@saniyesolak
|
Sellam✨ Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın❤️ Keyifli okumalar diliyorum😽 💎🎭 "İyi de senin otobüsten indirilmen bizim planımızın bir parçası değildi ki." Şaşkınlık, en saf haliyle damarlarımda geziyordu kanımla beraber. Santim santim her hücremi yakarak ilerliyordu. Kulaklarıma ilişen bu sözcükler Altuğ'un sesiyle bir kez daha yankılandı zihnimde. Şimdi şaşkınlık yaka yaka ilerlediği damarlarımdan dışarı taşmış, yara yara derimin altından geçip dışarı çıkmış, karşımda vücut bulmuş bir şekilde bana bakıyordu. Yüzüme sert bir tokat indirdi, algılarım açıldı. Altuğ'un söyledikleri beynimin kanallarından merkezine ulaştı. "Ne demek, sizin planınızın bir parçası değil?" Şaşkınlık bu kez burun deliklerimden girip ciğerlerime karışmış, ses tellerimi çınlatıp sesimle beraber yeniden dışarı çıkmıştı. Şaşkınlık gitmiyordu, bitmiyordu. Karşımdaki adam omuz silkip "Basbayağı!" dedi umursamaz bir sesle. "Bizim planımız otobüsün yolunu kesip seni öyle almaktı. Otobüs durduğunda ve sen indiğinde inan çok şaşırdık. Ama böylesi benim işime geldi. Daha az hasarla kurtuldun bu seferlik." Pekâlâ, otobüs olayını düşünmeyi sonraya ertelemeliydim. Biraz önceki adrenalinle baş ağrımı unutmuştum ama şimdi yeniden hatırlatıyordu kendini. Ve bütün bu olanları aklım almakta zorlanıyordu. Elimle alnımı ovalarken "Peki sizin planınızın devamında beni ne bekliyordu?" diye sordum. Üzerime bir ağırlık çökmüştü sanki. Dudaklarım bile aralanıp kelimeleri dışarıya taşımaya acizmiş gibi hissediyordum. Bir kez olsun bir şeyler normal olamaz mıydı? O otobüsü onların durdurmuş olmasını bile normallikten sayabilirdim. Ama yeter ki bir şeyler bu kadar üst üste yığılıp üzerime gelmesin. "İşte onu tam olarak ben de bilmiyorum. Kaçan o iki dingil yapacaktı ne yapacaksa. Berat ve ben sadece seni almalarına yardım edecektik. Tabi ellerinde bir resim olmayınca, seni tanıyan birisi olsun onların yanında dediler." Gözlerimi kapatıp bir süre duyduklarımı zihnimde tarttım. En fazla ne kadar ileri gidebilir ki bile diyemiyordum. Hazal'ın durumu geliyordu gözlerimin önüne, iğrençlikte sınır tanımadıklarını bir kez daha fark ediyordum. "Unuttuğunuz küçük bir ayrıntıyı hatırlatmak isterim." Altuğ'un sesiyle başımı kaldırıp ona baktım. Neyi unutmuştuk biz? Çatık kaşlarla ona bakarken onun başı hafifçe yana doğru eğildi ve gözleri arkamda bir noktaya takıldı. Takıldığı noktayı tahmin etmek hiç de zor değildi benim için ama yine de başımı çevirip hâlâ cansız gibi yerde yatan Berat'a baktım. "Biraz daha orada kalırsa bu kez gerçekten ölecek." Göz ucuyla Savaş'a baktım. Umursamazca omuz silkmekle yetindi ve "Hastaneye yetiştirirsen ölmez." dedi. Sesindeki umursamazlık yaşam, acımasızlık ölüm kadar gerçekti. "Tamam o zaman yardım et de arabana taşıyalım." dedi Altuğ adımları bizden tarafa doğru gelirken. Ama geldiği yer bizim yanımız değildi, Berat'a gidiyordu. Savaş Altuğ'un sözlerini hiç umursamadan üzerindeki siyah tişörtün ensesinden tuttuğu gibi çekip çıkardı. Hazırlıksız yakalandım... Spor, hayatının önemli bir noktasını kaplıyor olmalıydı. Derisinin altında saklı olan kasların, bu denli belirgin olmasının başka bir açıklaması olamazdı. Sanki resim ve heykel ile ilgilenen biri değil de dövüş sporları ile ilgilenen biri gibiydi. Attığı yumruklara bakınca da bu tezim destekleniyordu. Ya hobi olarak dövüşüyordu ya da kum torbasıyla fazla haşır neşirdi. Tişörtünü neden çıkardığını sorgulamama gerek yoktu. Tişörtünden sızıp tenine yapışan kan damlaları nedenimin cevabıydı. Bana sırtını dönüp arabasına doğru yürümeye başladığında onu süzdüğümden habersizdi. İşin doğrusu bende onu süzdüğümden habersizdim. Gözlerim dalmıştı ve hallerinden hiç şikayetleri yokmuş gibi çekilmiyorlardı onun her adımında kasılan sırt kaslarından. Beni içinde süründüğümüz ana çeken şey önümde sallanan beyaz bir şey ve Altuğ'un ima dolu sesiydi. "Al şunu sil ağzını, salyaların aktı." Gözlerimi önünde sallanan şeye odakladığımda onun bir peçete olduğunu fark etmemle gözlerimi devirdim ve yan gözle Altuğ'a baktım. "O peçeteyi sana yediririm." Peçeteyi önümden çektiğinde söylediğim şey onu zerre etkilememişti. Bir adımla yanımdan çekilip önüne geçti. Bir adımlık mesafe vardı şu an aramızda. Gözleri kısaca omzumun üzerinden Savaş'a kaydı ve yeniden beni buldu. "Sana bilinen bir gerçeği söyleyeyim burslu kız." Sustu... Merakımı körüklemek ister gibi baktı gözlerimin içine. Kısılı gözlerimden hiçbir ifade toplayamadan elleri boş döndüğünü biliyordum. Duygu ve düşüncelerimi gizlemek konusunda ustaydım ben... Ama bu merak ettiğim gerçeğini değiştirmiyordu. Sessiz kalıp onun devam etmesini bekledim. "Yasemin Koçer, Savaş'a takıntılı bir şekilde aşık." Habersiz açılmış bir ateş hattında çırılçıplak kalmış gibi hissettim kendimi. Çok şaşırdım, gözlerime dikkatle bakan Altuğ'dan saklayamadım bu şaşkınlığı. Ses tellerim benden bağımsız çınladı, dilim benden habersiz şekillendi, dudaklarım benden habersiz aralandı. "Güney..." Tek söyleyebildiğim buydu. Yasemin, Güney ile sevgiliydi ve sevgilisinin kuzenine aşıktı... "Biliyor... Ama o bu durumu sorun etmiyor. Savaş'ın Yasemin'e asla karşılık vermeyeceğini biliyor. Ayrıca istediği zaman sevdiği kadının bacakları onun için aralanıyor. Okulca bilinen sevgili de o olduğu için bu durumu sineye çekti." Kısık bakan gözlerimle bir süre yüzüne baktım, sözlerini zihnimde tarttım. Bu bilgi benim ne işime