Warning: session_start(): open(/var/cpanel/php/sessions/ea-php73/sess_6fd31003474481662658cea90fa27a7f, O_RDWR) failed: No space left on device (28) in /home/kitappad/public_html/kitappad_yazilim/global_include/class.ayarlar.php on line 5

Warning: session_start(): Failed to read session data: files (path: /var/cpanel/php/sessions/ea-php73) in /home/kitappad/public_html/kitappad_yazilim/global_include/class.ayarlar.php on line 5
43| KARŞILIK
Yeni Üyelik
44.
Bölüm

43| KARŞILIK

@saniyesolak

Sellam✨

Bölümün içime sindiğini söyleyemeyeceğim çünkü yazarken inanılmaz hastaydım, zaten haber vermiştim. Ayrıca ciddi anlamda motivasyon kaybı da yaşıyorum. Bu yüzden rica ediyorum okuyanlar oy versin ve yapabildikleri kadar yorum yapsınlar. Ki devam edebileyim❤️ Buna gerçekten ihtiyacım var çiçeklerim.

 

Keyifli okumalar diliyorum❤️

 

💎🎭

 

İZEL İZEM HANCI'DAN:

 

Geçmişin size ne zaman çarpacağını bilemezdiniz... Bazen bir renk, bazen bir manzara, bazen bir koku... Ayaklarınızın altına sererdi o geçmişi.

 

Bunlar genelde iyi hatıralarınız olurdu. Kötü anılar, hatırlamaya ihtiyaç duymayacağınız kadar zihninizde kireç tutardı çünkü.

 

İyi anılarda gezinmek ise bulutlarda yürümeye benzerdi. Yumuşacık, özgür bir his...

 

Gözlerimi açtığımda tam olarak öyle bir hisle sarmalanmıştım. Burnuma dolan portakal kokusu... hayır portakallı kurabiye kokusu geçmişin en güzel anılarını getirip önüme sermişti. Annemin bana her zaman yaptığı portallı yıldız kurabiyeler... Tam olarak böyle kokuyordu.

 

Gerçekliğinden emin olmak ister gibi birkaç derin solukta havayı kokladım. Kaşlarım çatılırken uykulu gözlerimi ovuşturdum yavaşça. Rüya değil, gerçekten bir yerlerden o portakallı kurabiyelerin kokusu geliyordu.

 

Yataktan kalkarken rüya sandığım ayrıntının sarsıcı gerçeği ile yüzleşmeye çalışıyordum. En son bu kokuyu duyumsadığımda, varlığında hep çatlaklar biriktiren kalbimin paramparça olduğu anlardan birindeydim. Babam Marsilya'ya Damla'nın gitmesine izin vermişti, annemin yanına. Bana ise izin çıkmamıştı... Gerçi olan olaylardan, benim gizlice gitmem ve bir haftalık aldığım o ağır cezadan sonra Damla da gidememişti yanına ama... Bunun için üzgün olduğumu söyleyemeyecektim. Bedeli ne olursa olsun, annemi bir saat de olsa görmek benim için her şey demekti.

 

Koku o kadar tanıdık geliyordu ki... Yutkunmak zorunda hissettim kendimi. Sanki... sanki annem yapmış gibi...

 

Çıplak bacaklarıma ve kollarıma bir ürperti çökerken tüylerim diken diken oldu. Çıplak ayaklarımla evin içinde ilerlerken sanki bastığım yer sert zemin değil de bulutların üstüymüş gibiydi. Hayır, bu his huzur vermedi. O kurabiyeleri annemin yapmadığını bilirken, yüksek ihtimalle de bir daha asla yapamayacağını bilirken nasıl huzurlu olabilirdim ki... Annemin gözlerini belki de hiç açamayacağını bilirken...

 

Yine de ılık bir histi bu... Huzur değil ama huzura yakın... Ayaklarım beni kokunun kaynağına -mutfağa- doğru taşırken kendimi allak bullak olmuş gibi hissediyordum.

 

Mutfağa girdiğim ilk an karşılaştığım şeyle adımlarım donakaldı. Ne bekliyordum ya da neyi görmeyi umuyordum gerçekten bilmiyorum ama bunu görmeyi beklemediğim kesindi.

 

Madelyn Roux elindeki tepsiyi ada tezgâhın üstüne bırakıp fırın eldivenini çıkardı. Adanın üzerinde hazırlanmış bir kahvaltı masası ve bir tepsi daha vardı. İçlerinde yuvarlak şekillerde kurabiyeler olan bir tepsi...

 

Kokunun kaynağı olan portakallı kurabiyeler...

 

Mazinin acımasız elleri boğazımı sardı. Bir şey söylemeliydim belki ya da hareket etmeliydim. Ama hiçbir şey yapamadım.

 

"Ah..." diyen sesini duydum Madelyn'ın. "Uyandın mı?" O kadar çok kurabiyelere odaklamıştım ki kulağımdan içeri akan Fransızca kelimeleri ilk an anlamakta zorlandım. Oysaki benim Fransızcam Türkçemden daha iyidir.

 

Güç bela çektim gözlerimi kurabiyelerden. Başımı kaldırdığımda kahvelerim Madelyn'ın elalarına çarptı. Yüzüne yumuşak bir gülümseme otururken "Günaydın..." diye mırıldandı. Hiçbir şey söyleyemeden öylece

 

yüzüne bakmaya devam ettiğimde gözlerini kaçırıp hazırladığı şeylere kısa bir bakış attı. "Dün mutfakta portakal görmüştüm... Fayette ve Louis için annemin o meşhur portakallı kurabiyelerinden yapmak istedim. Onu yaparken de kahvaltıyı hazırladım." Yüzündeki gülümseme varlığını koruyordu. Yumuşak görünüyordu ama bana niye öyle gelmiyordu?

 

Fayette ve Louis...

 

Hayır onlar senin kardeşin Fayette ve Louis değiller, onlar benim kardeşlerim Damla ve Gece...

 

İçimden yükselen bu cümleleri haykırma isteği o kadar fazlaydı ki...

 

Bir dakika...

 

Annemin meşhur tarifi mi dedi o az önce?

 

"Umarım mutfağı kullanmamda bir sakınca yoktur..."

 

Kafam o kadar karışıktı ki gerçekten konuşamadığım bir andaydım. Mantığım duygularımla birbirine girmişti. Ortaya güzel bir ebru sanatının çıktığını söylemek isterdim ama görünen tek şey siyahtı.

 

Bu benim annemin tarifiydi...

 

Benim için yapıyordu hep...

 

"B- bu kurabiyeler... Sen nereden biliyorsun bu tarifi?"

 

Bir kaşı usulca havalandı Madelyn'ın. Yüzü, sanki sorduğum soru başlı başına saçmalıkmış gibi tuhaf bir mimikle şekillendi. "Söyledim ya annemin tarifiydi. Ben küçükken çok yapardı. Annen için... Hatta her gün yapardı."

 

Soru işaretlerinin ardından bakıyordum yüzüne. Karışan kafam bakışlarımdan belli ediyordu kendini. Nasıllar ve nedenler dönüyordu kafamın içinde.

 

Neyse ki dile dökmeme gerek kalmadan anladı. O tuhaf mimik yerini yeniden o yumuşak gülümsemeye bırakırken

 

"Eftelya teyzenin canı hamileliği boyunca çok fazla portakal çekerdi." diye açıklamaya koyuldu. "Ama o nefret ederdi portakaldan. Yiyemezdi yani. Annem de böyle bir yöntem bulmuştu, ona her gün bu kurabiyelerden yapıyordu. Ve Eftelya teyze de kurabiyelerini benimle paylaşıyordu."

 

Söylediklerinde hangi noktaya odaklanacağımı şaşırmış bir haldeydim. Koku beni sarhoş etmişken bu kadar çok cümle kurmamalıydı...

 

Annem portakaldan nefret mi ediyordu?

 

Hamileliği boyunca canı mı çekmişti bu kurabiyelerden?

 

Benim için değil miydi o kurabiyeler? Ben seviyorum diye... Geçmişi, oğlunu hatırlamak için mi yapıyordu?

 

Gerçekten seviyor muydum o kurabiyeleri yoksa bana öğretilen bu diye mi özel gelmişti bana bunca zaman?

 

Şaşkındım, ne hissetmem gerektiğini bile bilemeyecek kadar şaşkındım hemde. Düşünceler zincirleme bir trafik kazası gibi birbirine dolanmıştı ve hisler kan revan içinde etrafa saçılmıştı.

 

"Tadına bakmak ister misin?"

 

Cevap vermemi bile beklemeden tepsiden aldığı bir kurabiyeyi bana doğru uzattı. Koku şimdi daha yoğundu. Annemle mutfağı dolduran kahkahalarımızın anılarıma akın etmesi kadar yoğun. Hücreye kapatıldığım günlerde Gece'nin gizlice bana getirdiği o kurabiyeleri, açlığımın en çok bastırdığı ana kadar bekleyip, artık açlıktan canım yanmaya başladığında kameraya yakalanmadan yediğimde, damağıma yayılan o eşsiz tattan daha yoğun... Özlem kadar yoğun...

 

Boğazımda bir düğümle uzanıp aldım kurabiyeyi ve istemsiz burnuma yaklaştırıp daha derin kokladım. Başım daha fazla döndü. Mideme bir yumruk indi sanki.

 

"Bu..." diye fısıldadım kurabiyeden bir ısırık almadan hemen önce. Damağıma yayılan o büyülü tatla göz pınarlarım karıncalanmaya başladı. Burnumun direğindeki sızı arttıkça boğazımdaki yumru da büyüyordu. "Bu annemin tarifi sanıyordum..."

 

Ağlamakla gülmek arasında kaldığında bir an durup acaba delirdim mi diye düşünüyordu insan. Hayır delirmemiştim. Sadece çok özlemiştim.

 

"Annene annem öğretmiş olmalı..." diye cevap verde Madelyn. Muhtemelen öyle olmuştu ama bu önemli değildi artık. Bu tarif sonsuza kadar zihnimde annemin bir parçası olarak kalacaktı. Çocukluğuma ait sayılı güzel şeylerden biri...

 

"Bende Fayette'ye öğreteceğim..." Kurabiye, aldığım o tek ısırıkla elimde dururken kullandığı isim beni içine daldığım o yoğunluktan çıkarmaya yetmişti. Damla hassas noktamdı, kırmızı çizgimdi. Sertçe yutkundum ve arşa doğru istikrarlı adımlarla tırmanan kötü duygu ve düşüncelere takılmamaya çalıştım. O, onların öz ablasıydı. Kahretsin ki öyleydi ve benim onları Madelyn'dan kıskanmaya hakkım yoktu. Nasıl olsa yakında gidecek ve tüm bunların bir önemi kalmayacak.

 

Dikkatli bakışları yüzümün kıyısında dolanırken "Ne de olsa artık bol bol vaktimiz olacak." diyerek devam etti konuşmaya. "Birbirimizi tanıyacağımız ve keşfedeceğimiz oldukça bol zamanımız var artık önümüzde. Kaybettiğimiz her zamanı telafi edebileceğiz..."

 

Sanki bir şeyleri ima ediyor, zaman kelimesinin üzerine bastırıyor gibi hissediyordum. Ben mi çok paranoyak davranıyordum?

 

Beni sarhoş eden o koku hâlâ her yanımdaydı ama kurabiyeden ikinci bir ısırık daha alamadım. O mükemmel tat, bir saniyeden kısa sürede bir zehre dönüşmüştü damağımda. "Elbette..." diye mırıldandım düşüncelerimden çok uzak bir sesle. Ters bir şey söylememek için kendimi dizginlemek adına her şeyi yapıyordum. "Yıllar sonra yeniden bir araya geldiniz, bağlantınızı koparmamalısınız. Gece ve Damla vakit bulamayabilir ama sen onları sık sık ziyarete gelebilirsin..."

 

Dizginler ne kadar sıkı olursa olsun Gece ve Damla'nın adını vurgulamaktan alamamıştım kendimi.

 

Hafifçe güldü sözlerimle. Kollarını göğsünde toplarken ağırlığını bir ayağına vermiş ve belini adaya yaslamıştı. "Bahsettiğim şeyin öyle bir şey olmadığını biliyorsun... Bence neyden bahsettiğimi de biliyorsun."

 

Gülüşünden sonra ondan çektiğim gözlerimi, sözleriyle yeniden ona diktim. Bir kaşım usulca havalanmıştı, elimdeki kurabiyeyi de mermer tezgâha bırakmıştım. Pekâlâ, sanırım başlıyorduk.

 

"Açık konuşmak ister misin Madelyn?" diye sordum yüzüne, gözlerinin tam içine sorgulayıcı bakışlarımla bakarken. Neyi ima ediyorsa ya da aklından her ne geçiyorsa onu açık açık söylemeliydi bana. Lâf ebeliğine ihtiyacım yoktu, tahammülüm de...

