@saniyesolak
|
Sellam ballarım🍯 Bölüme geçmeden önce oylarınızı alabilir miyim acaba🥲 Keyifli okumalar diliyorum✨ 🎭💎 İZEL İZEM HANCI'DAN: Kapı sesi, sözlerimin üzerine çığ gibi düşüp, kulaklarımdan içeriye sızdı ve zihnimde yankılandı. Bakışlarım hızla kapıya gitti. Bulunduğum konumdan dış kapıyı görebilmem mümkün değildi. Göz ucuyla Damla'nın hareketlendiğini gördüm. Odadan çıktı ve sessiz adımlarla kapıya ilerledi. Kapı sesi sustu ve yeniden çalmaya başladı. Gece'nin neler olduğu ile ilgili sorularını duyabiliyordum ama şu an ona verecek bir cevabım yoktu. Tedirginlik parmak uçlarımdan yavaşça ilerleyen bir elektrik akımı gibiydi. "Seni birazdan ararım." deyip Gece'nin yüzüne kapattım telefonu ve oturduğum sandalyeden kalkıp dış kapıya yöneldim. Aksel hâlâ koridorda yatıyordu. Onun yanından geçerken kapı sesi kesilmiş ve telefon sesi yükselmeye başlamıştı. Ah! Tanrı aşkına ben bu herifin telefonunu almamış mıydım? Damla kapıya yaslanmış bana bakıyordu. Gözlerindeki endişeyi hissedebiliyordum. Davetsiz bir misafir, planlarımızda kesinlikle yoktu. Telefon da sustu, yerini "Aksel?" diye bir sese bıraktı kapının ardından. Sesin kime ait olduğunu bilmiyordum ama daha önce duyduğuma emindim. Okuldan biri olmalıydı, çetesinden... Kapıyla aramdaki birkaç adımlık mesafeyi de kapattım ve gözetleme deliğinden baktım gelene. Gözüme çarpan ilk şey koyu mavi gözler oldu. Okulda sürekli Yasemin Koçer'in yanında gördüğüm herifti bu. Hızla kapıdan uzaklaştım ve Damla'ya da peşimden gelmesi için işaret verdim. Aynı hızlı sessiz adımlarla yanıma geldiğinde "Ben Aksel'i içeriye götüreceğim. Sen ayakkabılarını çıkar saçlarını falan dağıt ve onu gönder buradan." diye fısıldadım. Dehşete düşmüş gibi baktı yüzüme ve kapıyı işaret edip "Oradaki şeyi tanıyor musun?" diye sordu gözlerinden damlayan endişenin gölgesinde kalan ses tonuyla. "Okuldan biri." diye fısıldadım omuz silkerek. Bakışları bir yerde yatan Aksel'e bir de kapıya çevrildi ve gözlerindeki ışıltı ile "Gece ile konuşup kaydımı sizin okula aldıracağım." dedi sırıtarak. Sözlerini algılayamamanın vermiş olduğu hisle yüzüm buruşurken Damla benden uzaklaştı ve kapıya ilerledi. Bunu daha sonra konuşmak üzere zihnimin bir köşesine iterken Damla'nın ardından ben de bana düşeni yaptım ve Aksel'in kollarından tutup sürüklemeye başladım. Odasına kadar götüremeyeceğim bir cüssede olduğu için denk gelen ilk kapıdan döndüm ve salona girdik. Yerde halı yoktu ve bunun rahatlığıyla çekerken zorlanmamıştım. Kapının açılma sesi geldi, sonra o herifin "Sen kimsin?" diye sorduğunu duydum. Bulunduğum odanın kapısına yaklaşıp konuşmalara dikkat kesildim. "Özge ben?" diye cevap verdi Damla ses tonu sorarcasına çıkmıştı. Birkaç saniyelik sessizlik dizildi araya ve yeniden kapıdaki adam konuştu. "Aksel nerede?" "Duşta." Sessizlik esnasında görememenin verdiği can sıkıntısı ile gözlerimi yumup dudağımın iç kısmını kemirdim ve saymaya başladım. Sessizliğin hükmünün onuncu saniyesine adım attığımızda, neler olduğu konusunda hiçbir fikrim yoktu. On ikinci saniyede ise kapının duvara çarpma sesini takip eden bir tetik çekme sesi geldi. İplerin koptuğu nokta tam da bu noktaydı. Tedirginliğin akımı hâlâ vücudumda kol gezerken voltajın yükseldiğini hissedebiliyordum. "Daha on dakika kadar önce konuştuk ve buraya gelmemi isteyen bizzat Aksel'di. Sen benimle dalga mı geçiyorsun?" Düşünmek için zamanımın olmadığı o an, saklandığım kapı arasından koridora çıktım. Ardına kadar açık kapının önünde, koridorun girişinde o herif duruyordu. Birkaç adım ilerisindeki Damla'ya doğrulttuğu silah, beyaz ışığın altında bir anlığına parlamıştı. Damla'nın elleri havaya kalkmıştı teslim olurcasına. Bu hareket, film ve dizilerin bize aşıladığı bir hareketti. Silah gördüğün an ellerin havaya kalkıyordu otomatikman. Bu Damla'nın ilk silah görüşü değildi, kullanmışlığı vardı ki, çok iyi bir nişancı olduğunu da söylemek gerekirdi. Ortaya çıktığım an kapıdaki herifin bakışları bana döndüğünde gözlerine ekilen şaşkınlığın filizleri hızla sardı mavilerini. Kaşları çatıldı. Şaşkınlığının arasında oradan oraya savrulan bir sesle "Sen?" diye sordu? Silahın namlusunun bana döndüğünü gördüm. Korkmak ile korkmamak arasındaki ince çizgide, iki