Yeni Üyelik
6.
Bölüm

5| Bi̇zi̇m İşi̇mi̇z Bu, Çalmak!

@saniyesolak

Selam çiçeklerim❤️

Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın olur mu?

Keyifli okumalar diliyorum✨

🎭💎

İZEL İZEM HANCI’DAN:

Aç, susuz iki üç gün, bilemediniz bir hafta yaşayabilirdi bir insan. Ama nefes almazsanız dakikalar içinde ölüm size kucak açabilir, sonsuz karanlığına sizi anında çekebilirdi. Nefes; bir canlı için her şey demekti.

Sahi kaç dakika olmuştu boğazımdaki el oraya yerleşeli? Yelkovan kaç vuruş yapmıştı zamanın acımasız doğrusuna? Zaman kavramını derin bir karanlıkla örtmüş, gizlemiş gibiydi.

Boğazımdaki baskı bir an olsun çekilmezken, parmakların etime bıraktığı çürük izi hissedebiliyordum. Canım acıyor, ciğerlerim yanıyordu. Pes etmişliğin kıyısına ayak basalı çok olmuştu ve bilincim de kaymaya başlamıştı. Kabulleniş aşamasına adım attığımı anladığım andı o an. Kolay kolay pes etmezdim halbuki ben. Defalarca kez ölümle yüz yüze geldiğim anlar olmuştu. Azrail bana defalarca kez uzanmış, hiçbirinde de tutamamış, ruhumu bedenimden çekip alamamıştı.

Bu kez farklı olan neydi? Neden ölüm bana ilk kez bu kadar yakınmış gibi hissediyordum? Ölümün soğuk nefesini ensemde hissediyor, kapalı gözlerimin ardından karanlık boşluğunu görebiliyordum. Ciğerlerim yardım çığlıkları atıyordu ama duyan yoktu. Beynim bedenime gerekli emirleri veremiyor, reflekslerim patlayacakmış gibi hissettiğim ciğerlerimin arasında boğuluyordu. Hazırlıksız yakalanışımın kurbanıydım. Kimin aklına gelirdi ki tuvalete gittikten sonra ellerini yıkarken bir anda boğazına bir elin yapışacağını.

Onlar karşısında kendime bu kadar çok güvenirken daha ilk dakikalarda tökezliyor olmak...

Bunun bile sinirini içimde yaşayamayacak durumdaydım. Ellerim onun kollarındaydı. Umudum, son toz taneciklerini yakasına düşürmüş, onlar da silkelenmeden son bir umutla çekmeye çalışıyordu boynumdaki eli. Nafile bir çabaydı, canı cesedi kalmamıştı ellerimin de kollarımın da ciğerlerimin de. Hayatın her anında direnen ben, bu durumu kabullenmiştim. Hiç benlik değildi. Ama açıkçası ölüm bu kadar yakınken, o sonsuz karanlıkla aramdaki perdeler seri bir şekilde teker teker kalkarken benliğimin hiç önemi yoktu şu an. Hiçbir şeyin önemi yoktu. Ben ölüyordum. Ve bunu öylece kabulleniyordum.

Omzuma konan o son umut kırıntıları da silkelendiğinde öleceğimden öyle emindim ki, hareket etmeyi tamamen kesmiş, Azrail'in ruhumu tutup bedenimin içinden çekip çıkarmasını ve onu sonsuz, soğuk belki de sıcak karanlığa çekmesini beklemeye başlamıştım.

     Bir şey oldu...

Başından beri bir an olsun azalmayan baskının azaldığını, hemen ardından ise kesildiğini hissettim. Aralanan dudaklarımdan içeri giren derin bir soluk ciğerlerime anında ulaşıp onları kavurdu hemen arkasından gelen acı öksürükler de cabasıydı. Uzun süre nefessiz kalan ciğerlerim, gelen bu ani saldırı karşısında hem kaynak bulduğu için mutlu hem de o kaynakta boğulduğu için acı çekiyordu. Derin derin nefeslerle biraz önceki nefessiz kaldığım anların boşluklarını doldururken öksürüklerim hem boğazımı hem ciğerlerimi yarıyor gibiydi. Sanki beni ayakta tutan boğazımdaki o elmiş de el gidince o dayanağım gitmiş gibi duvar boyunca kayarak yere çöktüm. Ellerim boğazımdaydı ve öksürükler eşliğinde aldığım nefeslerin ciğerlerimi yakmasından dolayı, gözlerimden yanaklarıma akan iki damla yaşın sıcaklığını, yanağımın pürüzsüz derisinde hissediyordum. Kulaklarımdaki uğultu yüzünden duyduğum tek ses kendi nefesimin sesleriydi. Ciğerlerim öyle çok acıyordu ki gözlerimi de açıp bakamıyordum neler olduğuna.

Çok değil saniyeler sonra kollarımda bir çift el hissettim. Uzaktan gelen ismimin telaffuzu, kulaklarımı dolduran nefes seslerimi yırtarak bana ulaştı. Ama sesin kime ait olduğunu algılayamadım. Hala nefes alıp veriyordum ve öksürüklerim de şiddetinden bir şey kaybetmeden devam ediyorlardı. Boğazımdaki tahrişi şimdiden hissediyordum. Omuzlarıma dolanan kolların beni bir şeye doğru çektiğini hissettim ve sert bir bedene tosladım. Burnuma dolan koku yabancıydı bana. Sanki okyanusun ortasındaymışım gibi hissettiriyordu. Başıma bir el kondu ve yavaşça saçlarımı okşamaya başladı.

Şiddeti biraz azalmış olsa da hâlâ devam eden öksürüklerim ve göğsümdeki sıkışma yüzünden bu teselliyi geri çevirmeden beni saran kolların arasında soluklandım bir süre.

Ciğerlerimdeki yanma azalırken öksürüklerin bıraktığı sızı belli ediyordu sadece kendini. Nefes alışlarım da düzene girmeye başlamıştı. Saçlarımdaki el yavaşça saçlarımı okşarken, beni tutan kişi kendime gelmeye başladığımı fark etmiş olacak ki, sesini duydum.

