Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1| Yazgi Deha Yaman

@saniyesolak

Başım arkama yaslanmış, ellerim direksiyona tutunurken kapalı gözlerimin ardından ormanın sessiz sesini dinliyordum. Kaç saattir arabanın içinde öylece oturup beklediğime dair herhangi bir fikrim yoktu ama zamanın, dümdüz ilerlediği o kusursuz doğruyu epey aşındırdığından emindim. İç içe geçmiş kirpiklerim yavaşça birbirlerinden ayrılırken göz kapaklarım da gözlerimden kalktı ve bir ışık huzmesi, göz bebeklerimden içeri hücum etti. Uzun zamandır kapalı olan gözlerimi, bu ışık akımına alıştırmak adına birkaç kez kırpıştırdım. Işık artık gözlerimi rahatsız etmediğinde nihayet görüşüm de netleşmişti. Çalıların ardından görebildiğim kadarıyla, manzaramda hiçbir değişiklik olmamıştı, burada bekleme nedenim olan arabalar hâlâ biraz önceki gibi duruyorlardı. Yavaş hareketlerle bileğimdeki saate baktım. Bulunduğum konuma arabamı durduralı iki saat, gözlerimi kapatıp arabaların gitmesini beklemeye başlayalı kırk beş dakika olmuştu.

Kaşlarım çatıldı. O arabaların orada olması hiç mantıklı değildi. Bunun en başından beri farkındaydım ama gideceklerini düşünüp beklemekte bir sakınca görmemiştim. Gitmiyorlardı. Havanın kararmasına az bir vakit kalmıştı, biraz daha beklemeye karar verdim. Belki bir yarım saat daha...

Tam yeniden gözlerimi kapatmıştım ki ormanın doğal sesine aykırı bir şekilde ormanı inleten bir çığlık sesi kulaklarımda yankılandı. Kapattığım gözlerim hızla geri açılırken aynı hızla da doğruldum yerimden. Kahvelerim çalıların arasından belli bir kısmı görünen arabalardaydı. O arabaların önünde durduğu evi bulunduğum noktadan göremiyordum ama çığlığın o evden geldiğini anlamamak için aptal olmak gerekirdi. Yan koltukta duran silahımı aldığım gibi arabadan çıktım. Pekâlâ artık beklemeyecektim. Orada bir haltlar dönüyordu ve bunu anlamanın zamanı gelmişti de geçiyordu bile. Arabamın kapısını kapatıp sessiz adımlarla, eğilerek çalılıkların arasından geçtim yavaşça. Çıplak kollarıma dokunup ara ara minik izler bırakan çalı parçaları umurumda bile değildi.

Çalılıkları geçip bir ağacın arkasına saklandığımda artık evi de arabaları da net bir şekilde görebiliyordum. Arabadayken yalnızca üçünü görebildiğim araba sayısı aslıda beşti. Her bir metrekaresini santim santim ezbere bildiğim eve kaydı gözlerim. Yıllardır adım atılmadığını bildiğim halde sanki hâlâ birilerine yuva oluyormuş gibi görünüyordu. Hâlbuki bu ev hiçbir zaman hiç kimseye yuva olmayı becerememişti. Acı hatıraların ve katran karası gözyaşlarının her bir zerresini kapladığı duvarlar, hiçbir şey olmamış, yaşananlar birer hayal ürününden ibaretmiş gibi dik, sağlam ve bakımlıydı. Ama hayal ürünü olmadığını o kadar iyi biliyordum ki. Hayal ürünü olmasını dilediğim çirkin gerçeklerdi hepsi.

Bir kez daha duydum o çığlık sesini. Anladığım kadarıyla bir kadına aitti. Tüm düşüncelerimi bir kenara itip kendimi âna odaklamaya zorladım. Geçmişi hatırlamanın hiçbir faydası yoktu. Aldığım derin bir nefesle gözlerimi evden ayırıp etrafı kolaçan etmeye başladım. Görünürlerde kimse yoktu ama birilerinin bir yerlerde nöbet tuttuğunu biliyordum. Evin camlarına daha dikkatli odaklanmaya çalıştım. Oralarda bir yerlerde birileri vardı ama görebildiğim tek bir şey bile olmadı.

"Tanrı aşkına, nerede bu lanet olası herifler?" diye söylendim kendi kendime. En azından iki kişinin evin etrafında gezinmesi falan gerekmez miydi? Saklandığım ağacın ardından gizlice evi gözetlerken hiç beklemediğim bir şey oldu. Başımda hissettiğim tanıdık soğukluk, tüm algılarımın evden çekilip arkama odaklanmasına neden oldu. Pekâlâ, en azından çok fazla düşünmeme gerek kalmadan aralarından bir tanesi çıkmıştı ortaya.

"Elindeki silahı yere at bakalım küçük kız."

İlk kez duyduğum bu sesteki aşağılama ve alay, bozulmaya yer arayan sinir hücrelerime istediğini vermek konusunda fazlasıyla yeterliydi. Küçük kız diyerek yaptığı baskı ise adamı öldürmeye daha da heveslenmeme neden olmaktan öteye gitmemişti.

Acele etmeden sakince ellerimi yukarıya kaldırdım ve başımın hizasına geldiklerinde ellerimi havada sabitledim. Parmaklarımın arasında bir emanet gibi duran silah, gevşettiğim parmaklarım nedeniyle yer çekimine daha fazla dayanamadı ve ayaklarımın dibine düştü.

"Güzel! Şimdi bana dön!"