duygunun elinde oyuncak olmuştum. Karşımdaki adamı tanımıyordum ve bunun getirdiği bir tedirginlik vardı. O silahı ateşler miydi? Ateşlemez miydi? Gözleri bir bana bir Damla'ya kayarken "Ne oluyor lan burada?" diye bağırdı. Şaşkınlığını atamamıştı, bizim en büyük avantajımız da bu oldu. Damla hızlı hareket ederek karşımızdaki adamın bileğini iki eliyle kavradı ve hızla kendine doğru çekip ellerindeki kolu dizine vurdu. Adam acılı bir tıslama bırakırken silahı sımsıkı tutan eli gevşemişti. Damla yine hızlı davranan oldu ve silahı kaptığı gibi adamı bırakıp ondan iki adım uzaklaştı. Şimdi silah Damla tarafından karşımızdaki adama doğrultulmuştu. Her şey birkaç saniye içinde gerçekleşirken adamın ne kadar afalladığını net bir şekilde görebiliyordum. Yalnız geldiyse bir sorun arz edeceğini düşünmüyordum. Ama okuldaki grubu toplayıp geldiyse, o zaman büyük sıkıntılara gebe olan durumumuz, çok sancılı bir doğuma girmiş olacaktı. Mavi gözler odağına beni alırken "Burada ne haltlar döndüğünü hemen anlatacaksın yeni kız." diye tısladı. Afallamış olması korktuğu anlamına gelmiyordu. Korkmadığını anlamak için üstün zekaya sahip olmaya falan gerek yoktu. "Kapa çeneni!" Damla'nın sesi, onun sesinin bittiği noktadan devam ediyordu. Sesinin sertliği benim algılarıma endişe olarak düşüyordu. Endişeleri vardı ve bunu yansıtmamaya çalışıyordu. Bu konuda iyiydi, üstesinden gelebilirdi. "Sen işine devam et İzel!" Kontrolü eline aldığını belli ettiği sesiyle bana hitap ederken, gözlerini bir an olsun hareket ettirmedi, göz ucuyla bile bana bakmadı. Tüm profesyonelliğiyle dimdik dururken, benim fark ettiğim endişeyi karşısındaki adama geçirmeden oldukça güçlü bir duruş sergiliyordu. Ona olan güvenim ayaklarıma gereken komutu verdi ve onlara sırtımı dönüp yeniden Aksel'in odasına doğru yürümeye başladım. Telefonumu elime alırken ve dikkatim hâlâ Damla'dayken son olarak "Yürü!" dediğini duydum. Ve onun sesini takip eden ayak seslerinin ardından tüm odağım telefona aktı. Yeniden Gece'yi aradım. İlk çalışta açılırken "Neler dönüyor orada?" diye sordu. Sesinden bana ulaşan kaygı elle tutulur cinstendi. Eğer yakalanırsak polislerle başımızın belaya gitmesini geçtim babam bizi öldürürdü. "Hiç!" "İzel..." diye tıslayarak konuyu uzatacaktı ki "Hiç dediysem hiçtir Gece. Ne yapmam gerektiğini söyle de bitsin bir an önce şu lanet olası iş." diye gürledim. Derin bir nefes aldı ve "Konu burada kapanmadı." diyerek vazgeçmeyeceğini net bir şekilde belirtti. İstediği kadar vazgeçmeyebilirdi. Onun inadından daha beter bir şey varsa o da benim inadımdı. Sessizliği sırtlayıp onun komutunu bekledim. Çok geçmeden de beklediğim komut geldi. "Bilgisayar açık mı?" Kararmış ekrana bakarken bir az önce açma tuşuna bastığımı hatırlarken fareye uzandım. Hafif bir oynatmanın ardından ekran aydınlandı. Beyaz bir ekrandaki şifre kutucuğu şimdi bana bakıyordu. "Açık, ama şifre istiyor." "Tamam, şimdi sana verdiğim flaş belleği kasaya tak ve bekle." Dediğini yaptım ve hemen bilgisayar ekranının yanında duran kasaya flaş belleği taktım. Flash belleğin kenarları mavi bir ışıkla aydınlandı ve sonra söndü. "Taktım." diye mırıldandım. Yanımda olsa duymazdı belki ama telefonun ahizesi ağzımın dibinde olduğu için duymuştu. Sessizliğin aramıza ördüğü duvarlar gittikçe kalınlaşıp sağlamlaşırken aradan geçen beşinci dakikada bilgisayarın aynı kalan ekranı mavi bir hal aldı. Ve bu kez mavi ekranda bir şifre kutucuğu belirdi. "Ekranda gördüğün yere sana söyleyeceğim numarayı gir." Sessizliğim hâlâ duvarlarını kalınlaştırmaya devam ederken ondan gelecek rakamları bekliyordum. Şu an duyduğu tek şey nefes alışverişlerimin gürültüsü olsa gerekti. Sessizliğimin kabullenişin gölgesine sığındığını düşünmüş olacak ki, doksan sekiz diyerek başladı ve dört tane iki basamaklı bir tane üç basamaklı, toplamda on bir basamaklı sayı söyledi. Rakamların hepsini girmeyi bitirdiğim zaman ekran bembeyaz oldu ve o şekilde kaldı. "Şimdi ne yapmam gerekiyor?" "Hiçbir şey! Sadece bekle." Sözleriyle gözlerimi devirdim ve "O zaman kapatıyorum Gece. Gerektiğinde beni ararsın." diyerek telefonu yüzüne kapattım. Ekran hâlâ bembeyazdı. Yerimden kalktım ve telefonu kotumun arka cebine sokup odadan dışarı çıktım. Koridora