer korkak olduğu için kötü olmayı seçerler ya zaten. İyi bir kalple yaşamanın ağırlığından ödleri koptuğu için."
Sonra ona arkamı dönüp yeniden diğerlerinin yanına doğru ilerledim. Beyaz spor ayakkabıma bulaşan kan mideni kaynatıyordu ama bu kanın Aksel'e ait olduğunu bilmek o bulantıyı bastırıyordu. O başına gelen her şeyi hak ediyordu. Canı ne kadar yanarsa yansın, asla yaktılarının yanına bile yaklaşamayacaktı. Sadece Hazal'a yaptıklarını bile karşılayamayacaktı onun ucuz canı.
Çetin Aral Bakırcı adamlarına bir komut daha verdi. Kanlar içindeki Aksel yattığı yerden nasıl bırakıysa aynen öyle alındı ve yeniden arabanın bagajına yerleştirildi.
Diğer iki adamlarınsa elleri ve ayakları çözülmüştü. Kaçıp gitmek istiyor gibi görünüyorlardı ama etraflarını kuşatan korumalar yüzünden gidemiyorlardı. Gözlerini kaplayan korku dolu ifadeye bir an içim acıdı.
Çetin Aral Bakırcı bir adım öne çıktığında adamlardan biri bakışlarını ona çevirmiş ve yalvaran bir ifadeyle bakıyordu. Patronun o olduğunu biliyor gibi bakıyordu.
"Abi..." dedi yalvarırcasına. "Karım, çoluğum, çocuğum var benim... Ben hiçbir şey yapmadım ki, işinde gücünde bir adamım... Abi..." Dokunsan ağlayacak gibi görünüyordu.
Adama gerçekten üzüldüm o an. Durup dururken kendini saçma sapan bir olayın içinde buluvermişti. Üstelik bir de karısı ve çocukları vardı...
"Sakin ol koçum..." dedi Çetin Aral Bakırcı. "Küçük bir yanlış anlaşılma olmuş."
Ardından elini üzerindeki gömleğin cebine atıp içinden iki parça kâğıt çıkardı. Bunlar birer çekti. Üzerinde yazan rakamı tam olarak okuyamıyordum ama rakamın sonundaki dolar işaretini çözebilmiştim.
Adamların önünde durup elindeki kâğıtları onlara uzattı. "Bunu alın, kırk sekiz saat içinde bozdurursanız para sizin. Bu olay hiç yaşanmamış var sayın ve evinize dönüp burada olanları unutun. Anlaştık mı?"
Adamlar çekinerek aldılar çekleri ve baktıklarında ikisinin de kaşları alınlarına doğru fırladı. O an orada yazan rakam her neyse, ikisi de her şeyi unutmaya kararlıydı. Usulca başlarını salladılar. Hâlâ gözlerindeki korku yerli yerinde duruyordu ama Çetin onlara gitmelerini işaret ettiğinde korkularını bir kenara atıp artlarına bile bakmadan koşarak uzaklaştılar.
"Gerçekten sessiz kalacaklar mı?" diye sormadan edemedim hemen yanımda duran Savaş'a. Omuz silkti. "Çetin kalmayacaklarını düşünseydi onları bırakmazdı."
"Ne yapardı?"
Yüzünü buruşturdu usulca. "Bilmek istemezsin bence."
Pekâlâ o bilmek istemezsin diyorsa gerçekten bilmek istemeyeceğim bir şey olmalıydı. O yüzden bir şey söylemeden önüme döndüm.
O andan sonra Çetin sadece Savaş'a bakmış ardından arabasına doğru ilerlemişti. Sözsüz bir anlaşma...
Savaş önüme geçip ellerini omuzlarıma yerleştirdi ve masaj yapar gibi usulca sıktı. Ardından başıyla Aksel'in bindirildiği arabayı işaret etti. "Bununla ilgileneceğiz, gelip görmek mi istersin yoksa..."
"İstemiyorum..." dedim hemen başımı iki yana sallayarak. "Sadece... Geberdiğinden emin olun!"
Başını salladı. Ardından bir kolunu boynuma dolayıp beni kendine çekti ve şakağıma yumuşak bir öpücük kondurdu.
"Güney'i aramalıyım. Sanırım herkesten çok onun hakkı bu hesaplaşma."
Geri çekildiğinde kurduğu cümle buydu ve haklıydı. Başımı sallayarak bir adım geri çıkıp gözlerimle ileriyi işaret ettim.