 

"Pekâlâ..." diye mırıldandı ve duruşunu dikleştirip çenesini hafifçe kaldırdı. "İki gün sonra için Fransa'ya üç bilet aldım. Ben, Fayette ve Louis için... Buradan giderken yalnız gitmeyi düşünmüyorum, onlar da benimle gelecekler."

 

Bir dakika...

 

Ne?

 

Ciddi miydi bu kadın?

 

İstemsizce gelen gülmeyi, elimin tersini dudaklarıma bastırarak geri göndermeye çalıştım. Evet, bazı şeylerden endişe ediyor olabilirdim ama bu kadar da uzun boylu değildi. Kafasında dönenler, kurduğu planlar ve bir de gerçekten buna inanıp uçak biletlerini bile alması...

 

Gerçekten bu kadar kolay olduğunu mu sanıyordu?

 

Öylece onları götürebileceğini...

 

İşte o zaman Kahraman Hancı'dan korkması gerektiğini fark edemiyor muydu? Onun peşini bırakan Kahraman Hancı, Gece ve Damla'nın peşini bırakır mı sanıyordu?

 

"Gece ve Damla'nın bu planından haberi var mı peki?"

 

Alaylı çıkan sesim onu hiç bozmadı, dudaklarındaki gülümseme hiç silinmedi. Yaptığı planın kendi ölüm fermanını imzaladığını bilmeden bana üstten bir bakış attı. "Henüz bilmiyorlar ama çok yakında öğrenecekler."

 

"Ve seninle öylece gelecekler, bunu öylece kabul edecekler yani?"

 

Babam bir yana... Damla da Gece de beni bırakmazdı. Ne olursa olsun bizim aramızdaki bağ o kadar kolay kopmazdı. Katledilen çocukluğumuz ortaktı bir kere... Beni hayatlarından çıkarmazlardı. Çıkarmazlardı değil mi? Babamdan kurtulmak uğruna, kaybettikleri o aileyi yeniden kurmak için beni bırakmazlardı...

 

"Ben söylersem kabul etmeyeceklerini elbette ki biliyorum." diye mırıldandı Madelyn. Kıstığı gözlerindeki o iddialı bakış, bunu da düşündüğünü gösteriyordu. "Onları sen ikna edeceksin."

 

Bir an, gerçekten bunu söyledi mi diye yüzüne bakakaldım. Bir rüya olmalıydı. Ya da bir kâbus... Adına her ne derseniz işte.

 

"Anlamadım?" İnanamazcasına çıkan sesim, bir an benim bile kulağıma yabancı gelmişti. Ne diyordu bu kadın böyle?

 

Sanki söylediği çok normalmiş gibi hafifçe gülüp "Bana öyle bakma İzel..." dedi. Ona nasıl baktığım hakkında hiçbir fikrim yoktu... Bakışlarımdan kendi anlamlarımı çıkaramayacak kadar kopmuş gibi hissediyordum kendimi.

 

"Onlar benim kardeşlerim, senin değiller. Yıllardır senin olmayan bir şeye seninmiş gibi davranıyorsun, benim olmam gereken yerdesin..." Kısacık bir es verip yüzünü yüzüme doğru yaklaştırdığında, hiç olmadığı kadar ciddi göründü gözüme. Tüylerimin ürperdiğini hissettim. Korkudan değil... Korkuyla uzaktan yakından alâkası yoktu. Ama bu hissin adını da koyamıyordum. Şey gibiydi... Bir delilik yapmadan önce insanın bedenine bir ürperti çöker ya... Öyle bir şey...

 

Sakin kalmaya çalışarak parmaklarımı avuç içlerime gömdüm. Gömmeseydim eğer o titremeler bana kendimi zayıf hissettirirdi.

 

"Baban yüzünden benim ailem mahvoldu. Baban yüzünden yıllarımı korku içinde yaşayarak geçirdim. Sen sarayında prensesler gibi muamele görürken, hem anne hem baba sevgisi görürken, benim kardeşlerime sarılırken; ben ailemin fotoğrafları ile yetinmek zorunda kaldım. Şimdi, babanın sebep olduğunu sen tamir edeceksin. Bizi baban ayırdı, sen birleştireceksin. Bunu bana borçlusun İzem Hancı..."

 

Bunun adı headshottı.

 

Kalbi değil doğrudan kafayı hedef alıyordu sözleri. Duyguları değil mantığı...

 

Ben mi prenses muamelesi görmüştüm?

 

Ben mi baba sevgisi ile sarmalanmıştım yani?

 

İzem Hancı...

 

İzel adı olmadan bu iki kelime yan yana kullanıldığında kendini ruhuma kadar çırılçıplak kalmış gibi hissediyordum. Ruhuma dikilen her acı bu isimdeymiş gibi... Ben tüm iyiliklerimi, güzelliklerimi İzel'e dikmiştim, İzem'in karanlığı ona bulaşmasın diye...

 

Babam yüzünden yıllarca korku içinde yaşayan bir tek o muydu sanıyordu?

 

Kahraman Hancı'nın en karanlık yüzlerinden birine kanlı canlı şahit olmuşken buna nasıl inanabiliyordu?

 

Yüzüm buruşurken "Sana hiçbir şey borçlu değilim ben..." dedim net, keskin bir sesle.

 

"Ah, evet borçlus-" diye karşılık verecek oldu ama "Korkak olmanın suçlusu ben değilim." diyerek sesini kestim. Kim olursa olsun, benim evimde bana ahkâm kesemezdi. "Başına gelen hiçbir şeyin sorumlusu ben değilim..."

 

Dudaklarımdan alay dolu bir gülüş dökülürken bir adım geriye çıkıp onu baştan aşağı süzdüm. Karşılık vermek için dudaklarını araladı ama izin vermeye niyetim yoktu. Geldiği andan beri bana olan bakışlarında bir tuhaflık seziyordum zaten ve bence yeterince sabretmiştim.

 

"Sen onları gerçekten hak ettiğini mi düşünüyorsun Madelyn?" dedim o konuşmadan hemen önce konuşup. Bakışlarım kısılmıştı. "Yıllardır onların yaşadığını biliyordun, nerede olduklarını..." Dudaklarımdan yeni bir ayal dolu gülüş dökülürken başımı iki yana salladım. "Ama gelmedin... Aramadın bile bunca zaman onları. Varlığından haberleri bile yoktu, varlığını bile gizlemeyi seçtin sen..."

 

Sözlerim onu sinirlendirmiş olmalı ki yüzü kaskatı kesildi. Burnundan verdiği sert bir nefesle "Sanki baban bana başka bir seçenek bırakmış gibi..." diye soludu.

 

"Evet..." diyerek onayladım onu. Koskoca mutfak dar geliyordu sanki bana. Ensemden başlayan bir ürperti tüm boynumu dolanıp ağzımın içine doluyor, oradan boğazıma doğru akıyordu. "Babam bırakmadı, ben değil... Her şey onun suçu, benim değil..."

 

Bana doğru bir adım yaklaşan Madelyn başını omzuna doğru eğip "Bu neyi değiştirir ki?" diye sordu. "Ha sen, ha baban? Baban annemle babamı çaldı, sende kardeşlerimi çalıyorsun..."

 

Kopma noktasına gelen bir keman yayı gibi gerilen sinirlerim bana bir kahkaha attırmıştı. Delirmek üzereydim.

 

"Gelseydin o zaman?" derken sesimin yükseldiğini, mutfağın duvarlarına çarpıp hafifçe kulağımı tırmalayan sesimin yankısından anlamıştım. "Bunca yıl saklanmak yerine gelip kardeşlerine sarılsaydın."

 

"Sen yapabilir miydin?" diyerek karşı bir atakta bulundu ama çok yanlış bir ataktı. "Bir canavar peşindeyken, ölüm ensendeyken bunu yapabilir miydin?"

 

Ona doğru bir adım da ben yaklaştım. Şimdi aramızda çok az bir mesafe vardı. Şeytan sağdan soldan fısıltılarla aklıma girmeye çalışıyordu. Göm kafanı kafasına, kır burnunu, kapatsın çenesini...

 

"Aramızdaki en büyük fark bu..." diye mırıldandım göz kontağımızı hiç bozmadan... "Eğer kardeşimin yaşadığını bilseydim, ne yapar ne eder onu bulurdum. Hiç kimse buna engel olamazdı."

 

Şeytanı dinlemeden önce yalnızca bir saniyem vardı. O bir saniyeyi çok iyi değerlendirdim ve kendimi geri çekip bir kez daha onu tepeden tırnağa süzdüm. "Korkaklığının faturasını bana kesemezsin."

 

Havayı saran gerilim giderek yükseliyordu. Bir sinir harbinin ortasındaki ateş hattındaydım sanki. Mutfak gittikçe küçülüyordu, duvarlar üzerime üzerime geliyor beni aralarında sıkıştırıyorlardı. Dışarı çıkmaya ihtiyacım vardı, temiz havaya...

 

"Bir prenses için konuşması kolay tabii. Sen dokunulmaz olansın, kimden neden korkasın ki?"

 

Yeni kesip törpülediğim tırnaklarım avuç içlerime gömüldü. Canımı yakmadılar ama imzalarını bıraktılar oraya. Pervasızca konuşması karşısında ellerim titriyordu; bir şeyleri kırmak, yıkmak arzusuyla. Bu yüzden daha fazla gömdüm parmaklarımı avuçlarıma ve dün gerginlikten uyuyamadığım dakikalarda tırnaklarımla ilgilendiğim için kendimi tebrik ettim.

 

Aksel'i ellerinden kaçırırlarsa diye gerilmiştim. Neyse ki kaçırmamışlardı. Bunu, gece geç saatlerde Savaş'tan gelen bir mesajla, sabah görmüştüm.

 

Suratına bağırmak çağırmak istedim. Ben hiçbir zaman babamın prensesi olmadım diye... Onun prensesi hep Damla'ydı diye... Bende isterdim babamın prensesi olmak onun tarafından sevilmek, hep istemiştim ama olmayınca olmuyordu işte.

 

Dilimin ucuna gelen her bir kelimeyi yuttum ve başımı iki yana sallayıp iki adım daha geriledim. "Bu konuşmaya daha fazla katlanmayacağım."

 

Tam arkamı dönüp gitmek için hareketleniyordum ki, girişte duran Gece ve Damla görüş açıma girdi. İrkilerek durdum. Ne zamandan beri orada duruyorlardı?

 

Benim durduğumu görünce Madelyn da bakışlarını girişe çevirdi ve onları gördü.

 

Gece'nin kısık bakışları ikimiz arasında gidip gelirken "Özür dile." dedi sert bir sesle. Konuşmanın her anına şahit olmuşlardı demek... Damla'nın gözleri Madelyn'daydı ve üzgün bakıyordu...

 

Özür dile...

 

Bir an kalbim göğüs kafesimdeki kemiklerin arasından parçalanarak dışarı sızıyor sandım. Gerçekten söylediği şey bu muydu?

 

Dönüp bakmasam da Madelyn'ın gözlerindeki o zaferi görebiliyordum, tam gözlerimin önündeydi sanki o bakışlar. Yüzündeki o gülüş...

 

Ama sonra bir şey oldu...

 

Gece'nin yosunlu denizleri tüm dikkatiyle Madelyn'ın üzerinde durdu. "İzel'den özür dile..."

 

Zaman tersi yöne aktı. Göğüs kafesimi parçalayarak dışarı taşan kalbimin kırıkları usulca birleşti. Çatlakların üzerine yapışan yara bantları bile çiçekliydi.

 

Madelyn'ın bir an nefesinin kesildiğini duyumsadım. "Ne?" diye sorarken o da bu atağı beklemiyor gibiydi.

 

"Söylediğin hiçbir şeyi hak etmiyor o, ondan özür dile." diyerek mutfağa doğru bir adım attı Gece. Tahammülsüz çıkan sesi kesinlikle itiraz istemiyor, kendinden taviz vermiyordu.

 

"B-ben..." dediğini duydum Madelyn'ın ama dönüp ona bakma gereği görmedim. Benim bakışlarım Gece ve Damla'daydı. Damla güzel mavilerini bana çevirmişti şimdi ve dudakları düz bir çizgi halinde duruyor olsa da gözlerindeki o içten gülümsemeyi net bir şekilde görebiliyordum. Biraz önce mutfağın duvarlarının arasında sıkışan ruhumu hiç acıtmadan oradan çıkarıyorlardı.

 

"Sen ne?" diye sordu Gece. Sesinde öyle bir ton vardı ki, şu an muhatabı olmayı kesinlikle istemezdim. "İzel ile bu şekilde konuşabileceğini mi sanıyorsun?"