adımımı attığım an buraya gelen davetsiz misafirin sesi kulaklarıma doldu. "Beni vurmayacağını ikimiz de biliyoruz. Merak ediyorum acaba o elindekini kullanabiliyor musun?" Alaylı konuşmalarıyla karşısındakini manipüle etmeye çalıştığı aşikârdı. Salondan gelen sesle adımlarım o tarafa yöneldi. Aksel hâlâ yerde yatıyordu ve davetsiz misafirimiz koltukta oturmuş, sesinin siyamı gibi olan bakışlarıyla hemen karşısında, sehpanın üzerine oturmuş, elindeki silahı hâlâ karşısındaki adama doğrultan Damla'ya bakıyordu. Damla ise sıkılmış ve patlamak üzere olan bir haldeydi. "Biraz daha konuşursan beynini değil ama o bebeksi suratını çok güzel patlatacağım." Mavi gözlü çocuğun bakışları bana döndüğünde, gözlerinin koyulaştığına ve nefretin sisinin hızla mavilere yayıldığına anbean şahit oldum. Emindim ki aklından benimle alakalı hiç de güzel şeyler geçmiyor, buradan çıktığımızda başıma neleri getirebileceklerini hesaplıyordu. Korkuyor muydum? Hayır! Ellerinden geleni yapabilirlerdi, hatta daha fazlasını... Verecek hep bir cevabım, bir karşılığım olurdu. "Bunun bedelini ödeyeceksin?" Kelimelerinin üzerine giydirdiği tehdit, gecenin karanlığında giyilmiş fosforlu, parlak bir kıyafet gibiydi. Net ve belirgin. Gözlerimi ondan çekmeden öylece yüzüne baktım. Bakışlarımın korkusuz olduğunun da farkındaydım. Vermek istediğim mesaj oldukça açıktı, anlayıp anlamamak ona kalmıştı. "Halledebildin mi?" Damla hâlâ bana bakmıyordu ama sorusunun muhatabının ben olduğumu biliyordum. "Gece hallediyor." Gözlerimi bir an olsun mavilerden çekmeden, benden cevap bekleyen Damla'ya cevap verdim. Gözlerimiz bir halatla birbirine bağlanmıştı ve halat çekme yarışına girişmişti. Ben bu işte çok iyiydim, kaybetmeye niyetim asla yoktu. Hâlâ gözlerine bakarken büyük bir adım atıp onlara doğru yaklaştım ve "Bana bedel ödeteceğin günü sabırsızlıkla bekliyor olacağım." dedim gür bir sesle. Tek kaşı havaya kalkarken gözlerini çeken o oldu. Gözleri gözlerimden çekildi ama benden ayrılmadı, baştan aşağıya aşağılayıcı bir ifadeyle süzdü. Ayak parmaklarımdan saç uçlarıma kadar çıkan gözlerinin son durağı yine gözlerim olurken o aşağılayıcı ifade ikinci bir deri gibi gözlerine yapışmıştı. "Neyine güveniyorsun sen?" O kahvelerime bakmazken bile mavilerine bakan gözlerimin yerinden ayrılma vaktinin geldiğini düşünüyordum. Tek kaşım havalanırken omuz silktim ve aynı onun yaptığı gibi oturduğu yerden onu süzdüm. "Bir şeylere işte." Kısılan gözlerinin çatlaklarından şüphenin kirli suyu sızmaya başladı ve mavilerini zehirledi. Zehir alaycı ifadeyi eritmeye başlarken ben durduğum yerden ilerleyip Damla'nın yanına geldim ve elindeki silaha uzandım. Gerginliğini ona bakarken bile hissedebiliyordum. Dünden razı olarak silahı bana uzattı ve oturduğu sehpadan kalkıp yanımdan geçti. Damla'nın bıraktığı boşluğu ben doldururken, mavi gözlü çocuğun karşısına oturdum. Aramızda hâlâ bir metreden fazla mesafe vardı, bu da silaha uzanıp almaya çalışmasını önleyen bir etkendi. Hoş, buna kalkışsa bile alamayacağından emindim ya neyse. Kaşlarımla yerde yatan Aksel'i işaret edip "Ne bok yediğini eminim biliyorsundur." dedim tepkisini ölçmek istercesine, dikkatle ona bakarken. Arkasına yaslanmış erimeye devam eden, ama hâlâ büyük bir kısmı açıkta olduğu için varlığını koruyan alaycı ifadesiyle beni süzmeye devam ediyordu. Şüphenin sızdığı çatlaklar geniş değildi ve sızan şüphe o alaycılığı tamamen yok etmeye yetmiyordu. "Bilmekten de fazlası." dedi kendinden emin bir sesle. Sırtını yasladığı koltuktan ayrılıp dirseklerini dizlerine yasladı ve dudağının köşesi sinsi bir ifadeyle yukarı kıvrılırken eğlenen bir ifadeyle bana baktı. "Aksel'e bunu yapmasını söyleyen bendim." Duyduklarımı algılamam birkaç saniyeme mal olurken verdiğin ilk tepki kaşlarımı çatmak oldu. Anlamak için çatılan kaşlarımın ardından beynim söylenenleri idrak ettiğinde, gözlerimin karardığını hissettim. Gözlerimle birlikte düşüncelerimde karardı ve bir saniye içinde kendimi ona atılmış, elimdeki silahın kabzasını suratına çarpmış bir halde bulmuştum. Beklemediği bu hareketim karşısında afallamış ve acı bir inlemeyi salmıştı dudaklarından. Geri çekilip yerime oturduğumda kaşından sızıp elmacık kemiğinden çenesine süzülen