"İyi misin?" diye sordu. Tanımadığımı sandığım bedenin Savaş Kalkavan'a ait olduğunu anladığım andı o an. Okyanusun ortasındaymışım gibi hissettiren o kokunun kaynağı Savaş Kalkavan'dı. Ama şimdi yakından soluyunca anlıyordum ki aslında kurak bir arazinin ortasındaydım ve tepemden aşağı bardaktan boşalırcasına yağmur yağıyordu. Etrafımı saran koku buydu; yağmur sonrası toprak kokusu...

Kendimi geriye çekip yavaşça kollarından sıyrıldım ve sırtımı duvara yaslayıp okyanuslarına karıştım. Gözleri tam anlamıyla okyanusu hatırlatıyordu. Değişikti. Ayrıca beni nasıl bulmuştu?

Sormayı istiyordum ama konuşacak gücüm yoktu sanki. Boğazım hâlâ acıyor, ciğerlerimde hafif bir sızının rüzgârı dolanıyordu. Kuruyan dudaklarımı dilimle ıslatırken, elinin havalandığını gördüm. Ardından yanağımda dokunuşunun tüy gibi hafifliğini hissettim. Göz çukurlarımda gezindi işaret parmağının tersi. Göz yaşımı kuruladığını, parmağını her hareket ettirişinde nemlenen göz çukurlarımdan anladım. O an gözlerine bakmak ağır geldi ve bakışlarımı çektim mavilerinden. Gözlerimin odağına giren şey beni şaşkına uğrattı. Aksel yerde baygın yatıyordu. Yüzünü görebildiğim kadarıyla ağzından ve burnundan kan geliyordu. Başının olduğu yerde minicik bir kan gölcüğü oluşmuştu. Benim darbemle kırılmamışsa bile burnunun şu an kırıldığından emindim.

Kaşlarım çatıldı. Ne ara bu hale gelmişti. Ölü biri gibi görünüyordu. Ölmesi umurumda olmazdı ama Savaş benim yüzümden katil olursa suçlu hissederdim kendimi. Ve uzunca bir zamandır, hayatımın en nadide parçası yüzünden yeterince suçluluk duyuyorken, bir yenisini eklemek en son istediğim şey bile değildi.

Dudaklarımı araladım ve kendimi konuşmaya zorladım. Yorgun çıkan sesimden dökülen harfler şekil bulup ulaştılar Savaş'a.

"Yaşıyor değil mi?"

Savaş'ın bakışlarının da aynı noktaya döndüğünü hissettim.

"Elbette yaşıyor, ben katil değilim. Öldürücü bir darbe almadı, sadece baygın, biraz da burnu kırık."

Duyduklarım beni rahatlatırken "Gebersin piç." dedim. Boğazımı sıkarken söylediği her bir kelime hâlâ aklımdaydı. Boğazım için değil ama o kıza yaptığı şerefsizlik için onu öldürebilirdim.

Yüzüme çarptığı gerçek ise benim için daha ağırdı. Yardım etmek isterken daha da mı bok etmiştim her şeyi? Eğer karışmasaydın onu korkutmakla yetinecektim demişti bana. Karıştığım için burada benim işimi bitirip görüntüleri yayacağını söylemişti.

Oturduğum yerden kalkmaya çalışırken dengem sarsıldı ve duvara tutunmak zorunda kaldım. Aynı anda Savaş da bir elimi tutup destek olmuştu. Ani kalkma ile gözlerim kararırken bu yardımı da geri çevirmedim. O an tuvaletin kapısının açılma sesini duyduğumda gözlerimi açıp gelene baktım.

Hazal kapıda durmuş şok olmuş gözlerle önündeki manzaraya bakıyordu. Gözleri gözlerimle buluştu ama çok kalmadı orda. Bakışları dikkatini daha çok çeken yere boynuma indi ve "Aman Allah'ım!" diye bir nida koyuverdi ortaya. Adımları hızla bana gelirken bakışları boynumdaydı. Duvardaki elimi tutup, duvardan aldığım desteği ondan almamı sağlarken özür dileyerek sayıklıyordu.

Dengemi koruyacağıma inandığım anda ikisinin de kollarından sıyrıldım ve "İyiyim sakin ol." dedim Damla'ya hitaben. Gözlerim bir kez daha yerde yatan Aksel'e kaymıştı. Onu durduracak, o görüntüleri yok edecek bir yol bulmalıydım. Madem benim yüzümden yaymaya karar vermişti, bu işi ben halletmeli o görüntüleri yok etmeliydim. Bakışlarım Savaş'ın mavilerine dokundu. Sorgulayıcı gözlerle beni süzüyordu. İyi olup olmadığımı anlamaya çalışıyor gibi bir hali vardı.

"Teşekkür ederim."

Dudaklarım bu kelimeye yabancıydı. Ama etmem gerektiğinin de farkındaydım. Resmen hayatımı kurtarmış, ölümün kıyısından almıştı beni.

"Önemli değil. İyi olduğundan eminsin değil mi? Hastaneye gidebiliriz."

     Başımı iki yana salladım.

"İyiyim. Ayrıca şu an daha önemli bir sorunumuz var. Aksel buraya neyle geldi?"

Buradan çıkar çıkmaz dediğine göre o video yanında olmalıydı. Bilgisayarında ya da telefonunda. Ya da bir flaş bellekte...

"Arabası otoparkta, biraz önce otoparktan çıkarken gördüm. Zaten otoparktan çıkar çıkmaz kahve almak için buraya geldim ve iki kız bana senin tuvalette olduğunu Aksel'in de içeriye girip onları dışarı çıkardığını söyledi. Sonrasını zaten biliyorsun." diyerek yerde yatan Aksel'i işaret etti. Bu iyiydi. İkisinin arasından sıyrıldım ve Aksel'in yanında diz çöküp ceplerini karıştırmaya başladım. İşimi şansa bırakamazdım. Pantolonunun ön cebinde araba anahtarını ve telefonunu bulduğumda ayağa kalktım. Savaş da Hazal da bana tuhaf tuhaf bakarken, Hazal'ın neler olduğunu anlaması uzun sürmedi ve gözlerini önce kocaman açıp şaşkınlıkla baktı bana. Sonra gözlerinin üzgünlükle kısılışını izledim. Gözlerini kaçırdı ve başını yere eğdi.

Yavaş adımlarla ona yaklaştım ve önünde durup elimi çenesine uzatıp onu bana bakmaya zorladım. Ama gözleri inatla bana bakmıyordu. Utanıyordu, gözleri bu utançla dolmuştu.