Savaş kendi arabasına, Gece kendi arabasına binmiş ve bir konvoy gibi ayrılmışlardı evin önünden. Bir şeytanın ipini kesmeye gidiyorlardı ve geriye bir şeytan kalıyordu.
Bir mi? diye sordu zihnimin içinde bir ses. Asıl şeytana ne olacak peki?
Asıl şeytan... Benim hikâyemde herkes asıl şeytan olabilirdi ama hepsinden önce Kahraman Hancı gelirdi. O da bir gün yaptıklarının cezasını bulacak mıydı gerçekten?
💎🎭
YAZARDAN:
Soğuk sonbahar akşamına rağmen sakin olan denizin ortasında, ihanetin en koyu tonuna boyanmış bir adamın şiddeti hüküm sürüyordu.
Güney Kalkavan... O ana kadar yaşadığı her şeyin hırsını, sorumlusundan çıkarıyor, diğerleri de durdukları köşeden onu izliyordu.
"Hiç şaşırmadım..." dedi Çetin Aral Bakırcı, yaslandığı korkuluklarda bir ayağını diğer ayağının üzerine atarken. Yüzünde sıkılmış gibi bir ifade vardı, işini bir an önce bitirip sevdiği kadının yanına gitmek istiyordu. Odasının penceresinin aralık olduğunu, o yatağın bir köşesine kıvrılmışken diğer köşesini adam için ayırdığını biliyordu. Derin bir iç çekti. "Güney'in daha en başından uzak durması gerekiyordu o kadından. Bir bokluk olduğu en başından beri belliydi..."
Dinlediği hikâye onu biraz bile etkilememişti.
Kollarını göğsünde bağlamış olan Savaş göz ucuyla baktı arkadaşının yüzüne. "Bunu bir de ona anlat istersen... O zamanlar beyni yıkanmış gibiydi."
"Hayır, o zamanlar beyni sikilmiş gibiydi. Bir kaltak tarafından..."
"Yeter Güney Kalkavan..." diye bağırdı Gece Hancı onların sohbetlerini bölüp. O da Savaş'ın hemen yan tarafında duruyordu.
Evden limana yarım saat yol gitmişlerdi ve yaklaşık olarak bir saattir de bindikleri yatla deniz üzerinde yolculuk yapıyorlardı.
"O bize canlı lâzım." diye devam etti Gece. Ellerindekinin küçük balık olduğunun bilincinde olarak. Büyük balığı yakalamak için küçük balığa ihtiyaçları vardı. "Yasemin'in nerede olduğunu öğrenmemiz gerekiyor."
Aksel Bayzer'i bu gece tarihe karıştırdıktan sonra sıra ona gelecekti ve Aksel hâlâ nefes alıyorken kopardıkları her bilgi onların kârıydı.
Güney kaldırdığı bedeni tiksinircesine ileri doğru fırlattığında korkuluk demirlerine çarparak durdu Aksel'in bedeni. Beyaz saçlarından üzerindeki beyaz tişörtüne kadar kan olmayan tek bir noktası bile yoktu. Üç yerinden kırılan kolu tuhaf bir açıyla bükülmüş bir hâlde duruyordu ve bacağındaki kırık kemiği derisini yırtmış ve ucu dışarı doğru çıkmıştı.
Acı içinde kıvranan Aksel, şişmiş gözlerini açmaya çalıştı ama açamadı. Ya da o öyle sandı... Darbelerin şiddeti yüzünden gözleri, göz çukurlarının içinde patlamıştı...
Ağzına dolan kanı yere tükürmeye çalıştı, kanın arasında üç adet dişini de tükürdü. Güney Kalkavan istediğinde çok acımasız bir adama dönüşebiliyordu.
"Beni..." diye mırıldandı ama sesi gecenin içinde kayboldu. Gece onun konuşmaya çalıştığını gördüğünde yaslandığı yerden ayrılıp Aksel'e doğru ilerlediği sırada "Kusura bakma..." diye homurdandı Güney. Bedenini yere atmış, sırtını korkuluklara yaslamış, yaslandığı yerden Çetin'e bakıyordu. Onun da üzeri hep kan olmuştu ama ellerinin üzerindeki eklemler haricinde hiçbir kan kendine ait değildi. "Yatını kirlettik ama... Yarın ararım birilerini temizletirim."
"Sıkıntı yok..." diye cevap verdi Çetin. Cebinden çıkardığı sigara paketinden mentollü bir sigara çıkarmıştı. Dudaklarına yasladığı sigarayı yakıp derin bir nefesle dumanı çekti ciğerlerine. "İşimiz bittiğinde çocuklar halleder." Sonra ayağı ile hafifçe dürttü Güney'i. "Atabildin mi bari sinirini?"