kanı gördüm. Eli kaşına gitti ve parmaklarına bulaşan kanı gördüğünde gözlerinin kararmasına anbean şahit oldum. Bana doğru atılacağını hissettiğimde "Sakın aklından geçeni yapayım deme! Belki bu silahı patlatamam ama senin götüne sokabilirim." diye tısladım deyim yerindeyse. Dişlerini göstererek sırıtmaya başladı. Sağlıklı bir zihne sahip olmadığından artık kesinlikle emindim. "Cidden merak ediyorum bu özgüven nereden geliyor?" Darbemle sırtını yasladığı koltuktan yine ayrıldı ve biraz önceki pozisyonuna geçti. "Seni haklamak otuz saniyeme bile mal olmaz." diye devam etti sözlerine. İfadelerindeki alay çatlasa dahi asla parçalanmıyordu. Ona doğrulttuğum silahı ondan çekip silahın ucuyla çenemi kaşırken tek kaşımı kaldırdım ve "Madem öyle... Seni tutan ne?" diye sordum. Sırıtışı genişlerken "Öğrenmen çok uzun sürmez." diye cevapladı beni. Kaşlarım çatılırken ve sözlerinin ne anlama geldiğini çözmeye çalışırken bir ses duydum. Biri, bir yeri yumrukluyor gibiydi. Gözlerim hala karşımdaki adamdayken sesin nereden geldiğini anlamaya çalıştım. Anlamam iki saniyemi aldı benden yalnızca. Dış kapıdan geliyordu. Aynı zaman dilimini aşındıran anda "İzel" diye bağıran bir ses de duydum. Tanıdık bir ses... Çatılı kaşlarım daha da çatılırken başım istemsizce, sanki kapıyı, kapıdakini görebilecekmişim gibi salonun kapısına döndü. Damla'nın silüetini gördüm. Kapıya doğru gidiyordu. "Hiç uzun sürmeyecekmiş meğer." Karşımdaki mavi gözlü çocuğun gereksiz yorumunu umursamadan yerimden hızla kalktım ve aynı hızla salondan çıkıp kapıya yöneldim. Damla elleriyle bir şeyler işaret ediyordu ama aklım o kadar çok kapıdaki kişinin, sandığım kişi olup olmadığına odaklanmıştı ki, ne dediğini anlamam mümkün değildi. "İzel, orada olduğunu biliyorum." Aynı ses yine konuştuğunda artık emindim. Bu oydu. Savaş... Savaş Kalkavan. Kanımın fokurdadığını ve sıçrayan damlaların beynime sıçradığını hissettim. Durduğum kapı aralığından, yandığını hissettiğim gözlerimle mavi gözlü çocuğa bakarken "Savaş'ı mı çağırdın?" diye tısladım deyim yerindeyse. Biraz daha zorlasam dudaklarımdan kelimeler yerine lavlar dökülecekmiş gibi hissediyordum. O yüzüne yapışan sırıtışıyla yerine daha çok yayılırken omuz silkti. Kapının zilinin evi inlettiği ve yumrukların kapıya ardı ardına indiği anlarda mavi gözlü çocuğu pas geçip kapıya yöneldim. O aptalın bir şeyleri yanlış lanse etmesi çok olasıydı. Burada olduğumu biliyordu, kapıyı açmamamın bir anlamı yoktu. En azından burada bulunma nedenimi benden duymalıydı, bir aptaldan değil. Kapıya ulaştığımda Damla hareketsizce beni izliyor, ne yapacağımı merakla bekliyordu. Kapının koluna uzandığımda göz ucuyla gözlerinin irileştiğini gördüm ama hareketsizliğini korudu. Derin bir nefesten destek alıp kapıyı açtım. Tanıdığım parlak ve gülümseyen gözlerin aksine, endişenin her bir santimine yayıldığı mavilerini görmek beni şaşırttı. Karşı karşıya geldiğimiz andan birkaç saniye uzakta, onun da endişenin gölgesinde kalan mavileri şaşkınlığa transfer oldu ve o yolculukta duygular birbirine girip birbirlerini boğdular. Mavileri kahvelerime, lodosun dalgalandırdığı bir deniz misali çarptı ve tüm kıyılarımı dolaşır gibi baştan aşağı süzdü. Bir şeyleri arar, kontrol eder gibi bir havası vardı. Mavilerinin bedenimdeki gezintisi sona erdiğinde ve yeniden dalgalar halinde kahvelerimin yüksek kayalıklarına çarptıklarında "Neler oluyor burada? Sen iyi misin?" diye sordu. Endişesinin nedeni bendim. Benim için, benim adıma endişelenmişti. Bu hissin dilime yabancı olan tadı damağıma yayılırken, kapıda beklememesi adın yavaşça geri çekilip ona yer verdim. Omuz silkip "İyiyim." dedim kısaca. Savaş onun için açtığım boşluktan geçip içeri girerken, mavileri benden uzaklaşıp Damla'ya dokundu. Göz ucuyla Damla'ya baktığımda Savaş'ı hatırladığını anladım bakışlarından. Sevimlice gülümseyip "Selam Savaş..." dedi. Ama sonra kısa bir an duraksayıp gözlerini kısarken "Savaş'tı değil mi?" diye ekledi. Ah! Benim uyanık arkadaşım yine bir şeyler peşindeydi. Savaş'ın adını domuz gibi hatırladığını biliyordum. Ve açık mavilerine yayılan beğeninin de farkındaydım. O kitapçıda gördüğümüzde de beğenmişti ama şimdi çok daha yoğundu o ifade. Savaş başını sallayarak onayladı