Yeni Üyelik
9.
Bölüm

8| Plan

@saniyesolak

Sellam çiçeklerim💐

Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın❤️

Keyifli okumalar diliyorum❤️

💎🎭

İZEL İZEM HANCI’DAN:

"Son bir tur daha... Sonra serbestsiniz"

Başımı dizlerimden kaldırdım ve baygın gözlerle baktım Gece'ye. O kadar yorgundum ki, aldığım nefesler ciğerlerimi delip geçiyordu sanki. Üzerimdeki iki parça olan tayt ve sporcu sutyeni terden sırılsıklamdı ve kaslarım titriyordu. Babam gelecek diye telaşa kapılmış ve Damla'yla beni sabahın beşinde kaldırıp antrenman yapmaya zorlamıştı. Tıpkı son iki gündür yaptığı gibi. Hayır zaten her gün aksatmadan antrenman yapıyorken bu ekstralar nedendi anlamakta zorlanıyordum. Ama tamamen de anlamıyor değildim. Babamın gözünde zaten sağlam olan yerindeki o minik hasarları da bir daha sarsılmayacak şekilde sağlamlaştırmaya çalışıyordu. Onu bir nebzeye kadar anlayabilirdim ama bunu yaparken bizim canımıza okumasına da göz yumacak değildim.

"Başlatma son turundan! Yetişmemiz gereken bir okulumuz var bizim ve üzerimizden ağır yüklü bir kamyon geçmiş gibi sayende. Çok istiyorsan son turu kendi kendine atabilirsin ama ben gidiyorum."

Sesim kendi kulağıma bile yabancı gelecek bir kıvamdaydı. Susamıştım ve susuzluk, konuşurken çıkardığım harflerin boğazımı yırtarcasına çıkmasına neden oluyordu. Gidiyorum diyordum ama kolumu kaldıracak halim yoktu. Bazen insan olduğumuzu unuttuğunu düşünüyordum.

Yosun tutmuş denizleri bende sabitlendiğinde kısık bakıyordu bakışları. Meydan okur gibi...

"Şu andan itibaren ilk dersinin başlamasına iki saat on iki dakika var ve Damla'nın da bugün dersleri öğleden sonra. Otobüsle gitmek yerine okula seni ben bırakırsam çok rahat yetişirsin, üstelik son turu da tamamlayabiliriz."

Sözleriyle bende ağlama isteği oluşturuyordu. Bazen yakalarından tutup onu sertçe silkelemek ve "Görmüyor musun? Bizim de sınırlarımız var, biz de yoruluyoruz, biz de acıyoruz, biz de kanıyoruz." diye avazım çıktığı kadar bağırmak istiyordum. "Biz de insanız..."

Oturmak yeterli gelmeyince dinlenmeme, boylu boyunca uzandım. Yerden vücuduma nüfuz eden soğuk umurumda bile değildi. Tek istediğim kasıla kasıla titreyen kaslarımın rahatlamasıydı. Kuru boğazımın izin verdiği ölçüde çıktı sesim.

"Bu konuda anlaştığımızı sanıyordum. Babam bile kimliğimi saklamam konusunda benimle aynı fikirdeydi?"

Soru işaretine gebe cümlelerimin ardından Gece bana doğru birkaç adım atıp hemen yanımda diz çöktü. Ona bakmadım. Ama o inatla gözlerimin içine bakmak istiyordu. Bu yüzden çenemi tutup başımı kendine doğru çevirdi ve kısık bakan bakışları eşliğinde konuştu.

"O anlaşma, kimliğini o iki dingil öğrenmeden önceydi. Konu burada kapamıştır, seni okula ben bırakıyorum. Eğer itiraz edersen babana iletmem gereken şeyler olduğunu bil."

Tehdidin nabzında soluklanan cümleleri umurumda bile değildi. Ben kadar o da hatalıyken kimi kandırıyordu ki bu şekilde? O babama hiçbir şey söyleyemezdi. Tehdidinin umurumda olmadığını belli etmek istercesine gözlerimi devirdim ve çenemi kavrayan parmaklarının arasından çenemi kurtardım.

"Neden anlamak istemiyorsun? Güney Kalkavan hâlâ hiçbir şey bilmiyor. Savaş Kalkavan da bir sorun teşkil etmiyor."

Bir süre yosun tutmuş denizleri ıslak toprağı andıran gözlerimde asılı kaldı. O kadar çok asıldı ki, ıslak topraklarım heyelana maruz kalıp her şeyi önüne katarak aktı geçti sandım. Sonunda gözlerini çektiğinde elimle gözlerimden birini ovalamak zorunda kalmıştım. Bu psikolojik bir şeydi ama sanki gerçekten gözlerim akmış gibiydi. Hoş tüm bedenim eriyip bir macun gibi yere yayılmış giyidi, gözlerim akmış çok mu...

Gözlerini çektikten sonra ayağa kalktığında bir doksanlık boyu, şimdi onun ayağının dibinde uzanırken çok daha uzun duruyordu. Bana üstten üstten bakması, üzerimde kurmaya çalıştığı baskıyı destekliyor, kendimi ezilen tarafmışım gibi hissetmeme neden oluyordu ama kalkmak o kadar zor geliyordu ki, üstünlüğü ona bırakmaya razıydım.

"Bu, okula seni benim götürüp getireceğim gerçeğini değiştirmiyor İz!"

