Yeni Üyelik
3.
Bölüm

2 | Rüyalardan Gelen Gi̇zi̇l Kadin

@saniyesolak

Kafa karışıklığı olmasın. Kurgumuz iki farklı zamandan ve yerden ilerleyerek birleşecek. Yani üçüncü bölümde Crystal ve Evan'ı okumaya dördüncü bölümdeyse Logan'ı okumaya devam edeceksiniz.❤️


Bölüme geçmeden önce oy vermeyi ve bol bol yorum yapmayı unutmayın. Bunlar beni motive eden ilham kaynaklarım🥲


Keyifli okumalar diliyorum😽


🫀


LES PYLLMONS


bir ay önce


Son savaş patlak verdiğinde meleklerin katliamının üzerinden tam sekiz asır geçmişti. Logan Acy Stark, kaldıkları hücreden annesi ve babasının sürüklenerek götürülüşünü izlerken, kız kardeşini korumak için o hücreden kurtulmak zorunda olduğunun farkındaydı. Ve bunu tek başına yapamayacağının da...


O an tarihte bir ilki gerçekleştirmiş ve kurtlarla anlaşma sağlamıştı. Babasının lideri olduğu ve o öldükten sonra liderliği kendisinin devraldığı vampir kolonisi ile Dawson klanı olarak adlandırılan bir kurt adam sürüsü, sırt sırta vermiş ve onları esir alıp hunharca katleden, güçlerini emen kadim cadı Pearl'e karşı savaş açmışlardı.


Cadıların karşısında avantajlı oldukları tek bir konu vardı; hızları. Sonuna kadar kullanmışlardı bu avantajlarını ve sonunda zafer onlarındı. Üç kadim cadıdan biri olan Pearl, verdiği binlerce kaybın ardından geri çekilmek, Logan Acy Stark ve Dawson klanının alfası olan Darell Dawson ile anlaşmaya varmak zorunda kalmıştı.


Ve böylece iki sürü birlikte yaşamak için Les Pyllmons'u kurmuşlardı. Cadılardan arınmış olan bu şehri...


Ama önemli olan zaferi kazanabilmek değil, o kazandığın zaferi ellerinde tutabilmekti. İki yüzyıldır bir şekilde bunu başarabiliyorlardı ama Pearl asla vazgeçmiyordu. Tıpkı şu an olduğu gibi... Ağustos ayının ortalarındaydılar, havanın kavurucu derecede sıcak olması gerekirdi. Ama Les Pyllmons uzun süredir güneş yüzü görememişti. Les Pyllmons, uzun süredir kardan başka hiçbir şey görememişti. Bu sürekli kış yüzünden besin kaynakları olan hayvanlar şehri terk edip başka yerlere göç etmiş, iki sürü de aç kalmamak için Les Pyllmons'un dışına çıkmak zorunda kalmıştı. Pear onları anlaşmanın şartlarından birini bozmaya zorluyordu. Üç adamını şehrin dışında yakalandıkları için kaybetmişti genç lider ve bu konuda yapabileceği hiçbir şey olmamıştı. Anlaşmanın şartları elini kolunu bağlıyordu ve anlaşmayı bozmak söz konusu bile olmazdı. Yeniden çıkacak olan bir savaştan sağ kurtulmaları mümkün değildi.


Genç lider, ellerini evinin balkonundaki korkuluklara yaslamış, stabil bir şiddetle aralıksız yağan kar ve tipiyi izlerken düşünceleri tam olarak bunlardı. Hangi yollardan geçtikleri, nasıl bu noktaya geldikleri neler kaybedip neler kazandıkları....


Bazı taneler, sürüden ayrılıp havada süzülerek Logan'ın mermer kadar sert olan çıplak omuzlarına ve göğüsüne konuyor, orada hızla eriyip su damlacığına dönüşerek teninden kayıp hiçliğe karışıyorlardı. Logan ne kadar sükûnetini korumaya çalışırsa çalışsın, açlık damarlarını kemirmeye başlamıştı. Zihnini meşgul eden düşüncelerin arasına dalmak bile unutturamıyordu ona bu acılı durumu. Dilini, kan arzusuyla kamaşan dişlerinin üzerinde gezdirdi. Dişleri birinin boynuna her an saplanmaya hazır gibi sivrilmişlerdi. Elleri sinirle demirlere daha sıkı tutunurken bu çilenin tam olarak ne zaman biteceğini düşünüyordu. Açlık şehri iyiden iyiye etkisi altına almaya başlamıştı ve vampilerin daha ne kadar sabırlı davranacaklarını kestiremiyordu.


Eğer acilen bir şeyler yapılmazsa cadılarla değil ama birbirleri ile savaşmaya başlayacaklardı. Barışı sağlayıp birlikte yaşamaya başladıkları kurtlar, aynı zamanda yarı insanlardı da. Yani vampiler için besin kaynaklarıydılar. Dolunay olmadığı sürece, sarı gözleri, keskin dişleri ve sivri pençeleriyle vampilere karşı kendilerini yeterince savunamazlardı. Ama bu şehirdeki kesin ve değişmeyen tek kural, iki türün birbirlerine asla saldıramayacağıydı. Bunun cezası, kim olduğuna dahi bakılmaksızın ölümdü.


"Pearl anlaşmayı bozmamız için ellerinden gelen her şeyi yapıyor ha?"


Duyduğu sesle gözlerini, zeminde biriken karlardan, büyük meydanın ortasındaki suyu tamamen buz tutmuş havuzun ortasındaki melek heykelinden çekip hemen karşısındaki evin terasında duran, aynı kendi gibi, ellerini korkuluklara yaslayan adama çevirdi.


Darell Dawson... Alfa kurt...


Soğuk havayı açlıkla kavrulan ciğerlerine çekti ve gece kadar siyah olan gözlerini Alfa'dan çekip havaya dikti bir kez daha. Kar taneleri gökyüzünden düşen karınca sürüleri gibi duruyordu havaya bakınca.


"Onun için bundan çok daha fazlası gerek!" dedi, kararlı sesi taviz vermeyen bir tona bürünmüştü. Savaşın çıkmasına neden olacak bir hareket yapıp tüm şehri açık büfe haline getirmeye hiç niyeti yoktu genç liderin. Özellikle de Pearl'ün istediği tam olarak buyken...


"Vampirler ne durumda?"


Darell'ın endişeyle sorduğu bu soruyla, derin umutsuzluk yüklü bir nefes alıp başını iki yana salladı


"İyi değiller."


Alfanın endişesini çok iyi anlıyordu genç lider. Kendisi nasıl kendi kolonisini korumak istiyorsa Darell da aynı şeyi kendi sürüsü için istiyordu. Ve bu şartlarda aç vampirler cadılardan daha büyük tehlike arz ediyordu. "Ama iki gün daha dayanırlar." diye açıklayarak alfayı rahatlatmaya çalıştı. "Nick ve Bella civar şehirlerdeki kan bankalarını ziyaret etmeye gitti. Son konuştuğumuzda kamyonun yarısını doldurduklarını söylüyorlardı. İki güne kalmadan dönerler."