yarardı ki? Hiç... Omuz silktim ve hafif yana eğilmiş olan başımı doğrultup "Bunu bana neden anlatıyorsun ki?" diye sordum umursamaz bir sesle. Gözlerini devirdi sözlerimin üzerine. Sözlerim gözlerinin altında ezildi. "Sana bunları anlatıyorum çünkü Savaş ile fazla yakınsınız. Kendi iyiliğin için... Savaş'tan uzak durmalısın." Kaşlarımı çattım. Yüzünde gezen bakışlarım dünyanın en saçma şeyini duymuşluğun tuhaflığına büründü. Savaş ile yakın falan değildik biz, ki o fazla yakınsınız diyordu. Bu tamamen saçmalıktı. "Savaş ile yakın falan değiliz biz." Sesim istemsizce yüksek çıktığında yüzünü endişeli bir ifade kapladı. Bakışları arabasının bagajında bir şeyler arayan Savaş'a kaydı. Bizimle ilgilenmediğini görünce gözleri yeniden beni buldu ve bana doğru biraz daha yaklaşıp iyice dibime girdi. "Yasemin'in hesaplarında siz fazla yakınsınız. İnan bana onu rayından çıkarmak istemezsin burslu." 'Burslu' sıfatına takılmadan sadece söylediklerine odaklandım. Yasemin'i rayından çıkarmak istemez miydim gerçekten? Hayır isterdim... Beni tanımadan benimle uğraşmaya çalışmasını izlemek eğlenceliydi. Sınırlarını görmek istiyordum. Bana en fazla ne yapabilir ne kadar ileri gidebilirdi ki? Bunu görmek istiyordum. Dudağımın yana doğru kıvrılmasıyla yanak kaslarım gerildi. Bakışlarıma bir tilki kurnazlığının çöktüğünü hissettim. "O zaman Yasemin Koçer'e yakınlık nasıl olurmuş göstermem gerekecek." Sözlerim onu bir süre susturdu, kaşlarının arasında derin bir çukur oluştu. O çukura sözlerimin ona yapıştırdığı şaşkınlığın isli dumanı dolmuştu. Dudakları önce aralandı bir şey söylemek ister gibi. Sonra geri kapandı. Tekrar aralandığında kızgınlık şaşkınlığı yerinden defetmişti. "Sen beni duymuyor musun? Yasemin ile inatlaşırsan zararlı çıkan sen olursun aptal." Dudaklarımdaki gülümseme yerini korurken bakışlarıma bir ima bindi ve köşe bucak tüm ifademi kapladı. "Beni mi düşünüyorsun sen?" Dudaklarımın hareketlerinden can bulan kelimeler onun duymayı bekledikleri değildi. Gözlerini devirdi. Kolları göğsünde bağlıyken bakışları kısa bir anlığına Savaş'a kaydı ve yeniden gözlerime odaklandı. "Düşündüğüm kişi sen değilsin, Savaş. Bir kişiye daha onun yüzünden zarar gelirse Güney gibi onu da kaybederim." Sözleri ile eş zamanlı olarak bakışları durgunlaştı. Gözlerinin önünde sergilenen bir sahne vardı ve hipnoz olmuş gibi o sahneyi izliyordu sanki. Gözlerime bakıyordu ama gördüğü şey gözlerim değil gibiydi, o sahneyi görüyordu. Sözlerinin ne anlama geldiğini düşündüm. Bir kişiye daha onun yüzünden zarar gelirse Güney gibi onu da kaybederim. Bu ne anlama geliyordu? Kime Savaş yüzünden ne olmuştu? Çatılan kaşlarımla alnımda çatlaklar oluşurken, düşüncelerim gözlerime yansımış mıydı bilmiyorum. "Ne demek istiyorsun?" diye sordum. Gözlerime yansımadıysa bile sesime yansımıştı o düşünceler. Umursamaz bir ifade çizmeye çalışsa da şu an gözlerinin önünde sergilenen oyunda onu sarsan ayrıntılar olduğunu görebiliyordum. Omuz silkti ve gözlerini kırpıştırıp bakışlarını gözlerimden çekti. Bir adım geriye gidip bana sırtını döndü. Adımları Berat'ın yanına doğru ilerlerken son kez omzunun üzerinden bana bakıp "Savaş'a Bade'yi sor." dedi kısık bir sesle. Bade? Bade de kimdi? Sürekli türeyen, bilinen bilinmeyen bu isimlerden çok sıkılmıştım. Ona tam Bade'nin kim olduğunu soracaktım ki o benden önce davranıp Savaş'a seslendi ve benim laflarımı ağzıma tıktı. "Savaş, hadi dostum." "O piçi arabama alacağımı sana düşündüren ne?" Sorgulayıcı bir sesle konuşan Savaş'ın sesi olması gerektiğinden daha yakındı. Başımı çevirip ona baktım. Üzerine siyah bir tişört giymiş, arabasının kaputuna yaslanmış bize bakıyordu. Bizi duymuş muydu? Altuğ onun duyması konusunda çok endişeliydi. Bunu gözlerinde görmüştüm. Bu kadar endişeye kapılıyorsa duymadığından emin olmuş olmalıydı. Bir ayak bileğini diğerinin üzerine atıp kollarını göğsünde bağladı ve buz gibi hissettiren bakışları kısa bir anlığına yerde yatmaya devam eden Berat'a kaydı. Bakışlarının sonraki durağı Altuğ'un gözleriydi. "O benim arabama binemez." Altuğ Savaş'ın sesiyle olduğu yerde durup başını çevirerek baktı Savaş'a hayret dolu gözlerle. "Öldüresiye dövdün çocuğu Savaş, ne demek o benim arabama binemez?" Savaş'ın gözleri kısılırken bakışlarına binen tehlikeyi olduğum yerden net bir şekilde görmüştüm. Başı hafif bir açıyla yana eğilirken yine o tanıdığımı sandığım Savaş kimliğinden sıyrılmıştı. İşin doğrusu bu halinin çok çekici olduğunu kabul etmem gerekirdi. "Bana hak etmediğini söyleyemezsin Altuğ. Ölüyor mu? Bırak ölsün, umurumda değil. Ya da bir taksi çağır... Ne yapıyorsan yap, ben karışmıyorum. O orospu çocuğu benim arabama binemez." Altuğ'un bu noktadan sonra söyleyebileceği tek bir kelimesi bile kalmamış olmalıydı. Onun yerinde olsam benim kalmazdı açıkçası. Ve Savaş'ın haklı olduğunu düşünüyordum. Altuğ sıkıntılı bir nefes verip cebinden telefonunu çıkardığında Savaş'ın bakışlarının ağırlığını yüzümde hissettim. Denizden esen tatlı bir meltem suratıma tatlı tatlı dokunmuştu sanki. Gözlerim yavaşça onun okyanuslarına karıştı. Esen meltemin peşinden o okyanusun içine dalmış gibiydim. Ne zaman gözlerine baksam hissettiğim bu oluyordu. Nasıl veya neden... Hiçbir fikrim yoktu ama oluyordu işte. Öyle ki sanki okyanustan taşan dalgaların sesleri kulaklarıma dokunuyordu. Tanrım, bu his bana aklımı kaçırtabilirdi. "Gidelim mi?" Sesinde biraz önce nefes alan hiddetin soluk