Gözlerine baktığımda, yosun tutmuş denizlerinin yüzeyini köpük köpük kaplayan kararlılığı gördüm. Burada öylece yattığım yerden onun kararlılığını baltalayamıyordum. Derin bir nefesi içime çektiğimde, kuruluktan dolayı ağrıyan boğazım, havanın dikenleri varmışta soluk borumu yararak ilerlemiş gibi acımıştı. Bu kadar zorlayıcı bir antrenmandan hemen sonra su içmek vücuduma iyi gelmiyordu. O yüzden bir süre daha bu acıya katlanmak zorundaydım. Çektiğim nefesin verdiği enerjiye tutunup ayağa kalktım. Hâlâ ondan kısa olsam da yine de az önceki pozisyona oranla daha rahattım.

"Arabanın hurdaya çıkmasını mı istiyorsun?"

Kısık gözlerimin ardından ona bakarken sorduğum bu soru onun zayıf noktalarından birisiydi. Arabası onun deyim yerindeyse bebeğiydi. Klasik erkek diyemiyordum çünkü onun arabasına olan ilgisi normalin çok üzerindeydi.

Önce "Yapamazsın!" dedi kendinden emin bir sesle, yapamayacağımı düşünmenin ona vermiş olduğu o rahat tavırla. Ama sonra benim bakışlarındaki ciddiyete çarptığında, tavrı soldu. Yosun tutmuş deniz gibi duran ela rengi gözleri kısıldı ve yüklendiği o eminlik, kayarak sırtında yere düştü. Tek bir an dahi tereddüde düşmeden yapabileceğimi ikimiz de biliyorduk. Yüz ifadesi önümüzden akıp giden her bir anda, bir öncekine nazaran daha da düşerken kabullenişin urganı boynuna geçti ve "Hayır yaparsın!" diyerek ayaklarının altındaki iskemleyi kendi kendine itip kendisini astı.

Ondan yere düşen o eminliği ben sırtlandım ve dudaklarım iki yana kıvrılırken masum bir ifadeyle omuz silkip "Antrenman bitmiştir." dedim. O eminlik ikinci bir deri gibi beni sararken omzumu omzuna çarparak yanından geçip odama yöneldim.

Hafta sonu dinlenmek için vardı öyle değil mi? Değildi işte... Korkunç geçen bir hafta sonundan sonra okula gitmek gözüme veli nimet gibi geliyordu. Kaslarımdaki ağrılar her hareketimle kendini hatırlatmaya devam ederken önümüzdeki üç gün boyunca bu ağrıları vücudumda ağırlayacağımı bilmek de işimi hiç kolaylaştırmıyordu açıkçası. Babam buraya geleceğine göre buradaki ilk görevimizin detayları belli olmuştu. Bundan nefret etsem de çaresizliğin pençelerine hapsedilmiş bir haldeydim. Bu ne zamana kadar böyle devam edecekti, bir gün normal bir hayatım olacak mıydı? İşte bunlar koskocaman birer soru işaretiydi hayatımda ve ben, artık o soru işaretlerinin çengellerini silip. Noktalarıyla çırılçıplak bırakmak istiyordum.

Ben artık kukla gibi yaşamak istemiyordum...

Ben artık özgür olmak istiyordum...


💎


Ense kökümden göz çukurlarıma yayılıp bütün başımı zonklatan bir ağrı... Bugün, gerçekten berbat bir gün olmaya kararlıydı. Otobüste tek başımaydım. Hazal bile yoktu? Neredeydi hiçbir fikrim yoktu. Normalde o benden önce otobüse binmiş olur geri dönerken de ben ondan önce inerdim otobüsten. Ve geçen hafta pazartesi hatırladığım kadarıyla, o kızıl ile yine aynı saatlerde okula gidip aynı saatlerde okuldan dönmüştük. İşin garip tarafı, ona sorunu çözdüğümüzü söylediğim mesaja da geri dönüş yapmamıştı. Pekâlâ bir teşekkürü hak ettiğimi düşünüyordum.

Otobüs sarsılarak durduğunda ağrıyı hafifletmek adına kapattığım gözlerimi açtım. Açar açmaz yoğunlaşan ağrıyı görmezden gelmeye çalışmak zordu. Yine de görmezden gelip neler olduğunu anlamaya çalışarak şoföre baktım. Henüz okula kırk dakikalık bir mesafe vardı ve elli dakika sonraysa benim dersim başlayacaktı. Derse geç kalmayı istemiyordum ve derse girmeden önce kahve içmek istiyordum. Aradaki on dakikalık boşluğumu şu an burada yiyen sebep neydi?

Dikkatli bakan gözlerim, şoförün tedirginliğini anında fark etti. Bir haltlar dönüyordu ama ne olduğunu anlayamıyordum.

"Pardon neden durduk? Okula geç kalacağım."

Aklımda dolaşan olası ihtimaller hiç hoşuma gitmiyordu. Şehir merkezinden çıkmıştık ve bir orman yolundaydık. Tanrı aşkına üniversiteleri neden merkezden bu kadar uzağa inşa etme gereği görüyorlardı ki?

"Kusura bakma kızım." dedi adam önce. Aramızdaki az olan mesafeden yutkunduğunu gördüm. Bakışları bir an bana bakarken öteki an kaçıyordu benden. "Seni burada indirmem gerekiyor." Sesi... Sesinde mahcubiyetin acı kokusu vardı. Söylediği sözler kaşlarıma parmaklarıyla dokundu ve çatıldı kaşlarım.