Darell başını aşağı yukarı salladı. Trabzandaki ellerinden birini çekip gür saçlarını karıştırırken "Kath ve Brain de güneye gitti." dedi çok önemsiz bir konudan bahsediyormuş gibi omuz silkerek. "Bulabildikleri kadar bulup gelecekler. Depo ne kadar dolu olursa o kadar rahat ederiz diye düşündüm." dediğinde Logan dudağında minnettar bir gülümseme ile baktı karşısındaki adama. Kendi kolonisi için iki adamının hayatını tehlikeye atmış olması... Logan da aynı durumda olan kurtlar olsa, Darell'ın yaptığını yapardı ama yine de minnettardı işte. Açlık kendisini bu denli etkilemişken bir şeyleri idare etmek onun için fazlasıyla zorlaşmış durumdaydı.


"Bakma öyle." dedi Darell samimiyete dayanan alaylı bir sesle. "Tamamen sürümün iyiliği için... Aç vampilerin sokakta kurtlarıma saldırması, sonra da benim o vampileri katletmem şehir için pek iyi olmazdı. Tüm sürümü tehlikeye atmaktansa iki kişinin hayatını riske atmak daha mantıklı geldi. Hem Kath ve Brain en yetenekli askerlerim. Sağ bir şekilde döneceklerine dair tek bir şüphem bile yok."


Logan çarpık bir sırıtmayla başını sallarken tam o anda uzaklardan gelen bir kargaşa sesi, iki liderin de kulaklarına doldu. İlk fark eden Logan olurken tüm algılarını açmış, sesin nereden geldiğini saptamaya çalışıyordu. Çok değil birkaç saniye içinde anladı genç lider ve aynı anda alfa aklından geçen şeyi dile getirdi.


"Eğitim alanından geliyor."


Genç lider burnundan sert bir nefes verirken çevik bir hareketle demir trabzanların üzerine çıktı ve aşağı atladı, alfa da hemen ardından onu takip etti. İki lider Les Pyllmons sokaklarından arka araya rüzgar kadar hızlı geçerlerken, sesleri duyan ve neler olduğunu merak eden halk da onları takip etmeye başlamıştı. Küçük bir şehirdi Les Pyllmons. Zaten kısa olan mesafeler doğa üstülerin hızlarıyla saniyeler içinde katediliyordu. Eğitim alanı, ormanın içinde sınırına yakın olan bir bölgeydi. Genç vampir ve kurt adamlar bu alanda algılarını açıp kontrol etme ve dövüşmek konusunda eğitim alıyorlar, bir nevi savaşa hazırlanıyorlardı. Hiç istemedikleri olay gerçekleşir ve anlaşma bozulursa kimse hazırlıksız yakalanmak istemezdi.


Şehrin dar sokaklarından geçip ormana daldığında ağaçların arasından öyle hızlı geçti ki ardında rüzgârın esintisini bile bırakmadı. İlerlediği her an sesler daha da yükseliyor, kargaşanın şiddeti daha net belli oluyordu. Sonunda eğitim alanına Logan önde, Darell ve diğerleri arkasında girdiklerinde durumun düşündüklerinden daha vahim olduğunu gördüler. Logan durduğu yerden kavga eden topluluğa baktı. Delirmiş gibi birbirlerini parçalamaya çalışan on beş vampir saydı. Hızla o kalabalığı taradığında aralarında hiç kurt olmadığını görmek rahat bir nefes almasına neden olmuştu. Bugün kendi kolonisinden kimsenin ölümünü izlemek zorunda kalmayacaktı.


Eğitmen olan Bob ve Hillary onları ayırmaya çalışsa da yetemiyorlardı. Logan yanından iki kişinin müdahale etmek adına geçmeye çalıştığını gördüğünde elini kaldırıp onları durdurdu. Ardından bir adım öne çıkıp varlığını belli edercesine kavga eden topluluğa "Durun!" diye seslendi. Bağırmasına ya da araya girmesine gerek yoktu. Liderleri dur dediğinde durmuyorlarsa ölmeyi kabul etmişler demekti. Huzur ve barışın sağlanması için en önemli araç itaatken, itaatsizlik ağır ceza gerektiren bir suçtu Les Pyllmons'ta.


Beklediği gibi de oldu Logan'ın. Kavga edenler bir anda durup liderlerinden tarafa doğru baktılar ve ateşe değmişçesine birbirlerinden uzaklaşıp tek sıra halinde dizildiler Logan'ın önünde. Her birinin belli kısımlarında kesikler, çizikler, pençe ve diş izleri olsa da kopmuş bir uvuz ya da kalbi sökülmüş bir ceset görmemek rahatlattı Logan'ı. Eğer birkaç saniye daha geç kalsalardı bu kavga çok daha kötü sonuçlar da doğurabilirdi onlar için.


Eğitmenler öğrencilerinden birer adım önde duruyorlardı. Bob'un göğsünde Hillary'nin ise yüzünde derin pençe darbeleri vardı. Kıyafetleri paramparça olmuş ve tepeden tırnağa kan içinde kalmışlardı. Yavaş ama güçlü adımlarla onlara doğru yürüdü Logan. Biraz önce asice birbirlerine ve eğitmenlerine saldıran gençler şimdi sus pus durdukları yerde gerginlikle titriyorlardı. Tam önlerinde durup her birinin yüzüne tek tek baktı. Derslerde ilk öğrendikleri şey duygularını asla belli etmemeleri gerektiğiydi ama Logan Acy Stark her birinin korkusunun kokusunu bile alıyordu. Eğitimleri asla olması gerektiği gibi verilmiyordu onlara. Artık bunun icabına bakmasının da zamanı gelmişti.


"Derslerde hiçbir şey öğrenmediğiniz yetmiyormuş gibi bir de taşkınlık mı yapıyorsunuz?" dedi sorarcasına ve on beş kişinin önünde yavaşça yürüyüp bir uçtan diğer uca geçti. Yanından geçtiği herkes mümkünmüş gibi daha da ezilip büzülüyordu karşısında.


Burnundan sert bir soluk verirken gür bir sesle "Dik durun!" dedi ve çocuklar anında kendilerini toparladılar.


"Ders bir!" diyerek daha yüksek sesle konuştu bu kez. Kar tepelerinden yağmaya devam ederken onları etkileyen son şey bile değildi buz gibi soğuk hava. "Karşınızdaki kim olursa olsun dik duracak, karşısında eğilmeyeceksiniz. Duygularınızı, özellikle korkunuzu asla belli etmeyeceksiniz. Bu cümlenin tam olarak hangi kısmını anlamadınız?"