Güney elinin tersiyle alnındaki teri silip yerde yatan Aksel'e baktı. Acı içinde olması bir nebze onu rahatlatıyordu ama içinde bir yerlerde yükselen oldukça gürültülü bir ses onu iyileştirip defalarca kez kırmak istiyordu bütün kemiklerini.
Sessizliği üzerine "Anlaşılan atamadın..." diye mırıldandı ve sigarasından bir nefes daha çekti. "Yerinde olsam bende atamazdım."
Öte yandan Gece, Aksel'in başına eğilmiş ne söylediğini duymaya çalışıyordu. "Beni zaten... öldüreceksiniz..." diye fısıldadı. Sesi varla yok arasında çıkıyordu ama Gece zor da olsa duymayı başardı. "Yasemin'in yerini ne yaparsanız yapın söylemem..."
Gece'nin dudaklarından alaylı bir gülüş dökülmüştü. Elini acımasızca Aksel'ın kırık koluna bastırdı. Acı dolu çığlık denizin dalgalarına karışmıştı. "Sikeyim senin artistliğini..." dedi alaylı bir sesle. "Kime artistlik yapıyorsun sen lan orospu çocuğu." Acımasız eli, elinin altındaki kolu daha fazla sıktı ve daha yüksek bir çığlık döküldü onun dudaklarından. Orada olup duyan herkese masal gibi geldn bir çığlık... "Ne yaparsanız yapın söylememmiş. Piç seni, sende bilmiyorsun değil mi? Onu Alfonso sakladıysa eğer bilmenin imkânı yok!"
Aksel acı içinde attığı çığlıklar yüzünden cevap veremedi ama cevap zaten ortadaydı.
Ayağa kalktı Gece Hancı ve iki büklüm olan adamın karnına sert bir tekme de o geçirdi.
Artık çığlık atmaya bile mecali kalmayan adam yalnızca inleyebilmişti. Ölüm için yalvardığı o noktadaydı. Acımayan tek bir noktası bile yoktu ve yat sarsıldıkça acısı katlanarak artıyordu.
"Yasemin'in yerini o da bilmiyor..." diye homurdandı Gece diğerlerine dönüp Aksel'i geride bırakarak. "Artık bir işimize yaramaz!"
Çetin bitirdiği sigarasını denize doğru fırlatıp yaslandığı yerden doğruldu. "Bilmediğinden nasıl emin olabilirsin ki? İllaki bir şey biliyor olmalı..."
Gözlerini devirdi Gece. "Tabii sen yedi yılda liseden mezun olamadığın için dış dünyadan bir haber olabilirsin ama deep web dünyasında işler öyle yürümüyor. Herkes birer gölgeyken Alfonso bir hayalettir. Hayalet birini saklamak isterse onu da hayalet çevirir."
Gece o işleyişin nasıl döndüğünü çok iyi biliyordu. Onları her nereden aldılarsa daha ilk andan gözleri bağlanmış, son ana kadar da açılmamış olmalıydı.
Çetin dik bakışlarını Gece'nin yüzüne dikerken Gece'ye doğru birkaç sakin adım attı. "Benim yatımda..." dedi tane tane, adımları kadar sakin bir sesle. "Etrafımız benim adamlarımla çevriliyken, sen aklınca bana lâf mı soktun şimdi?"
Sakin kalmak onun için zordu... Çabuk öfkelenen yapısının yanında sönmek nedir bilmeyen bir siniri vardı. Sakin olmadığı taktirde kıyametin kopması kaçınılmazdı. Onu sakinleştirebilen tek şeyden oldukça uzaktı ama yine de hayatının o kadar içindeydi ki o kadın, onun hayali bile yetiyordu genç adama. O anki motivasyonu yine o oldu. Aymar... Ona daha erken gidebilmek için kendine hâkim olmayı başardı.
"Öyleyse ne olmuş?" diye sordu Gece geri adım atmayarak. Onlardan uzakta duran adamların kendilerini belli edercesine onlara doğru bir adım yaklaşması onu kesinlikle korkutmamış, hatta ürkütmemişti bile.
"Eğer..." diye mırıldandı Çetin Aral Bakırcı bir adım daha atıp. Şimdi aralarındaki mesafe iyice kısalmış, gerilim havada bir elektrik misali cızırdamıştı. Ona rağmen, sesi son derece sakin çıktı. Tehdit ediyor olsa bile... "Gecenin sonunda kendini onunla birlikte denizin dibinde bulmak istiyorsan devam et tabii..."