Damla'yı. Ama yüzündeki ifadede bir oynama olmadı. Hâlâ neler olduğunu çözmeye çalışıyordu. O içeriye geçtiğinde kapıyı ardından kapattım. O sırada üçümüzden ayrı bir nefes daha bulunduğumuz koridorun hava sahasına girmişti. Kim olduğunu biliyordum. "Ooo kuzen hoş geldin!" diyerek selamladı Savaş'ı biraz önceki mavi gözlü çocuk. Aynı anda bir haftadır aklımı kurcalayan ikinci Kalkavan olayını da çözmüştüm galiba. Kuzen dediğine göre o da bir Kalkavan olmalıydı, anne tarafından kuzeni değilse tabi... Gözlerim Savaş'ın üzerindeyken Savaş'ın gözleri kuzenine döndü ve sorarcasına "Güney?" dedi. Adının Güney olduğunu öğrendiğim mavi gözlü çocuk genişçe sırıttı ve başını sallayarak bize doğru birkaç büyük adımda gelip, yanımızda durdu. Kaşından akan kan durmuştu ama, yüzüne sızan kanın geride bıraktığı çizgiye hiç dokunmadığı için, o çizgi olduğu gibi duruyordu. Kan kolay kuruyan bir sıvıydı ve onun yüzünde kuruyan kanın kokusunu alabiliyordum. Hem kanın kokusu hem de içinde bulunduğumuz durum midemin kaynamasına neden oluyordu. Planladığımız şey bu değildi, girecektik işimizi halledip çıkacaktık. Ama şimdi düştüğümüz bu hal... Boktandı. "Biri bana burada neler döndüğünü anlatacak mı artık?" Sesine yuva yapan bir merakla bu soruyu soran Savaş'tı. Yoğun bakan mavi gözlerini üzerimde hissettiğimde ona bakarak derin bir nefes aldım. Tam dudaklarımı aralayıp durumu ona açıklayacaktım ki, Güney benden önce davrandı ve "Ben de bilmiyorum. Aksel beni buraya çağırmıştı. Geldiğimde bu ikisini burada buldum, Aksel'i bayıltmışlar. Artık nasıl bayılttılarsa uyanmadı bir türlü. Belki de bayıltmaktan daha fazlasını yaptılar, yardım da çağıramadım. Ellerindeki silahı görüyorsun değil mi? Onu bana doğrulttular. Buna inanabiliyor musun? Artık buraya ne için geldiler bilmiyorum ama bu kızlar çok güvensiz dostum." Kaşlarım havalanırken şaşkınlığın getirisiyle ağzım açık bir şekilde Güney'e baktım. Tamamen bizi suçlamaya odaklı bir hikâye yazmıştı kafasında ve kendi kurduğu sahnede, kendi kendine, kendi hikayesini oynuyordu profesyonelce. Damla'nın hareketlendiğini gördüm göz ucuyla. Ve Güney'in dizine sert bir tekme attı. "Seni piç kurusu, bir şeyleri anlatırken kendi yaptığın, yaptığınız hayvanlıkların arkasında durmayı bil. Ya da arkasında duramayacağın şeyleri yapma." Sinirli tıslamasıyla beraber attığı tekme Güney'in canını oldukça yakmış olacak ki acıyla inlemesi doldurdu koridoru ve Damla'nın vurduğu yeri tutup dişlerinin arasından sert bir küfür savurdu. Savaş bu harekete tepkisiz kalırken, uydurduğu yalana olan sinirim gözlerime vurmuş gibi, sert bakan gözlerimi Güney'den çekip Savaş'a çevirdim. Ona baktığımı hissetmiş olacak ki onun da bakışları beni buldu. Gözlerindeki sorgu, öğrenme arzusu... Olayı benden dinlemek istiyordu. Biraz önce aldığım derin nefesten daha da derinini çektim ciğerlerime. Yine konuşacaktım ki ikinci kez sözlerimi aynı ses yüzünden yutmak zorunda kaldım. "Dinleme onu Savaş. Yalan söyleyecek, geleceğini öğrendiğinde içeride benim yanımda yazıp çizdi anlatacaklarını. Buraya geliş amacı çok farklı. Seni kandıracak, güvenme ona." Gözlerimi kapatıp sakinleşmeyi bekledim birkaç saniye. Savaş'tan korkuyor muydu yani? Orada burada ahkam kesip okulun en kötü çocuğunu oynarken Savaş'tan korkuyor muydu? Onun duymasını istememesinin altında yatan neden bu muydu yani? İyi de neden? Savaş ona ne yapabilirdi ki? "Aksel, Hazal'ı bayıltıp ona tecavüz etmiş yetmemiş o anları kayda alıp kızı tehdit etmiş. Buraya o videoyu silmeye geldik biz." Nefes alışverişini falan boş verip tek solukta, gür bir sesle söylediğim sözlere bu kez engel olamamıştı Güney. Bakışlarım kısa bir anlığına meydan okurcasına Güney'e döndüğünde, saf bir öfke kusuyordu gözleri bana karşı. Ortaya bomba gibi çakılan sözlerimin ardından hepimiz sessizliğin zehirli sisinde boğulduk bir süre. Savaş'taydı gözlerim. Çatılı kaşlarıyla ve öfkesini sulara vurup, fırtınalarını bağrında taşıyan okyanus mavileriyle Güney'e bakıyordu. Aldığı derin nefesler kulaklarımı arşınlarken sakin kalmaya çalıştığını hissettim. Kahvelerim bir an olsun hareketlerini kaçırmazken dilini alt dudağına doğru yuvarlayıp dolgun dudağını ıslattı. Bir eli burun kemerini sıkarken başını eğdi