Hiç kimse konuşmaya cesaret edemiyordu. Duygularını saklamaya, liderlerinin istediği gibi dik durmaya çalışıyorlardı ama başarabildikleri söylenemezdi.


Binlerce kar tanesi Logan'ın çıplak göğsünde eriyip hiçliğe karışırken yeniden birkaç adım atıp suçlu grubun tam ortasında durdu. Saçlarına tutunan kar taneleri erirken, geride bıraktıkları ıslaklık yüzünden siyah saçları alnına doğru dökülmeye başlamıştı. Logan rengini obsidyen taşından alan gözlerini önce eğitmenlerde ardından grupta gezdirip "Ders iki!" diye bağırdı. "Birbirinize ya da karşı türe hiçbir koşulda saldırmayacaksınız, eğer ortada ciddi bir sorun varsa eğitmenlerinizi bulacak konuyu onlara devredeceksiniz. Bu cümlenin neresini anlamadınız?"


Yine kimse hiçbir şey söylemedi. Logan'ın her bir kelimesinde dik durmaları ve korkularını yutmaları daha da zorlaşıyordu. Son kez onlara bakıp sırtını on beş çocuğa döndü genç lider ve peşinden gelen kalabalığa bakıp "Nadya!" diye seslendi. Kıvırcık saçlarıyla diğerlerinin arasında hemen fark edilen iri ve uzun boylu bir kadın bir adım öne çıktığında başı ile arkasında kalan grubu işaret edip "Gençlere mahzene kadar eşlik et." diyerek komutunu verdi. Sesi buz gibi havadan daha soğuk ve keskindi, sesi kesin hükmünü veren bir yargıç gibiydi. "Kan geldiğinde, diğerlerinden bir hafta sonra kana erişebilecekler ve tüm bu süreyi mahzende geçirecekler. En ufak bir gürültü duyarsan cezalarını bir hafta daha uzat." dedi son sözlerini söylercesine. Tüm grup sessizliğe gömülmüştü şimdi. Açlığın bir dakika bile dayanılamayacak kadar zor olduğu bir dönemde bunu bir hafta daha uzatmak... Bu kesinlikle büyük bir cezaydı işte. Acı çekeceklerdi. Damarları kan arzusuyla yanacak, aç kaldıkları her an zımparayla zımparalanıyormuş gibi acıyacaktı. Aç kalmaya devam ettikleri her an sinir sistemleri çökecekti, saldırganlaşacaklardı. Ciltleri kurumaya pul pul dökülmeye başlayacaktı. Ve sonunda mahzenden çıktıklarında şu an onları etkilemeyen güneş, o pul pul dökülmeler yüzünden derilerini yakacaktı, öldürmeyecekti ama çok acı vereceği kesindi. Birkaç gün güneşe çıkamayacaklardı.


Çocuklar itiraz etmek istiyor ama liderlerini tanıdıklarından, şu an itiraz ederlerse bu cezanın hemen şimdi iki haftaya çıkacağını bildiklerinden hiçbir şey söyleyemiyorlardı.


Bu cesareti gösteren, liderleriyle birlikte alana gelen halkın içinden biri oldu. Sarı saçları bembeyaz karların altında ışıl ışıl parlayan bir kadın, kalabalıktan ayrılıp Logan'ın yanına kadar geldi. Kadının adı Marta'ydı ve Logan onun, kavga eden gençlerden Stacy'nin annesi olduğunu biliyordu.


"Bu ceza çok ağır değil mi Logan?" dedi kadın tereddüt dolu bir sesle. "Amacım seni sorgulamak değil..." diye ekledi hemen ve devam etti. "Ama onların halini göz önünde bulundurup, öyle bir karar vermenin daha doğru olacağını düşünüyorum. Açlar ve bir anlık sinir harbine yenilmişler. Zaman zaman hepimize olmuyor mu bu? Açlık bizi bu hale getiriyor."


Logan sakince Marta'ya döndü ve birkaç saniye kara gözleriyle Marta'nın karın içinde iyice rengi açılmış gri gözlerine baktı.


"Aralarında bir kurt olsaydı ve zarar görseydi ne olurdu Marta?" diye sorarken sesindeki memnuniyetsizlik belirgindi, herkesçe anlaşılıyordu. Kararlarının sorgulanmasından hiçbir zaman hoşlanmamıştı Logan. Bir lider olarak neyin doğru ya da neyin yanlış olduğuna karar verecek olan oydu, iyiyi ya da kötüyü ayırt edecek olan... Bu zamana kadar aldığı kararların hiçbiri onu bir pişmanlığı sürüklememişti. Tüm halk itiraz etmiş olsa bile... Önünde sonunda herkes doğru olanın bu olduğunu görmüştü. O yalnızca kendi kolonisinin iyiliğini düşünüyordu ve bu uğurda aldığı kararlar sorgulanmaya açık değildi. Babasından en iyi öğrendiği şeydi nasıl iyi bir lider olunacağı...


Marta'nın sessiz kalması üzerine tüm bedenini ona çevirip "Cevap bekliyorum?" dedi sorarcasına. Ses tonu cevabı almak için ısrarcıydı. Bunun üzerine Marta kısık bir sesle cevap verdi liderine. "Daha ağır yargılanırlardı." Logan "Ve?" diyerek onu daha fazlası için teşvik ettiğinde "Ve bu yargılama, aralarından biri veya birilerinin ölümü ile sonuçlanırdı." diye devam etti sözlerine.


"Ölüm hükmü giyen Stacy de olabilirdi yani..." Sesinden akan o acımasız soğukluk Marta'nın ilikleribe kadar titremesine neden olmuştu be genç kadın yüzleştiği bu gerçekle bir adım geri çekilmişti.


Genç lider son kez kadının yüzüne bakıp "Şimdi sorduğun sorunun cevabını aldığına göre..." dedi ve yeniden Nadya'ya döndü. Tek bir baş hareketi... Emrini dile getirmesine bile gerek yoktu.


Nadya on beş öğrenciyi mahzene götürmek üzere eğitim alanından çıkarırken, geriye kalan herkeste biten gösteri ile birlikte dağılmaya başlamıştı. Darell'da sürüsü ile birlikte şehrin merkezine doğru gittiğinde artık eğitim sahasında yalnızca üç kişilerdi. Bob ve Hillary tam Logan'ın önünde durdu, ikisi de son derece mahcup görünüyordu. İlk konuşan Bob oldu.


"Üzgünüz Logan. Olayın bu kadar büyüyeceğini tahmin edemedik. Bayrak yarışı yapıyorlardı ve grupların adaletsiz olduğundan yakınıyorlardı. Saniyeler içinde birbirlerine gird..."


Elini hızla kaldırıp onu susturdu Logan. Her zamanki bahaneleri dinlemeye niyeti yoktu.