borusu kesilmiş, hayattan koparılmıştı. Bir dinginlik doğmuş, yeni doğan bebeğin hayata merhaba derken attığı çığlıklar gibi çığlıklarla inletiyordu ortalığı. Çığlık diyordum ama bu ses kulağa efsunlu gibi geliyordu... Hoş ve bağımlılık yapıp sürekli işitmek isteyeceğin türden. Başımı sallamakla yetindim. Düşüncelerimin kaydığı noktalar dudaklarımı mühürlemiş, konuşmaya dermanım kalmamıştı sanki. Adımlarım Savaş'ın yanına doğru hareket ederken gerimde bıraktığım, biri ölesiye dayak yemiş iki kişiye ne olur diye düşünmeden arabanın yolcu koltuğuna oturdum. Çok geçmeden Savaş da yanımdaki yerini almış, arabayı sağlam bir manevrayla döndürüp okula doğru sürmeye başlamıştı. Bir süre ikimiz de konuşmadık. Bakışlarım ön camdan akan yolu izlerken aklımda tek bir düşünce tek bir isim vardı. Bade... Kimdi ve ne olmuştu? Evet bu konu beni o otobüsten kimin attırdığından daha çok merak sınırlarımı delik deşik ediyordu. İpin bir ucunun Yasemin'de diğer ucunun Savaş'ta olduğunu anlamamak için aptal olmak gerekirdi. İpin ortasında kalıp zarar gören kişi de Bade denen kız olmuştu. Ben daha bir yapboz parçasını tamamlayamadan bir yenisi geliyordu önüme ve yeni gelenlere yer açmak için kenara ittiğim diğer yapbozların parçaları kaybolur diye korkuyordum. Beni zayıf düşürecek en ufak bir ayrıntıya dahi tahammülüm yoktu. Savaş'a şimdi sorsam... Bu iyi bir fikir olur muydu emin değildim. Sarsılmaz bir görüntü sergilese de durum bundan çok uzaktı, bunu hissedebiliyordum. Beni kurtarmaya geldiği bu yerde benden daha çok hasar alarak geri dönüyordu. Bu hissin kalbime yavaşça battığını hissettim. Rahatsız edici derecede değildi ama varlığını da belli ediyordu. Bakışlarımı camdan çekip Savaş'a diktim. Bu his beni neden rahatsız ediyordu ki? Cevapsız sorulara bir yenisi daha... Bu ülkeye ayak bastığımdan beri ne kadar da çok cevaplayamadığım soruların duvarlarına çarpar olmuştum öyle. Cevaplanmayan her soru seni bir sıfır geri atardı. Benim soru işaretlerim bu kadar fazlayken ben kaç sıfır gerideydim şu an? Ve işte bir cevapsız soru daha... Kuruyan dudaklarımı ıslatıp konuşmaya hazırlandım ama sesim işlevini yerine getirmedi, konuşamadım. Benim yerime arabada kol gezen sessizliği delip geçen Savaş oldu. "Okula gidiyoruz ama istemezsen seni evine de bırakabilirim. Ya da istediğin başka bir yere..." Sesini duyduğum an bakışları yoldan çekilip bana kaymış, bir saniye yüzümü taramış ve ardından yeniden yola odaklanmıştı. Kahvelerim profilini izlerken "Okula gidelim." dedim. Saçma sapan bir olay yüzünden ilk derse geç kalmıştım zaten, en azından diğerlerini kaçırmamalıydım. Eğer özel bir okuldaysanız ve okulunuzda bursluları ciddi bir şekilde ayırıyorlarsa, ki sınıf listesinde bile adımın yanında 'burslu' yazıyordu, dersleri kaçırmamak tek şansınız. Tabi okulu önemsiyorsanız. Ben önemsiyordum. Fazlasıyla... Ve kaçırdığım derslerin notlarını bana verecek tek bir kişi bile yoktu koskoca lanet olası okulda. Profilini izleyen bakışlarım daha fazla orada kalmanın sağlıklı bir şey olmadığının farkına varmış ve çekilme kararı almışlardı. Yeniden önüme döndüm ama dikkatimi çeken bir ayrıntı bakışlarımı Savaş'ta tutmaya zorladı beni. Yüzüne değil ellerine, direksiyonu sımsıkı kavramış olan ellerine. Açık olan pencereden içeriye giren rüzgâr saçlarımı uçuşturuyor, gözlerimin önüne tel tel perdeler örüyordu saçlarımla. Saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırıp gözlerimi Savaş'ın ellerinden çekmeden camı kapattım. Rüzgâr kesildiğinde Savaş'ın bakışlarının yüzüme döndüğünü hissetsem de onu umursamadan ellerine uzandım. Direksiyonda olan iki elinden birini avuçlarımın arasına alıp kendi önüme doğru çektim ve üzerindeki açık yaralara daha yakından baktım. Eklemleri açılmıştı ve ellerinin üzeri tamamen kan olmuştu. Yaraların üzerini parmaklarımla okşarken bunu neden yaptığımı sorgulamadım. Bir tane daha cevapsız soruya ihtiyacım yoktu. Ve ben bir şeyleri ne zaman sorgulasam matruşka bebekleri gibi sürekli yeni soru işaretleri türüyordu. Matruşka bebeklerinin sonu önünde sonunda geliyordu ama benim soru işaretlerim bitmek bilmiyordu. Savaş'ın sessizce ama büyük bir dikkatle bana baktığını hissettiğimde garipleşen durumumuza bir son vermek adına "Önüne bak bana değil. Kaza yapmayı istemeyiz öyle değil mi?" diye mırıldandım. Pekâlâ yaptığım şeyde büyük bir gariplik yoktu. Ellerinde açık yaralar vardı ve pansuman yapılması gerekiyordu. Yaraların benim yüzümden açıldığını var sayarsak... Hayır şu an hiç de garip değildi durumumuz. Bakışlarımı bir an dahi olsa avuçlarımdaki elinden ayırmadan "İlk yardım çantası var mı?" diye sordum. Bu durumun benim için garip olmadığına kendimi inandırsam da Savaş'ın benimle aynı fikirde olduğunu hiç sanmıyordum. Onun gözlerindeki o garipsemeyi görmemeyi tercih ederdim. Avuçlarımın arasından elini çekip "Buna hiç gerek yok İzel." diye mırıldandı. Gözlerinin ağırlığı üzerimden çekilmişti. Ona baktım, Yola odaklanmıştı şimdi. "Gerek var mı yok mu diye sormadım Savaş, ilk yardım çantası var mı diye sordum." Aksi çıkan sesimle birlikte okyanuslarının dingin dalgaları bana dokundu okşarcasına. Karalılığımı ona geçirmek istercesine baktım gözlerinin içine. Pes eden taraf o oldu, mavilerini kahvelerimden kaçırırken, "Bagajda olacaktı." diye mırıldandı. Kazanan taraf olmanın verdiği zaferle dudağımın bir köşesi yukarı kıvrıldı ve "Sağa çek de halledelim şunu." dedim. Bedenimi arabanın izin