ve bir süre yere baktı. Duyduklarını sindirmeye çalıştığı aşikardı. Hazal'a değer veriyor, onu korumaya çalışıyordu. Ve şimdi korumaya çalıştığı o kızın başına gelen iğrenç olayı öğrenmek... Sindirmesi kolay bir şey olmasa gerekti. Hazal'ı henüz tanımadığım halde benim için bile kolay olmayan bir şeydi bu. "Senin haberin var mıydı bu durumdan?" Başını kaldırmadan, sıkılı dişlerinin arasından sorduğu bu sorunun öznesinin yönü Güney'di. Güney'in konuşmak adına bir harekette bulunduğunu fark ettiğimde, ondan önce davranıp, bu kez lafları yutturan taraf olarak "Aksel'e bunu yapmasını söyleyen zaten bizzat Güney'in kendisiymiş." dedim bir çırpıda. İplerin koptuğu an tam olarak bu andı. İşittikleriyle hızla başını kaldıran Savaş'ın gözleri alev alev yanıyordu. Her gördüğümde gülümsemesinin ışıltısıyla parlayan mavileri şu an bağrında cehennemin en deli ateşini taşıyordu sanki. Her şey o kadar hızlı gelişti ki... Savaş hangi arada Güney ile aralarında bulunan iki buçuk metreye yakın mesafeyi kapattı, hangi arada onun suratına sert bir yumruk çaktı takip edememiştim. Tenin tene çarparken çıkardığı o kulak tırmalayıcı ses kulaklarımdan içeriye sızdığında ancak yakalayabilmiştim anı. Savaş Güney'e öyle bir yumruk atmıştı ki Güney geriye doğru savrulmuş ve sürüklenerek yere kapaklanmıştı. Tek bir yumruk Savaş'a yetmemiş olacak ki, attığı yumruğun açtığı mesafeyi büyük bir hızla kapatıp Güney'in yakalarından tuttuğu gibi üst gövdesini yerden kaldırdı ve saniyeler içinde ikinci yumruğu da Güney'in yüzüne patlattı. Aldığı ikinci darbeyle bir kez daha yeri öpen Güneyin dudaklarından acı dolu bir inleme daha duydum bugün bilmem kaçıncı kez. "Ne yaptın lan sen?" diyerek gürleyen Savaş'ın sesi o an kulaklarıma çok yabancı geldi. Savaş yine Güney'in yakalarından tutup onu kaldırdı ve üçüncü yumruk da patladı pürüzsüz teninde. Yumruklardan doğan sesler yumrukların sertliğini ayan beyan ortaya seriyordu. Savaş'ın şiddet yanlısı biri olmadığını düşünürdüm şu ana kadar. Her şeyin konuşularak halledilebileceğine inanan bir tipe benziyordu. Ama şimdi attığı yumrukların havaya kalkarken ki açısı, isabeti ve sertliği; bunu daha önce sık sık yaptığını gösteriyordu. Kaşlarım havaya kalkarken kollarımı göğsümde toplayıp olanları izlemeyi tercih ettim. Durdurabilirdim, durdurabilirdik. Ama Damla'nın da benim de Güney'in dağılan yüzü umurumuzda değildi. Ya da Aksel'in kan ile boyanan bembeyaz zemini... Birkaç yumruk ve yumruğa eşlik eden, Savaş'tan asla beklemediğim ama onun sesinden can bulan sert küfür seremonisinin arasında farklı bir ses çınladı. Telefonumun zil sesi... Telefonun çalmaya başladığında Savaş yumruk atmayı ve küfretmeyi kesmişti. Artık sadece Güney'in kesik kesik inlemeleri geliyordu kulağıma. Arka cebimden telefonumu çıkarıp arayana baktığımda tam da tahmin ettiğim kişinin aradığını gördüm. Gece... İşaret parmağımı dudaklarıma bastırıp onlara susmaları gerektiğini belli eden bir işaret yaptım. Savaş bayılmak üzere olan Güney'i iterek bıraktı yere ve ayağa kalkıp üzerini silkti. Telefonu açıp kulağıma götürdüğümde "Neden geç açtın bu telefonu? Tanrı aşkına ne haltlar dönüyor orada?" diye anında darlamaya başladı Gece. Ciğerlerimde kalan son hava kırıntılarıyla yanaklarımı şişirip sıkıntıyla ofladım. Gözlerimi devirip koridorda yürümeye başladığımda "Hiçbir halt dönmüyor Gece, burada her şey kontrolüm altında." diyerek geçiştirdim onu inanmadığını bile bile. Yani umarım her şey kontrol altındadır diye geçirdim içimden. İşler sarpa sarıyormuş gibi bir his vardı çünkü içimde. Savaş'ın yanına geldiğimde kısaca göz göze geldik. Gözlerindeki sinir hâlâ yerini korusa da merak da sinir kadar ön plana atmaya çalışıyordu kendini. Gözlerimi ondan çektim ve yoluma devam ettim. Güney'in yanından geçerken ise yanındaki boşlukları es geçip bilerek, sertçe karnının üzerine bastım ve acıyla inlemesine neden oldum. Ne yaşadıysa hepsini sonuna kadar hak ediyordu. Adımımı diğer tarafa atıp karnından indiğimde omzumun üstünden yerde yarı baygın yatan, gözleri yarı aralık olan adama kibirli bir gülümseme gönderdim ve yatak odasına girdim. "O ses neydi?" Gece'nin duymadığını umsam da duyduğu sesi ona açıklayamayacağım için "Damla ayağını kapı pervazına