"Sekiz yıldır eğitim alanından sen sorumlusun Bob..." diye girdi söze ve bakışları tehditkâr bir hâle bürünürken devam etti. "Ve sekiz yıldır burada işler olması gerektiği gibi gitmiyor. Kurtların bir kez bile sorun çıkarmadığı bu yerde, benim kolonim sürekli bir sorun çıkarıyor. Neden?"


Bob ağzını açıp cevap verecek oldu ama Logan bir kez daha konuşup onu susturdu. Onun arkasına saklanacağı yalanlarını duymaya tahammülü yoktu. Bob en iyi savaşçılardan biriydi ama iyi bir eğitmen olamadığı çok ortadaydı.


"Çünkü kurtların eğitimini Harper Dawson ve Dustin Dawson veriyor. Ve ne yapmaları gerektiğini biliyorlar, ne yapmamaları gerektiğini de... En ufak bir sorunda alfaya gitmeleri gerektiğini biliyorlar. Peki sen?" Kısa bir an duraksayıp ürkütücü bakışlarıyla Bob'un gözlerinin içine baktı. "Hayır..." diye cevap verdi kendi sorduğu soruya. "İşler rayından çıkana kadar bana gelmeyi reddediyor, kendi egon yüzünden disiplinsiz, zayıf ve çürük bir neslin yetişmesine neden oluyorsun. Hillary olmasa burada dönen haltlardan haberim olur mu o bile şüpheli. Çocukların sevgi ve saygısını kazanmak için onları neredeyse doğru düzgün eğitmiyorsun bile. Sürekli dersleri ekmelerine izin veriyor, onları bana karşı koruyor, hatalarını gizliyorsun." Sarf ettiği her bir kelimede sesi daha da sertleşiyor, tonu daha da ürkütücü bir hâl alıyordu. Gözleri yavaş yavaş kızarmaya başlamıştı ve bu ne kadar kızgın olduğunun en net göstergesiydi. "Bu mu sence onlar için iyi olan?" diye sordu adama doğru biraz daha yaklaşıp. En azından öğretemediklerini uygulama konusunda iyiydi. Korkusunu gizlemeyi iyi beceriyordu. "Her şey pamuk ipliğine bağlı." diye devam etti Logan. "Pearl bir gün saldırmaya karar verdiğinde ve savaşmaları gerektiğinde, senin sorumsuzluğun yüzünden o çocukların hiçbiri kendini olması gerektiği gibi savunamayacak. Tabii onları eğitmeye sen devam ettiğin sürece..."


Bu sözler üzerine Bob bakışlarını Hillary'e dikti. O bakışlardan Hillary'i o an öldürmek istediğini net bir şekilde görüyordu Logan. Derin bir nefes aldı. Bu bakış bile aldığı kararın ne kadar doğru olduğunu gösteriyordu ona.


"Hillary..." diye seslendiğinde kızıllaşan gözleri de Bob'dan çekilip Hillary'e dönmüş ve yeniden obsidyen karalarına bürünmüşlerdi. Hillary duruşunu dikleştirdi. Yüzündeki yara ciddi biçimde derindi, etin arasından elmacık kemiğini net bir şekilde seçebiliyordu Logan. Yine de ifadesizliğini koruyor, canı hiç yanmıyormuş gibi dimdik duruyordu genç kadın. Ve aldığı kararın doğruluğunu ona gösteren bir olgu daha... "Kendine bir yardımcı seç, bundan böyle eğitim sahasının vampir temsilcisi sensin."


Sözleri üzerine Hillary'nin şaşkınlıkla dudakları aralandı ve gözleri duyduklarına inanamıyormuş gibi irileşti. Ne söyleyeceğini bilemeyerek geçirdiği birkaç saniyeden sonra içinde yanmaya hazır olan umudun yanmasına izin vermeden, "Temsilci olmak için uygun olduğumu sanmıyorum Logan. Ben hâlâ çaylak sayılırım." dedi. Bu doğruydu. Bu işi ondan çok daha iyi yapabilecek sürüyle kişi sayabilirdi o an için Hillary. Liderin kendisine güvenip böyle bir görevi ona vermesi büyük bir onurdu onun için ama başarısız olmaktan ve Logan Acy Stark'ın güvenini boşa çıkarmaktan korkuyordu. Bu görevin hakkını verememekten...


Logan ifadesiz gözlerle Hillary'e bakmaya devam etse de içten içe onun bu hareketini taktir etti. Şişirilmiş egodan ibaret değildi o. Geleceği parlak bir savaşçıydı ve iyi bir eğitmen olacaktı. Bob'un aksine. Bob'a sorarsanız, o Les Pyllmons'un en güçlü adamıydı, Logan Acy Stark'ı bile saniyeler içinde yenebilirdi. Tabii Logan'a meydan okuyacak cesareti topladıktan hemen sonra...


Derin bir nefesle göğsünü şişirdi genç lider ve bu konudaki düşüncelerini Hillary'e açık açık söyledi.


"Arada Harper ile talim yaptığını biliyorum Hillary. Harper Dawson değerli vaktimin bir parçasını senin için ayırıyorsa bir bildiği vardır. Üç yıllık çaylaklıktan sonra bu görevin hakkını vereceğinden eminim. Eğer için rahat edecekse önümüzdeki iki ay deneme sürecine girersin. Ve başarılı olursan görev senindir, olmazsan temsilci olarak Hardin'i atarım ve onun yardımcısı olarak görevine devam edersin."


Hillary bu sözler karşısında o umut ışığını yakmaktan kendini alamadı. O ışık gözlerine yansıdığında ne yanağındaki acısını hissedebiliyordu o an için ne de bir az önce olan arbedenin gerilimini. Sadece saf bir mutluluk ve heyecan vardı içinde ve gözlerine anbean yansıyordu hisleri.


"Çok teşekkür ederim Logan..." dedi gözlerinden yansıyan ifadelerle çağlayan sesiyle. "Böyle kendimi çok daha rahat hissedeceğim. Ve güvenini boşa çıkarmamak için elimden gelen her şeyi yapacağım."


Halinden memnun bir şekilde başını bir kez eğip onu onaylayan Logan'ın bu kez dikkati Bob'a çevrilmişti.


"Sana gelince..." diye girdi söze. "Bundan böyle Hardin'in emri altında devriye görevinde olacaksın. İki ay sonra Hillary başarısız olursa ve Hardin eğitim sahasına geçerse de ben Hardin yerine kimi getirirsem onun altında devam edeceksin görevine."


Artık hiçbir yerde temsilci olmayacak olsa bile, Logan Bob'un iyi bir savaşçı olduğunu biliyordu. Devriye görevi Les Pyllmons'un en zor işlerinden biriydi ve en iyi adamları o göreve seçmek zorundaydılar. Ne kadar sorumsuz olursa olsun böyle bir yeteneği boşa harcayamazdı Logan. En azından sınırda devriye gezerken valorlar saldırırsa kendi kıçını kurtarmak için bile olsa savaşmak zorundaydı.