 

Kısa bir sessizlik oldu. Anlaşılan o ki Madelyn böyle bir tepki ile karşılaşacağını hiç tahmin etmiyordu, afallamıştı ve şaşkınlığı aldığı nefeslerden bile belli oluyordu. Ben mi? Saniyeler içinde değişen duygularıma ayak uydurmaya çalışıyordum. Sadece... Gece'nin ve Damla'nın yanımda durduklarıni bilmek inanılmaz iyi hissettirmişti.

 

"Özür dilerim..." En sonunda Madelyn'ın zayıf sesinden dökülen bu iki kelime beni hiç etkilemedi. Bakışlarının ağırlığını sırtımda hissetsem de dönüp bakmadım ona.

 

Tam yanımda durdu Gece Hancı'nın adımları. Yosunlu denizleri kısacık bir an bana dokunmuş, hemen ardından yeniden Madelyn'a dönmüştü.

 

"Bizi İzel ve senin aranda bir seçim yapmak zorunda bırakma Madelyn Roux..." Sesinde Madelyn'in hayalleri, kurduğu planlar intihar ediyordu. Başını iki yana salladı usulca. "Çünkü..." derken sesi öyle net ve kendinden emindi ki... Tıpkı duruşu gibi. "Seçilen kişi hiçbir zaman sen olmazsın. Bizi hayatında istiyorsan İzel'in varlığına da alışsan iyi edersin." Tereddüde hiç yer bırakmıyordu.

 

"Louis..." diyecek oldu Madelyn ama "Gece!" diyerek bu kez onun sözünü kesen Damla'ydı. "Onun adı Gece ve benimki de Damla..." Şimdi o da bize doğru adımlıyordu. "Yirmi küsür yıldır bununla yaşıyoruz, artık bunu değiştiremezsin."

 

Tam yanımda durduğunda bende omzumun üzerinden Madelyn'a baktım. Kelimenin tam anlamıyla bozguna uğramış bir hâlde bakıyordu Gece ve Damla'ya.

"Ablamız olabilirsin..." diye devam etti Damla sözlerine. Zarif bir hareket ile kollarını göğsünde bağladı. "Ama İzel de bizim kardeşimiz. Ve üzgünüm ama hiçbir zaman İzel ile bizim aramızda olan o bağ, seninle bizim aramızda gelişmeyecek."

 

Yenilgi ile omuzları çöktü Madelyn'ın. "Ben sadece kardeşlerimi istiyordum. Kaybettiğimiz yılları telafi etmek, gerçek bir aile kurabilmek..."

 

"Buradayız zaten..." diye karşılık verdi bu kez Damla. "Bunu bende çok isterim, bir ablanın varlığını, eksik de olsa bir aileyi... ama bu şekilde değil..." Gece'ye nazaran sesi daha yumuşak çıkıyordu. "Kan bağı olmayabilir ama İzel Gece'nin de benim de canımız. Hakkında en ufak bir fikrinin bile olmadığı konular hakkında yaptığın yorumların ucu bir kez daha İzel'e dokunur ve onun canını yakarsa bizi kaybedersin."

 

Anlamıştı... Anlardı elbette, o beni en iyi tanıyan kişiydi. O sözlerin nerelere dokunduğunu en iyi o anlardı. Güzel bir his sarmaladı beni, ılık bir his... O an fark ettim ki bu his, portakallı kurabiyelerin varlığından daha fazla okşuyordu ruhumu.

 

"Hayır..." dedi Gece sert bir sesle, Damla'nın hemen ardından. "Bu bir kez daha tekrarlanırsa, bizi hiç bulmamış olmayı dilersin." Ses tonundaki tehdit açıktı. Böyle olsun istemiyordum aslında. Kardeşlerin arasına giren kişi olmak istemiyordum ama Madelyn'a da üzülemiyordum. Benim varımı yoğumu elimden almak istiyordu. Küçücük bir hayatım vardı aslında ve o, o küçücük hayatı tamamen boşaltmak istiyordu.

 

"Bu kız için mi? diye sordu Madelyn. Dolan gözleri ile kardeşlerine bakıyordu sırayla. "Beni bu kız için mi tehdit ediyorsunuz?" Kardeşlerine doğru birkaç adım yaklaşmıştı. Gözyaşlarının yanında öfkesi de vardı şimdi. "Benim olmam gereken yeri çaldı. Hiç hakkı yoktu, benim hayallerimi yaşadı..."

 

Biraz önce özür dileyen o değilmiş gibi bu sözleri gerçekten inanılmazdı. Tüm olanlar için beni suçlaması...

 

"Gerçekten bunları daha fazla dinleyemeyeceğim..." diye homurdandım sabırsız bir sesle ileri atılıp. Seri adımlarım mutfağın çıkışına doğru ilerlerken kimse tarafından durdurulmamıştım. Kapıya geldiğimde adımlarım kendiliğinden durdu. Prenses mi görmek istiyordu ya da güç? Pekâlâ öyle olsun...

 

Omzumun üzerinden son kez baktım onlara. Sağlam bir tartışmanın içine dalmaya hazırlanır gibi görünüyorlardı. "Ben Yazgı'nın yanına gidiyorum. Üzgünüm ama geri döndüğümde onu evimde görmek istemiyorum. Bir otel ayarlayabilirsiniz, masraflarını ben karşılarım."

 

Bunlar son sözlerim olurken onları tamamen ardımda bırakıp odama çıktım ve üzerimi değiştirip evden çıktım.

 

💎🎭

 

Saat henüz ona bile gelmemişti kulübün önüne geldiğimde. Kulüp boştu ve kapısı kilitliydi. Yanağımın içini şişirirken evden çıktığımda yakınlardaki bir pastaneden -daha önce portakallı kurabiye aldığım pastaneydi- poğaça ve beni toparlaması için de büyük boy kahve almıştım.

 

Kulübün önüne park ettiğim arabamda oturmuş onları tırtıklarken bir yandan da Savaş'tan gelen bir yeni mesajı okuyordum. Son iki teslimatı kalmıştı, ondan sonra boştu ve benim işim bitene kadar annesini ziyaret etmek istiyordu. Sonra da birlikte çizim dersimiz başlayacaktı.

 

Ona, buradan çıktıktan sonra direkt ona geçeceğimi söyleyen bir mesaj gönderdim ve telefonu kilitleyip kucağıma bıraktım. Madelyn'ın evde olduğu süre boyunca antrenmanları aksatıyorduk ama yeni görevin gelmesi an meselesiydi. Görev gelene kadar çizim konusunda ne kadar ilerlersek bu benim kârımaydı.

 

Antrenmanlara yeniden ağırlık vermeye başladığımızda o kadar da odaklanabileceğimi sanmıyordum çünkü. Ama en azından bir hamlık yaşamayacaktım, kaslarım buna hazır olacaktı. Dün o kafeslerden atlamam kolay olmamıştı ve bugün de bol bol kaçacaktım o kafeslerden. İki günlük duraklama bile çok şeyi etkiliyordu...

 

Arabamın camı hafifçe tıklatıldığında pastaneden aldığım portakallı kurabiyenin son lokmasını da ağzıma atıyordum. Sabah canım çok çekmişti ama Madelyn'ın yaptıklarından bir kez daha yiyebileceğimi hiç sanmıyordum. Tanrım... Beni gerçekten sinir etmişti.

 

Sakinleşmek adına derin bir nefes alıp başımı çevirdim ve camı tıklatan kişiye baktım. Açık sarı, griye çalan saçlarıyla ve mavi gözleriyle Maya bana bakıyordu.

 

Ah, sonunda... Bende burada beklemekten sıkılmıştım zaten...

 

Eliyle dışarı çıkmamı işaret ettiğinde itiraz etmeden telefonumu ve kahvemi alıp arabanın yumuşak ılıklığından havanın sert soğuğuna geçiş yaptım. Kış gelişini önceden hissettiriyordu.

 

"Erkencisin..." dedi yumuşak sesiyle Maya. Hafif bir makyaj ile şekillenen yüzü güzel görünüyordu.

 

Ne yazık ki...

 

Buraya gelene kadar saatin kaç olduğundan haberim bile yoktu. Omuz silktim. "Açık olur sanmıştım, önden biraz ısınırım diye düşünmüştüm."

 

Sözlerimle çarpık bir gülüşle aydınlandı yüzü. "Kesinlikle ihtiyacın olacak..." Sonra ciddileşti ve bir sır vermek ister gibi bana doğru eğildi. "Yazgı bu kez gerçekten canına okuyacak. Dün onu sınamamalıydın..."

 

Ah... Tam da ihtiyacım olan şeydi!

 

Onu kızdırdığım su götürmez bir gerçekti. Eh canıma okumak isteyeceğinden zaten emindim. "Yakalayabilirse tabii..." diye mırıldandım kendi kendime kahvemden bir yudum almadan hemen önce.

 

Maya içten bir gülüşle kıkırdayıp. "Hiç şüphen olmasın..." diye mırıldandı. Üstüne bir de göz kırpınca hafifçe ürperdiğimi hissettim, merak damarım kabarmıştı.

 

Düzgünce fönlenmiş saçlarını kulağının arkasına sıkıştırıp başı ile kulübü işaret etti. "Hadi, Yazgı'nın sana sürprizini göstereyim ve o gelmeden önce seninle biraz ısınalım. En azından kafesten sağ çıkmana yardımcı olur."

 

Sürpriz mi?

 

Niye birden idam sehpama kendi ayaklarımla çıkmış gibi hissetmiştim ki ben?

 

Birlikte kulübe girdik. Koridorda ilerlerken kısacık bir an onu süzdüm. Üzerinde taba rengi maskülen bir kumaş pantolon ve pantolonun renginde yine maskülen duran bir blazer cekedi vardı. Takımının içine giydiği beyaz straplez crop ile oldukça seksi görünüyordu. Ve bir şey söyleyeyim mi? Bu kadının Yazgı'dan daha fazla kası vardı. Sıkı karnındaki kasları Yazgı'nınkinden daha belirgin duruyordu.

 

İstemsizce elimi uzatıp karnına dokunduğumda tepkisizce bana izin verdi. Sikerler, taş gibiydi. Kesinlikle kendi emekleri ile elde etmişti onları. İtici durmanın yanına bile yaklaşmıyordu. Bedeniyle öyle orantılıydı ki kas kütlesi. Kendi bedenini bir heykeltıraş gibi yontmuştu. O da Yazgı da... Kıskanılasıydı...

 

Bende olmadığı için mi bilmiyorum ama gerçekten kasları olan kadınları kıskanıyordum. Bunu şimdi fark ediyor olmam da bir ironiydi.

 

"Nasıl yaptınız Allah aşkına bunları?" diye sordum elimi çekip.

 

O adımlarına devam ederken peşinden onu takip ediyordum. O kıyafetleri ile mi beni ısıtmayı planlıyordu yoksa ayağındaki o stilettolarla mı? Gerçi bunu yapabildiğini söylese asla şaşırmazdım.

 

"Annem de babam da dövüşçüydü benim..." diye cevapladı sorumu. Ardından bir kapının önünde durup bana baktı. "İçine doğduğum hayat buydu, zevk aldığım... İki yaşında falan başladı spor hayatım. Ama kaslar yalnızca hareket ile orantılı değildir, sağlam bir beslenme programı da gerekir."

 

İşte beni susturan nokta buydu. Sağlam bir beslenme programı... Bende yalnızca sağlam bir beslenememe programı vardı.

 

Maya bana bir anahtar uzattı ve koridorun sonundaki kapıyı işaret etti. "Git ve sürprizini gör..." Ve hemen ardından önünde durduğumuz kapının ardından kayboldu. Muhtemelen orası onun odasıydı. Kaşla göz arasında odada bir yatak ve iki kapaklı bir giysi dolabı görmüştüm çünkü...

 

Bana söyleneni yapıp kapıyı açtım ve aşağı indim. Ve bana hazırlanan sürprizi gördüm.

 

Ders bir, öğrencilerini kafesin içinde tutmayı öğren o zaman.

 

Pekâlâ, Yazgı Deha Yaman ona verilen dersleri ciddiye alan biriymiş. Kimden olursa olsun...

 

On iki kafesin on ikisinin üstü de tıpkı yan tarafları gibi örgü tellerle kapatılmıştı. Yani o kafese girdiğim anda kaçabileceğim hiçbir yer olmayacaktı.

 

Aslında hemen sıvışırsam girmeme de gerek kalmazdı ama bu kez gerçekten korkak damgası yerdim ve bunu gururuma yediremiyordum. Bu nedenle kalmayı seçtim.

 

Çok değil, birkaç dakika sonra Maya üzerine bir şort ve askılı bir atlet geçirmiş bir hâlde indi aşağı. Kahvemin son yudumunu içiyordum. Elimdeki boş bardağı kenardaki çöp kutusuna atıp Maya'nın peşinden gittim.