"Bana bak" diye fısıldadım. "Senin utanman gereken ufacık bir nokta bile yok. Bu onun şerefsizliği. Utanması gereken de başını eğmesi gereken de sen değilsin o. Korkma hiçbir halt yapamayacak. Halledeceğim."

Sesim fısıltıdan ibaret olsa da etkiliydi. Bana çevirdiği gözlerindeki umudun, başını yavaşça çıkarıp ışığı hissetmeye çalıştığını gördüm. Başını salladı usulca. Bu dolu gözlerinin yanaklarına taşmasına neden olunca yanaklarını kendi ellerimle sildim.

Onu serbest bırakıp yeniden Savaş'ın okyanuslarına daldım ve Aksel'i işaret edip "Onu taşıyabilir misin?" diye sordum. Neler olup bittiğinden bir haber olan Savaş, anlamaya çalışır gibi Hazal ile benim aramda mekik dokuyordu gözleriyle. Sorum üzerine başını usulca salladı ve Aksel’e uzanıp hiç zorlanmadan onu kolundan kaldırdı. Kaldırdığı kolunu omzuna atıp belinden de destek verdiğinde gitmeye hazırdık.

"Neler olduğunu anlatacak mısınız?" diye sordu biz tuvaletten çıkarken ve o arkamızdan Aksel ile birlikte gelirken. En önde ben vardım hemen bir adım arkamda Hazal, onun yanında da Savaş... Başımı kısa bir anlığına arkama çevirip Hazal'a baktım önce. Benden bile utanan bu masum kız, eminim Savaş'tan çok daha fazla utanırdı. Zaten gözleri ile bana hayır diye çığlık atıyordu resmen.

Arada kalmamak adına önüme döndüm ve "Bunu Hazal ile konuşmanız en mantıklısı." dedim. Çok geçmeden açık otoparka gelmiştik. Etrafta kimse yoktu bu yüzden meraklı bakışların esaretinden kurtulmuştuk. Bu süreçte Savaş öne geçmiş ve bize yolu göstermişti. Aksel'i de beraberinde yürütüyor olmasına rağmen oldukça rahat bir şekilde yürümeye devam ediyordu.

Sonunda bir arabanın önünde durduğunda plakada yazan AKSL harfleri bu arabanın Aksel'e ait olduğunu anlamam için yetmişti. Arabası da beyazdı. Beyaz bir Bugatti. Bir tek camları ve plakada yazan yazılar beyaz değildi. Lastiklerinden, camın ardından gördüğüm iç döşemesine kadar her şey bembeyazdı. Beyaz'ın aslında ne kadar boğucu bir renk olduğunu anlıyordum arabaya baktıkça.

Elimde tuttuğum anahtarla arabanın kilidini açtım ve hiç vakit kaybetmeden yolcu koltuğunun kapısını açıp, ilk tercih olarak torpidoyu açtım. İçinde yalnızca bir flash bellek vardı. Onu da alıp bakabileceğim yerlere bakmaya başladım. Çok değil saniyeler sonra arka koltukta bir ipad görmek dudaklarımın kıvrılmasına neden oldu. Onu da alıp arabadan çıktım.

Savaş kaşlarını çatmış bir şekilde dikkatle beni inceliyordu. Aksel hâlâ omzundaydı.

"Arabaya oturtsana. Uyandığında bir de onun zahmetine girmesin zavallı." dedim.

Söylediklerimi sorgulasa da yapmakta bir sakınca görmedi ve arabanın etrafını dolanıp yolcu koltuğuna yerleştirdi Aksel'i. Kapıyı kapattığında bende yolcu koltuğunun kapısını kapattım ve arabayı kilitledim.

Savaş anlamadığını net bir şekilde belli ederek bana bakıyordu.

"Ne yapmaya çalışıyorsun sen İzel?"

Omuz silkip onu geçiştirdim ve Hazal'a dönüp "Bundan sonrası bende. Korkma halledeceğim." dedim ve anahtarı ön cama koyup "Sakın açmak gibi bir hata yapmayın." diye onları tembihleyip arkamı döndüm. Otoparkın çıkışına doğru yürürken ikisinin de arkamdan geldiğini adım seslerinden anlayabiliyordum. Savaş Hazal'a neler olduğunu soruyor, Hazal Savaş'ı yanıtsız bırakıyordu. Yeniden kafeye girdim ve masada kalan çantamı alıp ödemediğim hesabı ödeyip çıktım kafeden. İkisi de meraklı gözlerle bana bakıyorlardı. Daha doğrusu gözleri bir elimdekilere bir yüzüme kayıp duruyordu. Hazal'ın sormak isteyip Savaş etkeni yüzünden soramadığını, Savaş'ın da cevap vermeyeceğimi bildiği için sormadığını görebiliyordum. Ama dayanamayacağını da görebiliyordum. Ki öyle de oldu. Sadece birkaç saniye sonra Savaş'ın sesini duydum.

"Onlarla ne yapacaksın?" diye sordu.

Omuz silktim ve "Biraz karıştıracağım sadece." diye cevap verip otobüs durağına doğru yürümeye başladım. Yine peşimdeydiler.

"Ben bırakayım isterseniz."

Savaş'ın sorusu üzerine omzumun üstünden ona baktım ve "Gerek yok." dedim. Gece'yi arayacaktım ve Gece ile konuşmalarıma şahit olursa hiç gitmezdi. Zaten şüpheleniyordu, onu iyice kıllandırmaya gerek yoktu.

Durağa geldiğimizde karşıma geçti. Mavilerinin dalgalandığını gördüm. Eğer bu adamın gözleri bende olsaydı, ömrümü aynadan onları izleyerek geçirirdim. Öyle derin ve anlamlıydı ki gözleri. Sert yüz hatlarına rağmen dingin bir okyanustu onlar.

"Hadi ama." diye yakındı. Dolgun dudaklarının hareketi ile gözlerim odağını kaybetmiş boomerang gibi olmaması gereken bir yere kaydı. Dudaklarına. Dudakları dolgundu. Doğal bir kızıllığa ev sahipliği yapıyordu ve biraz önce diliyle onları ıslatmış olacak ki, parlıyordu.

Ah! Pekâlâ dudaklar yasak bölge...