verdiği ölçüde ona doğru çevirmiş ve sırtımı kapıya yaslamıştım. Saniyelik bir anla gözlerini yoldan çekip bana baktı ve "Okula kadar bekleyebilir öyle değil mi? Daha fazla geç kalmayalım." dedi. Ah, pekâlâ! Okula daha fazla geç kalmamalıydık. Sessizce kabullendim sözlerini. Oturuşumu düzeltip sırtımı yeniden koltuğa yasladım ve gözlerimi, önümüzde akıp giden yola odakladım. Sonra aklıma gelen bir ayrıntı beni yeniden konuşmaya itti. "Hazal ile hiç konuştun mu hafta sonu boyunca?" Sorgulayıcı çıkan sesim bu konuda fazlasıyla düşündüğümü açığa vuruyordu. Hallettiğim o konunun Hazal için ne kadar önemli olduğunu anlamamak için aptal olmak gerekirdi. Ve mesajıma cevap vermeyi geç, görmemişti bile. Ne olmuş olabileceği ile ilgili ihtimalleri önüme dizdiğimde, hiçbirinin de hoşuma gitmeyecek şeyler olduğunu net bir şekilde görebiliyordum. Çünkü hepsinin ucu Aksel ve Güney'e dokunuyordu. "Hayır, nasıl olduğunu sorduğum birkaç mesaj attım onları görmedi ayrıca aradığımda da telefonu kapalıydı." Başımı ona çevirip kısık gözlerimle ve sorgulayıcı bakışlarımla ona baktım ve "Başına bir şey gelmiş olma ihtimali nedir?" diye sordum. Bir süre sessiz kaldı. Sözlerimin onu düşünmeye ittiğini profilinden görebiliyordum. Kafasında tartıyordu bir şeyleri. Güney ile Aksel'i benden daha iyi tanıyordu. Neler yapıp neler yapmayacaklarını benden daha iyi biliyordu. Benim ihtimallerim üzerinden değil de onun ihtimalleri üzerinden gidersek daha doğru bir sonuca ulaşabilirdik. Sonra başını salladı iki yana. "Sanmıyorum. Bunu söylemek hiç hoşuma gitmiyor ama oklar şu an senin üzerinde. Hazal'a yapabilecekleri en kötü şeyi yaptılar zaten, konunun Hazal olmaktan çıktığının hepimiz farkındayız. Bundan sonraki hedefleri sensin İzel." Sözlerinin üzerine bilmiyorum der gibi omuz silktim. "Sen onları benden daha iyi tanıyorsun, umarım haklı çıkasın Savaş." Aramızda geçen son konuşma da buydu. Sağır edici bir sessizlik aramızda kol gezerken bir yerden sonra bu sessizlikten rahatsız olmuş ve arabanın radyosuna uzanmıştım. Denk geldiğim istasyonda eski bir şarkı çalıyordu. Enrique Iglesias & Nicole Scherzinger- Heartbeat. Sevdiğim bir şarkıydı. Sesini biraz daha açıp sessizliğin bizi yutmadan önce kaybolmasının keyfiyle arkama yaslandım ve içimden şarkıya eşlik ettim. Sonunda okula geldiğimizde eşlik ettiğim o şarkıdan ayrı üç şarkı daha çalmıştı. Üçünü de bilmiyordum ama değiştirme zahmetine girmemiştim. Zaten tek amacım sessizlik bizi yutmadan müziğin sessizliği yutmasıydı. Kapalı otoparkta arabayı park ettiğinde arabadan inip arabanın arkasına geçtim ve bagaj kapağını açıp içinden ilk yardım çantasını aldım. Savaş'ın kanlı tişörtü de bagajın içine rastgele atılmıştı. Görmezden gelip bagaj kapağını kapattım ve yeniden yolcu koltuğuna oturdum. Kucağıma koyduğum kırmızı çantanın fermuarını açarken bir kez daha Savaş'ın sesini duydum. "Gerçekten yapmana gerek yok. Önemli bir şey değil zaten." Sadece bakmakla yetindim gözlerine. Bakışlarımdan ona taşınan anlamlar açıktı. Ne kadar itiraz edersen et kararımdan vazgeçmeyeceğim. Bakışlarımdaki ifadeyi aldığında bir elini önüme uzatarak bir kez daha zafer bayrağını benim avuçlarıma bıraktı. Bir parça pamuğa döktüğüm antiseptik ile yaraların etrafındaki kurumuş kanları yavaşça temizledim. Onun mavilerinin bende olduğunu biliyordum. Bilmekten öte... Hissediyordum. Böyle bir şey nasıl mümkün oluyordu bilmiyorum ama o ne zaman bana baksa ben bunu hissediyordum. Bu ayrıntıyı görmezden gelip, ona bakmadan yaptığım işe devam ettim. Yarayı da gazlı bez ile sıkıca sarıp küçük bir bant ile sabitlerken canını yakıp yakmadığımı görmek için yüzüne baktım; tek bir mimik bile yoktu. Bakışlarında büyük bir dikkat ve yoğunluk vardı. Şu an aklından ne geçiyordu? Bildiğimi sandığım hiçbir şeyi aslında bilmiyordum. Onun düz birisi olduğunu zannetmiştim başlarda. Sıradan... Kendi halinde... Pasif... Onu tanıdığımı, ilk gördüğüm anda çözüğümü düşünmüştüm. Ne büyük yanılgıydı bu. Belki bir ifade yakalarım diye baktığım okyanuslarında dibe batmaktan daha öteye gidebildiğim bir yer yoktu. O da bana ifade vermek yerine beni dibe gömmeyi tercih ediyordu. Sormak istediklerim vardı. Annesini sormak istiyordum, Bade'yi sormak istiyordum... Yapamıyordum. Evet ben İzel Hancı... İlk kez bir şeyi yapmaya çekiniyordum. O iki sorunun da Savaş'a kendini iyi hissettirmeyeceğini biliyordum. İşte beni çekinceye sürükleyen de buydu. O kendini kötü hissetsin istemiyordum. Bakışmamızın uzadığını fark ettiğimde, bunu kesmek adına gözlerimi gözlerinden çekip pansuman yapmadığım eline çevirdim. Ya da kahvelerimin gözlerinden çekilirken amacı buydu. Ağına takılan bir görüntüye kadar. Yasemin Koçer... Bir köşede durmuş, bir yanında Aksel bir yanında Güney bizi izliyorlardı. Onları fark ettiğimi fark ettirmeden gözlerimi anında çektim onlardan. Altuğ'un sözleri zihnimde yankılandı. Her şeyden habersiz beni izleyen mavilere bir kez daha baktım. Bundan daha iyi bir fırsat var mıydı? Sanmam. Aklımdan bir düşünce geçti... Üzerinde düşünmedim, sonuçlarını hesaplamadım... Aklımdan geçti ve uyguladım. Aramızdaki dört beş santimlik mesafeyi kapattım. Dudaklarına dokunduğum ilk an hiç beklemediğim bir şey oldu. Kalbim o kadar hızlandı ki bir an duracağını sandım. Oysaki sadece dokunuyordu dudaklarımız birbirine, minicik bir hareket dahi yoktu. Birkaç saniye birbirine yaslı kaldı dudaklarımız. Onun soluğundan akan şaşkınlığı