Gece tam cevap verip karşı bir atak yapmak için dudaklarını aralamıştı ki "İkiniz de şunu hemen kesmezseniz, ben ikinizi birden atarım denize..." diye homurdanarak Savaş girdi araya. Bu kez Çetin'in sert bakışlarının hedefi Savaş'tı. Omuz silkti genç adam. "Bana öyle bakma, o aşık olduğum kızın abisi."
Başını iki yana salladı Çetin. "Siz Kalkavanlara aşk yaramıyor. Bir aptallaşıyor, bir salaklaşıyorsunuz."
Savaş bu sözler üzerine gelen gülme isteğini bastırıp gözlerini Çetin'in arkasındaki bir noktaya dikti. "Aymar'ın burada ne işi var lan?"
Attığı yem havada kapılmıştı.
Çetin hızla başını çevirip Savaş'ın baktığı yere bakarken "Hani, nerede?" diye sorduğunda Savaş'ın kahkahası boşluğu doldurdu.
"Kimmiş aşık olunca salaklaşan aptallaşan Bakırcı?"
"Sikeyim senin yedi sülalenin topunu Savaş!"
"Babamdan başla o zaman..."
Sabır dilenircesine başını karanlık gökyüzüne kaldırdı. Ağız tadıyla bir küfür de ettirmiyorlardı... Sonra adamlarına döndü ve "Ersin!" diye seslendi. Takım elbiseli adam koşar adımlarla yanına geldi. "Buyur abi..."
"Malzemeler hazır mı?"
"Hazır abi..."
Başını salladı Çetin. Sonra bakışları yerde acılar içinde kıvranan adama kaydı. Onu bulmak onun için hiç zor olmamıştı. Savaş Kalkavan'ın aramasından sonra tüm adamlarına haber salmıştı ve kısa süre içinde eşgale bütünüyle uyan tam üç adam bulmuşlardı. Onuysa; eski, ucuz, genelde fahişelerin tercih ettiği bir pansiyonda bulmuşlardı. Anlaşılan tam da kendine uygun bir yer seçmişti.
Çetin Aral Bakırcı'nın kehribar rengi gözleri yeniden adamına kaydığında, hâlâ karşısında dikildiğini görmek kaşlarını çatmasına neden oldu. "Neyi bekliyorsun Ersin?" Zaten olmayan sabrı fazlasıyla sınanmaya başlamıştı. Sakin kalmak her geçen saniye daha da zorlaşıyordu sanki.
Aymar'a odaklandı. Güzel kadınına... Ve derin bir nefesi içine çekti. Kolları ona sarılmanın arzusuyla karıncalanıyordu.
Adam bir an Çetin'in yüzüne bakıp "Ne yapayım abi?" diye sordu. Rengini belli etmemeye çalışıyordu ama deniz onu tuttuğu için şu an kendini sarhoş gibi hissediyordu.
"Malzemeler Ersin, malzemeler..."
"Getireyim mi abi?"
"Yok Ersin, git götüne sok onları..."
"Anlamadım abi?"
Sabır dilenir gibi burun kemerini sıktı Çetin. O sakin kalmaya çalıştıkça onu zıvanadan çıkaracak bir şeyler çıkıyordu sürekli. "Eğer üç saniye karşımdan çekilmiş olmazsan denize seni gömerim Ersin!"
Adamın beti benzi atmıştı birden. "Tamam abi ben malzemeleri alıp geleyim hemen..." dedi ve topuklarını kıçına vura vura uzaklaştı Çetin'den.
Hemen yan tarafında duran Gece, "Çok aradın mı sen bunu?" diye sordu. Biraz önce geçen diyalog yüzünden dudaklarında alaylı bir gülüş vardı.
Kaşları çatıldı Çetin'in. Ellerini saçlarından geçirirken yatı aydınlatan ışıklar kollarındaki dövmeleri ortaya çıkarmıştı. Her birini tek tek sevdiği kadının yaptığı ve gururla taşıdığı dövmeleri...
"Normalde bu kadar salak değildir." diye mırıldandı adamının yanında iki adamla istediği malzemeleri getirmesini izlerken. "Yani en azından salak olan Ersin değildir. Sergen ile çok takıldılar bu aralar, kesin ondan bulaştı!"
Büyük bir varil ve başka bir varilde hazırlanmış çimento karışımı...