çarptı." diye salladım. "Yanınızda değilim diye beni kandırabileceğini sanıyorsan çok yanılırsın İz. Orada bir haltlar dönüyor ve siz ikiniz buraya geldiğinizde tek tek, tek bir anını bile atlamadan anlatacaksınız bana neler olduğunu." Dudaklarımdan alaylı bir 'Hah' sesi çıktı ve "Sen öyle san!" diye mırıldandım. Konunun üzerini kapatmakta kararlı olduğumu belli edercesine derin bir nefes aldım ve bilgisayara bakarken "Eee şimdi ne yapıyoruz?" diye sordum. "Hiçbir şey!" diye yanıt verdi. Dudağımın içini kemirip sözlerine gözlerimi devirirken "Yapılması gereken ne varsa ben yaptım zaten. Başka bir kopya yoktu, videonun aslını da geri getirilemeyecek şekilde sildim." diye devam etti sözlerine. Sanki görecekmiş gibi başımı salladım. "O zaman burada işimiz bitti, geliyoruz biz?" dedim sorar gibi. Birkaç saniye sessizlik oldu, sonra nefes sesinin ardından tok sesi duyuldu. "Aslında sizi orada biraz daha bekleteceğim. Eğer gördüklerim beni yanıltmıyorsa bu iş, bir kızın cinsel içerikli videosunu çekip kıza şantaj yapmaktan çok daha uç bir noktada. Deep web kokusu alıyorum, bunu biraz araştırmak istiyorum. Başınıza büyük bir bela almış olabilirsiniz ve benim bunu önlemem gerek." Duyduğum kaşlarımın havalanmasına neden olurken bu kadarını kesinlikle beklemiyordum. Deep web ne olduğunu çok iyi biliyordum, hiç girip de neler döndüğüne bakmamıştım ama Gece orada çok fazla zaman geçiriyordu. Onun anlattıklarından edindiğim bilgi birikimi bile yakınından dahi geçmek istemeyeceğim konusunda beni ikna etmeye yetiyordu. Olayların gerçekliğine inanmak zor olsa da gerçek olduklarını biliyordum. Elim enseme giderken boynumun ağrımaya başladığını tuttuğumda fark ettim ve parmaklarım refleksle ensemi ovmaya başladı. "Ne kadar sürer?" diye sordum sıkıntıyla. Burada daha fazla kalmak istemiyordum. Birkaç tuş sesi geldi önce ve hemen ardından yeniden sesini duydum. "Bir saat kadar... Flash belleğin bünyesindeki bütün virüsü bilgisayara aktaracağım, ondan sonra sizin orada işiniz bitiyor benimki başlıyor. Aktarma bittiğinde seni ararım, çıkarsınız." Pekâlâ bir saat daha dayanabilirdim. "Tamam." diye mırıldandım kısaca ve telefonu kulağımdan çekip kapattım. Gözlerim hâlâ beyaz olan ekrandayken sırtımda hissettiğim bir çift göz ile gözlerimi ekrandan çekip başımı çevirdim ve arkama baktım. Savaş oradaydı... Kapı aralığında durmuş, omzunu pervaza yaslamış bana bakıyordu. Bir süre kelimeler birbirine geçip yumak olmuş da sessizlik kendine eğlence bulup kelimelerimizle oynuyormuş gibi birbirimize baktık konuşmadan. Bu bakışmanın uzaması içime zehir gibi akıp yayılan bir his saldığında, bu hissin ne olduğunu bilmediğimden rahatsız olmuştum. Rahatsızlığımı dile getirmeden belli ederek gözlerimi ondan çektim ve masanın önündeki sandalyeye oturdum. Gözlerim öylece beyaz ekrana odaklanmışken hareketlendiğini hissettim. Sırf konu olsun diye "Damla nerede?" diye sordum ona bakmadan. Adımlarının artık iyice yaklaştığını hissediyordum ama yine de inatla ona bakmadım. Odayı yalnızca bilgisayarın ışığı aydınlatıyordu. İlk girdiğimizde açtığım ışık ne ara sönmüştü hiçbir fikrim yoktu. Artık iyice yaklaştığında hâlâ sessizliğini koruması beni ona bakmaya zorladı. Bakar bakmaz, uçurumdan yuvarlanıp denizin dibini boylayan bir kaya parçası misali, kahvelerim koyu mavilerinin dibini boylamıştı. O mavilerin dalgalarından ıslak kumlarıma şiddetli dalgalarla sürüklenen şey artık öfke değil saf meraktı. "Salonda. Aslında buraya gelecekti ama salonda kalmasını ben rica ettim. Seninle konuşmak istediğim bazı şeyler vardı. Madem burada yalnızız, konuşabiliriz diye düşündüm." Söyledikleriyle kaşlarım çatılırken, başım hafif bir açıyla sola yattı ve kuruduğunu hissettiğim dudaklarımı ıslatıp "Ne konuşmak istiyorsun benimle?" diye sordum. Sesimdeki merakı gizlemek istesem de gizleyememiştim. Ama sorumu duymazdan gelip "Videoyu silebildiniz mi?" diye sordu konuyu değiştirerek. Ona ayak uydurmayı seçtim. "Evet hallettik." Başını sallamakla yetindi. Nasıl hallettiğimizle alâkalı bir soru sormadı, onun yerine "Hazal'dan Güney adına özür dileyeceğim." diye mırıldandı. Sesinden kuzeninin yaptıklarına şaşırdığı belli oluyordu. Bu kadar ileri gidebileceğini o da düşünmemiş olsa gerekti. Başımı