"Ne demek beni burada indirmeniz gerekiyor?"

Anlamadığımı belli eden sesime öfkenin isi bulaşmış, karartmaya başlamıştı. Öfke sadece sesime değil bakışlarıma da uğramıştı ve ben karşımdaki ellili yaşlarında olan adama bakarken fazlasıyla öfkelendiğimi hissediyordum.

"Lütfen kızım, ben sadece ekmeğimin peşindeyim. İnmen gerekiyor senin burada. İşimi zorlaştırma ekmeğimle oynama benim."

Bir süre adamın sözlerini idrak etmeye çalıştım. Ne diyordu bu adam? Ne ekmeğiyle oynaması?

     Sonra anladım...

     Tehdit edilmişti...

Yapmak istemiyordu ama tehdit edildiği için yapmak zorundaydı. Mahcubiyeti de bundandı.

Hiçbir şey söylemeden kalktım yerimden ve çantamı omzuma astım. Şoför kapıyı açtığında da hiçbir şey söylemeden indim otobüsten.

Pekâlâ berbat olmak için çabalayan lânet gün... Sen kazandın!

Otobüs yanımdan geçip giderken mümkünmüş gibi başımdaki ağrı da artmıştı. İhtiyacım olan tek şey kahveydi ama ona da oldukça uzaktım şimdi. Koskoca yolda yapayalnızdım, yol boyu uzanan ormanın içerisindeki hayvanları saymazsak...

Buna kimin sebep olduğunu elbette biliyordum. Ne sanıyorlardı ki? Bu hareketlerle onlardan korkacağımı falan mı? Tek omuzumda asılı olan çantamı önüme getirip içerisindeki telefonumu çıkardım. Otobüsle kırk dakika süren yol, yürüyerek ne kadar sürerdi Allah bilir. Yapılacak ilk işimin telefonuma bir taksi numarası kaydetmek olduğunu aklıma not ettikten sonra Gece'yi aradım. Buna resmen tükürdüğünü yalamak derlerdi ama o kadar yolu yürümektense tükürdüğümü yalardım daha iyiydi.

Telefon çaldı çaldı çaldı... Açılmadı.

Telefonu kulağımdan çekerken "Kahretsin!" diye mırıldandım, uzaklardan bir yerlerden köpek sesleri geliyordu.

"Bir kez olsun lazım olduğunda aç şu telefonu Gece."

Telefona başımı eğdiğim için önüme dökülen koyu renk tutamları parmaklarımla geriye iterken bir hışırtı sesi duydum. Başım hızla kalktı ve aynı hızla etrafı taradım. Önümde ve gerimde uzanan yol, yolun iki yanını çepeçevre saran ağaçlardan başka hiçbir şey yoktu. Bir de uzaklardan gelen köpek seslerini saymazsak. O hışırtının köpeklerden gelmediğinden emindim.

Yeniden telefona eğildim ve bir kez daha aradım Gece'yi. Açması gerekiyordu. Açmalıydı. Planladıkları şeyin sadece beni okula yürütmek olmadığından emindim. Akıllarında daha farklı şeyler dolanıyor olmalıydı. O ses bir hayvan yüzünden çıkmış olabileceği gibi orada birisi de olabilirdi.

     Açmadı.

Gece'den umudumu kestiğimde Damla'yı aradım. Dersleri öğleden sonraydı yani gelip beni alabilirdi. Kulağıma dayadığım telefondan gelen tek ses telesekreterin sinir bozucu sesi olduğunda, dudaklarımdan bıkkın bir nefesi dışarı verip gözlerimi, çürüyen umudumun kozasıyla birlikte kapattım. Buradan okula yürüsem bile derslere yetişmemin imkânı yoktu ki, kaslarımdaki acı ve başımdaki ağrıyla o kadar yolu yürüyemezdim. En azından şehir merkezi bulunduğum konuma buradan daha yakındı.

Otobüs ile geldiğim yolu yürüyerek geri dönmek için arkamı döndüğümde gördüğüm şey ile donup kaldım. Hemen ileride, benden birkaç metre uzakta mat siyah bir araba durmuştu. Filmli camlar içindeki kişi ya da kişileri görmeme engel oluyordu.

Tanrı aşkına ben, bu araba buraya gelirken sesini nasıl duymamıştım?

Gerilim anbean damarlarımdaki kana karışıp tüm bedenime kanımla birlikte pompalanırken arabanın dört kapısının da açılması, suya karışan katran gibi, hissettiğim gerilime korkunun karışmasına neden oldu.

Gerilim heyecanı da peşinden sürükleyerek gelirdi. Ancak korku... Korku karanlıktı. Saf karanlık. Korku insana hata yaptırırdı. Korku insanı delirtirdi.

Korku sinsiydi... Hissettirmeden yerleşirdi bazı zamanlarda kalbine. Şu an o sinsiliğin kurbanı olmuştum. Bilinmezliğin içine çekilmiştim habersizce o otobüsten indiğim anda ve korkmuştum. Ama korktuğumu fark edememiştim. Hâlâ içten içe kabullenemiyordum içime bir virüs gibi yerleşen korkunun varlığını. Ama dikkatimle övünen benim, o arabanın gelişini fark edemememin başka bir açıklaması olamazdı.