Gelen bu ikinci emir, doğrudan karşıya diktiğim bakışlarımın koyulaşmasına neden oldu. Kahverengi irislerime yayılan öfkenin yoğun buğusunu hissediyordum. Emir almaktan nefret ediyordum ve şimdi, arkamda duran piç gelmiş bana emir veriyordu. Sinirlenmemek elde değildi. Yine de metanetimi korudum ve adamın söylediğini yaptım, yavaşça arkamı döndüm. Görünüşümde korkmuş bir kadının zayıflığı yoktu, uzun zamandır korkularıma ulaşamıyordum. Ulaşmayı da istemiyordum zaten. Bu hayatta neyi kaybettiysem nedeni korkuydu.

Bakışlarımda çok farklı bir ifadenin emareleri vardı. O ifadenin ne anlama geldiğini görmeyi bilen birisi çok rahat anlayabilirdi.

Tehlike...

Ama karşımdaki adam o ifadeyi değil görmek, gözlerime bakmadı bile. Karşısında bir kadın vardı ya, rahattı o yüzden. Ne de olsa kolay lokmaydım onun için.

Adamın aksine ben adamın tam gözlerinin içine bakıyordum. Gözlerimde taşıdığım tehlikeli öfkeyi görsün, görsün ve korksun istiyordum. İstediğimi elde edemedim. Aksine adam beni baştan aşağı, iğrenç imalarla, alayla ve küçümseyerek süzmüş ve "Böyle bir güzelliği bu dağ başına hangi sebep attı? Dökül bakalım, kimsin sen?" demişti, bakışlarından yansıyan imaları ileten sesiyle. Midem bulandı...

Hâlâ adamın elindeki silah aramızda uzanıyordu. Bakışlarım kısa bir an silaha düştü ve hemen geri gözlerine döndüm. Silahı tek eliyle tutuyor olması beni avantajlı kılıyor, beni küçümsemesi ise küçücük de olsa başarma ihtimalinin önüne geçiyor ve tüm kozları benim önüme altın tepside sunuyordu.

Küçümsenmek her ne kadar hoşuma gitmese de bunun bana sağladığı avantajları görmezden gelemezdim. Beni gören her rakibim en başta beni küçümser ve gardını düşürürdü. Gücümü gördüklerinde ise durumun ciddiyetini kavrarlar ama her şey için geç kalmış olurlardı.

Gözlerimi adamın gözlerinden ayırmadan ilk atağımı yaptım ve adamın silah tutan elini kavradığım gibi hızla yukarıya kaldırıp adamın karın boşluğuna doğru sert bir tekme attım. Bu atağı beklemeyen adamın dudaklarından çıkan acı dolu inlemeye, afallamışlığın kirli kokusu sinmişti.

Durmadım. Durmadım ve karnına aldığı darbeyle iki büklüm olan adamın suratına arka arkaya iki diz darbesi indirdim. Hâlâ havada olan ellerini indirdiğim gibi adamı hızla çevirip kolunu belinde sabitlerken yüzünü sertçe bir ağaca yasladım. Bir dizimi kırıp belindeki koluna, elimle tuttuğum kısma, baskı yaparken boşalan elimle de elinde etkisiz eleman gibi duran silahı aldım ve kafasına doğrultup kafatasını delmek istercesine bastırdım.

"Benden sana bir tavsiye; rakibini küçümsersen kaybetmeye mahkûmsun."

Adamın dudaklarından dökülen inlemeler umurumda olmazken "Şimdi sen dökül bakalım, burada ne haltlar dönüyor." diye sordum.

İncecik bedenime rağmen adamı tutarken zorlanmıyordum. Aldığı hasarlardan dolayı sersemlediğinin elbette ki farkındaydım, benim dizim bile acıyordu. Adamdan ses çıkmayınca, ensesinden tuttuğum adamı ağaçtan biraz ayırıp kafasını yeniden, bu kez daha sert bir şekilde ağaca çarptım. Acı dolu inlemeleri yeniden artarken hâlâ konuşmaması üzerine sıkılı dişlerimin arasından neredeyse tısladım. Ağacın gövdesinden süzülen kanı görebiliyordum. Burnu kırılmadıysa bile ciddi bir hasar aldığına yemin edebilirdim.

"Bak ben sabırlı biri değilim ve sen benim zaten azıcık olan sabrımın dibini kazımaya başladın bile. Yerinde olsam konuşmaya başlardım, aksi taktirde canın daha da çok yanacak."

Adam cevap vermezken kurtulmak adına hareket etmeye çalıştığında elimdeki silahın kabzasını adamın ensesine geçirdim.

Filmlerde olan enseye alınan darbeyle bayılma sahneleri kesinlikle yalandı. Bayılmıyorlardı ama sersemledikleri bir gerçekti. O da sersemledi, sersemleyen bedenini ağaçtan ayırıp yere doğru ittiğimde sona kalan bir domino taşı gibi devrilmişti. Bir ayağım ile boğazına bastırıp onu olduğu yerde sabitlerken silahı alnına doğru tutup "Konuş!" diye tısladım dişlerimin arasından. "Burada ne yapıyorsunuz?"

Adamın yüzünde korkmuş bir ifadeden çok, rahat bir ifade vardı. Dudakları iki yana doğru kıvrılırken gözlerinin omzumun üzerinden arkama doğru kaydığını gördüm ama dönüp bakmak için zamanım olmadı. Çünkü aynı anda bir kez daha başımın arkası—nda bir silahın soğukluğunu hissetmiştim.

"At silahı yere ve kenarı çekil!"

Kalın ve gür bir sesti bu. Silahı tutan parmaklarım daha da sıkılaşırken ne yapmam gerektiğine karar vermeye çalıştım. İki herifi de çok rahat yere serebilirdim elbette ama içeriye girmenin daha zahmetsiz bir yolu aklıma gelmişken bunu neden yapacaktım ki?