Dudaklarına bakmak senin düşüncelerinin yönünü değiştirmek üzere. Onlara daha fazla bakma.

İçimden geçirdiğim bu cümleyle aynı zaman diliminde gözlerim gözlerine çıktı. Koyu kahvelerim mavilerine taktı kancasını ve dudakları yeniden hareket ettiğinde gözlerde sabit kalmayı becerebildi.

"Bu kadar ters davranmana gerek var mı gerçekten?"

Sözleri ile güldüm. Teşekkür ettiğim nadir insanlardandı ve o onu terslediğimi düşünüyordu. Başımı iki yana sallarken gözlerimi gözlerinden ayırıp hafifçe sol tarafıma, yola baktım. Birkaç saniyemi yola bakarak harcadıktan sonra yeniden Savaş'a döndüğümde artık gülmüyordum.

"Savaş. Teşekkür ettiğim sayılı insanlardansın. İlk günün ya da ikinci günün aksine seni terslemiyorum. Aradaki farkı anlamış olman gerekirdi."

Uzaktan gelen otobüsün sesi kulağıma ulaştığında, bakışlarım refleksle otobüsün geldiği tarafa kaydı. Bir dakikadan az bir süre içinde burada olacağından emindim. Bir haftada hem sesine hem de gelme süresine fazlasıyla aşina olmuştum.

Son kez bakışlarım Savaş'a kaydığında dudaklarındaki gülümseme dikkatimi çekti ilk önce. Hemen ardından gözlerindeki o parlaklık. Pekâlâ! Savaş Kalkavan gülümserken de yakışıklıydı, Ciddi bir şekilde bakarken de kaşlarını çatarken de...

"Sen öyle diyorsan." diye bir cevap verdi sözlerime. O sırada otobüs durakta durmuştu. Otobüse doğru bir adım atarken omzumun üstünden yine Savaş'a baktım ve onu daha da güldüreceğinden emin olduğum şeyi söyledim.

"Seni kullanarak bilgi toplayacağım bak, unutma sakın."

💎🎭

"Aklından ne geçiyor?"

Otobüs hareket edeli beş dakika kadar oluyordu. Hazal ve benden ayrı üç kişi daha vardı otobüste. En arkada camdan tarafta oturup, Gece'ye tam olarak ne söylemem gerektiğini düşünürken Hazal'ın sorusuyla bakışlarımı yoldan alıp Hazal'a çevirdim. Hemen yan tarafımda oturan kızıl, oldukça meraklı görünüyordu. Meraklı ve korkuyor... Tek isteğim ona yardım etmekti ama kaş yaparken göz çıkarmıştım. Evet bu onun için kötülük demekti ama şimdi daha rahat kafayla düşününce onu bu korkudan tamamen kurtarabilirdim. İş Gece'yi ikna etmeye kalmıştı ki onu da yapabileceğime hiç şüphem yoktu.

"Tanıdığım bir hacker var. O biraz karıştıracak ve o görüntüleri yok edecek."

Görüntüleri dediğim an bakışlarını kaçırdı. Durumun onun için ne kadar zor olduğunu tahmin ediyor, hatta biliyordum. Utanmasını da anlıyordum. Ne kadar utanması gereken sen değilsin o desem de o utanmaya devam edecekti. O yüzden bu kez hiçbir şey söylemedim.

"Çok aptalım."

Fısıltısını işittiğimde yutkundum. Benim kadar olamazsın kızıl! Aklımdan geçenler, gelen görüntüler ve anılardı bana içimden bu cümleyi kurduran.

"Çok mu aşıksın ona?"

Aşk... Kitaplardan bildiğim bir kelimeydi. Ve benim bildiğim kadarı, aşkın insanı aptallaştırdığını anlamam için yeterliydi. Acı çektirmeyen bir aşk var mıydı? Gerçekten birinin kollarında huzur bulup bütün dertleri unutabilir miydi bir insan?

Ben anneme sarılıp onu kokladığımda unutuyordum ama o annemdi. Oysaki aşk hiç tanımadığın birine bile duyabildiğin bir duyguydu. Bir kitapta okumuştum: Bazen tek bir bakış, söz ya da en ufak bir şey yeter diyordu kitapta âşık olmanıza. O kişiyi hiç tanımıyor da olabilirsiniz. Aşk kişiyi tanıyıp tanımadığınıza bakmaz. Aşk mantığa bakmaz. Aşk sadece kendini bilir, kalbinizde gizlenir ve hiç umulmadık bir vakitte de kalbinizi çürüterek kendi krallığını sürer diyordu kitap.

Hiç tanımadığın birine körü körüne bağlanmak bana göre hem aptallık hem de saçmalıktı.

Aşk saçmalığın vücut bulmuş haliydi.

Karşımdaki kızın da âşık olduğunu, aptallaştığını görebiliyordum. İtiraz edercesine kafasını iki yana salladı ve "Aşık değilim ondan nefret ediyorum. Midemi bulandırıyor sadece." dedi. Ne kadar itiraz ederse etsin bunu kızgınlığından yaptığını biliyordum. Çok kızgın, çok kırgındı. Kahverengi gözleri dümdüz bir çöl gibiydi. Her şey apaçıktı. Tüm kırgınlıkları, kızgınlıkları, utanışı, göz yaşları ve sitemleri teker teker ayak izi bırakmıştı gözlerindeki çölün pürüzsüz kumlarına.

Bu konudan uzaklaşmak ister gibi o çölde bir kum fırtınası çıktı ve duyguların ayak izinin üzerini seri bir şekilde kapattı.

"Ya kopyaları varsa?"

Omuz silktim ve "Arkadaşım bunu anlayabilir. Hangi cihazdan hangi cihaza geçtiğini ya da kaç kez kopyalandığını... Hepsini görebilir. Dert etme. O hiçbir bok yapamadan biz çoktan elindeki her görüntüyü silmiş olacağız." dedim.

Benim sözlerimden sonra rahatladı. Ama biliyordum ki beyni boş durmayacak ve düşünmeye devam edecekti. O düşündükçe de benim geri plana ittiğim tüm endişe, seri hareketlerle gün yüzüne çıkacaktı.