soludum. Beklemediği bu hareketin onu rahatsız ettiğini düşündüm sonra. Tam geri çekilmek için hamle yapacaktım ki, beklemediğim bir şey daha oldu. Belimde ve boynumda dokunuşlarını hissettim, hemen ardından da alt dudağım iki dudağının arasına alındı üst dudağı dudaklarımın arasına yerleşti. Rahatsız olduğunu düşündüğüm anda karşılık vermesi kalbimin atışlarını daha da hızlandırdı. Alt dudağımı emdiğinde, başlattığım öpücük amacının dışına çıktı. Ellerimi omuzlarına yerleştirip bir elimi ensesine kaydırdım ve ensesindeki saçları parmaklarımın arasına dolarken daha derin bir öpücük için başımı sola yatırdım. Dilimi okşayan dilinin bedenime gönderdiği sinyaller, tüylerimi havalandırırken başımı döndürüyordu. Midemden kasıklarıma akan bir ılıklık söz konusuydu ve kasıklarımın sızlamaya başladığını hissedebiliyordum. Kontrol elindeydi, öpüşmeyi yöneten oydu. Halbuki ben başlatmıştım. Şikâyetçi miydim? Bedenimin verdiği tepkiye bakarsak kendimi kandırmanın bir anlamı yoktu; değildim. Aksine dudaklarım bulunduğu yeri sevmiş, onun tutkulu öpücüğüne aynı tutkuyla karşılık veriyorlardı. Ellerinin ensemden saçlarımın arasına kaydığını hissettim. Aynı benim yaptığım gibi saçlarımı avuçladı ve saçlarımdan aşağıya doğru çekerek başımı geriye doğru yatırdı. Hareketi asla canımı yakmıyor, aksine beni etkiliyor, bedenime yayılan sinyallerin şiddetini artırıyordu. Dudaklarımdan bir an olsun kopmadan üst dudağımı dudaklarının arasına alıp emdi ve yaladı. İlk defa öpüşmüyordum, acemi de değildim... Ama çok çabuk etkilenmişti bedenim, ben çok çabuk etkilenmiştim. Öyle ki nefesimi bile kontrol edemiyordum. Saçlarımdaki elleri enseme geri indi ve oradan kayarak yanağıma geldi. Baş parmağı elmacık kemiğimi okşarken öpüşleri yavaşlamıştı. Üst dudağımı bir kez daha emdiğinde baş parmağını alt dudağımda hissettim. Sonra dudaklarımdaki dudakları çekildi ama Savaş geri çekilmedi. Alnını alnıma yasladı. Ne zaman kapandığını bilmediğim gözlerim açıldığında onun mavilerini görmeyi bekliyordum ama hayır, göz kapakları okyanuslarının üzerine gökyüzü misali örtülmüştü. Burnunun ucuyla hafifçe burnumun ucunu okşadı. Hızlı ve şiddetli akan soluklarımız birbirlerine karışıyor, verdiği nefes aldığım nefes haline geliyordu. Sonunda gözleri açıldığında oradan pek çok duygunun geçtiğini gördüm. Ama hiçbirini yakalayamadım. Afallamıştım. Yasemin'in inadına diyerek başlattığım bu öpücüğün bu kadar derinleşeceği, beni bu kadar etkileyeceği aklımın ucundan dahi geçmezdi. Nefeslerim düzelse de kalbimin atışlarının hâlâ düzene bindiğini söyleyemezdim. Savaş'ın baş parmağı bir kez daha alt dudağımı boydan boya okşadı sonra onun kısık sesini duydum. "Bunu neden yaptın?" Asla beklemediğim sorusu karşısında ne diyeceğimi bilemedim. Neden sorguluyordu ki? Rahatsız mı olmuştu, sorgulaması bu yüzden miydi? Ama rahatsız olsa neden karşılık verip dahası öpüşmeyi o kadar derinleştirsindi ki? Ne diyeceğimi bilememenin verdiği o rahatsız edici hissin altında ezilirken ve sorgulamasının içimde bir yerleri incittiğini hissederken bir kez daha konuştu. "Sizi duydum. Altuğ ile seni... Yasemin'in bizi izlediğini bile bile neden yaptın bunu İzel?" Ah! pekâlâ... Bu biraz rahatlamama neden olmuştu. Rahatsız olduğunu düşünmekten çok daha iyiydi bu. Sesi biraz hayal kırıklığı barındırsa da en azından benimle öpüşmekten rahatsız olmamıştı. "Özür dilerim!" diyebildim o an için. Yasemin'in sinirleri ile oynamak için onu öpmüştüm ve sesine yuva yapan hayal kırıklığının nedeninin bu olduğunu biliyordum. Bunun içindi dilediğim bu özür. Alnı alnımda yaslı dururken başını iki yana salladı. "Dileme." "Savaş ben..." Alt dudağımda sabit duran baş parmağı dudaklarımın üzerine yerleşti ve devam etmeme engel oldu. Sonra yine onun sesini duydum. "Bade... Ben lise son sınıftayken ondan hoşlanıyordum. Yasemin'in bana karşı duyguları olduğunu biliyordum ama bunu basit bir hoşlantıdan ibaret sanıyordum. Geçici bir durumdu yani bana göre. Bir gün duygularımı Bade'ye açtım. Çok şaşırdığını hatırlıyorum. "Benim neremi sevdin ki sen? İlgi çekici tek bir yanım bile yok." demişti. Kısa boylu ve gözlüklüydü, ayrıca dişlerinde de teller vardı. Bu yüzden kendini hiç beğenmezdi. Ama yemyeşil gözlerini hep atlardı. Işıl ışıl bakan gözleri hep hayat doluydu. Ona gözlerini anlattım. Hayatımdaki en büyük pişmanlık belki de o an yaşandı. Keşke anlatmasaydım." Duraksadı. Gözlerinden acının geçtiğine şahit oldum. O kızın hâlâ kalbinde bir yere sahip olduğuna... Bade... Bu Altuğ'un bahsettiği isimdi. Savaş'a sor dediği kız... Ben sormadan o anlatıyordu. Bu beni biraz rahatlattı. Merak ettiğim bu konuyu ona nasıl soracağım derdinden kurtulmuştum en azından. Sessiz kaldım, onun devam etmesini bekledim. Artık eli dudağımda değildi, yanağım avucuna yaslanmış durumdaydı ve o yanağımı okşuyordu. Alnı alnımdan ayrılmıştı ama hâlâ yakındık. Derin bir nefes aldı ve yutkundu, devam etti. "Ertesi gün Bade okula gelmedi. Ondan sonraki gün ve ondan sonraki gün de... Bade ona açıldığım günden sonra bir daha okula hiç gelemedi. Mesajlarıma dönmedi, telefonlarımı açmadı. Bir hafta sonra evlerine gittim. Taşınmışlardı. Neden? Hiçbir fikrim yoktu. Ona ettiğim çıkma teklifini kabul etmişti oysaki. Gittiğini öğrendiğimdeki duygularımı sana anlatamam İzel. O kadar çok duygu bir aradaydı ki, hangisini dışarı vuracağımı şaşırmıştım." Yine bir sessizlik... Hepsi bu muydu yani? Eee Yasemin bu olayın