Bir kez daha teslim olurcasına ellerimi kaldırıp silahı yere attım ve botumun altında ezilen boğazdan ayağımı çekip kenarı çekildim. Yerde yatan adam da ayağa kalkıp karşımda dikildiğinde üstünlük onlarda gibi duruyordu. Onlar öyle sanıyordu... Sansınlar bakalım!

Plastik kelepçe ile bağlanan ellerimle birlikte evin büyük salonunun içine getirildiğimde nerede olduklarını merak ettiğim korumaların yerlerini de öğrenmiş oldum.

Salon... Anılarla dolu olan salon... Gözlerim üst kata tırmanan merdivene kaydı. O günü, on beş yaşındaki hâlimi hatırladım. Ve merdivenin ilk basamağının hemen önünde yatan bir bedeni... Öfke acıyla karıştığında tehlikeli bir bileşen oluşturuyordu ve hayat, bazen bir kadının istediğinde ne kadar tehlikeli olabileceğini unutuyordu.

İrademe son gücümle tutundum ve rengimi belli etmeden gözlerimi hızla çektim o merdivenden. Salonun köşesindeki büyük masanın etrafına doluşmuş, okey oynayan dörtlüyü izleyen adamlara kaydı bakışlarım. Adamlar oyunu bırakmış bana ve iki yanımda duran adamlara bakıyorlardı. O kadar eminlerdi ki bugünün çok sakin geçeceğinden, buraya kimsenin uğramayacağından... Oturmuş okey oynuyorlardı.

"Ne oluyor burada? Bu da kim?" diye sordu aralarından biri. Masanın baş köşesinde oturuyordu, oyuna dahil olanlardan biriydi. Kel kafası ve uzun sakalı, iri cüssesiyle birleşince tehlikeli biri gibi duruyordu. Aralarındaki en iri adam oydu.

Hemen yanımda duran, sonradan gelip diğerini elimden kurtaran adamın omuz silktiğini hissettim. Elbette hissederdim, adam hemen dibimde kişisel alanımı işgal edecek kadar yakınımdaydı.

Sabır... Bu hayatın bana öğrettiği bir diğer şey sabırdı. Her ne kadar sabırsız bir kişiliğe sahip de olsam... Bu yüzden sabrettim. Ne de olsa ellerimdeki bu plastik parçasından kurtulduğun dakika yakalayacağım ilk herif bu olacaktı.

"Bilmiyorum." dedi bana yaslanan. "Dışarıda bulduk."

İri, kel herifin gözleri, öbür tarafımdakine kaydı. Üzerindeki siyah takımın içine giydiği beyaz gömleği kan olmuştu ve burnuma aldığı darbe yüzünden göz altları şişmeye, morarmaya başlamıştı. O gözlerle süzmüştü beni değil mi?

"Seni bu hale bu mu getirdi?" diye sordu. Bu mu derken sesinden akan aşağılanma o kadar tanıdıktı ki gözlerimi devirdim. Hepiniz mi aynısınız?

Adam utancından sadece başını eğdi ve hiçbir şey söylemedi. Bir kadından dayak yediği için utanıyordu ama size bir şey söyleyeyim mi? Utanmayı bırakıp kendini şanslı saymalıydı; hâlâ hayatta olduğu için. Ya da en azından gözleri yerinde olduğundan...

İri adam bir süre delici bakışlarını o adamda tuttuğunda, benden yediği o dayağın bir cezası olacağını anladım. Bu adamların arasında zayıflığa yer yoktu. Onlar beni tanımıyordu belki ama ben onların politikalarının nasıl işlediğini çok iyi biliyordum. Zaten beni tanısalar şu an elimde kelepçeler olmaz, burada tuttukları o çığlığın sahibi ile hepsinin önünden geçip çıkar giderdim buradan.

Keltoşun gözleri bana kaydığında tek kaşını havaya kaldırmaya çalıştı ama beceremeyip ikisini de kaldırdı. Enteresan bir şeymişim gibi bakıyordu bana. Oturduğu o koltuktan kalkıp masanın etrafından dolandı ve ellerini bacaklarını saran kumaş pantolonun ceplerine sokup hemen birkaç adım ilerimizde dikildi. Bir devi andırıyordu boyu ve cüssesiyle.

"Bunu..." dedi çenesi ile beni işaret edip diğerlerine hitaben. "Diğerinin yanına götürün. Akıbeti birazdan belli olur."

Yanımdaki, neredeyse bana sürtünen adam "Emin misin abi?" diye sordu tereddüt dolu bir sesle. "Ali'yi bu hale getirdi bu karı. Diğerinin yanına koyarsak rahat durmaz ikisi."

Karı ne lan orospu çocuğu deyip suratına kafamı gömesim gelse de tuttum kendimi ve ifadesiz bir şekilde durmaya devam ettim.

"Ayaklarını da bağla o zaman Necip?" diye karşılık verdi iri kıyım olan kel. Ardından elini kovar gibi sallayıp yeniden sandalyesine döndü ve "Dediğimi yap!" diyerek son noktayı koydu konuşmaya.

Evet Necip beni diğerinin yanına götür hadi!

Kolumdan tutup merdivenlere yöneldiğinde ardından adeta sürükleniyordum. Öyle aptalca çekiştiriyordu ki beni içimdeki öldürme arzusunu tetikliyor, Azrail'in kendine uğrayacağı zamanı çok daha öne çekiyordu da haberi yoktu.

Bağlı ellerim ve beni çekiştiren beden yüzünden yirmi iki basamaklı o merdiveni tam üç kez düşme tehlikesi atlatarak çıktım. Anıların soğuk sisi bedenimi okşayıp geçerken tenime bir ürperti çökertiyor, tüylerimi diken diken ediyordu. Ne kadar olmuştu bu eve girmeyeli, bu duvarların arasında nefes almayalı? Sekiz yıl mı? En son on yedi yaşındaydım...