 

Hayır sadece birini de değil, on ikisini birden kapatmış, hiç kaçma şansı bırakmamıştı bana. Şansıma sokayım...

 

Bir kafesin kapısını açtı ve içeri girip benim de girmem için açık bıraktı. Üç basamaklı merdiveni çıkıp ardından girdiğimdeyse kapıyı usulca kapatmıştı.

 

"Yazgı'yı aradım..." Kafesin içinde karşılıklı duruyorduk. "İki saate burada olacak. Benim de bir saat sonra dersim başlıyor ama o dersi bir saat kadar daha ertelerim ve Yazgı gelene kadar birlikte ısınırız."

 

Elimdeki telefonu yere bırakıp iterek kafesin altındaki iki parmaklık boşluktan dışarı ittim. Telin dışında bir karşılık daha alan vardı.

 

"Beni öldürecek değil mi?" diye sordum. Ayağa kalkıp yeniden karşısına geçtiğimde. Üzerimde bir tayt ve sporcu sütyeni vardı. Keşke şort giyseydim diye söyledim kendi kendime. Dışarısı soğuktu evet ama burası oldukça sıcaktı. Belki de bu sıcaklığın nedeni planlarımı şaşırtan tel örgüleri görmemdi. Dünkü havalı ayrılışımın aksine bugün kesinlikle dayak yiyecektim...

 

"Eğitimin için öldürülemeyeceğin kadar çok para aldık, bizim için değerlisin." Bir an duraklayıp tek gözünü kıstı. "Ama canının yanmayacağını söyleyemem."

 

Sonra ellerini heyecanlı bir tavırla birbirine sürttü. "Şimdi, bunu en aza indirgemek için... başlayalım..."

 

Pekâlâ, Maya Yazgı'dan çok daha fazla güven veriyordu. En azından onun kadar korkutucu bakışları yoktu Maya'nın.

 

Sonraki iki saat boyunca gerçekten de tam tahmin ettiğim gibi olmuştu. Bana yapmam gerekenleri gayet nazik bir şekilde göstermiş, yumruklarımı en iyi sallayabileceğim açıyı bulmamı sağlamıştı. Ona göre en sağlam vurabileceğim pozisyon aparkattı.

 

Öğrenciler salona dolmaya başladığında onları ısınmaları için verdiği görevlerle başından kovup bana odaklanmaya devam etti ve Yazgı gelene kadarki o süreyi bu şekilde değerlendirdik.

 

Sonunda Yazgı Deha Yaman salona girdiğinde kısa bir süreliğine herkes yaptığı işi bırakıp ona bakmış ve onun sert bakışları ile uyarılıp yeniden işlerine geri dönmüşlerdi.

 

Şimdi karşımda Maya yerine Yazgı duruyordu. İfadesiz bakışlarındaki o soğukluk hâlâ yerli yerindeydi ama gözlerinde eğlenen bir ifade de vardı. Maya ile çalışmaktan kaynaklı ensemden aşağı inen bir damla ter, atletimin siyah kumaşına karıştı.

 

"Sürprizimi beğendin mi?" diye sordu eğlenen tavrıyla. "Ne demiştin? Ders bir: Öğrencilerini kafesin içinde tutmayı öğren. Sanırım tutmayı öğrendim ha?"

 

"Ya..." diye karşılık verdim yüzüne bakarken gerginliğimi göz ardı ederek. Her hareketini gözlemlemeye çalışıyordum ama o kadar dengesiz duruyordu ki, ne yapacağını kestirmek mümkün değil gibi görünüyordu. "O kadar tuttun ki klostrofobim azdı..."

Sözlerimle güldü ama neşeden çok uzak bir gülüştü. Etrafımda dönmeye başlayıp beni de kendisiyle birlikte dönmeye zorlarken "Merak etme..." diye mırıldandı. "Sana öyle yeni fobiler ekleyeceğim ki Küçük Kız, inan bana klostrofobin aklına bile gelmeyecek..."

 

Kahverengi gözleri öyle keskin bakıyordu ki psikopat bir katile benziyordu.

 

Kadın zaten bir katil İzel... Psikopat çıkarsa da şaşırmazsın...

 

Kısa bir an kafesin içinde birbirimizin etrafında dönmeye devam ettik. Bu hissettiğim gerilimi daha da artırıyordu. Yazgı gelmeden önce atletimin terden sırılsıklam olduğunu bilmesem şu an ki ıslaklığın nedeninin gerginlik olduğunu düşünürdüm.

 

Ah, hadi ama İzel... Bu yediğin ilk dayak olmayacak. Rahatla biraz...

 

"Eh..." diye mırıldandım sert hatlara sahip yüzüne bakarken hafifçe omuz silkip. Kurnaz bakan gözlerinden hangi düşüncelerin geçtiğini bilmeyi isterdim. Yazgı Deha Yaman, çözmesi imkânsız bir bulmaca gibiydi. Bu sert kabuğunun altında ne olduğunu gerçekten merak ediyordum.

 

"Dün ders vermeye çalışırken ders aldın, bugün de fobi eklemeye çalışırken yeni fobilerin sahibi sen olursan şaşırma."

 

Sadece gülmekle yetindi ve bir saniye sonra onu bana saldırırken buldum. Öyle hızlı ve çevikti ki başım dönmüştü. Kaçacak tek bir noktam bile yoktu ve o acımasızdı. Dün potansiyelinin onda birini bile kullanmayacağını söyleyen bu kadın, bugün var gücüyle üzerime geliyordu. Ama bir dakika, bu onun potansiyelinin yine yarısı bile değildi. O gece onu görmüştüm... Bundan çok daha fazlasıydı, çok daha acımasızı...

 

Attığı her darbeden eğilerek, sağa ve sola kayarak kurtulmaya çalıştım. Tüm bedenini mükemmel açılarla kullanıyordu.

 

Yüzüme doğru gelen tekmeden, bedenimi geriye doğru atarak kurtuldum ve zemine yasladığım ellerimle yalnızca bir saniye kadar köprü pozisyonunda kalıp, ayaklarımı kaldırarak diğer tarafıma takla attım.

 

Durmadı, "Kendini savun..." derken yüzüme doğru bir yumruk salladı. Yumruğu gözüme bir balyoz gibi görünürken Allah aşkına kendimi savunmamı nasıl bekleyebilirdi?

 

Maya'yı istiyordum.

 

Kesinlikle Maya'yı istiyordum. Onunla çok daha rahattı her şey, daha kolay...

 

Bu böyle ne kadar devam etti bilmiyorum ama küçücük alanın içinde o beni kovalarken ben kaçmaya çalıştım. Yemin ederim sınırlarımı zorlayarak kaçmaya çalışmıştım hemde. Ama dün her hareketimi ezberlemiş olacak kaçmama hiç olanak tanımamış, en sonunda da beni yakalamıştı. Kolay bir şekilde... Bu da bana benimle oynadığını düşündürtmüştü. Resmen bir kedinin fareyle oynadığı gibi... Gerçekten isteseydi çoktan yakalardı, gerçekten isteseydi çoktan vururdu. Kaçmama olanak sağlayan yine oydu.

 

Şimdi dizlerimin üzerindeydim ve bir kolumu geriye doğru tuhaf bir açıyla bükerken diğer elimi de belimde sabitlemişti. İttiği bedenim yüzünden yüzüm tellere yapışmışken kelimenin tam anlamıyla kilitlenmiştim. Hareket ettiğim her an kolumdaki kaslarım, kemiklerim ve eklemlerim geriliyordu. Sanki kolum kırılacakmış gibi hissediyordum. Dudaklarını kulağıma yaklaştırdı. "Söyle bana Küçük Kız, bir insanın en zayıf noktası neresidir."

 

"Kahretsin..." diye tısladım sıktığım dişlerimin arasından. Kolum gerçekten acıyordu. Bunu bana üçüncü soruşuydu. İlk cevabım, erkekleri baz aldığım için taşakları olmuştu ama aldığım tek cevap üzerime doğru gelen yeni bir ataktı.

 

Dün Yazgı Deha Yaman'ı gerçekten kızdırmıştım.

 

"Cevabı biliyorsan söylemeye ne dersin?" Kalkmaya çalıştığım her seferinde gücünü fark etmemi ister gibi beni yere sabitliyordu. Ve sikerler çok güçlüydü...

 

İşte bu dersi bu yüzden istemiyordum. Bana kendimi çok çaresiz hissettireceğini biliyordum. Hızım olmadan ben bir hiçtim...

 

Yazgı, artık bir cevap alamayacağını anlamış olacak ki beni iterek bıraktı. Gevşeyen eklemim ve kaslarım rahatlamayla çığlık attı resmen. Sızlayan omzumu tutarken yüz ifademi sabit tutmaya çalıştım.

 

Siktir, bir an kolumu gerçekten kıracak sanmıştım.

 

"Kolumu kırmanın ikimize de faydası yok biliyorsun değil mi?" diye homurdandım omzumu ovalarken. Dün gurur duyarak yaptığım şey adına şimdi kendime küfrediyordum. Ne diye kaçmak için o kadar çabalamıştım ki?

 

Sitemimi tamamen duymazdan geldi, etrafımdan dolanıp önüme geçti ve önümde tek dizinin üzerine çöküp benimle aynı hizaya indi. Bu hareketi, tepeden sıkıca topladığı uzun saçlarının dalgalanarak omzundan öne doğru akmasına neden olmuştu. "Taşakların hassas nokta olduğunu kabul ediyorum..." diye mırıldandı tamamen sorduğu o soruya odaklı bir şekilde. "Ama silahlı ya da silahsız, tek hamlede rakibini gerçekten etkisiz hale getirmek istiyorsan Küçük Kız..." Elini uzatıp parmaklarının uçlarını usulca boynumda, soluk borumun ve gırtlağımın olduğu kısımda gezdirdi. "Bu noktaya vurduğun sağlam bir darbeyle her şeyi bitirirsin. İnsanların en zayıf noktaları boğazlarıdır."

 

Sonra bir sır vermek istermiş gibi bana doğru eğildi ve "Hayati bölge..." diye fısıldadı.

 

Etkisiz hâle getirmekten kastı öldürmek miydi?

 

Pekâlâ etkisiz kavramlarımız birbirinden belli ki çok farklıydı.

 

Elini boynumdan çekip kollarıma yerleştirdiğinde hareketsiz bir şekilde onu takip ediyordum. Dikkatli gözleri ezercesine bedenimi incekerken üst kolumdaki kasları hafif hafif sıkarak kontrol etti. "Anlayamıyorum." diye mırıldandı daha çok kendi kendine konuşur gibi. "Kondüsyon olarak gerçekten iyisin, hızın muazzam. Nasıl kas gücün bu kadar zayıf olabilir?"

 

Yeme bozukluklarına merhaba de...

 

Ve birkaç kez yakalandığım anoreksiyaya...

 

Ne boktan şeylerdi bunlar böyle? Belirli dönemler için hayatıma girdikleri hâlde hayatımı bütünüyle etkiliyorlardı.

 

Yazgı elini çekip direkt gözlerimin içine baktığı sırada sessizliğimi korumayı tercih ettim. Derin soluklarım yüzünden zaten kuru olan boğazım daha da kuruyordu. Suya ihtiyacım vardı ve böbreğimin olduğu kısımda, bu ihtiyacı vurgulayan bir ağrı hafif hafif kendini göstermeye başlıyordu. "Kasların bu kadar zayıf olmasaydı az önce seni bu kadar kolay ablukaya alamazdım." Soğuk bakan kahverengi gözlerini bedenimden çekip gözlerime dikti. "Bu halinle bile seni sabit tutarken zorlandım."

 

Gözlerinin içine birkaç saniye anlamsız bakışlarla baktım. Hakaret mi ediyor yoksa övüyor mu anlamak mümkün değildi. Kadının övüşleri bile hakaret eder gibiydi...

 

"Kendimi bildiğim için bu dersi istemedim." diye mırıldandım bakışlarımı gözlerinden kaçırıp. Normalde göz kaçırmakla ilgili hiçbir sorunun olmazdı ama psikiyatrist olduğunu bildiğiniz bir insanın gözlerine o kadar da bakamıyordunuz. "Vücudumu tanıdığım için dün sürekli kaçtım. Senin sandığının aksine kaçmak her zaman zayıflık ya da korkaklık demek değildir. Bazı kaçışlar hayatını kurtarır."

 

Sonraki birkaç saniye daha gözlerini yüzümde hissettim, sözlerimin altında yatan anlamları bulmaya çalışıyor gibiydi. Mesleki deformasyondu bu, bir dövüşçü olarak kafesin içindeydi ama psikiyatrist kimliğini de yanına almıştı. İşte tam olarak bu yüzden kaçırmışım gözlerimi. Gözlerime bakarsa zihnimin içini tüm çıplaklığıyla görebilecekmiş gibi bir hisse kapılmıştım.