Boş varili korkulukların dibine koydular. Ardından Aksel'i kollarından tutarak kaldırdılar. Acı dolu iniltilerinin haricinde sessizdi Aksel. Varilin yanına getirildiğinde şimdi dört adam da ona bakıyordu: Savaş, Çetin, Gece ve Güney...
Adamlar işlerine devam etmek için Çetin Aral Bakırcı'dan komut beklerlerken Aksel zorlukla kaldırdı başını ve sırayla Savaş'a, Gece'ye ve Güney'e baktı. "Yasemin... bunu... yanınıza... bırakmayacak..."
"Dört gözle o anın gelmesini bekliyorum." diye karşılık verdi Gece. Bir planı olduğunun elbette ki farkındaydı. Alfonso'nun gücünden destek aldığının da... Ama şu an bulundukları konumda onlar bir adım atıp ortaya çıkmadan onları bulabilmek mümkün değildi. Dünya'nın her yerinde olabilirlerdi, bu samanlıkta iğne aramaktan daha zor bir durumdu.
"O an geldiğinde Gece Hancı... yaşamamış olmayı dileyeceksin."
Bunlar son sözleri oldu. Çetin bir baş hareketi ile adamlarına bekledikleri komutu verdiğinde yaka paça Aksel'i varilin içine tıktılar. Hâlâ nefes alırken üzerine boca edilen çimentonun arasında sıkışıp kaldı. Havayla ilişiği tamamen kesildiğinde bir gram nefes için sızlayan ciğerlerine ihtiyacı olanı verme isteği ile ağzını açmaya çalıştı ama bu büyük bir hataydı. Henüz kurumayan çimento ağzına doldu önce, nefes alma ihtiyacı yüzünden kendini zorlarken de soluk borusuna doğru aktı.
Onlarca belki de yüzlerce insanın hayatını kendi elleriyle yok eden, kendini ölümün efendisi olarak gören Aksel, o çok istediği bir yudum havayı hiçbir zaman alamadı. Geceye bir sır gibi gömüldü, geçti ve gitti. Ardından onu arayacak tek bir kişi bile olmadan... Yaşattıkları için yetersizdi bu belki ama en azından artık kimsenin canını yakamayacaktı.
"Bu kadar basit olmamalıydı..." diye mırıldandı Güney Kalkavan. "Bu kadar kolay bir ölümü hak etmiyordu..."
Savaş ellerini ceplerine koyup üzeri tamamen betonla kaplanmış varile baktı. "Onu, şerefsizin tüm kemiklerini kırmadan önce düşünecektin." O da kuzeni ile aynı fikirdeydi. Bu ölüm, onun gibi biri için fazla kolaydı...
Omuz silkti Güney... "Kendime hâkim olamadım..." derken sesinde bir parça pişmanlık vardı. Hâkim olsaydı eğer, tüm hıncını çıkarabileceği kadar hayatta kalabilirdi...
"Bana kalsaydı..." diye söze girdi Çetin. "Bir köşede can çekişe çekişe, yavaş yavaş gebersin derdim." Sonra gözleri Savaş'a kaydı. "Ama seninkinin emri kesindi. Kız sağlam tekme atıyor, sizi de pataklamayacağının bir garantisi yoktur diye düşündüm."
Savaş bu sözlerle güldü. "Sen onu bir de kitapla adam döverken gör..."
İzel'e tam olarak hangi noktada aşık olduğunu kestiremiyordu. Her nokta olabilirdi bu ama favori anlarından biriydi okulun ilk günlerinde Aksel'i kitapla dövdüğü an...
"Kitapla adam dövmek mi?" diye sordu Çetin, sesinde az da olsa şaşırdığına dair bir emare vardı. "Kulağa sanatsal geliyor..." Sonra yumruğunu kaldırıp Savaş'ın omzuna hafifçe vurdu. "Tam kendine göre birini bulmuşsun şerefsiz..."
Sanat ve İzel... Pek yan yana gelebilecek bir ikili değildi. İzel sanattan anlamaz, pek de hoşlanmazdı. Sanatla ilgili sevdiği tek şey, muhtemelen sesini değiştirebildiği için, şarkı söylemekti. Kaldı ki onu bile kendine saklamış, annesinden başka kimseye göstermemişti. Bir de Savaş'a göstermişti işte... Bir tek Savaş'a...
Göğsünü ılık bir his sararken "Buldum..." dedi. Sesi yemin eder gibi çıkıyordu. Bulduğu ve kaybetmeyeceğine dair yemin eder gibi...