Yanımdan iki küçük çocuk koştu sanki, koşarken çıkardıkları gürültü ve kahkahanın yankısı kulaklarımdaydı. Hemen arkalarından koşan kadını görür gibi oldum, yüzünde aydınlık bir gülümseme ile o iki çocuğu izlerken son derece temkinliydi sanki. "Dikkatli inin merdiveni!" diye uyarıyordu çocukları ama çocuklar onu dinlemiyor koşarak iniyorlardı. Hiçbir zaman dinlememişlerdi. Mutfaktaki etli yaprak sarmanın kokusunu alırlarken nasıl dinleyebilirlerdi ki?

Bir an o koku anılardan sıyrılıp burnuma doldu sanki. Bu eve gelişimi bu kadar erteleyişimin nedeniydi o anılar.

Güçlüydüm... Güçlü olduğumu biliyordum ama o anıların karşısında boynum kıldan inceydi.

Hatıralar her tarafımı sardığında içine düştüğüm çaresizlik sadece beni yakıyor, yanan ruhumun dumanıysa herkesi zehirliyordu. Güçlüydüm ve ben gücümü çaresizliğin içime saldığı öfke tohumlarınının hasadından alıyordum.

Uzun koridorda ilerlerken derin bir nefesle anıların kancasına takılan ensemi oradan kurtarıp ana geri döndüm. Şimdi ne koridorda koşan çocuklar vardı, ne onları takip eden kadın, ne de etli yaprak sarmanın kokusu.

Ben vardım...

Yazgı Deha Yaman...

Yakında yirmi altı yaşında, o çocukların aklının hayalinin alamayacağı bir halde buradaydım. Bir de yanımdaki bu adam...

Beni yürütürken bile dibimde durup beni taciz etmeye devam eden bu adam...

Azraili kapıyı çalan ve o kapının ardında kim olduğunu bilmeden kapıyı açan bu adam...

Sarı yaldızlı şekillerle süslenmiş beyaz duvar kâğıtlarının arasına konuşlanmış bembeyaz kapılar vardı. O kapıların ardında neler olduğunu biliyordum. Hangi odanın ne barındırdığını... Hangi odanın duvarlarında acının tırnak izlerinin olduğunu... Tertemiz, bembeyaz görünen bu kapılar hiç de temiz değildi. Bana göre beyaz da masum değildi. Tüm renkleri öldürerek kendini var eden bir renk katili, nasıl masum olabilirdi ki?

Beyaz renginden nefret ediyordum.

Benim beyaza kırgınlıklarım, küskünlüklerim, öfkelerim vardı.

Koridorun en sonunda, soldaki kapının önünde durdu adının Necip olduğunu aşağıda öğrendiğim adam. Parmakları kolumu öyle sıkıyordu ki, etimin içe göçtüğüne ve göçüklerin içine morun yuva yaptığına emindim.

"Sessizsin." dedi adam alayla, bir eli kapının üzerinde duran anahtara uzanıp anahtarı çevirmeye başlarken. "Aşağıdaki o hırçın kız nerede?"

Gözlerim onun el hareketini izlerken omuz silkip "Ellerim bağlı..." diye mırıldandım. Anahtarı tam üç kez çevirdiğinde kapı hafifçe aralandı. Adam elini kapıdan çekip bakışlarını bana çevirdi ve iğrenç imalarla boyanmış gözlerini boynumda, göğüslerimde gezdirirken "Ellerin bağlı olmasa da sonuç değişmezdi." dedi. Yine ve yine sesi alay doluydu. Derin bir nefesle iç çekip yan gözle ona baktım. Yüzüne bakmasam da bakış açıma çarpan silüetini görebiliyordum zaten.

Gözlerini üzerimden çekip beyaz kapıyı itti ve başı ile içeriyi işaret edip "Geç!" dedi.

Bakışlarım usul usul adamın yüzünden çekilirken önümde kapısı açılan odaya baktım. Eski misafir odalarından biriydi. Lacivert, beyaz ve krem renginin ağırlıklı olduğu, tek kişilik bir yatak, yatağın yanında iki küçük komodin ve ayak ucunda bir gömme dolap olan bir odaydı. O an bir kez daha anıların derin kuyularından birine daldım ve yanımdan küçük, pembe elbisesi ile prensese benzeyen bir kız geçti sanki.

Bu kez koridorda gördüğümden daha küçüktü. Odanın içinde bir gülme sesi geliyordu ama sanki dudaklarına avucunu bastırıyormuş gibi boğuktu bu ses. Gömme dolabın içinden geldiğini biliyordum, küçük kız da biliyordu. Yüzünde tatlı duran ama sinsi durduğunu düşündüğü bir gülümseme ile parmak uçlarında dolaba doğru ilerledi ve hızla küçük parmakları ile dolabın bölmelerinden birinin kapağını kaldırıp çığlık atarak "Buldum seni!" diye bağırdı. Sesinden akan neşe öyle coşkuluydu ki bir an onu kıskandım.

Anıların arasına karışan bir burun çekme ve derin nefeslerin sesi beni anılardan çekip çıkardı. O sırada içeriye doğru iki adım atmıştım. Gözlerim gömme dolaptan ayrıldı ve duyduğum sesin olduğu yere kaydı.

Köşede, duvar dibinde sanki onu tüm kötülüklerden koruyacakmış gibi duvara sinen bir kız çocuğu vardı. On beş on altı yaşlarında gibi duruyordu, bilemediniz on yedi. Üzerinde özel bir lisenin üniforması vardı ve elleri, tıpkı benimki gibi önünde plastik kelepçelerle bağlanmıştı. Yüzünde ya da üzerinde herhangi bir şiddet emaresi olmasa da gözleri öyle korku doluydu ki. Kan çanağına dönen gözlerinde hâlâ kurumayan yaşların izleri vardı.