neresindeydi? Bakışlarımın sorgulayıcı bir hâl aldığını gören Savaş, hepsi bu kadar değil dercesine devam etti konuşmaya. "Gerçeği çok sonra öğrendim. Yasemin en fazla ne yapabilir diye düşünüyorsun değil mi? Ne kadar ileri gidebilir ki en fazla? Ben söyleyeyim sana İzel. Bade'nin iki gözünü de kalemle oydu. Sırf ben o gözlere hayranım diye..." Ağzım açık, söylediklerini algılamaya çalışıyorum. Bade'nin iki gözünü de kalemle oydu. Sırf ben o gözlere hayranım diye... Gözlerim biraz önce Yasemin'in gördüğüm yere kaydı. Yoktu... Gerçekten bu kadar ileri gidebilmiş miydi? Bu... Bu resmen psikopatlıktı, Hastalıklı bir beyne sahipti ve öylece insanların arasında dolaşmaya devam mı ediyordu yani? Ellerimi Savaş'ın üzerinden çekip geri çekildiğimde Savaş da ellerini benden çekmişti. Sırtımı koltuğa yaslayıp bir süre sessiz kaldım ve biraz önce işittiklerimi zihnimde tarttım. Hayır Yasemin'den hâlâ korkmuyordum. O kız gözlerimin önünde cinayet işlese yine beni korkutamazdı. Ben İzel Hancı, içinde İzem Hancı'nın ruhunu taşıyan kızdım. Kendi celladımdan korkmuyorken Yasemin Koçer'den korkmam çok ironik olurdu. Pekâlâ artık o kız hakkında basit düşünmeyecek, adımlarımı dikkatli atacak, gelecek olan hamlelerini hafife almayacaktım. Bugün Altuğ'un önlediği planı düşündüm. Beni her ne bekliyordu bilmiyorum ama tehlikenin boyutu artık daha net gözlerimin önünde seriliydi. Alt dudağımı dişlerimin arasına kıstırdım. Dilim dudağıma değdiğinde damağıma dağılan tat... Biraz önceki öpüşmeden dolayı dudaklarıma sinen Savaş'ın tadıydı. "Olay öylece kapandı mı yani? Herhangi bir yaptırımı olmadı mı bu yaptığının?" İkimizin de bakışları karşıdayken bir süre sessizliğini korudu. Ne düşünüyordu şu an merak ediyordum. O kızın gözlerine hayran olduğunu söylemişti. Ben hayran olduğum için demişti... Suçluluk hissettiğini anlamam için gözlerine bakmama gerek yoktu. Yerinde kim olsa suçluluk duyardı. Peki ya başka? "Akıl sağlığının yerinde olmadığına karar verildi. Bir yıl hastanede yattı. İyileştiği söyleniyor ama ben buna inanmıyorum. Yasemin'de hiç pişmanlık yoktu, aksiye yaptığı şey ile övünüyordu. Onun ruhunda var bu yan, o yanı oradan hiçbir şey söküp alamaz. Sana anlatmaya çalıştığım şey buydu. Yasemin'in inadına hareket etme, bırak kazandığını sansın." "Ondan korkmuyorum Savaş." "Ama korkmalısın." Sesiyle beni bastırmaya çalıştı ama altta kalmaya niyetim yoktu. Başımı hızla ona çevirdim. Onun yüzü zaten bana dönüktü. "Savaş... Sen beni tanımıyorsun. Beni tanısaydın korkması gereken kişinin ben değil Yasemin olduğunu anlardın." Sustu... Sustum... Sessizlik aramızda çığ gibi büyüdü. Biz sustuk bakışlarımız çığlık çığlığa konuştu. O benim bu işi inada bindirmemi istemiyordu, ben vazgeçmiyordum. O benim Yasemin'e boyun eğmemi istiyordu, ben Yasemin'in boynunu ezmek istiyordum. O Yasemin'in bana yapacaklarından korkuyordu ama benim Yasemin'e neler yapabileceğime dair en ufak bir fikri yoktu. O beni masum sanıyordu ama beni gerçekten tanısa, nefret edeceği bir karaktere sahip olduğumdan hiç haberi yoktu. İzem Hancı'dan hiç haberi yoktu... "Boş versene senin yerine ben yeterince korkuyorum." Sesindeki pes etmişlik çok belirgindi. Gözlerindeki de öyle... "Savaş..." diye girdim söze ama elini kaldırıp kesti sözümü. "İzel Ben seni anladım... Ama sen beni anlamıyorsun. Olayları çok hafife alıyorsun, onları çok hafife alıyorsun." Bir yorgunluk çöktü üzerime. Tam pes ettiğini düşündüğüm anda yeniden başa sarıyorduk. Başımı önüme çevirip, kucağımda birleştirdiğim ellerime baktım. Ona bunu nasıl anlatabilirdim ki? Nasıl açıklayabilirdim içimdeki öteki beni? Kuruduğunu hissettiğim dudaklarımı ıslattığımda yine aldığım tat bana ait değildi. Bu durum kalbimin sıkışmasına neden oldu. Onu öpmek beni heyecanlandırmıştı, bundan hoşlanmıştım bunu inkâr edemezdim. Yutkundum. Şu an içinde olduğumuz konudan çok daha başka bir soruyu döktü dudaklarım. "Bana neden karşılık verdin Savaş?" Yüzüne bakmasam da şaşırdığını biliyordum. Durmadım, devam ettim. "Madem Yasemin'in orada olduğunu biliyordun... Ve madem pişman olacaktın, ya da rahatsız her neyse, bana neden karşılık verdin?" "Pişman falan olmadım İzel, rahatsız da..." Aldığım cevap ile bakışlarımı ona çevirdim ve 'Ciddi misin?' der gibi baktım. "Buradan bakınca hiç belli olmuyor Savaş." Başka söyleyecek bir şeyim yoktu. Ona bakmadan arabanın kapısını açıp kendimi dışarı attım. Tanrım, içinde olduğumuz bu duruma inanamıyordum. Resmen... Resmen tartışmıştık... Sevgiliymişiz gibi. Otoparkın çıkışına doğru yürürken Savaş'ın arabadan çıktığını duydum. Adımlarım hızlandı. Ama çok geçmeden kolumdan tutularak durduruldum. Beni kendine bakmaya zorlasa da bakmadım yüzüne. Önüme geçti. Bakışlarımı ayaklarımıza çevirdim. Onun okyanuslarına bakmak, onlarda kaybolmak demekti bunun farkındaydım. O yüzden inatla bakmadım gözlerine. Oysa çenemden tutup başımı kaldırdı hiç zorlanmadan. Karşı koymuştum aslında ya da koyduğumu sanmıştım. Ve işte kaçınılmaz gerçek... Kahvelerim bir kaya misali atıldılar okyanusun içine ve okyanus hiç zorlanmadan yavaşça onları çekti en derilerine. Gözlerimde olan gözleri yavaşça kaydı gökyüzünün bağrından kopan bir yıldız gibi ve düştüğü yer dudaklarımdı. Sonra yüzü yaklaştı yüzüme... Bir sonraki anda dudakları dudaklarımın üzerindeydi, yeniden... Yavaşça hareket edip kavradı üst dudağımı, alt dudağı dudaklarımın arasına kaydı. Boştaki eli belime sarılmış, beni bedenine