Logan buradaki işinin bittiğini düşündüğü sırada Bob'un sesini duydu ve bitmediğini anladı.


"Beni, benim elimden çıkan bir aceminin emri altına veremezsin Logan." Söylediği tam olarak buydu. Bunu, tam Logan gitmek için arkasını onlara döndüğü esnada söylediğinden, genç lider bir kez daha yönünü onlara dönmek zorunda kaldı.


Bakışları ne kadar tehditkâr olsa da Logan kendini konuşurken elinden geldiğince sakin olmaya zorladı.


"Senin elinden çıkan mı?" dedi ilk anda ve bir an durup düşünürmüş gibi yaptıktan sonra devam etti sözlerine. "Hatırladığım kadarıyla Hardin bizzat gelip benden ve Darell'dan izin almıştı kurtlarla eğitim alabilmek için. Yani o senin elinden çıkmadı. Sevgilisi Harper Dawson'dan eğitim aldı, bir zamanlar kurtların alfası olan kadından..."


Bunlar son sözleri oldu Logan'ın. Geldiğinin aksine yavaş adımlarla yürüdü karların arasından. Gelirken bıraktıkları izlerin tamamı yoğun kar yağışı yüzünden kapanmıştı. Burnundan sinirli bir soluk döküldü genç liderin. "Lanet cadılar..." diye mırıldandı kendi kendine. Hepsinin kökünü kazımanın bir yolu olsaydı Logan bunu seve seve yapardı.


Saniyeler içinde gittiği yolu yarım saat boyunca yürüyerek bitiren genç lider sonunda evine geldiğinde kendini yorgun hissediyordu. Normalde yorgunluğun ne olduğunu bile bilmemeleri gerekirken, bunu onlara öğreten şey yıllar boyunca ara ara çektikleri açlıktı. Açık onları yorgun düşürüyor, acı çekmelerine neden oluyordu.


Hissettiği o yoğun açlığı bir nebze de olsa bastırmak adına alkol almak için salona doğru ilerledi. Adımları doğrudan sıra sıra şişelerin dizildiği dolaba gidecekken salondaki üç kişilik deri koltuktaki bedeni gördüğünde durdu. Bu kez adımları o bedene doğru yol aldı. Kız kardeşi Grace kendinden geçmiş bir şekilde yatıyordu. Yerdeki büyük boy kırmızı şarap şişesi ve dibinde birkaç damla kırmızı şarap kalmış olan yana devrilmiş kadeh, kendinden geçme nedenini açıklıyordu. Kızıl saçlarının çevrelediği solgun tenine baktı Logan. Onun durumu kendisinden çok daha kötü görünüyordu. Her şey onun içindi. Bu şehir onun için kurulmuştu. Onu kurtarmak ve korumak için girişmişti bu işe ve büyük ölçüde de başarılı olduğunu düşünmüştü hep.


Ama şimdi ona baktığında, onu gördüğünde... Bunda gerçekten başarılı olmuş muydu o kadar da emin olamıyordu Logan. O, acı çekiyordu.


Derin bir nefes alıp yüzüne düşen kızıl kıvırcık tutamı parmağı ile kenara itip bir kolunu belinin bir kolunu bacaklarının arkasından geçirip onu kaldırdı ve sakin adımlarla odasına götürüp yatağına yatırdı. İki gün diye geçirdi içinden. İki gün sonra bu acı son bulacak... Hem kardeşinin, hem kendi hem de tüm şehrin acısı son bulacaktı.


Kollarını kardeşinin bedeninden çekerken onu uyandırmamaya çalışsa da Grace uykulu bir sesle "Logan..." diye fısıldayarak gözlerini açtı. Genç lider sonunda kollarını kurtardığında kardeşinin yatağının yanında ayakta durup sorgularcasına baktı kardeşine. Grace yatmaya devam ederken yan dönüp abisinin gözlerinin içine baktı. Logan'ın obsidyen karası gözlerinin aksine Grace'in gözleri kızıl kahveydi.


Logan'ın konuşmayacağını anlayan Grace dudaklarını büküp halinden şikayetçi bir şekilde "Pearl ile konuşmanın zamanı gelmedi mi sence?" diye sordu. Konuşmakta zorlanıyor, her kelimesinde kuruyan boğazı acıyordu. Ne içerse içsin gitmiyordu o kuruluk, kan istiyordu. "Ne istediğini öğrenmenin zamanı gelmedi mi?"


Yine başlıyoruz diye düşünürken gayet sabırlı bir şekil kardeşinin baş ucunda yere diz çöküp oturdu ve onun saçlarını okşarken "Ne istediğini biliyoruz..." diye mırıldandı. Saçlarını okşamasının nedeni Grace'in uykusunu getirmesiydi. Kardeşinin fikir ve düşünceleri Logan'a göre kabul edilemezdi ve onu susturmanın çok fazla yolu yoktu ne yazık ki. İnatçı bir kardeşe sahipti Logan. İnatçı ve biraz da bencil...


"O zaman ona istediği şeyi verelim. Artık dayanamıyorum Logan, bu durum canımı çok yakıyor."


Parmakları usulca kızıl saçların içinde kaybolurken "Kimseyi Pearl'e kurban etmeyeceğim Grace." diye fısıldadı. Pearl'ün istediği buydu. Güçlerini emmek, derilerini yüzüp gençliklerini ve güzelliklerini çalmak, akşam yemeği yapmak ya da başka şeyler için kurbanlar istiyordu. Kimseyi Pearl'e güç, güzellik ya da yemek olsun diye kurban edemezdi.


"Tüm şehrin iyiliği için bazen birkaç kişiyi gözden çıkarman gerekir Logan." diye karşılık verdi kardeşi. Gözlerinin ağırlaşmaya başladığını görebiliyordu genç lider. Yakında uykuya dalacaktı.


"Zaten iki kişiyi gözden çıkardım." dedi Logan aklına Nick ve Bella gelirken. Onlarla son konuşmasının üzerinden bir saat geçmişti, kardeşinin yanından ayrıldıktan sonra ilk iş onları aramalı ve ne durumdalar öğrenmeliydi. Onları gözden çıkardığı falan yoktu. Ne olursa olsun bu şehre sağ salim dönmelerini sağlayacaktı.


"Yetmiyor Logan. Daha fazlası gerek. Acımız dinene kadar kaç kişi gerekiyorsa..."