Arkamdan itildiğimde olduğum yerde dikilip kaldığımı ancak fark edebildim. Gözlerim odağına kızı öyle bir almıştı ki andan sıyrılmıştım. Öyle masum ve savunmasız duruyordu ki bir an... Çok kısa bir an kendime benzettim onu. On beş yaşıma... On altı yaşıma... On yedi yaşıma...

Hareket etmediğimde adam bir kez daha, bu kez daha sert itti beni. Dengemi sağlayamayıp yere düştüm ama kalkmak için hiç çaba sarf etmedim. Sadece gözlerimi kızdan çekip yönümü adama döndüm o kadar. Adam kapıyı kapatıp ayak ucumda dikilip bana tepeden bakarken ayaklarımın topuklarını yere bastırıp bedenimi geriye doğru çekmeye çalıştım.

Ben bir oyuncuydum.

Hepsi bir oyundu.

Adamın dudaklarındaki gülümseme büyüdü. Ondan korktuğumu sanıp egosunu tatmin ederken tek dizinin üzerine doğru çöküp elini uzattı ve bacaklarımı kavrayıp uzaklaşmamı engelledi. Bir eli hâlâ bacağımda dururken, parmakları tuttuğu yeri hafif hafif okşayarak beni taciz etmeye devam ediyor, gözleri iğrenç imalarla bedenimi süzüyordu.

Diğer elini üzerindeki takım elbisesinin ceketinin cebine soktu ve bileğimdekilerden daha kalın daha uzun bir plastik kelepçe çıkardı.

"Ah..." dedi iç çeker gibi. Eli baldırımdan kayarak bileğime doğru inerken. İfadesiz bir şekilde öylece hareketlerini izleyip doğru zamanı bekliyordum. Bulanan midem de sorun değildi. Nasıl olsa birazdan o son nefesini verirken benim bulantım kesilecek ve rahatlayacaktım.

"Seninle çok güzel eğlenebilirdik."

Tepkisizliğimden cesaret alıp tuttuğu bacağımı okşamaya devam ederken gözleri v yaka tişörtümden görünen göğüs dekoltemde geziniyordu. Zamanı gelmişti.

"Haklıydın..." diye mırıldandım gözlerimi bir an olsun adamın yüzünden ayırmadan.

Gözlerini diktiği dekolteden çekmeden dudaklarını yalayıp "Hangi konuda?" diye mırıldandı.

Erkekler beyinleri yerine penisleriyle düşündükleri sürece kaybetmeye mâhkumlardı. O daha ne olduğunu anlayamadan insanüstü bir hızla, tutmadığı bacağımı kendime doğru çekip suratının ortasına sert bir tekme attım. Hafif bir çıtırtı odanın içinde yükselirken adam acıyla inleyip geriye doğru uçtu. Öyle beklenmedikti ki onun için, bacağımdaki tuttuğu yer acıyordu parmakları tenime gömülüp denge sağlamaya çalıştığı için. Ama sağlayamamıştı. Ona ikinci bir şans vermeden çevik bir hareketle kalktım uzandığım yerden ve adamın üzerine çıkıp ata biner gibi gövdesine oturup, ellerimi boynuna sardım. Bütün gücümle sıkmaya başladığımda artık hayatta kalmak için hiç şansı yoktu.

Gerginleşen kelepçelerin tenime bıraktığı izler ve acı umurumda bile değildi. O an sadece damarlarıma dolan adrenalin ve parmak uçlarımı karıncalandıran öldürme arzusu vardı.

Adam altımda kıvranıyor, kollarıyla beni üzerinden atmaya çalışıyordu nafile bir çabayla. Bir damla nefes için yalvardığını kızaran gözlerinden görebiliyordum. Damarlarının içinde sıkışan kanla önce kızaran ve oksijensiz kaldığı her saniye yavaşça kırmızıdan mora dönmeye devam eden suratını kaplayan paniği görebiliyordum.

Ölüme adım adım yaklaştığını anladıkça o panik daha da artıyordu. Ölümü benim avuçlarımdan ona doğru akıyordu.

Hareketleri şiddetlendi. Titremeleri arttı. Hareketleri yavaşladı. Titremeleri kesildi.

Ellerimi sonunda boğazından çektiğimde açık duran gözlerindeki hayat sönmüştü. Umarsızca beni taciz eden o gözler şimdi donuk iki çukur gibiydi. Hak ettiği daha acılı ve daha yavaş bir ölümdü ama bunun için zamanım yoktu.

Odanın içindeki üçüncü gözün üzerimizde olduğunu anlamak için dönüp bakmama gerek yoktu. Taş kesilmiş gibi öylece altımda duran cesede baktığını biliyordum.

Oturduğum gövdenin üzerinden diğer tarafa geçip adamın yanında durdum ve bağlı ellerimle ceketinin ceplerini karıştırmaya başlarken kıza bakmadan konuşmaya başladım. "Ne kadar çok bakarsan aklına o kadar çok kazınır."

Zayıf bir sesle nefes aldığını duyana kadar nefesini tuttuğunun farkında değildim. Burada gördüğü bu şey muhtemelen onda küçük bir travma olarak kalacaktı ama hangimizin travmaları yoktu ki? Hayatını kurtarıyordum, küçücük bir travmaya da katlanması gerekiyordu.

"Onu öldürdün..."

Nefesi kadar zayıf olan sesini duyduğumda pantolonun ceplerine geçmiştim. Sağ cebinde bulduğun turuncu saydam bir çakmak, bir araba anahtarı ve beline sıkıştırılmış gümüş rengi silahtan başka adamın üzerinde hiçbir şey yoktu. Telefon bile...