yaslamıştı. Dudaklarıma sinen tadı kaynağından içmek... Kalbimin bir kez daha sıkıştığını hissettim. Çarpışları birer çırpınışa döndü. Kalbimin atışlarını hissediyor muydu? Tatlı dili bir kez dudaklarımın arasından içeriye sızdığında neredeyse inleyecektim. Son anda engel olmuştum kendime. Geri çekildi. Kapanan gözlerimi açıp mavilerine baktım. Onu ilk gördüğümdeki kadar canlılardı şimdi. Hâlâ endişeyi koynunda gizliyordu bakışları ama en azından onlardaki tanıdık canlılık geri gelmişti. "Senden rahatsız olmam mümkün değil İzel." dedi bir eli yanağımı okşarken. Yutkunduğunu duydum. Sessiz kalıp devam etmesini bekledim. Baş parmağı bir kez daha alt dudağıma kaydı ve boydan boya okşadı. Duyguların ateş hattının ortasında kalmış gibiydim, sıkılan her kurşun bedenime isabet ediyordu. Hangi birini öne çıkaracağımı şaşırmıştım. Hangi kuşunun izi daha hayatiydi? "Sadece korkuyorum, sana da bir şey olacak diye." Dudaklarımı konuşmak için araladım ama baş parmağı bir kez daha dudaklarımı üzerinde konuşlanarak beni susturdu. Savaş devam etti. "İzel bu ne bilmiyorum ama sana bir şey olsun istemiyorum. Hayır bunu hiç istemiyorum. Düşüncesi bile öyle rahatsız ediyor ki beni." Gözüme bir an çok masum geldi. En sevdiği oyuncağı elinden alınmaya çalışılıyormuş da o buna izin vermek istemiyormuş gibi. Tıpkı bir çocuk gibi... Onu rahatlatmak istedim. Son yarım saatte yaşananlar gerçek olamayacak kadar uzak bir ihtimal gibi geliyordu. Anlam veremiyordum. Yasemin'in sinirlerini bozmak için yaptığım bir hareketin bizi bu noktaya taşıdığına inanmak zordu. Anlamak da... Üzerine düşünmedim. Düşünmemek o an için işime geldi. "Korkmak size yakışmıyor Savaş Kalkavan Bey! Unuttunuz mu ben Kahraman Hancı'nın kızıyım. Bana kim ne yapabilir ki?" Okulda ilk kez sesli bir şekilde dile getirdiği bu gerçeğe birinin daha kulak misafiri olduğundan ikisi de habersizdi. 💎 Badenin iki gözünü de kalemle oydu. Sırf ben o gözlere hayranım diye... Yol boyunca düşünebildiğim tek şey buydu. Hayır korktuğundan değil... Sadece ihtimalleri değerlendiriyordum. Elinde kalemle üzerime doğru koştuğunu hayal ediyordum da... Bu kadarına cesaret edeceğini düşünmüyordum. Bir yıl boyunca ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde yatmış birisi oraya geri dönmek istemezdi öyle değil mi? Bu kadarına cesaret etmezdi ama ne kadar ileri gidebilirdi? İşte bu kocaman bir soru işaretiydi. Umursamadığım bir soru işareti... Yasemin bana zarar veremezdi. En fazla bunun girişimlerinde bulunabilirdi ama daha ötesine gidemezdi. Bu yüzden bu konuyla gündemimi meşgul etmeye gerek duymadım. Daha önemli şeyler vardı: Otobüsten beni attıran kişi kimdi mesela? Ya da bu hafta içinde babam gelecekti? Evet gündemimi meşgul etmesi gereken konular tam olarak bunlardı... Derin bir nefes alıp anahtarımla kapıyı açtım ve eve girdim. Otobüsle değil de taksiyle geldiğim için yolculuk çok daha kısa sürmüştü. Savaş bırakmak için çok ısrar etse de kabul etmemiştim. Düşüncelerimi toparlamak için onun mavilerinden uzak kalmam gerekiyordu. Öpüşmüştük... İki kez... Ve onun söyledikleri... Tadını dudaklarımda hissettiğimdeki kalbimin ritmi... Bunların hepsini toparlayıp düşünmeliydim. Mavilerine bakarken ya da mavilerini üzerimde hissederken, duru bir şekilde düşünmemin imkânı yoktu bu konuyu. Yol boyu düşündün mü derseniz... Hayır... Yol boyu düşünme kotamı Yasemin ve olası ihtimaller doldurmuştu. Bu yüzden bu konuyu düşünmeye fırsatım olmamı... Ah kimi kandırıyordum ki? Konudan kaçmak için zihnimi Yasemin'e odaklamıştım. Sabahtan beri olan şeyleri üst üste diziyordum da... En sonunda olanları en tepeye koyduğum an sert bir rüzgâr esiyor, hepsi birden devriliyor ve altında ezilen ben oluyordum. Salona adım attığımda evde kimse yokmuş gibi sessizdi ev. Başta gerçekten eve yalnız olduğumu düşünsem de kulaklarıma dolan ayak sesleri yalnız olmadığımı gösteriyordu. Adım seslerinin geldiği yere bakışlarımı çevirdiğimde odağıma Gece girdi. Altında siyah eşofmanı üzerinde beyaz kolsuz tişörtüyle ve dağınık saçlarıyla yataktan yeni kalkmış gibi duruyordu ama onun yeni kalktığı bir yer varsa o ancak bilgisayar başı olurdu. Dağınık saçlarından parmaklarını geçirip onları biraz daha karıştırırken "Erken geldin?" dedi sorgular gibi. Sesindeki yorgunluğun pürüzleri kulaklarımı tırmalıyordu. Önüme gelen saçlarımı geriye attım ve bakışlarımı Gece'den çekip kendimi hemen yanımdaki koltuğa attım. O kadar yorucu bir gün olmuştu ki benim için. Bir yerden sonra migrenin başıma emaneti olan ağrıyı bile unutmuştum. Başımı koltuğun arkasına yasladım ve ayaklarımı önümdeki sehpaya uzatıp kollarımı göğsümde topladım. "Bugün başıma neler geldi inanamazsın Gece." Mırıldanır gibi çıkan sesimi duyduğundan emindim. Adımları gittikçe yaklaştı ve tam yanımda durdu. Kapalı olan gözlerimi araladığımda ayaklarımı uzattığım sehpaya oturduğunu gördüm. Yosun tutmuş denizleri sorgulayıcı bir hâl alırken dudaklarından dökülen kelimelere de yapışmıştı o sorgulayıcı ifade. "Neler geldi?" Omuz silktim ve gözlerinde olan gözlerimi tavana çıkardım. "Hangisinden başlamalıyım bilmiyorum." Yüzümü buruşturup gözlerimi yeniden Gece'ye çevirdim. "Yasemin ve tayfası beni paketlemek için dört tane herif göndermiş. Bindiğim otobüsün yolunu kesip beni paketleyeceklermiş güya." Güler gibi bir ses çıktı dudaklarımdan, neşeden çok uzak alaya yakın. Sonra devam ettim. "Ama işler birbirine karıştı. Onlar otobüsün yolunu kesemeden