Açılan kapılardan senkronize olmuşçasına inen dört adam... Hemen hemen aynı yaşlarda gibi duruyoruz. Adamların yüzlerini tarıyorum tek tek, tanıyor muyum diye. Yolcu koltuğundaki tanıdık değil, hayır hiç görmedim. Çenesinden boynuna doğru akan dövmeleri var. Tişörtünün altına doğru indiğini görebiliyorum ama dövmenin şeklini çıkarmam imkânsız. Karmakarışık duruyor.

Onun yanındaki, yolcu koltuğunda olan... Ah işte onu tanıyorum. İsmen bilmiyorum ya da daha önce hiçbir konuşma içerisine girmedik; tehditvari bile olsa... Ama onu o grubun içinde gördüm. Sıradan bir tipi var. Normal bir boyu... Görünürlerde bir dövmesi yok ya da saçları Aksel'de olduğu gibi renkli değil. Gözleri düz kahverengi... Anormal olan tek yanı göz altlarındaki fazla koyu halkalar... Gözlerinin beyazlarındaki kızarmaya bakacak olursam bir bağımlı olduğunu anlamak çok da zor değil benim için.

Onun arkasındaki... Kafasında tek bir tel dahi saç yok... Ama sakalları uzun ve gür... Kafasının tamamen dövmeyle kaplanmış olmasından, saçlarını kendi isteği ile kazıdığını tahmin edebilirim ama emin değilim. Zaten önemli olan bu da değil... Diğerlerinin aksine o iğrenç bir sırıtmayla bakıyor bana...

Diğeri... Ah o tamamen sıradan bir tip. Yüzünde memnuniyetsizliğin emareleri dolaşıyor. Burada olmaktan memnun değil. Onu da o grupta gördüm. Diğerlerinin serseri görünüşüne zıt, o tamamen klasik takılıyor. Özenle taranıp jölelenmiş saçlarından ve jilet gibi ütülenmiş gömleğinden bunu anlamak mümkün.

Kapıların aynı anda kapanması ve bundan kaynaklı çıkan ses beni kendime getirdi, onları incelemeyi kestim.

En büyük silahın sakinlik olsun... Sakin kalmayı başardığın sürece güçlü olan sensin.

Gece'nin kulağımda yankılanan sesi, varlığından geç haberdar olduğum korkumun kalbine bir kurşun sıktı. Sakin olmak demek zihnin berrak kalması demekti. Zihnin berrak kaldığı sürece mantığın seninle olurdu.

Gözlerimi kapatıp ormanın ciğerlerinde temizlenen havayı kendi ciğerlerimde kirlettim derince. Saçlarımın arasından akan hafif rüzgâr tenimi tatlı tatlı okşuyordu.

Şimdi tenimi tatlı tatlı okşayan bu rüzgârın aksine, birazdan hiç de tatlı olmayan şeyler olacaktı, hissediyordum.

Sakinliğim, çok sıcağında kavrulmuşum da serin bir suyun içine atlamışım gibi serinletti içimi. Korku mezarına gömülmüş, üzerine tonlarca toprak atılmıştı. Korkumun yersiz olduğunu biliyordum. Geçmişimin karanlığı öyle zifiriydi ki... Katran bile yanında yeterince siyah kalamıyordu. Öyle bir geçmişin içinden sağ çıkmışken, şimdi karşıma çıkan birkaç embesilden korkmam komediden başka bir şey olmazdı.

Aklımda zaman çok yavaş aksa da gözlerimi kapatıp geri açmamın arasında sadece bir saniye vardı. O bir saniyede tüm geçmişim gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçmişti.

     Güldüm...

Bakışlarım ayaklarıma düşerken başımı iki yana sallayarak güldüm. Sanırım o okulda sadece kimliğimden değil, aynı zamanda benliğimden de sıyrılıyordum.

Gülüşüm kesildiğinde başımı kaldırıp önüme düşen saçlarımı geriye doğru taradım ve "Eee bu mu yani?" diye sordum.

"Otobüsten indirildim ve siz dört salağı beni korkutmak için gönderdiler öyle mi?"

Hafifçe düşmüş olan omuzlarımı dikleştirdim ve gözlerim sırayla her birinin yüzünde gezinirken ellerimi iki yana doğru açtım.

"Ve siz de onların emir eriymişsiniz, eğitilmiş köpekleriymişsiniz gibi tıpış tıpış geldiniz yani."

Sonra kollarımı indirdim ve omuz silktim.

"Aferin size geri zekalılar. Beyninizin nohut kadar bile olmadığını kanıtladınız."

     "Yeter!"

Sözlerime noktayı koyduğum yerden, ikinci bir nokta için bile boşluk bırakmadan konuşan kişi, sürücü koltuğundaki adamdı.

"Çok konuşuyorsun, başımı ağrıttın."

Dudaklarımdan alaylı bir 'hah' sesi çıkarken kollarımı göğsümde bağladım ve konuşan adama odakladım gözlerimi. Dikkat çeken tek yanı boynunu saran dövmelerdi. Dövmeler boynunu kalın gösterse de iri birisi değildi. Baştan sona siyah giyinmiş olmanın kendisini korkutucu gösterdiğini falan düşünüyor olmalıydı. Ya da o grupta bir renk takıntısı vardı. Aksel baştan aşağı beyaz, bu herif ise siyah...