"Evet." dedim kıza hitaben. Sesimdeki kayıtsızlık ona ne hissettiriyordu merak ettim o an. Dönüp baksam anlayabilirdim ama bakmadım. "Öldürdüm." dedim basit bir şeyden bahseder gibi. Bana göre basit bir şeyden bahsediyordum ama onun için aynısı geçerli değildi. En azından ses tonundan bu kadarını anlayabiliyordum.

Tüm bunları düşünmeyi sonraya ertledim. Oyalanmak gibi bir lüksümüz yoktu. Birkaç dakika sonra adamın aşağı inmemesi dikkat çekecekti ve onu kontrole geleceklerdi. Geldiklerinde hazır olmalıydım.

Yere oturup dizlerimi göğsüme doğru çektim ve ayaklarımı öne doğru uzatıp araba anahtarını ayaklarımla sabitledim.

Parlak metal şimdi yukarıya doğru uzanıyor, plastik kısmı botlarım tarafından sabit tutuluyordu. İki elimle birden tuttuğum çakmağı yakıp anahtarın metal kısmını yakmaya başladığımda kızın bakışlarının bu kez bana kilitlendiğinin farkındaydım. Korku dolu bakışlarının bir ağırlığı vardı.

Metal yavaşça renk değiştirip kızarmaya başladığında derin bir nefes alıp bileklerimi sımsıkı saran plastik parçasını anahtara doğru götürdüm. Kızgın metal, kelepçeden önce derime değip değdiği yeri dağlamaya başlamıştı. Acı hemen akabinde geldi ama sıktığım dişlerimle birlikte acıyı yok saydım.

Eğer bedeniniz yeterli adrenaline maruz kalırsa, acıyı uyutmak kolay oluyordu. O yüzden şu an ki tek derdim iz kalmasın yeterdi. Bedenimde taşıyacağım kalıcı yara izlerine tahammülüm yoktu, bu yüzden her yara izimi dövmelerle kapatıyordum. Böylesi kendimi daha rahat hissetmemi sağlıyordu. En azından aynaya bakarken...

Ve şanslıydım ki henüz sadece iki dövmem vardı...

Plastik saniyeler içinde eriyerek koptuğunda yanık plastik kokusu odanın içine yayılmaya başlamıştı. Başımı kaldırıp oturduğu köşede gittikçe küçülen kıza baktım. Onu uyarmış olmama rağmen gözünü bile kırpmadan cesedi izliyordu şimdi.

Yere bıraktığım silahı belime sıkıştırıp ayağa kalktım ve elimdeki çakmak ve anahtarla ona doğru ilerledim. Tam önünde diz çöktüğümde artık cesetle arasında ben vardım.

"Bakmaman gerektiğini söylemiştim."

Gözlerini zorda olsa arkamda kalan bedenden çekti. Yeşil gözleri benim bedenime bakıyordu ama gördüğü yerde ben değil, arkamda cansız bir şekilde yatan adam vardı.

Hiçbir şey söylemeden korku dolu gözlerle yüzüme bakmaya devam ettiğinde elimi uzatıp bileklerini tuttum. Onun bileği de en az benimki kadar sıkı bağlanmıştı ve kelepçenin sıktığı bileğinin derisi aşınmış, kan oturmuş teni çürüklerle doluydu. Günlerdir bu halde gibi görünüyordu.

Kucağında duran ellerini kendime doğru çekip öne çıkardığımda uysalca bileğini konumlandırdığım şekilde tuttu. Anahtarı bir kez daha çakmakla ısıtmaya başladığımda sesini duydum.

"Çok acıtıyor mu?"

Bakışlarımı kaldırdığımda gözlerinin bileğimin iç kısmında kalan anahtarın bıraktığı yanık izinde olduğunu gördüm. hafif bir kızarıklıktan başka bir şey yoktu.

Başımı iki yana sallayıp ona hayır cevabını vermeyi isterdim ama bu yalan olurdu. Çürük yaralarla dolu bileğine, kızgın anahtar değdiği an canını çok yakacaktı. Şu an bile acı çektiğine emindim. Bu yüzden "Sadece birkaç saniye sürecek." diye mırıldandım.

Anahtar hazır hale geldiğinde çakmağı bırakıp bileklerinden birini tuttum ve kızın yüzüne bakarken "Gözlerini kapat ve üçe kadar say." dedim. Başını salladı bir kez daha uysal bir hareketle ve gözlerini kapatıp "Bir," diye saymaya başladı.

Ama o daha ikiye geçmeden anahtar ile plastiği yakmaya başlamıştım bile. Tenine değen yakıcı sıcaklık ile irkilip bileğini çekmeye çalıştı ama sıkıca tutup ona engel oldum. Dudaklarından çıkan acı dolu inlemeleri duymazdan gelmek kolaydı benim için.

Sonunda bilekleri özgür kaldığında parmaklarıyla narince ovaladı bileklerini. Gözleri üzgünce yara izlerinde dolaşıyordu. Elimdekileri yere bırakıp ayağa kalktım ve "Benim yaptığım gibi yap ve ayak bileklerindeki kelepçeden de kurtul." dedim ona.

Bakışlarını bu kez benim yüzüme kaldırdı. "Kimsin sen?" diye sordu. Ses tonuna hâkim olan ifade her ne kadar umutlu olsa da korku da oradaydı. Tanışma faslına gelmeyi hiç istemiyordum ama karşımda kaçırılmış, korku dolu küçük bir kız çocuğu vardı. En azından onu daha fazla korkutmaz, ihtiyacı olan güveni onun için sağlayabilirdim. Bu kadarını yapabilirdim. "Adım Yazgı, Yazgı Deha Yaman."