iki yana salladım. "Onun yerine özür dileme. Bunu yapması gereken kişi sen değilsin, Güney. Ayrıca o ikisinin... Ya da grubun tamamının, bilmiyorum işte, yaptıkları şey bir özür ile telafi edilecek bir şey değil Savaş. Kızın saçını çekmediler, onun bedenine onun bile haberi olmadan zorla dokundular ve bunu kayda alıp şantaj yaptılar. Durumun ne kadar vahim olduğunu aklın alabiliyor değil mi?" Gözlerini gözlerimden çekti ve başını kaldırıp tavana bakarken boynunu açıkta bıraktığında gözlerim boynuna kaydı. Yutkunduğunu hareket eden ademelmasından anladım. Boynunu saran derinin altındaki kaslar zarif bir hareketle kasılırken dikkatim dağıldı. Loş ışığın vermiş olduğu etkiyle boynu hoş görünüyordu. Dikkatimin dağıldığını, düşüncelerimin yoldan keskin bir u dönüşü yüzünden taklalar atarak metrelerce sürüklenerek çıktığını fark edince boğazımı temizledim ve yeniden konuya odaklanmaya çalıştım. Düşüncelerin kazadan ağır yaralı bir halde çıkmıştı fakat yine de kan revan içinde olan zihnimden doğru yolu buldum. "Benimle ne konuşacaksın?" diyerek konuyu buraya geldiğindeki amaca yönlendirdiğimde, geriye doğru yatırdığı başını yeniden doğrulttu ve yine birkaç saniyeyi sessizliğe kurban edip, öylece gözlerime baktı. Gözleri gözlerimde bir şeyler arıyordu sanki. Sanki göz bebeklerimden zihnime açılan kapıyı aralayıp içeriyi tüm çıplaklığıyla görüyor, sorularına cevap arıyor, bulduğu cevaplardan ise memnun kalmıyor gibiydi. Masaya yasladığı ellerinden birinin hareketlendiğini gördüm göz ucuyla, gözlerim hâlâ gözlerindeyken. Eli havalandı, üzerindeki deri ceketin iç cebine sokuldu usulca ve bir kâğıt parçasıyla birlikte yeniden dışarı çıkarıldı. Kâğıt parçasını masaya bırakıp elini üzerine kapattığında, gözlerim mavilerden uzaklaşıp uzun, ince, kemikli parmaklara sahip eline çevrildi. Kâğıt elinin altında tamamen gizlenmiş durumdaydı. Hâlâ eline bakıyorken sesini duydum. "O gün seni yalancılıkla suçlamış, sonrasında da seni suçlamadığımı söylemiştim hatırlıyor musun?" Kelimelerinden bana akan anlamları anlamaya çalışıyordum ama ben bu dili bilmiyordum. Ne demek istiyordu? Kafamı karıştıran çözemediğim anlamlar gözlerimin kısılmasına neden olurken, gözlerimi ona kaldırdım ve başımı sallayarak onu onayladım. Dilini dudaklarında gezdirip yüzümü taradı beyaz ışığın vurmasıyla olduğundan daha açık renkte görünen mavileriyle. Sonra devam etti. "Haklıydın, seni suçladım. Ve haklı olduğumu görmek beni hiç şaşırtmadı çünkü kendimden çok emindim." Evet kendinden emin olduğunu gözlerinden okuyabiliyordum. Ama hâlâ tam olarak ne demek istediğini çözebilmiş değildim. Elinin hareketlendiğini gördüm göz ucuyla ve bakışlarım otomatikman eline kaydı. Şimdi kâğıt açıktaydı. Hayır, o bir kâğıt parçası değil, bir fotoğraftı. Fotoğrafı kapalı tutan elinin, sırrımın perdesi olduğunu gösteren bir fotoğraf... Eski bir fotoğraftı. Bir yemek masasında çekilmiş, yemek masasının etrafını dolduran insanlar kadraja bakarak poz vermişlerdi. İki adam iki kadın iki de çocuk vardı o fotoğrafta. Adamlar oldukça ciddi bir şekilde bakarlarken kadınların yüzlerinde maske olduğu belli olan zoraki birer gülümseme vardı. Ve çocuklar... Masadaki tek mutlu kişiler onlardı. İkisi de büyük bir mutlulukla gülümseyerek bakıyorlardı kameraya. O çocuklardan biri bendim... İki adamdan biri babam Kahraman Hancı'ydı. Babamın hemen sol tarafında oturan kadın ise, tek bir gülüşüne tüm ömrümü adayacağım annemdi, güzelliğiyle herkesi her şeyi gölgede silik bir şekilde bırakan. Hemen annemin sol tarafında oturuyordum ben. Üzerimde kırmızı renkte belinde beyaz bir fiyonk olan bir elbise vardı ve saçlarım at kuyruğu şeklinde toplanmış, beyaz bir kurdeleyle tutturulmuştu. Saçlarımı annem yapmıştı ve yaparken canımı hiç yakmadığını hatırlıyordum. En sevdiğim bu elbiseyi de hatırlıyordum, onun başına gelen hazin sonu da... Ben öylece resme bakakalırken Savaş Kalkavan'ın sesini bir kez daha duydum. Her bir harfin üzerine bastıra bastıra konuştu. Bastırdığı her harfin benim ruhuma çizikler attığını bilmeden... "Sen hiç değişmemişsin İzem Hancı." 💎🎭 Minik bir tanışıklık meselesi. O aile yemeğin tarihi çok önemli bir tarih🥲 Zaman ayırıp okuyan herkese sonsuz teşekkürler. Minnettarım❤️ |
0% |