O konuşmadan sonra ikimiz de konuşmamıştık. Boynuma oturan parmak izlerini kapatıcıyla kapatmıştım. Gece o izleri görürse Aksel diye biri olmazdı artık dünya üzerinde. İzin tamamen kapandığından emin olduktan sonra Gece'yi iki kez aramıştım ama açmamıştı. Damla'ya mesaj çektiğimde evde başını bilgisayara gömmüş şekilde bir şeylerle uğraştığını öğrenmiştim. Umarım ben gidene kadar işini bitirirdi. Aksi takdirde kendi işleri yarım kalacak ve bir şeyler aksayacaktı. Olan Gece'ye olacaktı.

Bu düşünce bir an için beni güldürürken ya da bitirmemiş olsun da biraz uğraşıp yorulsun diye geçirdim içimden. Bir hafta boyunca anamızı ağlattığı bir gerçekti. Kaslarındaki sızı hala kendini belli ediyordu. Biraz da masa başında Gece beyimizin beli tutulsundu.

Otobüs durakta durduğunda ayaklandım ve Hazal'a dönüp telefon numaranı söyle çabuk dedim. Önümüz hafta sonuydu ve pazartesiye kadar beklemek, onun için işkenceden farksız olurdu.

Numarayı hızlıca söyledikten sonra "Aklında tutamazsın ki ama." dedi. Otobüsü daha fazla bekletmemek için onu cevapsız bırakıp indim otobüsten ve aklımda dönüp duran rakamları telefonuma girip numarayı kaydettim.

     İZEL: Tutabilir miymişim?

Hazal'a attığım mesajın ardından eve doğru yürümeye başladım. Çok değil saniyeler içinde mesajıma yanıt gelmişti.

HAZAL: Vay canına. Nasıl bir hafızaya sahipsin sen?

İZEL: Mükemmel bir hafızaya...

Telefonumu kilitleyip yoluma devam ettim. Birkaç dakika içinde de evdeydim zaten.

Üzerimi dahi değiştirmeden soluğu Gece'nin odasında aldım. Hâlâ bilgisayarına gömülmüş klavyeye bile bakmadan seri hareketlerle bir şeyler yazıp duruyordu. Önündeki bilgisayarın ekranı siyahtı ve ekrandan mavi yazılar akıyordu. Bu işlerden hiç anlamazdım o yüzden takılmadım. Arkadan ona yaklaştım ve kulağındaki airpodstan birini çıkardım. Anında gözleri bana döndü ve "Defol git İzel." dedi. Elime uzandığında parmaklarımın arasında duran kulaklığı yere attım ve üzerine sert bir şekilde bastım. Kulağa gelen çıtırtılar kulaklığın kırıldığını haber verirken Gece'nin dişlerini sıktığını çene kemiklerinin belirginleşmesinden anlamıştım. Bana beni öldürecek gibi bakıyordu. Pekâlâ bu bakışlardan nokta kadar etkilenmiyordum. O yüzden sevimlice gülümsedim ve "Yardımına ihtiyacım var." dedim.

Yosunlu denizi andıran ela gözlerinin üzerine, göz kapakları kapanırken sıkılı dişlerinin arasından "İşim var İzel. Kendi işini kendin gör." diye tısladı. Uzanıp diğer kulaklığı da seri bir şekilde çıkardım ve "Aptal." diye tısladım deyim yerindeyse. O kulaklığı da yere atıp ezerken "Kendim yapabilsem sana gelir miyim sanıyorsun?" diye sordum.

Bıkkın bir nefes eşliğinde bana baktıktan sonra "Ne istiyorsun?" diye sordu. Kazandığım zaferle sırıtırken yatağının üzerine koyduğum Aksel'e ait olan eşyaları ona uzattım ve "Bunları kurcalamanı istiyorum. İçlerinde bir video olmalı. Hangisinde var ya da hepsinde de var mı bilmiyorum. Ama o videonun yok olması gerek." diye açıkladım.

Kıstığı gözleriyle elimdekilere bakarken açıklamam onu tatmin etmemişti.

"Kimin bunlar?" diye sorduğunda omuz silkip "Okuldan birinin." diye cevap verdim. Tek kaşını kaldırıp "Eee?" dercesine yüzüme baktı.

"Of Gece! Sormasan da sadece dediğimi yapsan ne olur?"

O da benim gibi omuz silkti ve bana sırtını dönüp "Beni tatmin edecek bir açıklama yapmadan sana yardım etmeyeceğim." dedi.

Yanaklarımı şişirip elimdekileri masasının üzerine koydum ve ona bugünü tek tek anlattım. Tabi ki tuvalette olanların tamamını atlayarak ve Aksel'in anlattığı kısımları Hazal anlatmış gibi göstererek. Beni dinlerken oldukça sessiz ve ifadesizdi. Sözlerim bittiğinde birkaç saniye yüzümü taradı yosunlu denizi andıran ela gözleriyle.

"Müdahale etmeni anlarım da... Neden yardım etmek istiyorsun ki şimdi? Bırak ne hali varsa görsün. Bu kadar aptal olmanın da bir cezası olmalı."

Yaptığı yorum aynen buydu. Sözleri kanımı kaynatırken sinirlenmiştim. Gamsızdı. Düşüncesizdi. İnsanlıktan nasibini almamış pislik ruhlu biriydi.

Dudaklarımdan alaylı bir "Hah!" nidası döküldü. Gece'nin bam telini biliyordum ve oraya basmaktan asla gocunmazdım. Büyük yatağının hemen yan tarafında bir komodin vardı. Komodinin üzerinde ise çerçeveli bir fotoğraf. Annemin fotoğrafı. Benim annem onun ve Damla'nın da annesiydi. Anne bilmişlerdi annemi ve en az benim kadar sevip sayar, değer verirlerdi.

Zihnim acımasız kelimelere gebeydi ve gebeliğin sonuna gelinmiş, kelimeler doğmayı bekliyordu. İçeride ölüp beni zehirlemesinler diye tek tek saldım hepsini dışarı.

"Merak ediyorum da Gece? En son ne zaman annemin odasına girdin?"

Sorumu beklemediğini zaten biliyordum, sarsılan ela gözleri bana bunu kanıtladı sadece. Durmadım. O sarsıntıyı yakaladım ve öldürücü darbeyle birlikte, onun direncini paramparça ettim.