Silahın şarjörünü çıkarırken kahvelerimi onun yüzüne dikmiş güven veren bir ifade ile bakmaya çalışıyordum ona. Biraz önce gözlerinin önünde gözümü bile kırpmadan birini öldürmüşken ve şimdi elimde bir silah tutarken bunu ne kadar beceriyordum orası tartışılır tabii.

Dolu olan şarjörü geri yerine oturturken "Ama kim olduğumun bir önemi yok," diye ekledim hemen. "Önemli olan seni buradan çıkaracak olan kişi olmam." diye devam ettim sözlerime.

Bana olan bakışları daha dikkatli bir hâl aldı. "Seni babamlar mı gönderdi?" diye sorarken şimdi biraz öncekine nazaran daha çok umut doluydu.

Tam ona cevap verecekken odanın dışından biri "Necip?" diye seslendi. Bakışlarımız otomatik olarak kapıya kaymıştı ikimizin de. Koridordan gelen ayak sesleri vardı.

Hızlı ama sessiz adımlarla kapının bir tarafına geçip sırtımı duvara yasladım ve silahın emniyetini açıp patlamaya hazır hale getirdim, tek yapmam gereken tetiğe basmaktı.

Adım sesleri gittikçe yaklaşırken "Nerede kaldın amına koyayım?" dediğini duydum adamın. Gözlerim doğrudan küçük kızın üzerindeydi. Öyle korku dolu bakıyordu ki bana gözlerimi yavaşça açıp kapatma isteği uyandırdı bakışları bende. Dilimle değil ama gözlerimle sakin olmasını söyledim.

Adam kapıyı açıp kafasını içeri uzattığı anda silahın namlusu şakağındaydı. İri iri açtığı gözlerini çevirip bana baktığında "Sesini çıkarırsan beynini dağıtırım." dedim sessizce. Ardından silahı adamın şakağına biraz daha bastırıp sıktığım dişlerimin arasından "Beni anladın mı?" diye sordum. Başını sallayarak cevapladı beni. Bana bakan kahverengi gözlerinden kısa bir an korkunun geçtiğini görmek ve bu korkuyu ona benim verdiğimi bilmek tatmin ediciydi.

"Güzel!" diye karşılık verdim ve silahı hafifçe teninden ayırıp kafasının hizasında tutmaya devam ederken "Şimdi içeri gir ve kapıyı kapat!" dedim. Tereddütle bana bakmaya devam edince sıkılı dişlerimin arasından "Hemen!" diye tısladım. Bu onu harekete geçirdi ve içeri girip kapıyı arkasından kapattı. Şimdi odada üçü canlı biri cansız dört kişiydik.

Adamın öne doğru attığı adımlardan dolayı arkasında kalırken sırtımı duvardan ayırıp bu durumu değiştirdim ve silah hâlâ patlamaya hazır bir hâlde başına doğrultulmuşken önüne doğru dolandım.

Kahverengi gözler bir silah, bir yüzüm bir de arkamda kalan ceset arasında mekik dokurken en sonunda yüzümde sabitlendi ve "Bu yaptığın aptallık!" dedi dalga geçercesine. "Buradan sağ çıkabileceğini mi sanıyorsun?"

Sözlerini duymazdan, alayını görmezden gelip umursamaz bir sesle "Burada kaç kişisiniz?" diye sordum.

Kaldırdığı tek kaşıyla, bir ayağına verdiği ağırlığıyla ve göğsüne bağladığı kollarıyla rahat bir tavır çizmeye çalışıyordu ama gözleri onu ele veriyordu haberi yoktu.

Susmaya devam ettiğinde konuşmayacağını anlamıştım. Bana uyardı. Dudaklarım yavaşça kıvrılırken silahı yere attım.

Yere düşerken çıkardığı o tok ses adamın rahatlamasına neden oldu. Göz hapsimdeydi ve her ifadesini çok kolay bir şekilde analiz edebiliyordum.

Bir adım atıp aramızdaki mesafeyi kısaltırken o da beni analiz etmeye çalışıyordu ama kibri öyle büyüktü ki karşısında küçük bir kız çocuğundan daha başka bir şey görmüyordu.

Elimde silah varken durumu farklı görüyordu. Ortada korkmaya değer bir unsur vardı. Şimdi ise çok daha farklı...

"Kim olduğumu biliyor musun?" diye sordum gözlerinin içine bakarak. Onun da dudakları benimkiler gibi kıvrıldı. "Bilmem mi gerekiyor?" diye sordu. Omuz silktim ve "İnsanlar, Azraillerini tanımak isteyebilirler." diye karşılık verdim.

Güldü... Kahkaha ata ata, eğlene eğlene güldü. Bitirdiği ana kadar sessizce beklerken dudaklarımdaki o kıvrım, izlerini koruyordu. En sonunda bitirdiğinde eğlendiğini belli eden parıltılar gözlerinde titreşiyordu. Arkamda yatmaya devam eden cesedi görmüşken neyi bu kadar eğlenceli buldu anlamış değildim. Bence o ceset beni ciddiye alması için yeterli bir gerekçeydi.

"Güzelim!" dedi güzel kelimesinin tüm güzelliğini katleden bir sesle. "Elindeki tüm avantajını biraz önce yere bıraktın. Gerçekten Azrailcilik oynayabileceğini mi sanıyorsun?"

Dudağımdaki kıvrım daha da büyüdü. "Bitti mi?" diye sordum. Anlamadı. Daha ne olduğunu bile anlayamadan gırtlağının üzerine inen yumruğumla nefesi kesilirken şiddetli bir şekilde öksürmeye başlamıştı.