Artık kelimeleri birbirine dolanmaya başlamıştı. Aldığı alkolün etkisi onu normalden daha çabuk uyku moduna sokuyordu. İki gün sonra acın dinecek demeyi istese de sessiz kalmayı tercih etti. Alacağı cevabı biliyordu Logan. Ne kadar süre dinecek peki diye soracaktı kız kardeşi. Ardından ekleyecekti; Bir hafta, bir ay... Bu noktada hiçbir şey söylemeyecekti Logan. Kardeşinin haklı olduğunu biliyor olacaktı çünkü. Pearl onlarla kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyordu, bu yüzden açlık alışık oldukları bir durumdu ama alışık olmak kolaylaştırmıyordu hiçbir zaman.


Sonra kız kardeşi, fazla merhametlisin Logan diyerek devam edecekti sözlerine. Bu yüzden iyi bir lider değilsin. Merhametin hepimizin sonunu getirecek diye ekleyecekti bilmiş bilmiş. İki yüz yıldır aynı kurallara bağlı kalarak hayatta kalmışlardı ve iki yüz yıldır sonları gelmemişti. Bunu ona söylemenin faydasız olduğunu da biliyordu Logan. Grace'i kendi bildiği dışında bir şeye ikna etmek imkânsızdı.


Sonunda kardeşinin aldığı nefesler düzenli bir ritim tuttuğunda, elini saçlarından çekip rahat bir nefes alarak odadan çıktı. İlk anda hedefi olan dolabın önünde durup rastgele eline gelen bir viski şişesini aldı ve bardağa ihtiyaç duymadan şişenin ağzını dudaklarına dayayıp sert içkiyi kana kana içti. Alkol açlık konusunda en büyük yardımcılarıydı.


Yarısına geldiğinde ancak çekti şişeyi dudaklarından ve Nick'i aramak için telefonunu almak üzere elindeki şişeyle odasına girdi. Bir köşede büyük yatağı, yatağın çapraz köşesinde iki tane tekli koltuk ve koltukların ortasına konuşlanmış küçük bir sehpa, bir duvarı kaplayan aynalı gömme dolabından başka bir şeyi yoktu odada. Bir kapı banyosuna açılırken bir kapı da büyük balkonuna açılıyordu. Balkon kapısının iki yanında duvar boyunca uzanan camlar, kalın siyah perdelerle örtülmüştü.


Karanlık odada sehpanın üzerinde duran telefonunu zorlanmadan buldu ve Nick'i aradı. Telefon her çaldığında ve açılmadığında içindeki endişe körükleniyordu. Beşinci çalışında tam ümidi kesmen üzereydi ki nihayet diğer taraftan Nick'in sesi duyuldu.


"Ne durumdasınız?" diye sordu Logan.


"Arten'den çıkmak üzereyiz." Sesi nefes nefese geliyordu Nick'in. Arkadan Bella'nın sesi doldu kulağına. "Soğutucunun aküsünde bir sorun var Nick..." diyordu. Nick kısa bir an sessiz kaldıktan sonra Logan'a rapor vermeye devam etti. "Maisa gölünün


kıyısından dolaşıp Savana'ya geçeceğiz. Savana'da depoyu tamamen doldurduktan sonra Les Pyllmons'a giriş yapacağız." Liderinin Bella'nın söylediği şeyi duyduğunu bildiğinden o sormadan devam etti konuşmaya. "Soğutucunun aküsü bitmek üzere muhtemelen, onu Savana'da yenilemem gerekecek. Bu bize bir saat kadar kaybettirir ama bir depo dolusu bozuk kandansa kaybedilen bir saat kulağa daha hoş geliyor."


Haklıydı, kanların bozuk gelmesi şu konumda tam bir felaket olurdu. Bu nedenle Nick'in son sözleri hakkında herhangi bir yorum yapmadı. Aklı daha çok ondan önce söylediklerine takılmıştı.


Logan birkaç saniye adamlarının kendi içlerinde yaptığı planı düşündü. Aklına yatmayan bir şey vardı. Maisa gölünün bir kısmı bataklıktı, bu tehlikeli olmaz mıydı? Alt dudağı dişlerinin arasına doğru yuvarlanırken "Kör Deniz kıyısından dolanmanız daha güvenli olmaz mı?" diye sordu. Arten ile Kör Deniz arasındaki o bölgeden Savana'ya kadar olan yolda hiç bataklık yoktu, bu yüzden cadılar genellikle oraya uğramazlar, valorları gönderirlerdi. Altlarındaki kamyonla valorlardan kaçmak çok daha kolay olurdu. Birleşim sürecine girip gialora dönüşmedikleri sürece...


"Evet..." dedi karşısındaki ses. "O yol daha güvenli gibi görünüyor ama aldığımız bazı duyumlar, Victoria'nın o bölgede olduğu yönünde. Pearl'den kaçarken Victoria'ya yakalanmak istemedik."


"Victoria mı?" diye sormaktan alamadı kendini Logan. Sesi istemsizce şaşkın çıkmıştı. Victoria üç kadim cadıdan bir diğeriydi. Biri, başlarındaki en büyük bela olan Pearl'dü ve bir diğerinin adıysa Nora'ydı. Pearl'ün yeri herkesçe bilinirken Victoria ve Nora daha gizli yaşıyorlardı. Özellikle Nora... "Orada ne yapıyormuş peki?"


"Bilmiyorum patron ama riski göze alamadık." diye cevap verdi Nick. Almamakla iyi yapmışlardı. Eğer Victoria'nın bir bölgede olduğu duyulduysa bunun altı boş olamazdı. Bu yüzden bu konuda yorum yapmadan "Maisa gölünü geçerken dikkatli olun." dedi adamlarına.


"Merak etme patron..." diye karşılık verdi Nick. Sesi neşeli geliyordu, anlaşılan çıktığı bu yolculuktan tehlikesine rağmen keyif alıyordu. "Zamanı ona göre ayarladık, Maisa gölünü geçerken güneş tam tepede olacak yani etrafta cadı falan olmayacak."


Rahat bir nefes alarak kapattı telefonu Logan. Asıl rahatlamayı onlar şehre sağ salim ayak bastıklarında yaşayacaktı. Elindeki şişeden bir kaç yudum daha alıp telefonla birlikte sehpaya koydu ve ılık bir duş alıp üzerine giydiği siyah tişört ve eşofman altıyla birlikte yatağına uzandı. Açlıkla mücadelelerinde bir diğer dostları da uykuydu ama genç liderin bir haftadır doğru düzgün uyuyabildiği söylenemezdi. Garip bir şekilde bir haftadır zihnini yoklayan aynı görüntülerin esiriydi uykuları. Gözlerini kapatırken, merak ettiği şey yine aynı rüyayı görüp görmeyeceği oldu.