 

Sonra o da gözlerini çekti ve hiçbir şey söylemeden ayağa kalkıp bana elini uzattı. "Bir diyetisyen arkadaşım var, senin için ondan randevu alacağım. Sağlam bir diyetle birlikte protein takviyelerine başlayacak, kaslarını destekleyeceksin." diye mırıldandı bana uzattığı eliyle gözlerimin içine bakmaya devam ederken.

 

Bir bu eksikti...

 

Uzattığı eli görmezden gelip basit bir hareketle tek başıma ayağa kalktım. Kalçamdaki tozları silkelerken "Buna gerçekten gerek yok..." diye mırıldandım. Daha fazla ve daha fazla uygulamak zorunda olduğum programlara hiç gerek yoktu gerçekten de. Bu kulağa daha fazla pranga demekmiş gibi geliyordu.

 

"Var diyorsan vardır. Kas kütleni artırmamız gerekiyor bunun için de beslenmenin düzene girmesi gerekiyor. Kemiklerin kırılgan, sen aslında gerçekten kırılgansın. Eğer hızın olmasaydı, yaptığınız işlerle şu ana kadar çoktan ölmüştün."

 

Omuzlarım çökmek için an kollasalar da ben dik durmak için direndim. Basit bir yorumun beni bu kadar düşürmesine izin vermemeliydim.

 

"Hızım olduğu için bu işin içindeyim ya..." diye karşılık verdim ona. Yeterince hızlı olmasaydım ve şimdiye kadar çoktan ölmüş olsaydım... her şey daha mı kolay olurdu?

 

Başı omzuna doğru düşerken "Ama kendi isteğinle değilsin..." diye yorum yaptı bu kez. Siktir gerçekten psikiyatrist kimliği ile karşımdaydı. "Kafanın içinde dönen çarkların sesini duyabiliyorum İzel. İsyan bayrağını çekmişler çoktan..."

 

Ağzım açık öylece bakakaldım yüzüne. Ardından gözlerimi kaçırdım. Daha fazla bakmasına izin verirsem, hiç istemediğim şeyleri görmesinden korkmuştum.

 

"İsyandan korkma..." diye devam etti sözlerine. "İsyan, insanın kendini kurtarma yöntemidir. İçindeki öfkeyi görebiliyorum. O öfkeyi doğru yönlendirirsen seni başarıya götürür. yanlış yönlendirirsen ölüme..." Bunlar söylediği son sözler olurken bana arkasını dönüp kafesin kapısına doğru ilerledi. "Bugünlük bu kadar yeter. Telefonunu getir, numaramı kaydedeceğim ve diyetisyen arkadaşımın numarasını da kaybedeceğim. Ondan sonra gidebilirsin. Yarın saat dörtte burada ol, potansiyelini gördüğüme göre nereden başlayacağımızı da bulduk demektir."

 

💎🎭

 

Oradan çıktıktan çok sonra bile sözleri zihnimin içindeydi.

 

İsyandan korkma. İsyan, insanın kendini koruma yöntemidir. İçindeki öfkeyi görebiliyorum. O öfkeyi doğru yönlendirirsen seni başarıya götürür. yanlış yönlendirirsen ölüme...

 

Sözleri zihnimde tekrarlandıkça daha fazla anlam kazanıyordu. Bazen elimize yüzümüze bulaştırsak da ne zaman isyan etsek gerçekten merkezinde kendimizi kurtarma fikri oturuyor oluyordu. Sonuçsuz kalsa bile en azından denemiş oluyorduk.

 

Bu düşüncelerin içine dalmışken Savaş'ın evine ne ara geldiğimi fark edememiştim. Trafiğe takıldığı için o geç kalmıştı ama tarif ettiği yerde bulduğum anahtarı ile eve girmiş ve o gelene kadar güzel bir duş almıştım.

 

Kurutmadığım saçlarım, giydiğim Savaş'ın tişörtünün omuzlarını ıslatırken yatağına uzanmış onun gösterdiği gibi daireler ve çizgiler çizerek elimi açmaya çalışıyordum.

 

"Ömrümün sonuna kadar bununla yaşayabilirim..." diyen sesiyle elim kâğıdın üstünde durdu. "Ve tek bir an bile şikâyet edersem en adi şerefsizim."

 

Üçüncü sayfayı doldurmak üzereydim. Onun dikkat dağıtıcı varlığı olmadığı için daha rahat odaklanabilmiştim. O yanımdayken kalbimden mantığıma kadar her şey onunla doluyordu. Kokusu, teni, tadı... Kendime öğretmen olarak onu seçmem hem benim için en iyisiydi hem de en kötüsü. Yanımdayken düşünebildiğim tek şey onu öpmek ve ona dokunmak olan birinin verdiği derse en fazla ne kadar odaklanabilirdim ki? Ve başka birinin düşünceleri umurumda olmazdı ama onun takdirini istiyordum. Bir erkeğin takdirini istemek kulağa ezikçe geliyordu ama istiyordum işte...

 

Kendi içimde bunu geçmişime bağlıyordum. Yaptığım, başardığım hiçbir şeyin istediğim kişi tarafından takdir edilmeyişine...

 

Başımı kaldırıp ona baktım. Önümdeki kâğıtlara o kadar odaklanmıştım ki geldiğini duymamıştım. Güzel yüzü gözümün kıyısına çarptığında bir an kalbim göğüs kafesimin içinde canlandı. Ayvayı yemiştim ama bu yediğim en lezzetli meyveydi.

 

Dizlerimi kalçalarımın altında toplayıp yatakta doğruldum ve gülümseyerek baktım yüzüne. "Geldiğini fark etmedim..."

 

Omzunu, yasladığı kapı pervazından ayırıp bana doğru geldi ve yatağın yanında dikildi. Okyanus mavileri kısa bir an yatağa dağılan kâğıtlara kaydı ve dudakları memnuniyet ile kıvrıldı. Beceriksizliğimi çekinmeden yüzüme vurabilen bu adamın yüzüne bu ifade yerleştiyse kesinlikle yaptığım şeyi doğru yapmışım demekti.

 

"Çalışmaya çok dalmıştın..."

 

Başımı kaldırıp ona alttan alttan bakarken "İlerleme var mı bari?" diye sordum.

 

Usulca oturdu yatağa ve çarşafın üzerine dağılan kâğıtları toplayıp tek tek inceledi. Mavilerindeki ifade tam bir öğretmen havası veriyordu. Bu işi benden çok daha fazla ciddiye alıyordu. O dikkatle kâğıtlara bakıyordu bense aynı dikkatle onun güzel yüzüne. Ondan çıkacak bir sözcüğü bekliyordum.

 

"Gayet iyi..." diye mırıldandı mavilerini kâğıtlardan çekip gözlerimle buluştururken."Bu iş sandığımdan çok daha kolay olacak, çok çabuk kavrıyorsun her şeyi."

 

Sözleriyle ellerimi dizlerimin yanına yaslayıp alt dudağımı dişlerimin arasına kıstırdım. "Olmuş mu gerçekten?"

 

Çarpık bir gülüşle karşılık verdi bana. Ardından kâğıtları katlayıp yatağın yanındaki komodinin üzerine bıraktı bakışlarını benden çekmeden. Sonra eli, yüzümün kıyısını sıyırıp geçen ıslak saçlarıma dokundu ve onları kulağımın ardına sıkıştırdı.

 

"Olmuş tabii. Sen yaparsın da olmaz mı?"

 

Gülümsemekle yetindim sadece. Olması için çabalamıştım ve başarmıştım...

 

Savaş, parmaklarının arasında tuttuğu saç tutamıma bakarken konuyu değiştirip başka noktaya çekmeye çoktan hazırdı.

 

"Saçlarını neden kurutmadın?" diye sordu parmaklarının sırtı hem saçlarımı hem de kulağımın kıyısıyla beraber çene hattımı okşarken. "Tişört de ıslanmış, hasta olacaksın."

 

Sözleriyle bakışlarım göğsümün üzerine doğru akan ve tişörtü ıslatmaya devam eden saçlarıma kaydı. "Sevmiyorum kurutmayı. Zorunda olmadıkça kendi hallerine bırakırım hep." diye mırıldandım. Oldukça sık kullanmak zorunda kalsam da fon makineleri benim için düşük bütçeli bir işkence aracı gibiydi. Saç diplerime yayılan o sıcak hava kötü anıların hatırlatıcısı oluyordu bana, sevmiyordum.

 

"Ama böyle olmaz." dedi Savaş ve ayağa kalkıp banyoya doğru ilerledi. Çok değil bir dakika sonra elinde bir fön makinesi, tarak ve havluyla geri gelmişti.

 

"Savaş..." diye mırıldandım usulca. Kalçalarımın altında toparladığım ayaklarımı çekip yataktan aşağı sarkıtmıştım. Beklentiyle bana diktiği gözlerine diktim çaresizliğin bağrına oturan gözlerimi. Başım omzuma doğru düştü. "Kurutmasak olmaz mı onunla? Havlu sarsak sadece?"

 

Elindekileri yatağın kenarına bırakıp önümde dizlerinin üzerine çöktü ve ellerini çıplak dizlerime yasladı. Parmak uçları dizlerimi hafif hafif okşarken "Hasta olmanı istemiyorum." diye mırıldandı. Öyle güzel bakıyordu ki gözlerimin içine, insanın kabul edesi geliyordu. Başkası değil, o kurutacaktı, onun parmakları dolanacaktı saçlarımda. Zaten hiç kullanmıyor da değildim... "Sık sık baş ağrısı çektiğini de biliyorum, saçlarını iyice kurutmalıyız güzelim."

 

Yutkunup usulca başımı salladım. Dolgun dudakları şefkatli bir gülümsemeyle şekillendi ve eğilip diz kapağımın üzerine bir öpücük kondurduktan sonra önümden kalktı.

 

O fön makinesini fişe takıp arkama yerleşirken, parmaklarımla oynayarak kendimi oyalamıştım bende. Çalıştırdığı makine o kadar da sesli değildi. Sıcak hava saç diplerime akmaya başladığında ve aynı anda Savaş'ın parmakları da başımla buluştuğunda derin bir nefes aldım. Onun parmaklarının saçlarımda olduğunu bilmek beni rahatlatıyordu. Belki de ilk kez bu ılık hava beni rahatsız etmiyordu.

 

"Savaş..." diye seslendim ona makinenin sesini geçecek kadar yükseltip sesimi. "Şu bahsettiğin açılar, ne zaman alacağım onları senden?"

 

Büyük bir dikkatle saçlarımla ilgilenmeye devam ederken birkaç saniye cevap gelmedi. Beni duymadığını düşündüğüm an yeniden sormak için dudaklarımı aralayacağım sırada makinenin sesi sustu ve derime akan o sıcak hava kesildi. Ardından dudaklarının sıcak baskısını başımın üzerinde hissettim. Başımın üzerine kondurduğu öpücüklerin ayrı bir etkisi vardı kalbime; o öpücüklere ayrı bir tav oluyor, ayrı bir ritim değiştiriyordu. "Sana söyledim, o açıları istiyorsan şartımı yerine getirmen gerek."

 

Ona şarkı söylememi istiyordu.

 

Bu durum benim için garipti çünkü daha önce bunu bir tek annemin önünde yapmıştım, sonra bir de Savaş'ın. O anki ruh halim buna izin vermişti ama şu an kendimi bir tufah hissediyordum. Garip bir şekilde heyecanlı...

 

İnatlaşabilirdim onunla ama onun da pes etmeyen bir tarafı olduğunu biliyordum. Ve sınavı geçmek istiyorsam o açılara ihtiyacım vardı.

 

Derin bir iç çekip "Pekâlâ..." diye mırıldandım ve ona daha önce arabadayken söylediğim o şarkıyı yeniden mırıldanmaya başladım. Ama daha ikinci kelimeyi söyleyemeden eli usulca boğazıma dolanıp çenemi kaldırarak başımı geriye, göğsüne doğru yatırıp beni susturdu. Başparmağı çenemin kıyısını okşarken o da başını eğmiş bana üstten bakıyordu. "Tercihim anladığım bir dilden yana güzelim."

Gözlerim kısılırken pozisyonumu bozmadım. "Benim sesim, benim şarkım. İstediğimi söylerim."

 

Onun dövmelerinin anlamını söylerken yaptığı taktiği ona karşı kullanıyordum. "Benim tarihlerim, benim anılarım, benim sırlarım..." demişti, şimdi bende aynısını yapıyordum.

 

O da tıpkı benim gibi gözlerini kısarak baktı bana sözlerim üzerine. Meydan okuyor gibi bir hâli vardı. "Beni kendi silahımla mı vuruyorsun sen?" diye sordu dudağında çarpık bir gülüş doğmaya başlarken.