Başımı iki yana sallarken düşüncelerimin farklı noktalara kaymasını önlemeye çalıştım. Anda kalmak adına gözlerimi gözlerinde sabitledim ve dudaklarımı araladım.

"Sen buna konuşmak mı diyorsun? İnan bana daha benim fısıltımı bile duymadınız."

Sözlerim onları sadece güldürdü. İzel Hancı kimliğimle ciddiye alınmıyor aksine gülünç duruma düşüyordum insanların nezdinde. Ama hayır... Ne olursa olsun o kimliğim gizli kalacaktı. İzem olmaya ihtiyacım yoktu... Kahraman Hancı'ya ihtiyacım yoktu... Ben bana yeterdim, İzel Hancı bana yeterdi. Annemin göğsünde büyüttüğü o kız, Babamın nasırlı parmaklarının acıttığı o kızdan daha güçlüydü.

"İşleri zor yoldan mı halledelim yoksa bizi uğraştırmadan arabaya biner misin?"

Kelimelerin göğsüne saplanan bıçağın açtığı yaradan sızan tehdit saniyeler içinde tüm harfleri hatta harflerin gölgelerini bile kana buladı. Kelimeler kan kaybından ölürken sessiz kalıp ne yapacağımı düşünmeye çalıştım. Karşımda dört kişi vardı. Onların hakkından gelebilir miydim emin değildim. Ama yapmayı çok iyi becerdiğim bir şey vardı ki bu konuda benden iyi olabilecek hiç kimse yoktu.

     Kaçmak...

Birilerinden ya da bir şeylerden kaçmak konusunda ustaydım. Tek omzumda asılı duran çantamın boştaki kolunu da diğer omzuma geçirirken alt dudağımı ısırdım ve önce sağ sonra sol tarafıma baktım. Yolu tercih etmek tamamen aptallık olurdu. Ormanın derinliklerine dalmam gerekiyordu. Hangi tarafa gitmem gerektiğini hesaplamaya çalışırken bana doğru adımlamaya başlayan adamı göz ucuyla gördüm. Burada olmaktan memnun olmayan kişiydi o. Hem onu yavaşlatmak hem de ağrıyan kaslarımı duruma mental olarak hazırlamak adına konuştum.

"Sahibinize ve sahibenize söyleyin! Ben diğerlerine benzemem. Beni alt etmek için dört gerzekten daha fazlası gerekli."

Bedenim hızla sol tarafa dönerken koşmak için ilk adımı atıyordum ki, acı bir çığlığı andıran fren sesiyle birlikte sol tarafıma bir araba durdu. Karşımdaki mat siyah arabanın aksine cam gibi parlayan simsiyah bir araba... Camlarda film yoktu ve içeridekini çok rahat görebilmiştim.

     Savaş...

Şaşkınlığımı üzerimden atmam kolay olmayacağa benziyordu. Onun burada ne işi vardı?

Sol tarafa attığım adımımla birlikte öylece kalakalmışken bakışlarım adamlara kaydı. Artık sadece biri değil hepsi bana doğru yaklaşmıştı. Onlar da benim kadar şaşkınlardı Savaş'ın burada oluşuna. Pekâlâ, onların da şaşkın olması benim açımdan iyiye işaretti.

Bakışlarım yeniden Savaş'ı bulduğunda, o çoktan arabadan çıkmış, güneşin yansımalarıyla parlayan okyanusu andıran gözleri gözlerimdeyken bana doğru yürüyordu. Adımları yanımda durduğunda gözleri gözlerimden ayrıldı ve tepeden tırnağa taradı bedenimi.

Sapıkça bir hareket gibi görünüyor olabilirdi bu hareketi ama gözlerinde öyle bir ifade vardı ki... Endişenin koynunda demlenmişti o ifade. Benim için endişelenmişti...

Gözleri bedenimdeki kısa gezintisini bitirdiğinde, mola verdiği liman gözlerimdi. Rahatlamış bir ifade gözlerindeki endişeyi tahtından etmişti.

"Arabaya biner misin?"

Bir süre gözlerinde asılı kaldı gözlerim. Israrcı bakışları karşısında usulca başımı salladım ve arabaya yöneldim. Ama daha ilk adımımda bir itiraz sesi doldurdu kulaklarımı.

"Hey sen! Hiçbir yere gitmiyorsun!"

İleri attığım adımı yeniden yerine taşıdım ve bakışlarımı dörtlüye çevirdim. Konuşan yolcu koltuğunda oturandı, bağımlı olan...

"Ve sen Kalkavan!" diyerek devam etti sözlerine. "Hiçbir şey olmamış gibi geldiğin yere geri dönüyorsun."

Kendinden emin bir şekilde bize verdiği emirle kaşlarım havalandı. Diğerlerine baktığımda, Savaş'ın burada olmasından dolayı duydukları, saklamaya çalıştıkları gizli endişeyi görebiliyordum yüzlerinde ama o... O gayet rahattı. Uyuşturucunun yüklediği deli cesaretine yordum bu rahat tavrını. O gece Aksel'in evinde ben olayları anlatmaya çalışırken Güney'in nasıl direndiğini hatırlıyordum. Savaş beni dinlemesin bana inanmasın diye direniyordu. Savaş'ın ne gibi bir vasfı vardı bilmiyorum ama Güney bile ondan çekiniyorken onun gönderdiği bu adamların çekinmemesi garip olurdu.

"Bu cesaret nereden geliyor Berat?"