"Ciddiyim..." diye mırıldandı Çetin. "Onu bir ara Aymar ile tanıştırman gerek. Savaş Kalkavan'ın hayatına sonunda bir kadın girmiş, bunu ne kadar geç öğrenirse o kadar başının etini yer."
Başını sallamakla yetindi Savaş. "Yakında yeni tasarımları teslim etmek için yanına uğrayacaktım zaten. İzel ile birlikte gideriz."
Yanlarına gelen bir adamla sohbetleri yarıda kesildi. "Efendim..." dedi adam Çetin'in yüzüne bakarken. "Çimento hafiften kurumaya başladı."
"Kapatın kapağını... Kıyıdan yeterince uzaklaşıp, yeterli derinliğe ulaştık. Kaldırıp atın denize."
Kapak kapandı ve altı kişi ağır varili kaldırıp denizin derinliklerine doğru gönderdiler. İki adamın alışık olduğu bir durumdu bu ama diğer ikisi ilk kez böyle bir şeye şahit oluyordu. Savaş ve Güney, ilk kez bir cinayete şahitlik etmekle kalmıyor, o cinayeti kendi elleriyle işliyorlardı. Ama bir gerçek vardı ki bundan asla pişman değillerdi ve hiçbir zaman da olmayacaklardı. Vicdanlarında en ufak bir rahatsızlık hissi bile uyandırmayacaktı bu durum. Aksine daha fazla acı çekerek ölmesini dilemekten başka bir şey düşünmeyeceklerdi.
Açılırken olan şiddetin aksine geri dönerken son derece sakinlerdi. Eskileri yâd etmiş, hiçbir şey olmamış gibi sohbet etmişlerdi.
Limana yanaştıklarında sırayla indiler yattan. Burada ayrılacaklardı. Savaş ve Güney, eski dostlarıyla vedalaştılar. Çetin son olarak bir kenarda duran Gece'ye baktı. Ellerini usulca ceplerine yerleştirirken görünen dövmeleri sokak lambalarının ışıkları altında gözler önüne serilmişti.
"Hâlâ lisede olmam çok aklına takıldıysa eğer söyleyeyim..." diye mırıldandı. Bu adamla belki de bir daha hiç karşılaşmayabilirdi. Ya da çok nadir denk gelirlerdi falan... Yine de birilerinin onu bir geri zekalı olarak hatırlayacak olması hoşuna gitmezdi. İtibar meselesiydi biraz... "Hâlâ oradaysam bunun nedeni Aymar'ın hâlâ orada olması, o siktiriboktan okulda kural namına hiçbir şeyin olmaması ve ben aradan çekilir çekilmez herkesin Aymar'ın başına üşüşecek olması... Şu an bile fazlasıyla hedef halindeyken ben olmasam ne olur diye düşünmek bile istemiyorum." Derin bir iç çekti. Göğsü bir kadına duyduğu sevginin minneti içinde sıkışıyordu. Böyle nefes alamadığı durumlarda tek ihtiyacı olan şey sevdiği kadının kokusuydu. "O iyi olduğu sürece değil üç yıl gerekirse on üç yıl daha giderim o okula."
Teknik olarak bu yıl pek gittiği söylenemezdi ama bu başlarındaki Niks belası yüzündendi. O kişi, daha fazla canını sıkmadan bulması gerekiyordu.
O gece karşılıklı duran dört adamın da bilmediği bir sırra gebeydi aslında... Güney Kalkavan'ın yakasına yapışan ve onu az kalsın demir parmaklıkların ardına bir daha çıkamamak üzere tıkacak olan kişi ile Çetin Aral Bakırcı'nın hayatının orta yerine bomba misali düşen kişi aynı kişiydi.
Niks...
Ve tüm bunları bilen iki kişiden birinin üzerine biraz önce kendi elleriyle beton dökmüşler ve denizin derin ve karanlık sularına gömülüşünü izlemişlerdi. O sır da Aksel Bayzer ile birlikte son nefesini vermişti.
Bilen diğer kişiyse; onlardan çok uzakta, ölümden dönmüş bir hâlde gözlerini açmış ve onları bu hâle getirenlerden alacağı intikamın planının son temellerini atıyordu. 💎🎭 Bölümü nasıl buldunuz? Çetin Aral Bakırcı, Körebe isimli kurgumun baş karakteri. Onu sevdiniz mi? Zaman ayırıp okuyan herkese sonsuz teşekkürler❤️ Seviliyorsunuz💖 |
0% |