 

Tek kaşımı kaldırdım. Bu pozisyondayken yüzünü tersten görüyordum ama o haliyle bile mükemmel görünüyordu. Dolgun dudaklarının gözlerimin önünde olması işime geliyordu ama onları dudaklarımın hizasında tercih ederdim. Ya da üzerinde...

 

"Öyleyse ne olmuş?"

 

Gülüşü derinleşti. Ardından sanki arzumu duymuş gibi eğilip dudaklarımın üzerine yumuşak bir öpücük kondurdu. Dudaklarının baskısının aksine, boğazımı saran parmakları biraz daha sıkılaşmış, tutuşu sahiplenici bir hâl almıştı.

 

"Hoşuma gitti..." diye mırıldandı geri çekildiğinde. Artık başparmağı çenemi değil, şahdamarımın üzerini okşuyordu. Basit bir dokunuş olmaktan çıkan bu hareket, tüylerimi ürpertirken sertçe yutkundum.

 

Tam o an aklımın kuytu köşelerinden bir şarkının satırları yayılmaya başladı zihnimin kir ve pas tutmuş duvarlarına doğru. Sadece iki dize ama çok şey anlatan bir şarkı...

 

Onun gözlerinin içine bakarken sesimin tonunu ayarlamak için derin bir nefesi çektim içime ve "Seni gördüğüm an kalbim yanar söndürme hiç." diye mırıldandım. Parmaklarının altında atan nabzım usulca hızlandı, göğsümü döven kalbim şiddetlendi. Bir an kendi sesim kendime uzaklardan geliyor gibi hissettim. "Beni sonuna kadar kollarında sar, veda etme..."

 

"Seni gördüğüm an kalbim yanar, söndürme hiç.

 

Beni sonuna kadar kollarında sar, veda etme..."

 

Bir an gözlerimin içine baktı gizli saklı duygularını ortaya saçıp en yalın haliyle. Ardından "İzel..." diye fısıldayan sesini işittim. Susuzluktan ölmek üzere olan ve son nefesinde suyu bulmuş bir bedevi gibi... Öyle ilahi geldi fısıltısı kulağıma. Ardından yeniden eğilip dudaklarıma bu kez daha sert kapandı. Öyle büyük bir açlıkla öptü ki beni, aklımı başımdan aldı götürdü. Nereye diye sormadım, yetişmeye çalışmadım, öylece ona bıraktım kendimi. Zamansız, hesapsız... Benim için yeni olan duyguların tadını çıkara çıkara...

 

🎭💎

 

O gün eve geri döndüğümde hava yeni yeni kararıyordu. Madelyn tıpkı istediğim gibi gitmişti. Damla'yı bu konuda biraz buruk görsem de bana bir şey hissettirmemek için elinden gelenin çok daha fazlasını yaptı. Onun için de kolay olmadığını biliyordum. Bir tarafta yeni bulduğu, kanından canından biri; diğer tarafta tüm hayatı ortak bir paydada buluşmuş ben... O, Gece kadar duygusuz yaklaşamıyordu olaya ama yine de iyi idare ediyordu.

 

Madelyn gittiği için antrenmanlara o günden başlayarak kaldığımız yerden devam edeceğimizi düşünsem de Gece işi olduğunu söyleyip çıkmıştı. Giderken gözlerimin içine öyle bir bakmıştı ki... Sinsi ve kurnaz bir bakıştı ve dudağındaki çarpık bir gülüşle de bunu desteklemişti. Sanki bir şeyler karıştırıyormuş gibi bir hali vardı. Karıştırdığından da adım kadar emindim. Onu o kadar iyi tanıyordum ki... O bakışların başka bir açıklaması olamazdı. Ama o an için üzerinde duramayacak kadar yorgundum. Nasıl olsa yakında çıkardı kokusu.

 

Antrenmanı atlamamız da işime gelmişti ayrıca. Çünkü üzerinden zaman geçtikçe Yazgı'nın bıraktığı hasar kendini daha çok belli ediyordu. Özellikle sınırlarını zorladığı omuzumdaki ağrı git gide artıyordu. Öyle ki Damla kas gevşetici ile masaj yapmayı teklif ettiğinde onu geri çeviremeyeceğim kadar...

 

Yine de o gece kaslarımdaki ağrıya rağmen derin bir uyku çektim ve ertesi gün oldukça yoğun geçen bir haftanın içine daldım. Sınavlar ve sınavlar...

 

Ama şikâyetim yoktu. Yaşıtlarımla aynı telaşın içine düşmüş olmak aksine iyi hissettiriyordu. Normal biriymişim gibi... Tüm sorunum bu sınavlarmış, başka hiç derdim yokmuş gibi...

 

Her şey yolundaydı. Fazla yolunda... Tüm hafta girdiğim sınavlarım iyi geçmişti. Zorlanacağımı düşündüğüm tek sınavdan ise Savaş'tan, söylediğim şarkıya karşılık aldığım açılar sayesinde oldukça yüksek bir puan alarak geçmiştim. Gece, sınavlar başladığı için antrenman konusunda bizi zorlamıyordu. Savaş ile olan çizim derslerimize günde yarım saat de olsa ayırmaya çalışıyorduk. Belli bir rutinin içine girmiştik ve o rutin tıkır tıkır işliyordu.

 

Ta ki cuma gününe kadar... Gece'nin ne haltlar karıştırdığı ortaya çıkana kadar yani...

 

"Ulan bu kız küfretmeden küfrediyor amına koyayım."

 

Güney telefonunu kulağından çekip ekranına aval aval bakarken homurdanmıştı bu cümleyi. "Bir de yüzüme kapattı. Şeytan diyor; geri ara, söv, sonra sen kapat yüzüne mal gibi kalsın öyle."

 

"Yer mi?" diye sordu Savaş kalçasını arabasının kaputuna yaslamış, bir ayağını da diğerinin üzerine atmış bir halde alaylı bir ifadeyle kuzenine bakarken.

 

Güney yalnızca bir saniye düşünmüştü bu soruyu. Telefonunu cebine sokarken "Nasıl yesin amına koyayım..." diye homurdandı. "Kızın arkasında Çetin Aral Bakırcı var. Herif pozisyonları üzerimde dener, yetmez adamlarına da denetir." Sonra hararet basmış gibi üzerindeki ceketi çıkarıp lacivert tişörtünün yakasını silkti. "Ben dedim ama sen ara diye."

 

Yanlarına ulaştığımda arabalarla dolu otoparkta yalnızca üçümüz vardık. Haftanın son sınavından biraz önce çıkmıştık. Damla ve Gece'nin arabaları açık otoparkta olduğu için onlar oraya gitmişlerdi. Bense dün geceyi Savaş ile geçirdiğim için okula onunla gelmiştim.

 

Ve Hazal da daha önce gördüğümüz arkadaşı Gökhan ile buluşacaktı.

 

Yanlarına ulaştığımda "Neden bahsediyorsunuz?" diye sorarak varlığımı belli ettim ve iki çift mavi göz bana döndü. Savaş'ın kuzenine bakarken okyanuslarının merkezine oturan o alay, bana döner dönmez yerini daha derin duygulara bırakmıştı. Dolgun dudakları tatlı bir tebessümle kıvrılırken yaslandığı yerden doğrulup bana doğru bir adım attı ve kolunu belime sarıp beni kendine çekti. Dudakları şakaklarımla buluştuğunda dudaklarım kıvrılmıştı.

 

Geri çekildiğinde bir kez daha "Neden bahsediyordunuz?" diye sordum.

 

Küfretmeden küfreden kız kimdi de Güney Savaş'ın aramasını istemişti?

 

Omuz silkti Savaş soruma. Bir kolu belime dolanmışken ve beni bedenine yaslamışken bizi Güney'e doğru çevirip kaşları ile Güney'i işaret etti. "'Yeni ev yeni hayat' partisi verecekmiş yeni evinde. Gaza gelip tüm sınıfını davet etmiş salak. Şimdi de beleşçilik yapmaya çalışıyor."

 

Neyi kastettiğini tam olarak anlayamadığım için konuyu daha da açmasını istediğimi belirterek. tek kaşımı kaldırıp baktım yüzüne. Güney'in yeni eve çıktığını biliyordum, tüm hafta dilindeydi bu konu ama parti de neyin nesiydi ve hangi konuda beleşçilik yapmaya çalışıyordu?

 

Savaş uzanıp alnıma dökülen bebek saçlarımı kenarı çekerken bana istediğimi verip açıklamaya koyuldu. "O kadar kişiye nasıl içecek yetiştireceğini düşünürken aklına Çetin Aral Bakırcı geldi. Çetin'in bir alkol firması var. Kendi markası... Çetin gelirse alkoller de bedavaya gelir diye düşünmüştü ama onun işi varmış gelemiyor."

 

Daha da karışan kafamla kaşlarım çatıldı bu kez. "Kız dedi ama..." diye mırıldandım asıl takıldığım konuyu dile getirerek. "Senin aramanı istemiş hatta?"

 

Sesim ister istemez meraklı bir tondan çok sorgulayıcı bir tonda çıkmıştı. Savaş bunu hemen anladı ve anladığı anı gözlerinde gördüm.

 

O sorgulayıcı tonun sebebi, hafif hafif içimi yoklayan kıskançlıktı ve gözlerinde görünen o ki Savaş Kalkavan kıskanılmaktan hoşlanmıştı.

 

"Çetin gelmeyince..." diye devam etti Savaş dudağındaki kıvrım derinleşirken. "Bu kez şansını Çetin'in sevgilisi Aymar'da denemeye çalıştı ama..."

 

"Bana ne dedi biliyor musun?" diyerek Güney araya girdi bu kez. Kahvelerimi Savaş'tan çekip ona çevirdiğimde sanki Aymar denen kızı bana şikayet etmeye hazırlanıyor gibiydi.

 

"Benim gibi bir vizyonsuzun partisine gelip vizyonunu düşüremezmiş." Sanki bu cümle onu çok yaralamış gibi bir elini göğsüne koyup dramanın dibine vurdu. "Sonra da telefonu yüzüme kapattı. Ben dedim ama Savaş sen ararsan kesin gelir dedim beni dinlemedi senin bu salak sevgilin."

 

Sonra bir an durdu. Bir saniyeye tekabül eden bir an... Zihninde bir ampul yanmış gibi buluşturduğu yüzünü düzeltip sırıtmaya başladı ve bana doğru bir adım daha yaklaştı.

 

"İzel..." dedi ikinci heceyi uzatarak yılışık bir tavır ve sesle. Daha o an derdinin ne olduğunu anlamıştım. hâline gülmemek için kendimi tutmaya çalışırken tek kaşımı kaldırıp kollarımı göğsümde topladım.

 

"Yine ne yumurtlayacaksın acaba?" diye homurdandı hemen yan tarafımda duran Savaş ama Güney ona ters bir bakış atmış ve "En sevdiğim yengem ile aramıza girme kuzen bozuntusu." diyerek paylamıştı onu. Savaş sadece bakmakla yetindi ama konuşsa bu tek bakışı kadar etkili olmazdı sanırım.

 

Tabbi Güney onu bir taraflarına hiç takmadı. Tamamen avına odaklanan bir... aslan demek istesem de aslanın şu durumda ona uyduğunu pek sanmıyordum. O şu an daha çok bir çakala benziyordu. Avına odaklanan bir çakal gibi bana odaklanmıştı.

 

Bir elini omzuma koyup temkinli bakışlarla Savaş'ı kontrol ettikten sonra bana doğru eğilip "Bir teklifim var..." diye fısıldadı. Sanki Savaş onu duyamazmış gibi...

 

Oysaki otopark bomboştu, Savaş dibimizdeydi ve tek kaşını kaldırmış kuzeninden dökülecek sözcükleri bekliyordu.

 

"İçkileri sana kitlememe izin verirsen..." diye mırıldandı bu bulduğu en parlak fikirmiş gibi. Onun kapasitesini düşünürsek belki de bu bulduğu en parlak fikir olabilirdi tabii. "Savaş Kalkavan'ın tüm kirli çamaşırlarını dökerim sana. Nasıl fikir?"

 

"Siktir lan oradan!" diye homurdandı Savaş elini kaldırıp kuzeninin ensesine bir tane geçirirken. Ben daha tepki vermeye bile fırsat bulamamıştım.

 

"Ne vuruyorsun be!" Omzuma koyduğu elini çekip ensesine yerleştirirken ters bakışlarını Savaş'a çevirip ona adeta çemkirmişti Güney.

 

"Ne diye beni harcayıp duruyorsun sen?"

 

"Sen de iyi bir kuzen olsaydın da Aymar'ı arasaydın be! Ya da içecek masraflarını üstlenmen daha çok işime gelirdi bak."