Zihni yavaşça uykunun içine doğru çekilirken ruhu da başka bir evrene akıyordu sanki genç adamın. Birden gözleri açıldı. Yatağında değil ormanın içindeydi. Sınırın Rawa tarafında... Pearl'ün bölgesinde... Hava pusluydu, sis ağaçların arasından dağılarak etrafını sarmıştı. Esen rüzgâr burnuna Rawa'nın o bataklık kokusunu doldururken, kulaklarına bir nefes alış sesi doldu. Ağırdı o nefes, sanki solan bir ciğere girmeye çalışıyordu hava. Sonra bir ayak sesi duydu ve bir dalın kırılırken çıkardığı ince çıtırtısını. Başı omzunun üzerinden sesin geldiği yöne döndüğünde baktığı yerde bembeyaz sisten başka hiçbir şey göremedi. Gözleri ateşte kızan demir gibi renk değiştirmeye ve kızarmaya başlarken köpek dişleri yavaşça sivrileşti. Nefes seslerini hâlâ duyuyordu, o sisin içinden geliyordu o ses. Yavaş ve temkinli adımlarla bedenini o tarafa döndürdü ve sessizce yürümeye başladı. Attığı her adımda sis daha da yoğunlaşıyordu sanki.


Sert bir rüzgâr daha esti. Ağaç dallarına çarpıp uğuldayan rüzgârın bu kez ona taşıdığı şey bataklık kokusu olmadı. Aksine bataklığın o leş gibi kokusunu yarıp geçen bambaşka, hayatı boyunca hiç tanışmadığı bir koku ciğerlerine doldu. Tarif edebilmek mümkün değildi ama Logan'a baharı hatırlatan taze bir kokuydu bu sanki. İstemsizce adımları hızlandı Logan'ın. Sisin arasına daldığında artık keskin gözlerine rağmen görüş açısı sıfırdı. Attığı her adımda nefes seslerine yaklaşıyordu ama artık adım seslerini duyamıyordu Logan. Kalp atışlarına odaklanmaya çalıştı. Kalp atışları her şeyi anlatırdı. Korkuyu... Heyecanı... Kırgınlığı... Öfkeyi...


Hiçbir şey duyamadı Logan. Sanki nefes alan kişinin kalbi atmıyor gibiydi. Gür siyah kaşları çatılırken anlam veremedi bu duruma. Onu bekleyen şey bir valor muydu? Hayır diye düşündü genç lider. Valorlar nefes almazlardı. Onlar sadece kemiklerden ibaret olan yaratıklardı. Duraksadığı birkaç saniyenin ardından ileri doğru bir adım atmıştı ki bir ses duydu. Biri ona sesleniyor, acı çeken bir tonla "Logan..." diye fısıldıyordu.


Keskin algıları anında sesin geldiği noktayı saptarken başı hızla o tarafa döndü. İlerlediği yönden değil, sol tarafından geliyordu o ses. Adımları o tarafa yöneldi. Gittikçe koyulaşan sis bu kez attığı her adımda yavaşça dağılmaya başlıyordu.


En sonunda önünü kaplayan sis dağıldı yavaş yavaş ve onu gördü. Bir haftadır rüyasında gördüğü o kadını... Beyaz teni çamur ve is içinde, bembeyaz uzun saçları eğdiği başı yüzünden yüzünü kapatmış... Bir elini yasladığı ağaç sayesinde ayakta durabildiği, ince bacaklarının titremesinden belli oluyor... Yüzünü hiç görememiş olsa da Logan her seferinde aynı kadını gördüğünü biliyordu. Kimdi bu kadın? Bir haftadır neden rüyalarında yer ediniyordu?


Bir adım daha attı. Yüzünü görmeyi çok istese de her seferinde o yüzü göremeden uyanıyordu. Bu kez de öyle olacağından emindi ama yanıldı. İkinci adımı atamadan karşısındaki kadın yavaşça başını kaldırmaya başladı. Başını kaldırdıkça saçları yüzünün iki yanına doğru akıp is ve çamurla kirlenen yüzünü ortaya seriyordu.


Nutkunun tutulduğunu hissetti genç lider. Gözleri... Karşısındaki kadının gözleri, mavinin en canlı tonuyla parlıyordu. Genç lider bir şeyler söylemek için dudaklarını aralamak, konuşmak istedi. Bunun sadece bir rüya olduğunu biliyordu. Gerçek olmadığını... Yine de şaşırmaktan kendini alamıyordu. O gözler hakkında hayatı boyunca belki de binlerce hikâye duymuştu. Bir mit, bir efsaneydi onlar.


Tam bir adım daha atacakken o kadının dudaklarının kıpırdadığını fark edip durdu. Yüz hatları acıyla kasılırken "Logan..." diye fısıldamıştı bir kez daha. Ve şu sözleri söylemişti hemen ardından.


"Bul beni..."


Ve gözleri açıldı Logan'ın. Şimdi kendi odasındaydı, yatağında uzanıyordu. Ne beyaz saçlı o kadın vardı, ne sis, ne rüzgâr ne de baharı andıran o tatlı koku...


Yavaşça doğruldu yattığı yataktan. Bir haftadır aynı rüyayı görürken bugün o rüyada bir değişiklik vardı. Zihnine kazınmış gibi gözlerinin önünde belirdi o parlak mavi gözler. Bir bacağı yatağa doğru uzanırken diğerini dizinden kırıp kendine doğru çekti ve dirseğini dizine yaslayıp eliyle saçlarını karıştırdı.


Ne anlamı vardı bu rüyaların?


Parmakları şakağında oyalanırken bunu düşünüyordu. Üst üste aynı şeyleri görmesinin bir anlamı olmalıydı. O tesadüflere inanmazdı, bunun bir anlamı olmalıydı.


Tüm düşünceleri birbirine girmişken, tıpkı gözler gibi zihnine kazınmış "Logan..." diyen sesi yeniden işitti. Bir an öyle gerçekçi gelmişti ki o ses, sanki seslenen kişi odasının içindeydi. Başını iki yana sallayıp kalktı yatağından. Açlık tüm dengesini bozmuş, algılarıyla oynamış olmalıydı.


Yeniden sehpanın üzerine koyduğu alkol şişesine uzanıp dudaklarına dayadı. Tam bir yudum alacakken kulağının dibinde duydu bu kez o sesi.


"Logan..."


Kelimeyi söylerken dudağından dökülen nefesi bile teninde hissetmişti sanki Logan. Durdu ve odaklanıp dinledi. O titrek nefesi yeniden duydu. Gözleri istemsizce odasının içinde gezindi. Hayır yalnızdı. O zaman duyduğu bu sesler de neyin nesiydi? Kendi beyninde ürettiğine inanamayacağı kadar gerçekti. Kaşları çatılırken bir kez daha başını iki yana salladı. Deliriyor muydu? Gördüğü rüyalar ve bu sesler buna mı işaretti? Hepsi bir halüsinasyondan mı ibaretti?