"Annem sana kızgın olmalı. Hem onu son iki yıldır bir kez bile ziyaret etmedin hem de bize aşıldığı şeyleri sen bir kez olsun dinleyip uygulamadın. Yardımsever olmayı o öğretti bize. Orada bir kızın yardıma ihtiyacı vardı bende yardım ettim. Şimdi yine aynı kızın yardıma ihtiyacı var ve sen yardım edebilirsin Gece. Bir kez olsun doğru olanı yap ve yardım et ki annemin odasına girebilecek biraz yüzü kendinde bulabil."

Sonrası çorap söküğü gibi gelmiş, Gece masanın üstündeki flaş belleği almış ve önündeki bilgisayardaki işini bir kenara bırakıp flaş belleği takmış içini karıştırmıştı. Bomboştu. Onu bir kenara koyup telefona geçmiş ve önce şifresini kırmakla uğraşmış sonra da içini karıştırmıştı. Telefonunda da kayda değer bir şey bulamamış ve sıradakini, yani iPad’i almıştı. Ne yaptığını anlamaya çalışıyordum ama anlamak mümkün değildi. İPad’in şifresini kırmak için uzun uğraşlar vermiş ve sonunda başarmıştı.

İçini karıştırmaya başladığında, videonun onda olduğuna dair en ufak bir umudum bile yoktu. Ama Gece İPad’i önüme tutup "Sanırım bahsettiğin video bu." dedi. Yaslandığım kitaplıktan anında doğrulup İPad’i elime aldım ve ekranda oynayan görüntüye baktım. Hazal ve Aksel videodaydı. Hazal ölü biri gibi baygın, yatakta yatıyorken Aksel yüzünde mide bulandırıcı olan bir sırıtmayla onu izliyordu. Sonra kıza uzandı ve üzerindeki bluzu yakasından tutup tek bir hamleyle ikiye ayırdı. Her şeyden habersiz öylece baygın yatan Hazal yalnızca altında bir etek ve üzerinde sütyenle kaldığında bu gördüğüm son görüntü oldu. Gece ellerimden İPad’i çekip aldı ve "Video yayılsa da kıza bir şey olmazmış. Baygın olduğu, istismar edildiği çok belli." diye mırıldandı. Safram midemden boğazıma doğru tırmanıyordu sanki.

Aksel'i kendi ellerimle boğmak istiyordum.

Yutkunup boğazımdaki o tadı geçirmeye çalıştım. Hiç geçmeyecek gibiydi.

"Videonun kopyalanıp kopyalanmadığını anlayabilirsin değil mi?"

Yalnızca başını sallayarak onayladı beni ve masanın benden taraftaki, en üst çekmecesini açıp, birkaç kâğıt parçasının altına elini soktu ve iki saniye sonra geri çekti. Elinde çift taraflı bir flaş bellek vardı. O çekmeceyi kapattı ve altındaki çekmeceyi açtı. İçi kablolarla doluydu ama o kadar düzenliydi ki birkaç saniye içinde aradığı kabloyu bulup çekmeceyi geri kapattı. Elindeki kablonun bir OTG kablosu olduğunu biliyordum. Kablonun bir ucunu iPad’in şarj yerine taktı diğer ucuna ise biraz önce çekmeceden çıkardığı flaş belleği. Bir dakika kadar bekledik ve İPad’in ekranı saliselik bir an kırmızı yandı ve eski haline döndü. Sonra Gece kendi bilgisayarına geçti ve birkaç tuşa bastı. Bu kez de bilgisayar ekranı kırmızı yandı ve parola istedi. Gece hızla parolayı yazdığında, o kadar uzun bir parolaydı ve Gece o kadar hızlı yazmıştı ki, ne olduğunu çözememiştim.

Gece önündeki ekrana birkaç şey yazdı ve aynı anda iPad’in ekranı yeniden kırmızı oldu. Aynı şekilde onda parola isteyince bu kez daha dikkatli takip ettim parmaklarını ama bilgisayara girdiği şifreyi girmedi. İPad’inki daha kısaydı. İPad’in ekranı kırmızı bir ekranda kalırken Gece önündeki bilgisayara döndü ve birkaç tuşa daha tıkladı. Ardından ekranda çıkan yazılara odaklandı. Çok değil bir dakika sonra bilgisayarını kırmızı ekrandan çıkardı ve onunla aynı anda iPad da eski haline döndü.

İPad’deki flaşı çıkarırken sesini duymam da aynı zaman diliminin akrep ve yelkovanına tutunmuştu.

"İPad’deki kopya, videonun aslı bir masaüstü bilgisayarda."

Ela gözlerine bakarken başımı sallayarak onayladım onu ve "Ben ev adresini bulurum. Gidip iki dakikada hallederiz oradakini de. Başka bir kopya olacağını da sanmıyorum." diye mırıldandım. Sırtımı Gece'ye dönüp tam gidiyordum ki kolumdan tutulup çevrildim. Bakışlarım yeniden elalarla buluştu.

"Ne saçmalıyorsun sen?"

Kısık gözlerinin ardından söylediğimin saçmalıktan ibaret olduğunu düşündüğünü okuyabiliyordum. Ama ben çok ciddiydim. O videonun tek bir zerresi bile kalmamalıydı.

"Saçmalamıyorum Gece. O video tamamen yok olmalı."

"Masaüstü bilgisayar diyorum İzel! Herifin evine mi gireceksin?"

Dünya'nın en saçma şeyini söylemiş gibi baktım ona. Ki söylediği şey cidden öyleydi. Hâlâ tuttuğu kolumu kendime çekip elinden kurtardım ve kollarımı göğsümde bağladım.

"Sanki ilk kez bir yere gizlice giriyormuşuz gibi tepki vermen Dünya'nın en saçma şeyi Gece. Unuttun mu bizim işimiz bu, bir yerlere gizlice girmek ve bir şeyler çalmak... Bu ülkeye de bunun için geldik. Çünkü biz zaten minik ama profesyonel bir hırsız çetesiyiz."

Elini saçlarından geçirdi ve onları daha da dağıttı. Söyleyecek bir şey bulamamış gibi bir hali vardı. Ama o Gece'ydi. Söyleyecek hep bir şeyi vardı.

"Aynı şey değil. Görevlerde planlı hareket ediyoruz, ama şimdi bir plan dahi yok. Ayrıca ben sizinle gelemem, burada işim var. Çok tehlikeli İzel. Buna izin veremem."