Savaş'ın sesi kulağıma dolduğunda bakışlarımı, adının berat olduğunu öğrendiğim heriften çekip Savaş'a çevirdim. Ses tonu sertti, bakışları da öyle... Savaş beni çok şaşırtıyordu.

"Senin bu cesaretin nereden geliyor Savaş?"

Ellerini kot pantolonunun ön ceplerine sokup kaldırdığı tek kaşıyla ve alaylı bir sesle sorduğu soruya karşılık, Savaş güler gibi bir nefes bıraktı. Sonra omuz silkti ve "Benim birinden alacağım cesarete ihtiyacım yok!" dedi sakince.

Sonra karşısındaki adamı taklit ederek ellerini pantolonunun ön ceplerine soktu ve tek kaşını kaldırdı. Tek fark, Savaş aynı zamanda başını sol omzuna yatırmıştı hafifçe. Dolgun dudaklarına yerleştirdiği kıvrım, tehlikeli bir gülüştü. Şimdi onu ilk tanıdığım andan bir hayli uzak görünüyordu. Ama hâlâ aynı Savaş olduğunu biliyordum. Bukalemun gibiydi, bukalemun nasıl dokunduğu renge göre rengini değiştiriyorsa, o da karşısındaki kişiye göre tavır değiştiriyordu. Gözleri doğrudan onunla konuşan adama bakarken sertti ama biliyordum ki o gözleri bana döndüğü an, yine bildiğim o yumuşaklığına dönerdi.

"Ne de olsa..." diye devam etti sözlerine. "Güney ile Aksel'in köpeği olan sizsiniz, ben değil... Ama merak etmeyin, sahiplerinizle itinayla konuşup tasmalarınızı sıkı tutmalarını söyleyeceğim. Etrafa kuduz bulaştırmanızı istemem."

Sözleri dudaklarımın iki yana kıvrılmasına neden olurken bakışlarımı onun sert ifadeler ile maskelenmiş yüzünden çekip karşımdaki adamlara diktim.

Diğerleri Savaş'ın sözlerini umursamıyor gibi görünse de Berat bozulduğunu net bir şekilde belli etmişti. Ama çabuk toparladı. Duruşunu bozmadı Savaş'ı taklit ederek başını sol omzuna yatırdı dudaklarını iki yana kıvırdı. Ama farkında olmadığı bir şey vardı. Savaş'ın dik duruşu ve sarsılmaz bakışlarının aksine, onun yorgun duruşu ve baygın bakan sönük gözleri, onu her an yere yığılıp kalacakmış gibi gösteriyordu. Dudaklarındaki kıvrım ise onu daha acınası bir hale getiriyordu.

Yoğun mavi gözleri yüzümde hissettiğimde Berat'ı incelemeyi kesip ben de gözlerimi Savaş'a çevirdim. Başıyla arabayı işaret etti ve "Hadi gidelim." dedi sadece benim duyabileceğim bir ses tonuyla. Başımı sallayarak onu onaylarken aramıza bir kez daha girdi Berat'ın sesi.

"En azından... Bir damla sevgi için annemizin dizlerine kapanıp salya sümük ağlamıyoruz Savaş."

Gözlerim Savaş'tayken işittiklerim, şaşkınlığı kalbime ekti ve kanımla sulandı o şaşkınlık. Baktığım mavilerin donduğunu gördüm. Okyanus donar mıydı? Benim baktığım bu okyanus hiçbir soğuğun donduramayacağı kadar katı bir şekilde donmuştu. Donan gözlerinin aksine yüzündeki ifadelerin sarsıldığını gördüm. Duygularında şiddetli depremler vardı. Yüzünden kalkan toz duman bunun en büyük kanıtıydı.

Bir damla sevgi için annemizin dizlerine kapanıp ağlamıyoruz Savaş!

Duyduklarımın anlamı neydi? Mimiklerindeki sarsıntı, bu sözlerin içinde, çok derin bir yerlere dokunduğunu gösteriyordu ama o derinliği hesaplayamıyordum.

Berat durmadı. Yeniden konuştuğunda, Savaş'ın kıyameti kaçınılmazdı.

"Söylesene Savaş? Annenin senden nefret etmesi, dahası tiksinmesi... Nasıl bir duygu?"

     Ve sura üflendi...

Biraz önce kaskatı donan gözleri şimdi, sanki üzerine benzin dökülmüş ve sur sönmeden önce bir parça kıvılcımını onun gözlerine düşürmüş gibi alev aldı, cayır cayır yandı. Bu sözler ona acı verdi, o acısını benden saklamadı, bana gösterdi.

     Canı yanıyordu...

O sözlerde haklılık payı vardı ki Savaş'ın şu an canı yanıyordu.

Annesi ondan nefret mi ediyordu?

     Annesi ondan tiksiniyor muydu?

     İyi de neden?

Aklımda şekillenen soruları düşünmeye zamanım olmadı. Onun gözlerindeki yangının ortasında kalan acıyı yalnızca bir saniye görebildim. Hızla çekildi o bakışlar benden ve aynı anda yanımdan yok oldu.

Ne ara o dörtlünün yanına ulaşmıştı bilmiyorum ama onun gözlerindeki acıya baktığım andan sonraki an, Berat'ın yüzüne bir yumruk inmişti. Yumruk öyle şiddetliydi ki, tenin tene çarpan sesini bir kenara bırakın; kemiğin kemiğe çarpan sesini duymuştum.