otobüs şoförü beni otobüsten attı. Adamı birisi ya da birileri tehdit etmiş ama kim olduklarına dair en ufak bir fikrim bile yok." Savaşlı kısmı atlamıştım çünkü duyarsa delireceği kesindi. Bugün yeterince şey yaşamışken bir de Gece'nin delirmesini çekebileceğimi hiç sanmıyordum. "Otobüs şoförünü seni paketlemeye gelen kişiler tehdit etmiş olamazlar mı?" diyerek ilk yorumunu yaptı. Beklediğimden daha sakindi, aynı zamanda yosunlu denizlerinde yanan alevi de görebiliyordum. Ama benim tanıdığım Gece'nin duyduğu anda küplere binmesi falan gerekiyordu. Bu tepki... İki yaşından beri yan yana olduğum adam için fazla sakindi. Kaşlarım belli belirsiz çatılsa da bunu Gece'ye belli etmeden sorduğu soruya cevap verdim. "Hayır! Başta da söylediğim gibi onların planı otobüsün yolunu kesip beni öyle almakmış." Yosunlu denizlerindeki yangın bu cümlemle harlandı, dişlerini sıktığını belirginleşip kasılan çene hatlarından anlamıştım. "Ben onları bir keseceğim, bir daha siksen düzelemeyecek orospu çocukları." "Hayır, hayır!" diyerek girdim araya. "Sorun onlar değil. Onlar kendi çaplarında beni korkutmaya çalışıyorlar, ama sadece çalışıyorlar. Bundan ilerisi için onların yolları kapalı. Şu an odaklanmamız gereken kişi o otobüs şoförünü tehdit eden kişi. Biliyorsun belirsizliklerden nefret ederim ve bu konu ciddi derecede belirsiz. Gece... Birisi yüzünden dağın başında mahsur kaldım ve bu kişinin kim olabileceğine dair en ufak bir fikrim bile yok." "Ben sana bu konuda yardımcı olayım İz!" Damla'nın sesiyle ikimiz de ona döndük. Omzunu girişteki duvara yaslamış, kolları göğsünde bağlı, kızgın gri gözleriyle Gece'ye bakıyordu. Sarı ıslak saçları üzerindeki siyah sporcu sütyenini ıslatırken Damla bunu nokta kadar umursamadan öylece Gece'ye bakıyordu. Damla ıslak kıyafetlerle kalmaktan nefret ederdi oysaki. Ayrıca neden Gece'ye bu kadar kızgın bakıyordu ve bu konuyla ilgili bana nasıl yardımcı olabilirdi ki? Sonra aklıma bir ayrıntı geldi, bakışlarım sakince Gece'ye döndüğünde onu yakalamıştım. Damla'ya kaş göz işareti yapıyordu. Farkındalıkla dudaklarım şaşkınlığın belirtisini gösterip aralandı. Gece gözlerimin ona döndüğünü fark ettiği saniye ifadesini düzeltip elini önemsiz bir ayrıntıdan bahsedermiş gibi salladı ve "Endişelenme bebeğim, o kişiyi bulmam yarım saatimi almaz." dedi. Bir yandan da yanımdan kalkmış yavaşça benden uzaklaşmaya başlamıştı. Bu hareketi düşüncelerimi haklı çıkardığında "Seni piç kurusu!" diye tısladım deyim yerindeyse. Kendime hâkim olamayıp önümde duran, ayaklarımı uzattığım sehpanın üzerindeki porselen vazoyu kaptığım gibi ayağa kalkıp Gece'ye fırlattım. Gece çevik bir manevrayla vazodan kurtulurken vazo duvara çarpıp tuzla buz oldu. "Bunu yaptığına cidden inanamıyorum Gece!" Sesimdeki hiddet öyle yoğundu ki bağırsam bu etkiyi yakalayamazdım. "Açıklayabilirim bebeğim." dedi temkinli bir sesle ve hareketle. Bir an onun üzerine atlayıp saçını başını yolup kafa göz dalmak çok cazip gelse de bunu yapmadım. Olduğum yerde duruşumu dikleştirip kollarımı göğsümde bağladım ve alt dudağımın iç kısmını ısırıp umursamaz bir havayla omuz silktim. "Sen açıklama bana hiçbir şey Gece. Bırak ben sana nelere sebep olduğundan bahsedeyim." Ona doğru bir adım attığımda oda geriye doğru bir adım atıp aramızdaki mesafeyi korudu. Umursamadım... Fiziksel olmayacaktı benim hamlem. Onun sinir hücrelerinin gerginliğine oynayacaktım ben şimdi. "Otobüsten atıldığımda bir anda karşımda bir araba belirdi ve arabanın içinden dört kişi çıktı. Tahmin et beni o durumdan kim kurtardı?" Sözlerime anlam veremeyen Gece'ye karşın kendi sorumu kendim cevapladım. Zaten o cevap versin diye de sormamıştım. "Savaş Kalkavan." Ah biraz önce gözlerinde yangın var mı demiştim ben? Savaş'ın adını duyduğu an o gözlerde kıyamet koptu. Dudaklarını araladı ama ben elimi kaldırıp "Ve..." diyerek araya girdim ve devam ettim. "Bundan sonra olası bir tehlikeye karşı, sabahları Savaş beni okula götürüp yine Savaş getirecek." Kopan kıyametin yıkımı bu söylediklerimle saniyeler içinde gerçekleşti. Hissettiği saf öfkeyi, aramızdaki mesafeye rağmen soluyabiliyordum. Öfkeden beyaz teni kızarmaya başlamıştı. Dudaklarım yavaşça iki yana kıvrıldı. Kafasında milyon tane vazo parçalasam Gece şimdi etkilendiği kadar etkilenmezdi. "O heriften uzak duracaksın İzel." Öfkenin yuva yaptığı sesi resmen ortalığı inletmişti. Umursamadım. Başımı sağ omzuma doğru hafifçe yatırdım ve onun alev alev yanan öfkesinin aksine büyük bir sakinlikle cevap verdim. "Ondan uzak durmamı söyleye söyleye Savaş'ı benim ilgi alanıma siz çektiniz Gece. Ve hayır ondan uzak falan durmayacağım. Aksine yaklaşabildiğim kadar yaklaşacağım ona. Ve senin bu konuda tek bir kelime bile etmeye hakkın yok bugün yaptığın o şerefsizlikten sonra." Sırtımı Gece'ye döndüm. İtiraz dolu cümlelerini hiç dinleyemeyecektim. Salonun çıkışına geldiğimde durdum ve Gece'ye bakmadan son sözlerimi söyledim. "Ayrıca, nefret ettiğin o adamın beni nasıl korumaya çalıştığını görseydin önünde saygıyla eğilir kendinden utanırdın." 💎🎭 Bölümü nasıl buldunuz? Sizce Gece'nin yaptığı doğru bir hamle miydi? Amacı İsek'in kimliğinin ortaya çıkmasıydı. Böylece onu koruyabileceğini düşünüyordu. Malûm Aksel'in bilgisayarını karıştırdığı sırada Deep web kokusu alıyorum demişti. Bu gerçek bu arada ve altından çok derin şeyler çıkacak. Sadece beklemede kalın❤️ Zaman ayırıp okuyan herkese sonsuz teşekkürler💖 |
0% |