Başımı sol omzuma yatırıp kısık gözlerimin ardından bir süre yüzüne baktım. Alt dudağımın sağ iç kısmını dişlerimin arasına alıp bir adımda ona biraz daha yaklaştım ve dişlerimin arasındaki dudağımı serbest bırakıp konuştum.

"İzin? Senden izin aldığımı mı sanıyorsun? Gel ya da gelme umurumda bile değil Gece. Ben gidip o videoyu yok edeceğim ve sen gıkını bile çıkarmayacaksın."

Gözlerimi bile kırpmadan gözlerinin içine baktığımda ciddiyetimi kavrayabildi ve ofladı. Elini uzatıp sol elimi tuttu ve avucumu açmamı sağlayıp biraz önce İPad’e taktığı flaş belleği avuç içime bıraktı.

"Nelere dikkat etmeniz gerektiğini biliyorsun. Bu flaşı bilgisayara tak ve taktıktan sonra bana mesaj at. Seni arayıp yapman gerekenleri söyleyeceğim."

Gözlerim avcumdaki flaşa döndüğünde "Tam olarak ne var bunda?" diye sordum. Başımı kaldırmadan göz ucuyla ona baktığımda omuz silktiğini gördüm.

"Benim ürettiğim bir virüs. Bilgisayara bulaşıp benim buradan bilgisayarın her bir zerresine ulaşmamı sağlıyor. "

Sözleriyle dudaklarımı büküp başımı salladım ve aynı anda dudaklarımdan da "Vay be! Baya iyiymiş." cümlesi döküldü.

Parmaklarımı kapatıp flaşı avcuma hapsederken göz ucuyla Gece'nin 'Ne sandın?' der gibi bana baktığını gördüm. Gözlerim devrildi.

"O zaman gidiyorum. Oraya gittiğimizde mesaj atarım başlamadan önce."

Başını sallamakla yetinirken gözleri kısıldı ve kaşları çatıldı. Eş zamanlı olarak kendinden emin, o çok bildiğini zannettiği ses tonunu duydum.

"Bu olayla annenin bir ilgisi yok değil mi? Annen sana yardımsever biri ol dedi diye o kıza bu kadar yardım etmiyorsun. Sen o kızda kendini gördün, o yüzden yardım ediyorsun."

Sözleri bir süre beni sessizliğe itti. Ben unutmaya çalıştıkça ısıtıp ısıtıp önüme sürüyordu bu konuyu. Dört yıldır istikrarlı bir şekilde unutmamam için çabalıyordu sanki.

"Ondan kendimi görmüyorum Gece. Çünkü onda kendimi görmemi gerektirecek bir durum yok. İkimizin olayı çok farklı şeyler."

Başını iki yana sallarken dudaklarından dökülecek olan cümleyi çok iyi biliyordum.

Bu konu tartışmaya açık değil İzel!

"Bu konu tartışmaya açık değil İzel!"

Bir adım geriye giderken "Benim de seninle bu konuyu tartışmak gibi bir niyetim yok zaten!" dedim ve odasından çıktım."


💎🎭


YAZARDAN:


Genç kız derin bir nefes aldı ve gerginliğin sindiği parmaklarını kaldırıp zilin üzerine götürdü. Basmadan önce son kez derin bir nefes aldı ve rolüne girmek adına boğazını temizleyip zile bastı.

Kapının açılmasını beklerken içinden saymaya başladı ve tam otuza geldiğinde kapı içeriye doğru açıldı. Görüş açısına giren beyaz, burnu sargılı ve dudağı patlak olan genç adam doğru adreste olduğunu gösteriyordu. Adam yalnızca beyaz bir pantolonla çıkmıştı karşısına ve oldukça yorgun görünüyordu. Gri gözlerinin sorgulayıcı bakışlarına maruz kalırken gerginlikle gülümsedi ve "Merhaba." dedi genç kız. Ama sözlü bir yanıt alamadı. Beyaz saçlı o çocuk yalnızca baştan aşağı süzmekle yetinmiş ve grilerini yeniden genç kızın yüzüne çıkardığında 'Ne vardı?' der gibi bakmıştı.

Kırmızı ruju yedirdiği dudaklarını hafifçe yalayıp, grilerin ilgisini dudaklarında toplayan genç kız, "Tolga'ya bakmıştım ama ben?" dedi ve hafifçe gülümsedi. Sesindeki sorgulayıcı ton, cümlesinin sonuna soru işaretini çakmıştı bile.

Çatılı kaşlarının ardından bakan gözler onu bir kez daha süzerken sessizliğin hakimiyeti altına girmişti ikisi de. Adam cevap vermediği her an kız biraz daha geriliyordu. Bir dakika kadar sürdü bu sessizlik ve adamın sesi duyuldu.

"Burada Tolga diye biri yaşamıyor."

Adamın sesi burnundaki sargılardan dolayı biraz tuhaf çıktı ve genç kız gülmemek için kendini zor tutarken rolünden kopmamak adına anlamamış gibi baktı genç adamın yüzüne. Şu iş bitsin bol bol gülecekti ama şimdi işine odaklanmalıydı.

Dudaklarını bir an araladı sonra geri kapattı. Şaşkını çok iyi oynadığından emindi. O, oyunculuk konusunda profesyonelim diyen oyunculardan daha profesyoneldi.

"Iıı... Emin misiniz? Bana ev adresinin burası olduğunu söyledi bir saat kadar önce. Bakın buradaysa eğer, niyetim onun başına bela olmak falan değil. Bir kez yattık diye adamların yakasına yapışan o sülük gibi kızlardan falan değilim."

Başını eğip önüne aldığı çantasının fermuarını açtı ve içinden Gece'nin odasından aşırdıkları kol saatini çıkarıp Aksel'in yüzüne doğru tuttu.

"Kol saati dün gece bende kalmış. Çok pahalı bir şeye benziyor diye getirmek istemiştim sadece. Bunu kendisine iletirsiniz o zaman siz."

Aksel'in gözlerinin kısıldığını gördü genç kız. Bir şeyler düşündüğü belliydi. Suratındaki ifadesini bozmadan öylece ona bakmaya devam etti. Gri gözlerin bedeninde gezinmeye başlaması planlarının yolunda gittiğini gösteriyordu. Ah pekâlâ üzerindeki minicik etek ve crop ile hiçbir sağlıklı erkeğin ona kayıtsız kalamayacağından haberdardı.