Yüzü sağa doğru savrulurken beraberinde bedenini de sürüklemiş ve deyim yerindeyse yere yapışmıştı.

"Kimsin lan sen!" diye gürleyen Savaş yeniden Berat'a atılacakken kalan üçlüden ikisi Savaş'a doğru hamle yaptılar. Hamleyi fark eden Savaş, ilerlemeyi kesti ve o ikiliye baktı. Sırtı bana dönük olduğu için gözlerindeki ifadeyi göremiyordum ama; İfadesi o iki adamı durdurmaya yetmişti. Adamların yolundan çekilmesiyle yeniden Berat'a atıldı ve ayağa kalkmaya çalışan adamın yüzüne sert bir tekne indirdi. Duyduğum acı dolu inlemeyle yüzümü buruşturdum. Tanrım, bu çok acı vermiş olmalıydı. Bir kez daha geriye savruldu Berat'ın bedeni. Savaş ona doğru yine atıldı. Bir kez daha gürledi.

"Sen kimsin ki benim annemin adını ağzına alıyorsun lan orospu çocuğu!"

Yan profilini görebiliyordum şu an ve bu Savaş... Aksel'in evinde gördüğüm yüzünü vahşi bulmuştum ama bu... Bu bambaşkaydı. Öldürmeye hazır gibi... Durdurulmazsa öldürebilirmiş gibi...

O Berat'ı bir kez daha yakaladığında onu durdurma ihtiyacı ile dolmuştum. Normalde olsa umurumda olmaz, keyifle izlerdim ama Savaş... İyi görünmüyordu.

İçime dolan bu ihtiyaçla birlikte, adımlarım komut beklemeden ileri atıldı. Savaş, Berat'ı yere yatırmış, üzerine oturmuş arka arkaya yumruklarken adımlarım daha da hızlandı. Ama aniden kolumdan tutularak durduruldum. Beni tutan kişiye baktığımda, burada olmaktan memnun olmayan jöleliyi gördüm. Sadece benim duyabileceğim bir sesle "Uslu dur burslu!" dedi kaşlarını uyarı niteliğinde kaldırarak.

Kaşlarım çatılırken kolumu sertçe elinden çektim. Parmaklarının arasında kıstırılan etim sızlarken "Yararın için bırakmanı tavsiye ediyorum." dedim sıkılı dişlerimin arasından. Bir sonuç alamadım, dahası diğer eli de bana uzandı ve tutmaya çalıştı. Kolumu kaçırıp tutmasını engellerken dirseğimi alabildiğine sertçe karnına geçirdim. Kolumdaki tutuşu gevşediğinde kolumu parmaklarından kurtardım ve bu kez ben onu kolundan tutup çevirdim. Ani hızlı ve sert bir hareketle omzumun üzerinden yere attığımda neler olduğunu anlamaya çalışmaktan, şaşırmaya bile fırsatının kalmadığını biliyordum. Acıyla dolu inlemesi geriden gelmişti çünkü.

Onun yere düşen bedenini umursamadan doğrulduğumda, dövmeli heriflerin arabaya bindiklerini gördüm. Arabayı çalıştırdıklarında, Önümdeki adamın inlemesi de Savaş'ın küfürlerle dolu yumruk sesi de bastırılmıştı. Sürücü koltuğundaki adam, arabayı geri geri sürüp sert bir manevrayla döndü ve tekerlekler çığlık atarak asfaltta iz bırakırken gözden kayboldu. Şimdi yine Savaş'ın sesi doldurdu kulaklarımı. Yumrukların aralığı seyrelmişti, şiddeti azalmıştı ama kesilmemişti.

"Kimsin lan sen!" diye sayıklaya sayıklaya dövüyordu altındaki çocuğu. Ayaklarım ileri atıldı ve hızla onun yanına yetiştim.

Berat'ın yüzüne inmek için bir kez daha kalkan yumruğunu havada yakalayıp "Yeter!" diye bağırdım. "Öldüreceksin herifi."

Neyse ki beni zorlamadan durdu. Transtaymış da benim sesimi duyunca transtan çıkmış gibi mavileri, altındaki bedenden sıyrılıp bana uzandı. Sonra bir kez daha altındaki bedene baktı. Hiçbir şey söylemedi, elini usulca elimden çekti ve ayağa kalktı. Parmaklarından elime bulaşan kana baktım bir süre. Sonra bakışlarım kanın kaynağına indi. Ruhu bedenini terk etmiş gibi yatıyordu yerde öylece.

"Tabi hâlâ öldürmediysen!" diye mırıldandım ve yere diz çöküp, Berat'ın boynuna götürdüm parmaklarımı. Yüzü, gözü, her yeri kan içindeydi. Dudağının kenarından sızan kan, yanağı boyunca kayıp yere akıyordu; burnundan da aynı şekilde... Kanlı yüzünden yaraların nerede olduğunu çıkaramıyordum ama kaşında ve elmacık kemiğinde açılmaların olduğunu az çok seçebiliyordum.

Nabzını hissetmek için birkaç saniye boynunda nabzın kaynağını arayan parmaklarım, o minik hareketi yakaladığında rahat bir nefes verdim.

Ölmemiş olduğunu bilmenin rahatlığıyla elimi hızla bedeninden uzaklaştırdım ve ayağa kalktım.