 

"Amcamın kartlarını açtırdığını biliyorum Güney."

 

Tenis maçı izler gibiydim şu an. Cidden bir tartışmanın ortasındalar mıydı yoksa alay mı ediyorlardı kestiremiyordum.

 

"Bir şeyi de bilme şerefsiz." diye karşılık verdi Güney Savaş'a ve Savaş da yeni bir karşılık için dudaklarını araladı ama "Hey..." diyerek araya girdim. Dudaklarımı yoklayan gülüşü bastırdım. Onları ilk defa böyle görüyordum ve gözüme lâf dalaşına giren iki sevimli küçük çocuk gibi görünmüşlerdi.

 

"Kesin şunu..."

 

Güney tam dudaklarını aralayıp bana cevap verecekti ki araya giren başka bir ses onu durdurdu.

 

"İzel..."

 

Bozuk Türkçe ile adımın çok garip bir telaffuzu otoparkın içinde yankılanmıştı. AdımıAyzıl diye telaffuz eden bu ses tanıdıktı.

 

Omzumun üzerinden baktığımda gördüğüm yüzle hiç o tarafa bakmamış olmayı diledim.

 

Ona baktığım an durduğu yerden hareketlenip hızlı adımlarla bana doğru gelmeye başlayan o sarışın mavi gözlü adam, Jackson'dan başkası değildi.

 

Onun burada ne işi vardı?

 

Bu nasıl bir tesadüftü böyle?

 

Ya da... Dünya'nın her yerinde olabilecekken, İstanbul'da okulumun otoparkında eliyle koymuş gibi beni bulması bir tesadüf müydü?

 

O kadar çok şaşırmıştım ki "Sevgilim..." diyerek bana doğru gelmeye devam eden adamın karşısında hiçbir şey yapamadım.

 

"Sevgilim mi dedi o az önce?" diyen Güney'in sesi bile uzaklardan geliyordu kulağıma.

 

Sevgilim mi demişti gerçekten?

 

Sevgilim...

 

Saçmalık...

 

Kaşlarım çatılırken beni saran o şaşkınlıktan usulca sıyrılmaya başladığım sırada Jackson aradaki mesafeyi kapatmış ve bir elini uzatıp kolumu tutmaya çalışmıştı.

 

Çalışmıştı diyorum çünkü Savaş birden aramıza girip bir eliyle onu itti ve ona engel oldu.

 

Savaş'ın omzunun kenarından gördüğüm kadarıyla Jackson iki adım gerilemiş ve son anda dengesini bulup yere düşmeden ayakta kalmayı başarmıştı.

 

Neler olduğunu anlamayan bakışları benden Savaş'a kaydığında kaşları hızla çatıldı ve "Neler oluyor?" diye homurdandı.

 

Kesinlikle...

 

Neler oluyordu?

 

"Kim bu adam İzel?" Sorgulayıcı bakışları bana dönerken sesi de en az bakışları kadar sorgulayıcıydı. Hesap sorarmış gibi...

 

Sanki buna hakkı vardı da...

 

"Aynısını ben sana sorlamıyım... Asıl sen kimsin de benim sevgilime sevgilim diye hitap ediyorsun?"

 

Savaş işte tam o an ilgimi çekti ve bakışlarım Jackson'dan ona kaydı. Bu şaşkınlıktan tamamen sıyrıldığım andı da aynı zamanda.

 

Derin solukları omuz hareketlerinden çok net belli oluyordu. Ensesinin kızarmaya başladığını çok net görüyordum, boynun yan tarafında şişmeye ve derisinin altında bir nabız gibi atmaya başlayan damarı da...

 

Ama en çok sesindeki karanlık tonu görüyordum. Ses dalgası olmaktan çıkıp kanlı canlı önüme dikiliyordu sanki.

 

Onun kızdığı pek çok ana şahit olmuştum. Birilerini öldüresiye yumruklarken görmüştüm...

 

Ama bu bambaşkaydı.

 

Nedenini anladığım an dudaklarımın kıvrılmasına da engel olamadım.

 

Kıskanmıştı...

 

Ah... Kıskanılmak bir tek Savaş Kalkavan'ın hoşuna gitmiyormuş demek ki İzel İzem Hancı, hane dersin?

 

"Ne demek sevgilin?" diye sordu Jackson şoka girmiş gibi bir sesle. İri iri açtığı mavi gözleri Savaş'tan bana çevrilmişti bu kez. "İzel, ne saçmalıyor bu adam?"

 

Yalnızca bir salise kadar görebildim o gözleri. Savaş bir adım yana kayıp tamamen aramıza girdiğinde artık kelimenin tam anlamıyla arkasında kalmıştım ve gördüğüm tek şey siyah kazağıydı.

 

"Ona değil bana bak!" diye hırladı Savaş. Her geçen saniye nefes alışları daha da derinleşiyordu. "O gözlerin bir saniye bile değmeyecek ona..."

 

"Sen kimsin?" diye sordu bu kez Jackson. En azından ikisi de İngilizce konuşuyordu da aralarında bir de tercümanlık yapmak zorunda kalmıyordum. Ne kadar garip bir konumda olacağımızı bir düşünsenize?

 

Savaş ona yeni bir cevap verdi ama ne dediğini Güney yüzünden duyamadım. Çünkü dibime kadar girmiş ve koluyla kolumu dürtüp tüm ilgimi kendi üzerine çekmişti.

 

"Kız..." diye homurdandı çatılı kaşları kınar gibi yüzümde geziniyordu. "İki adamı da aynı anda mı idare ediyordun kız?"

 

Kaşlarım çatıldı hızla. Ne demekti be bu?

 

Dirseğimi koluna sertçe geçirirken "Saçmalama be!" diyerek bende onu kınadım. Oradan bakınca iki adamı aynı anda idare edecek birine mi benziyordum yani. "O benim sevgilim falan değil!"

 

"İzel..." diye seslendi Jackson Savaş'a doğru yaklaşıp.

 

Kesin ve net gelen ses tonu kararlıydı. Adım seslerini duydum, Savaş'ın iterek açtığı mesafeyi mi kapatıyordu o?

 

"Sevgilim bu adam ne saçmalıyor?" dedi bir kez daha.

 

Tanrım, bu adam cidden...

 

"Bak hâlâ..." diye homurdandığını duydum Savaş'ın sonraki bir saniyede ona yaklaşan Jackson'un yakalarına yapışmış ve ikinci saniyede yumruğunu yüzüne indirmişti.

 

"Hâlâ sevgilim diyor!" diye gürledi ikinci bir yumruğu indirmeye hazırlanırken ve attığı o yumruğun gürültülü sesi otoparkta yankılandı. Yüzümü buruşturdum.

 

Her şey o kadar hızlı gelişiyordu ki yetişemiyordum. Aklım hâlâ daha Jackson'un neden ve nasıl burada olduğundaydı. Arada çok büyük boşluklar vardı ve onlar dolmadığı için kendini toparlamaya çalışan düşüncelerim o boşluklardan aşağı düşüyordu.

 

"Savaş..." diye seslendim. Jackson'a tepeden bakan Savaş'a doğru bir adım atarken. Neyse ki üçüncü bir yumruk atma gereği görmemişti. Çok sinirli görünüyordu. Çok...

 

"Durmasana be..." diye bağırdı arkamda kalan Güney. "Suratına suratına geçir yumruğunu. Kim benim yengeme sevgilim diyebilir ki?"

Bu çocuk da cidden!

 

Omzumun üzerinden oma sert bir bakış attığımda omuz silkmekle yetindi.

 

Başımı iki yana sallayarak yeniden önüme döndüğümde Savaş'ı, kanayan burnunu tutan Jackson'a doğru eğilmiş bir halde buldum.

 

"Kimsin, nesin, nereden çıktın bilmiyorum ama..." diye soludu sinirle. "Avarel gibi sırıtarak gelip benim sevgilime sevgilim diyemezsin. Üstelik bir de değil iki kez..."

 

Şey sanırım onu şu an seksi bulmamalıydım. Hayır hiç bulmamalıydım. Kazağının sıvanmış kollarında beliren damarları falan... ya da boynundaki... ya da sıktığı dişleri yüzünden hattı olduğundan çok daha fazla belirginleşen çenesini...

 

Boğazımı temizleyip kendimi toparladım ve tam yanına geldiğimde elini derin solukları yüzünden inip kalkan omzuna koydum. "Savaş..." diye fısıldadığımda gözleri Jackson'dan bana kaydı.

 

Bana her bakışında yumuşayan o bakışların yine yumuşamasını bekledim. Bekledim ve bekledim. Ama bu hiç gerçekleşmedi. Gözleri hâlâ aynı sertliğini koruyarak bana bakıyordu.

 

Dur bir dakika...

 

İnanmış olamazdı değil mi?

 

Kaşlarım çatıldı. Hissettiğim afallamayla elim omzundan kayıp düşerken sertçe yutkundum. Derin bir nefesle şişirdim göğsümü ve onu rahatlatacak olan cümlelerimi bir kenara ittim.

 

İnanmayı seçiyorsa birkaç dakika daha bu ateşle yansındı o zaman. Bu şüphe kemirsindi içini...

 

"izin verir misin?" diye sordum kısık bir sesle. Biraz önce hissettiğim tüm o heyecan ve türevi duygular yerini, havaya karışıp oksijeni tüketen bir zehir gibi içime karışan bir hayal kırıklığına dönüşüyordu. Yavaş ve zararsızdı ama. Şimdilik...

 

Şimdi afallama sırası Savaş'taydı.

 

Çöktüğü yerden doğruldu usulca. Artık ben ona değil o bana üstten bakıyordu. "İzel?" diye mırıldandı gözlerindeki ifade nihayet kırılırken. Ama hâlâ istediğim kıvamdan çok uzaktı, afallamayla bakıyordu bana.

 

"Bu herif ile konuşacak bir şeyin yok?" diye sordu başı hafifçe eğilirken. "Yok değil mi?"

 

"Bilmem?" diye karşılık verdim imalı bir sesle. "Sen söyle, var mıdır yok mudur Savaş? Az önce gözlerimin içine bakarken cevaptan çok emin gibiydin çünkü."

 

Dudakları birkaç kez açılıp kapandı bir şey söylemek ister gibi ama bir şey söylemesina izin vermeden gözlerimi ondan çekip yanından geçtim. Şimdi bu konuşmanın ne yeriydi ne de zamanı...

 

Ayaga kalkan Jackson burnundan akan kanı elinin tersiyle sildiğinde yanağının bir kısmı o kanla kirlendi.

 

"İzel..." diye mırıldandı bana bir adım yaklaşmaya çalışırken ama elimi kaldırıp onu durdurdum, olduğu yerde kaldı. "Neler oluyor sevgilim?"

 

Saçımı başımı falan yolacaktım en sonunda...

 

"Öncelikle..." diye mırıldandım Fransızca'ya geçen konuşmasına karşın. "İngilizce konuş." Bu konuşmayı Fransızca yaparsak Savaş hiçbir şey anlamazdı ve ben her şeyi kendi kulakları ile duysun istiyordum. "İkinci olarak biz seninle sevgili falan değiliz Jackson. Hiçbir zaman olmadık, bunu çok iyi biliyorsun."

 

"Ama..." diyecek oldu ama konuşarak onu susturdum. "Yalnızca iki kez takıldık o kadar. Ve artık seni görmek istemediğimi de sana çok net bir şekilde söyledim."

 

"Biliyorum..." dedi bu kez. "Ama ben seni özlüyorum İzel."

 

Kollarımı göğsümde bağlayıp ona mesafeli bir bakış attım. "Bu benim sorunum değil."

 

Omuzları çöktü ve gözleri, gölgesi üzerimde duran Savaş'a kaydı. "Peki o?" diye sordu. "Onunla aranda ne var?"

 

"Bence bunun cevabını duymaya ihtiyacın yok, yeterince görüyorsun..." diye cevap verdim.

 

Normalde Savaş gibi açıkça söyleyebilirdim aramızdakini ama içimi yavaş yavaş kirletmeye başlayan o hayal kırıklığı buna engel oluyordu.

 

Bakışları önce bana kaydı ardından yere. Bir süre sessizce bekledik birbirimizi. Sonra boğazını temizledi Jackson ve başını geri kaldırdığında orada kabulleniş vardı. "Pekâlâ..." Gözlerini kaçırdı. "Üzgünüm rahatsız etmek istememiştim. Bir ilişkin olduğunu bilmiyordum."

 

Pekâlâ... Asıl konuya gelebilirdik artık.

 

"Beni nasıl buldun Jackson?"

 

Bir tahminim vardı ama nasılını ve nedenini oturtamıyordum.

 

"Şey..." diye mırıldandı. Bir elini ensesine atıp ensesini ovalarken usulca gözlerini kaçırmıştı. "Abin... Gece, söyledi burada olduğunu."