"Dediğim gibi, burada öyle biri yaşamıyor. Galiba Tolga her kimse seni kandırmış."

Biri şu adama burnunda o sargı varken etkileyici bir ses tonuyla konuşmaması gerektiğini söylemeli diye düşündü genç kız. Etkileyici olmaktan çok uzak, komik bir sesti. Yine de oyunu bozmadı ve etkilenmiş gibi alt dudağını dişledi ve elindeki saati çantasının içine atıp omuz silkti.

"Ah!" dedi inlercesine ve "Galiba öyle olmuş." diye devam etti hayal kırıklığına uğramış gibi. Sonra omuz silkti. "Kendi kaybetti. Belki son bir kez biraz eğleniriz diye gelmiştim. Ama iyi oldu zaten yatakta iyi değildi." dedi özgüven akan sesiyle. Derin bir nefes daha aldı iç çekercesine ve "O zaman... Rahatsız ettiğim için üzgünüm. İyi geceler." deyip arkasını döndü. Bakışların hala bedeninde olduğunun bilincinde olarak bir adım attı.

     "Hey!"

İkinci adımı atmasına gerek kalmadan beklediği sesin gelmesiyle durup başını çevirdi. Genç adam kapıyı tamamen açmış ve kapının pervazına yaslanmış bir şekilde, serserice sırıtarak genç kıza bakıyordu.

Başı ile içeriyi işaret edip, "İstersen ben seni eğlendirebilirim." diye mırıldandı sırıtışını ve duruşunu hiç bozmadan. Genç kız bir süre düşünüyormuş gibi yaptı. Alt dudağı dişlerinin arasında ezilirken bedenini tamamen adama doğru çevirdi ve "Neden olmasın?" diye aynı ses tonuyla karşılık verip açık kapıdan içeriye girdi.

Onun girişiyle adam kapıyı kapattığında kız adamda bir adım kadar uzakta ona bakıyordu. Bir eli çantasının arka tarafındaki mini gözün içine girmişti bile. Yüzündeki gülümsemeyi hiç bozmadan ona dönen adama bir adım yaklaştı. Dip dibe dururlarken genç adamın dudaklarına doğru eğildiğini gördü genç kız. Adamdan daha hızlı davranarak çantasındaki elini çıkardı ve zaten hazır bekleyen iğneyi aynı hızla adamın boynuna saplayıp içindeki sıvıyı enjekte etti damarlarına.

Enjektörü geri çıkarmaya fırsat kalmadan Aksel geri çekildiğinde iğne tenine saplı bir şekilde boynumda sallanıyordu. Genç kız enjektörün tamamen boşaldığını görünce gülümsedi ve "Ah siz erkekler! Uçkurunuzun kurbanı oluyorsunuz hep. Ne zaman akıllanacaksınız acaba." diye alay edercesine konuştu. Aksel'in şaşkınlığını üzerinden atmaya çalıştığını görebiliyordu Damla. Kollarını göğsünde bağlayıp karşısındaki adamın hareketlerini izledi saniye saniye. Eli boynundaki enjektöre giderken hızla çekmiş ve göz ucuyla bakmıştı elindeki enjektöre.

     "Ne yaptın bana?"

Zar zor çıkan sesiyle sorduğu soruya elini sallayıp önemli olmadığını belli etmeye çalışarak karşılık verdi Damla ve "Merak etme ölmeyeceksin. İlacın dozu çok fazla da olsa canını yakacak ama gebertmeyecek... Ne yazık ki. Bir dakika sonra uyumuş olacaksın ve önümüzdeki yirmi dört saati uyuyarak geçireceksin o kadar." diyerek açıkladı adama durumu. Aksel'in gözlerinin kaymaya başladığını görebiliyordu. Sırtını kapıya yaslamış ağır ağır nefes alarak ilaca direnmeye çalışıyordu. İşe yaramaz bir çabaydı, ki ilaç bunu belli edercesine etkisini göstermeye başladı ve Aksel kapıdan kayarak yere düştü. Gözlerinin de kapanmasıyla Damla telefonunu çıkarıp İzel'i aradı.

"Tamamdır hadi gel."

İzel duyduklarıyla cevap vermeden telefonu kapattı ve önündeki merdivenleri hızla çıkıp kapının önüne geldi. Kapıyı çalmasına bile gerek kalmadan Damla tarafından açılmıştı. Hızla açılan kapıdan içeriye süzüldüğünde kapının birkaç adım ilerisinde boylu boyunca yatan Aksel'i gördü. Dudakları iki yana kıvrılırken ayağı ile ayağını dürttü. Hiçbir hareket belirtisi yoktu. Yirmi dört saat içinde bu adamın başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmezdi.

"Hadi!" diye sızlandığını duydu Damla'nın. "Bir an önce şu lanet yerden çıkalım, yoksa ben yakında beyaz kusacağım."

Her şey olmasa da görebildikleri kadarıyla eve de beyaz hakimdi ve ciddi anlamda insanı beyazdan soğutuyordu bu. Hızlı adımlarla büyük evde minik bir arayışa çıkıp, masaüstü bilgisayarı bulmaya çalıştılar ve en sonunda Aksel'in yatak odasında buldular.

Yatağa gözleri kayan kız anında odayı hatırlamıştı. Videoda gördüğü odaydı bu oda. Beyaz yatak başlığına sahip, beyaz örtülerle çevrelenmiş bir yatak, beyaz çerçeveli bir televizyon, iki kapı, bir çalışma masası, üstündeki masaüstü bilgisayar ve önündeki sandalye dışında odada başka bir şey yoktu.

Hızla masaya geçti İzel ve Gece'yi aradı. Bu sırada da bilgisayarın açma tuşuna basmıştı bile. Gece telefonu bekliyormuş gibi ilk çalışta açtı ve açar açmaz "Ne durumdasınız?" diye sordu.

Genç kız önündeki bilgisayarın açılmasını beklerken "İyi durumdayız, bir sıkıntı yok." diye cevap verdi. Ve aynı saniyeler içerisinde hayat, ben daha son sözümü söylemedim dercesine evin içi kapının zil sesi ile inledi.

💎🎭

Bölümü nasıl buldunuz?

Zaman ayırıp okuyan herkese sonsuz teşekkürler❤️

Loading...
0%