Başımı çevirip Savaş'a baktığımda, artık daha fazla şaşıramam dediğim bir noktada olduğumu düşünüyordum. Ta ki gözlerimin gördüğü manzaraya kadar.

Savaş, benim yere devirdiğim herifin yanına gitmiş, kalkmasına yardım etmek için elini uzatmış ayakta, o adamın elini tutmasını bekliyordu. Yerde yatan adam yavaşça yattığı yerden doğruldu ve bir Savaş'ın yüzüne bir de eline baktı... Kanlı eline.

Sonra yüzünü buruşturdu ve "Çek şu iğrenç elini gözümün önünden." diye homurdandı. Savaş umursamazca omuz silkti. "Keyfin bilir dostum."

Önümdeki manzara birleşen tüm yapboz parçalarını yerinden söküp etrafa saçtığında, en azından parçaları kaybolmasın diye konuştum.

"Burada tam olarak neler dönüyor?"

Çatılı kaşlarımın arasından sorduğum bu soru ikisinin de bakışlarının bana dönmesine neden oldu. Savaş tam dudaklarını açıp konuşacakken, yerde oturan adam ondan önce davranıp "Seni küçük aptal! Akşam güzel bir kızla randevum var ve işler yolunda gitmezse bunun hesabını sana sorarım." diye homurdandı. Savaş'ın yüzünde olan gözlerim konuşan adama döndüğünde, bir eliyle belini tutarak ayağa kalkmaya çalıştığını gördüm. O an neyi ima ettiğini anladığımda yüzümü buruşturmadan edemedim.

Bakışlarım yeniden Savaş'ı buldu. Bana doğru geliyordu. Tam önümde durduğunda, gözleri kısaca yerde yatan Berat'a kaydı ama çok kalmadan yeniden kahvelerime karıştı.

"Bu manzaraya şahit olmanı istemezdim, üzgünüm."

Sesinde; alev alev yanan öfkenin sönüp, yerimi mahcubiyetin kapkara dumanlarına bıraktığı bir ifade vardı. Gözlerindeki yangın sönmüştü. Savaş'ın kıyameti dinmişti.

Benim de gözlerim kısaca yerde yatan Berat'ı buldu. Bir ölü kadar cansız görünüyordu ama yaşamını bizzat kendi parmaklarımda hissetmiştim.

Yeniden mavilerin dalgalarına çarptı kahverengi kayalarım. Sertçe çarpmıyorlardı artık o kayalar. Ne öfkenin sertliği kalmıştı o mavilerde ne de acının...

"Sorun değil..." diye mırıldandım. Burada gördüklerimin benim için ağır şeyler olduğunu düşünüyor olmalıydı. Değildi... Çok daha ağırları ezip geçmişti benim ruhumu.

Çok daha sancılı ve kanlı...

Gözlerim yeniden ayağa kalkmayı başarmış ama belini tutmaya devam eden adama kaydı. Savaş aklımda dolanan soru işaretlerini gördü ve ben sormadan cevapladı.

"Altuğ. Yakın bir arkadaşım. Güney'e göz kulak olmak, arada onu frenlemek için onlarla takılıyor. Beni arayıp durumu haber veren oydu."

Biraz önce dağılan yapboz parçaları, Savaş'ın sözleriyle bir daha dağılmamak üzere yapıştı ve paketlenip rafına kaldırıldı. Başımı sallamakla yetindim.

"Bana bir özür artı teşekkür borçlusun."

Adının Altuğ olduğunu öğrendiğim adamın söylediklerin karşılık kahvelerim ona döndü, 'Ciddi misin?' der gibi baktım. Hâlâ belini tutuyorken "Ne?" diye sordu ve devam etti.

"Ben Savaş'a haber vermeseydim şu an çok berbat bir planın kurbanı olmuştun bunun için teşekkür etmelisin. Ayrıca... Belimi kırdın."

Durup yüzünü buruşturdu ve baştan aşağı süzdü beni.

"Hem... Sen o minik bedeninle o hareketi nasıl becerdin?"

Arka arkaya konuşması üzerine gözlerim kısıldı. "Sana hiçbir şey borçlu değilim." dedim başımı iki yana sallayarak. "Özür falan da dilemeyeceğim, hayır unut bunu."

Dehşete düşmüş gibi bir hâl aldı suratı ve "Hah! Şu küstaha da bakın! Ben olmasam adamlar seni çiğ çiğ yiyecekti be!" diye carladı. Evet bildiğiniz carladı.

Savaş'ın yanından geçip iki adımla Altuğ'a yaklaştım ve "Madem çok yardım etmek istiyordun o zaman beni otobüsten atmalarına engel olsaydın! Bak işte o zaman teşekkür etmeyi düşünebilirdim. Bir de adamı işinden olursun diye tehdit etmişsiniz. Gelmiş hâlâ, yok teşekkür borçlusun, yok özür borçlusun... Var mı başka bir emrin?" diye bağırdım sözlerimin aramıza sessizliğin boğuk bir isle kaplı duvarını öreceğini, alacağım cevabın asla beklemediğim yerden geleceğin bilmeden.

"İyi de senin otobüsten indirilmen bizim planımızın bir parçası değildi ki."

💎🎭

Nasıl buldunuz?

Nasıl yani, kimin planı olabilir ki?

Zaman ayırıp okuyan herkese sonsuz teşekkürler 💖


Loading...
0%