 

Tabii ki... Başka kim olabilirdi ki?

 

Bir hafta boyunca karıştırdığı halt buydu demek ki. İyi ama neden? Bizim ilişkimize bir daha burnunu sokmayacağını söylememiş miydi? Neydi bu şimdi?

 

Hâlâ bir adım arkamda duran Savaş'ın burnundan verdiği sert bir nefesle, kendi kendine homurdandığını duydum.

 

Hiçbir şey söyleyemedim Jackson'un yüzüne bakarken. Hem beklediğim hem de beklemediğim bu habere karşı ne diyebilirdim ki?

 

"Anladım..." diyebildim en sonunda sessizlik daha fazla uzamadan önüne barikat kurup. "Git Jackson. Git ve beni hiç görmemişsin, tanımamışsın gibi hayatına devam et."

 

"Yapamam..." diye mırıldandı Jackson. bu kez konuşmak için Fransızca'yı seçmişti. "Sen çok özel birisin İzel. Seni hiç tanımamışım gibi hayatıma devam edemem. Hiç mi şansım yok?"

 

Bakışları kısacık bir an arkama, Savaş'ın olduğu noktaya kaymıştı. Bakma gereği görmedim oraya. Ama orada olduğunu bilmek, varlığını hissetmek bile yetiyordu kalbimin ritmini değiştirmeye. Hayal kırıklığına rağmen...

 

"Hiç yok..." diye cevap verdim ona bir an bile şüpheye düşmeden. "Onun karşısında hiç kimsenin hiç şansı yok."

 

Savaş bu söylediğimi duydu ama cümleleri Fransızca kurduğum için ne söylediğimi anlamadı. Gözlerimin içine baksaydı belki anlardı çünkü ona göre gözlerin yoktu, bakışların lisanı hep aynıydı. Ama o an gözleri gözlerimde değildi, ıslatmıyordu okyanusları topraklarımı.

 

Jackson arkasını dönüp gittiğinde bir süre onun bıraktığı boşluğa daldım. Sonra Güney'in ciddi sesini duydum. "Sizin konuşacağınız çok şey var sanırım. Benim de parti için yapacak çok işim var. Yarın gece orada olmayı unutmayın. Ve gelirken eliniz boş gelmeyin en azından bir kaç kasa bira falan getirin."

 

Ve o da gitti.

 

Şimdi Savaş ile yalnız kalmıştık otoparkta. Bir de gözlerimin içine attığı o sert bakış duruyordu karşımda.

 

"Gerçekten şüphe ettin..." diye mırıldandım ona dönerken. Okyanuslarına diktiğim bakışıma yayılan o hayal kırıklığını saklama gereği görmemiştim. "Ne sandın Savaş, ikinizi aynı anda idare ettiğimi mi?" Dudaklarımdan alaylı bir gülüş döküldü.

 

Onun bakışlarındaki anlamları çözmeye çalışmadım. Kendi anlamlarımda daha çok meşguldüm. "Fransa'ya gittiğimde onun yanına gittiğimi falan da düşündün mü?"

 

"İzel..." diye soludu bir adım atıp aradaki mesafeyi kapatırken. Elleri yanaklarımı buldu, alnı alnımı. "Asla öyle düşünmedim. Senden bir an bile şüphe etmedim ben. Etmem."

 

Gözlerim kapandığında bakışlarının ağırlığı işte oradaydı. "Ama gözlerime öyle bakmadın." diye fısıldadım. O bakışın ağırlığı altında kalırken. "O gözlerin hangi durumda olursak olalım, benim gözlerimi bulduğunda hep yumuşardı Savaş, bu kez öyle olmadı..."

 

"Özür dilerim..." Sıcak nefesleri aralık dudaklarımdan içeri sızıyor, onun tapılası tadının yankıları damağıma vuruyordu. "O sana sevgilim diyerek geldiğinde gözüm döndü, kendimi kontrol edemedim. Senden şüphe ettiğimden değildi..."

 

"Kıskandığında böyle gözün mü dönüyor yani senin?" diye sordum sözlerinin üzerine. Alnımı çektim alnından ve gözlerimi açıp yüzüne baktım. Onun da gözleri usul usul açıldı. Okyanusları pişmanlıkla çalkalanıyordu.

 

"O..." Başımla, sanki hâlâ oradaymış gibi Jackson'ın gittiği noktayı işaret ettim. "Geçmişimden biri. Öylesine takıldığım..." Sertçe yutkundum. "Yaptığım çok fazla hata var Savaş..." Sözleri nasıl toparlayacağımı bilmiyordum. Bu zamana kadar kimseye bununla ilgili açıklama yapma gereği görmemiştim. Benim için hiçbir zaman önemli olmamıştı. Ama emin olmam gerekiyordu. Eğer bir ilişkinin içindeysek, geçmişin bu ilişkiye gölge düşürmeyeceğinden emin olmalıydım.

 

"Kendimi kaybettiğim çok an... Senden önce birilerinin olduğunu zaten biliyorsun. Bu senin için bir sorun mu yani? Geçmişim? Geçmişimi her düşündüğünde bu hâle mi geleceksin?"

 

Açtığım mesafeyi geri kapattı ve elleri belime yerleşti. Ayaklarım yerden kesildiğinde, beklemediğim bu hareket karşısında dudaklarımdan kaçacak olan çığlığı, dişlerimi dudağıma geçirerek bastırdım.

 

Bir an Savaş'ın kollarındaydım, diğer an arabasının kaputunda oturuyordum ve Savaş hemen önümde duruyordu.

 

Parmakları usulca crobum yüzünden açıkta kalan belimi okşarken "Sence geçmişim benim için önemli olabilir mi İzel?" diye sordu. Alnı alnımdaydı ne dudaklarından dökülen her kelimeden kopan nefesi dudaklarımı yakıyordu.

 

"Bu zamana kadar tek bir kez bile bunu sorun ettiğimi gösterecek bir hareketim ya da sözüm oldu mu? Baban eve geldiğinde ve senin odanda sıkışıp kaldığımda Damla ile aranda geçen o konuşmayı hatırlıyorum ama umurumda değil. Benden öncesi ile ilgilenmek, karışmak ne haddime benim?"

 

Birkaç saniye sustu. Kurduğu cümleleri sindirmemi bekledi. Olması gerekenin bu olduğunu biliyordum ama Damla ile aramızda geçen o konuşmanın ortaya serdiği gerçeği birinin, kadın veya erkek fark etmeksizin, kabullenmesinin zor olduğunu da biliyordum.

 

Bomboş duran ellerim havalandı ve biri ensesine dolanırken diğeri yanağına yerleşti. Bu hareketim Savaş'a iç çektirmişti.

 

"Hayır İzel, benden öncesinde yaşadığın ilişkilerle ilgilenmiyorum ama o ilişkilerden biri gelip bu güne sıçradığında ve karşıma geçip sana sevgilim diye hitap ettiğinde bunu sakin karşılamamı bekleme benden. Bir değil iki kez..."

 

Geri çekilip yüzüme baktı. "Kendini yerime koy. Benim geçmişimden biri çıkıp gelse, gözlerinin önünde bana sarılmaya çalışsa, senin önünde bana sev..."

 

"Tamam sus!" diye homurdanım yanağındaki elimi dudaklarına bastırıp. "Haklısın..."

 

Düşüncesi bile tüylerimi diken diken etmeye yetmişti.

 

Savaş'ın parmakları belimin kıvrımından aşağıya, kalçalarıma doğru kaydı. Parmakları rahat durmak yerine dokunduğu noktalarda izlerini bırakıyor, tenimi karıncalandırıyordu.

 

"Özür dilerim güzelim..." diye mırıldandı yeniden. "Sana öyle baktığım, öyle hissettirdiğim için..."

 

Yüzümü yüzüne yaklaştırıp burnumun ucunu burnunun ucuna sürttüm. "Böyle kuru kuru bir özür..." Dudaklarımdan memnuniyetsiz bir mırıltı döküldü. "Pek kabul edilesi değil ha?"

 

Dudağının kenarında çarpık bir gülüş belirdi ardından eğilip dudaklarını dudaklarıma bastırdı. Ağzım onun için aralandı ve dili dilimle buluştu. Tek bir öpücükle beni böyle mahvedememeliydi; İçimde uyuyan tüm hisleri uyandırmaya yetmemeliydi basit bir öpücük ama ediyordu işte. yetiyordu.

 

Ensesini kavrayan elimle onu kendime daha fazla çekerken derin derin öptü beni, aynı derinlikla karşılık verdim.

 

Ellerinden biri kalçamda gezmeye devam ederken diğeri belime dolanmış ve beni arabanın kaputunun üzerinden kaydırıp iyice bedenine yaslamıştı, aramızdan havanın geçeceği kadar bile mesafe yoktu.

 

Sanki daha dün gece sevişmemişiz gibi bedenim yine onun için sızlamaya başlarken başımı eğip ağzımın içinde turlayan dilini emdim. Tadı o kadar güzeldi ki sonsuza kadar bu tadı kana kana içebilirdim.

 

Geri çekildiğinde yalnızca başı uzaklaşmıştı benden. Kollarını bir milim bile gevşetmemiş, beni bedeninden bir santim bile ayırmamıştı.

 

"Gece yine durup dururken attı golünü ha?"

 

Dudaklarımdan sinir dolu bir nefes çıktı. Duygu değişimi konusunda bir rekor olamlıydı bu.

 

"Derdi ne gerçekten bilmiyorum. Gerzek herif yaa, bir daha asla bize bulaşmayacağını söylediğinde inanarak hata eden benim."

 

"Ben biliyorum onun derdini..." diye karşılık verdi Savaş sitemime. Sorarcasına baktım yüzüne.

 

"Onu kullanarak çizdiğim tablo var ya..." diye açıklamaya başladı ayrıntıya girmeden. Üçüncü bir kişinin, Yaren'in, sırrıma ortak olduğu zamanda biz otopaktaydık. Yani bazı şeylerin ulu orta konuşulmaması en iyisiydi.

 

Başımı sallayarak onayladım onu. Evet, benim henüz görmediğim ama Gece'nin kanıyla çizdiği bir tablo vardı.

 

"O gecenin karşılığını ne zaman verecek diye bekliyordum zaten uzun zamandır. O an bu anmış demek ki..."

 

"Yani..." diye sordum kaşlarımı çatıp. "O gecenin misillemesi miydi bu, öyle mi düşünüyorsun?"

 

Omuz silkti. "Bu zamana kadar hiçbir karşılık vermemesinin nedeni senin henüz benim durumumdan haberdar olmamandı bence. Bir hafta önce öğrendiğini öğrendi ve bir hafta sonra olan şey bu, zamanlama manidar değil mi sence de?"

 

Öyleydi... Ah! Bu adam niye böyleydi? Neden iki dakika rahat duramıyordu?

 

İllaki her şeyin bir karşılığı mı olmak zorundaydı yani?

 

"Şimdi..." diye mırıldandı Savaş. "Ben gidip bu adamın ağzını burnunu kırsam haklı mıyım, yoksa haksız mıyım? O gece kaşınan oydu, şimdi kaşınan yine o."

 

Savaş'ın sözleri beraberinde biraz önceki düşüncelerimi de getirmişti aklıma.

 

Her şeyin bir karşılığı olmak zorunda mıydı gerçekten?

 

Misillemeler üzerine mi kuruluydu yani denge?

 

Karşılık...

 

Misilleme...

 

Dudağımın bir köşesi kıvrıldı usulca. Pekâlâ sanırım ona karşılık nasıl verilir göstermem gerekiyordu.

 

Bir kez cıkayıp ona katılmadığımı belirttim. "Fiziksel bir karşılık verirsen bu Gece'yi durdurmaz, aksine daha fazla tetikler. Gece ile savaşmak istiyorsan karşılık verdiğini belli etmeden karşılık vermelisin. Sanki o senim elin değil de kaderin eliymiş gibi."

 

Savaş belimdeki elini çekip saçlarımı kulağımın arkasına iteledi. İmayla kaldırdığı kaşlarıyla yüzüme bakarken "O güzel aklından neler geçiyor bakayım senin?" diye sordu.

 

Sadece gülümsemekle yetindim. Masum olmaktan çok uzak, sinsi bir gülümsemeydi bu. Tıpkı Gece'nin o gün bana attığı o bakış ve gülümseme gibi...

Güzel şeyler geçiyordu aklımdan.

Yarınki partide çok eğlenecektik.

💎🎭

Bölümü nasıl buldunuz?

Tahminleri alayım?

Bir sonraki bölümümüzde olaylara giriyoruz artık ve ben çok heyecanlıyımmm.

Zaman ayırıp okuyan herkese sonsuz teşekkürler, iyi ki varsınız💖💖💖

Loading...
0%