Açlığın etkisi bu diye geçirdi içinden ve şişeyi yeniden dudaklarına dayayıp bir yudum aldı. Ama tam o anda "Gerçek olduğunu biliyorsun..." diyen sesi duyduğunda neredeyse içtiği içkiyi geri tükürecekti. "Gerçek olduğumu biliyorsun Logan..." dedi aynı ses. "Ne olduğumu biliyorsun..."


Tüylerinin ürperdiğini hissetti. Hayır korku ya da başka bir histen kaynaklı değildi bu. Farkındalıktı. Zihnine kazınan sesin yankısı değildi duyduğu, gerçeğin ta kendisiydi. İliklerine kadar hissediyordu gerçekliğini.


"Logan..." dedi bir kez daha o ses. "Bana yardım et!" Biri... Bir şey onu çağırıyordu. İşin garip tarafı tüm algıları açılmış o sese gitmesi gerektiğini söylüyordu genç lidere. Zihni ve mantığı bir güç tarafından kontrol altına alınmış gibi. Dahası nereye gitmesi gerektiğini de biliyordu.


Düşünmedi bir an bile. O ses sürekli kulağında onu çağırırken ve tüm hisleri doğru olanın bu olduğunu söylerken düşünmesine gerek yoktu. Bir fısıltı şeklindeydi o ses ama net bir şekilde belli ediyordu kendini. Adımları doğrudan balkonuna gitti ve hızla trabzanların üzerine çıkıp aşağı atladı. Biraz bile sarsılmadan iki ayağının üzerinde indi yere ve duraksamadan hızla ormana doğru koşmaya başladı. Bu kez hedefi eğitim sahası değildi. Bu kez hedefi Les Pyllmons'un sınırlarının içi bile değildi. Saniyeler içinde sınırı oluşturan, mızrakları andıran yüksek demir korkulukların yanına geldi. Şehrin Savana tarafında araçlar için bir giriş kapısı vardı, onun dışında sınırdan yalnızca bu korkulukların üzerinden atlayarak geçebilirdiniz. Valorlar birleşim sürecine girip devleşmedikleri sürece bu korkuluklardan geçebilmeleri imkansızdı. Ki valorlar gerçek bir tehlike anını sezmedikleri sürece birleşim sürecine girmezlerdi.


İki hamleyle korkulukların üzerine tırmanıp bedenini diğer tarafa bıraktığında artık Rawa'daydı. Cadıların topraklarında, Pearl'ün bölgesinde...


Yeniden koşmaya başladı. Onlar nasıl devriye geziyorlarsa valorlar da bu sınırda devriye geziyorlardı. Valorlar Pearl'ün ölen insanların bedenlerinden yarattığı varlıklardı. Özellikle cesedi çürüyen bedenleri seçiyordu çünkü bir ceset çürümediği, eksik olmadığı taktirde yeniden diriltilirse aklı başında oluyor, kendi düşüncelerine sahip, kendi iradesiyle hareket edebiliyordu. Ama çürümüş cesetlerde bu yoktu. Onlar tamamen emri uygulamaya programlanmış askerler gibiydiler. Kemik ordusuydu onlar... Birbirlerinden ayrı hareket ederlerken çok kolay parçalanıp yenilebilselerde birleşip deve dönüştüklerinde ölümcül bir silah oluyorlardı.


Buradaki varlığı fark edilmeden önce acele etmesi gerekiyordu Logan'ın. Sınırdan çıkıp başka bir bölgeye değil, doğrudan Rawa'ya geçtiği için bu onu iki kat fazla tehlikeye sokuyordu. Rüyasında gördüğü gibi yoğun bir sis olmasa da hava pusluydu. Ormanın içine ilerledikçe bataklığın kokusu daha da yoğunlaşıyor, bir vampir için katlanılamaz hâle geliyordu. Bu yine de yoluna devam etmekten alıkoyamadı Logan'ı ve önüne çıkan açıklığı geçip yeniden ormanın içine girdi. Bu noktada ağaçlar canlılıklarını kaybedip ölmeye ve ilerledikçe topraktan uzananlar sadece kalın kazıklardan ibaret olmaya başlıyordu. Bunun anlamı Pearl'ün şatosuna yaklaştınız demekti.


Olduğu yerde durdu Logan. Şimdi o puslu ve karanlık havada rastgele kolları uzanan çıplak ve ölü ağaçların arasından Pearl'ün dört kuleli devasa kalesini görebiliyordu. Duvarları simsiyahtı ve bataklıktan yükselen koyu renkli duman, kalenin duvarlarından sızan cadıların zehirli sislerine karışıyordu. O kaleye girmenin cadılardan başka bir tür için imkansız olduğunu biliyordu genç lider. Çünkü kulenin etrafını saran geniş bir bataklık gölü vardı. O gölde fokurdayan çamurun sesini duyuyordu.


Bir gün diye geçirdi aklından. Bu kaleyi senin başına yıkacağım... Bir yemin gibiydi sözleri, tutmaya çok hevesli olduğu bir yemin...


Gözleri kaledeyken valorların uzaktan gelen seslerini duydu, anlamsız çığlıklardan ve hırıltılardan ibarettiler. Zamanı gittikçe


daralıyordu, bu nedenle kaleye arkasını dönüp yoluna devam etti.


Çok değil, attığı ikinci adımda esen bir rüzgârla, rüyasında hissettiği baharı andıran o koku burnuna dolduğunda adımları sekteye uğradı. Son ana kadar inanmakta zorlandığı için mi olmuştu bu bilmiyordu ama o kokuyu duymayı beklemiyordu. O andan sonra adımları hep yavaş ve tereddütlüydü.


Rüyasında gördüğü gibi bir manzara ile karşılaşmayı bekliyordu ama hayır... Gözüne ilk çarpan şey, bembeyaz parlak tüylere sahip büyük ve uzun kanatlar oldu. Etraftaki kuruyan tüm ağaçlara rağmen yeşil kalmayı başaran bir kızıl meşe ağacının altında yüz üstü yatıyordu. Kanatları çıplak bedenini örtse de tıpkı rüyasında gördüğü gibi teni is ve çamur içindeydi, bembeyaz saçları birbirlerine geçmiş ve kir içinde olsa da parlak ve güzel duruyor, yüzünü çevreliyordu.


Bu... diye düşündü önce. Tüm kelimeleri birbirine girmiş gibiydi, ne düşüneceğini bilemedi.


Ne olduğumu biliyorsun diye fısıldamıştı. Biliyordu Logan. Ne olduğunu biliyordu. Rüyalarından gelen bu gizil kadın bir melekti. Nesli, bin yıl önce cadılar tarafından katledilerek tükenen o nadide, o yüce yaratık...


Bu nasıl mümkün olabilirdi? Bu melek, o katliamdan nasıl sağ kurtulmuştu?


🫀


Bölümü nasıl buldunuz?


Loading...
0%