Eli çoktan boğazına sarılmıştı. Tıp fakültesinde okumanın en iyi yanı buydu. İnsan vücudunu çok iyi tanıyordun. Tıp fakültesinden sonra psikiyatri alanında uzmanlık almanın en iyi yanıysa, insanın sadece vücudunu değil ruhunu da tanıyor olmaktı. Duygu ve düşüncelerini... Aklından geçenleri...

Canı yanan adam iki adım gerileyip sırtını duvara yasladı. Hâlâ nefes almaya çalışıyordu. Gırtlağını parçalamamış olmayı umuyordum. Hâlâ almam gereken bilgiler vardı ve bana konuşabiliyorken lazımdı.

"Yazgı Deha Yaman!" diyerek kendimden son derece emin bir sesle adımı söyledim. "Bu isim sana bir şeyler çağrıştırıyor mu?" Adama doğru iki adım atıp aradaki mesafeyi kapatmıştım.

Öne eğdiği başını kaldırıp yeniden bana baktığında işte oradaydı. Korku kahvelerine ilmek ilmek işlenmişti. Saçlarının alnına dökülen kısmını avuçlayıp sertçe kafasını geriye doğru ittim ve adamı duvara yapıştırdım. Boğazına sarılı ellerini çözmek aklına bile gelmiyordu o an. Tek derdi nefes alabilmek ve duyduğu ismin şaşkınlığını üzerinden atabilmekti.

"Eğer çağrıştırıyorsa Azrailcilik oynamayacağımı, seni çıplak ellerimle bile elli farklı şekilde öldürebileceğimi biliyor olman gerekir. Şimdi yaşamak istiyorsan eğer sorduklarıma cevap ver. Burada kaç kişisiniz?"

Her bir kelimenin üzerine bastıra bastıra söylediğimde sonunda konuşmanın kendi yararına olduğunu anlamış olacak ki "Yirmi kişi." diye cevapladı. Ardından gözleri arkamda duran cesede kaydı ve "On dokuz..." diye düzeltti.

Saçlarını bırakıp bir adım geri çekilerek karşısında dikildim.

"Burada bu kızdan başka bir tutsağınız var mı?"

Başını iki yana sallayarak cevap verdi bu soruma. Bir süre adamın yüzüne bakıp samimiyetini tarttım ama böyle bir konumdayken bana yalan söylemeyeceğinin de farkındaydım.

Bakışları ilginç bir şeyi inceler gibi yüzümü izliyor, gerçekten Yazgı Deha Yaman olup olmadığımdan emin olmak ister gibi bakıyordu. Adını defalarca kez duyduğu kadını şimdi kanlı canlı karşısında görmemin şaşkınlığını yaşıyordu.

"Sen nasıl Yazgı Deha Yaman olabilirsin ki?" diye sordu hırıltılı bir sesle. Boğazına attığım yumruğun etkisiydi bu. "Eğer yakalandıysan söylendiği kadar iyi değilsin demektir." diye ekledi hemen ardından. Şimdi sesine yeniden özgüven aşılanıyordu. "Yani yine buradan çıkamayacaksın."

Gülmeden edemedim sözlerine. Başım sağ omzuma doğru düştü ve "Gerçekten beni yakaladığınızı mı düşünüyorsun?" diye sordum, dudağımdaki kıvrım varlığını koruyordu.

Özgüveninin yüzünde donakalışını büyük bir keyifle izledim.

"Şimdi..." diye mırıldandım bir adım daha geri giderken. Artık silah ile aramda sadece bir adımlık mesafe vardı. "Hayatta kalmak için üç saniyen var. Üç saniye içinde bu odadan çıkmış olursan hayatta kalırsın. Ve aşağıdakilere söyle. Yazgı Deha Yaman onlar için geliyor."

Boğazına sarılı eline rağmen sertçe yutkunduğunu gördüm. "Bir..." dediğim an kapıya uzanıp beklemeden açtı ve bedenini dışarı attı. Hiç beklemedim, uzanıp silahı alırken "İki..." diye seslendim peşinden hafifçe.

Koridordan adım sesleri geliyordu ve "Boran abi..." diye bağırıyordu aşağı doğru. Ben odadan çıktığımda o merdivenlerin başındaydı.

Silahı adama nişan alıp tetiğe bastığım an, "Üç..." diye bağırdım ve patlayan silahın hemen ardından adam ileri doğru savrulup merdivenden pata küte yuvarlanmaya başladı.

Aşağıdan küfür ile karışık şaşkınlık nidaları gelirken omzumun üzerinden odaya baktım. Küçük kız ayağındaki kelepçeyi çözmüştü ama olduğu yere sinmiş bir halde pozisyonunu bozmadan bekliyordu. Akıllıca bir hareketti.

"Beni burada bekle..." dedim ona ve kapıyı kapatıp hemen yan taraftaki odanın kapısını ardına kadar açtım. Merdivenden gelen sesler, adamların bu kata doğru akın ettiğini gösteriyordu.

Kapı pervazını kendime kalkan edinirken basamaklardan görünen ilk adama ateş edip alnından vurdum. Hemen ardından geleni de...

Üçüncü adamı da aynı şekilde indirmiştim ama arkası gelmemişti. Elbette...

Kaldı on beş...

"Sen yukarıdaki..." diye bağırdı aşağıdan biri. Kel olanın sesiydi. "Eğer silahını hemen atmazsan canın çok yanacak."

Elimdeki silahın şarjörünü çıkarıp kontrol ederken "Gelip yakmaya ne dersin?" diye karşılık verdim bende. Yalnızca üç mermi vardı.

"Geleceğim, geleceğim ve seni kendi ellerimle geberteceğim orospu."

Şarjörü geri yerine oturturken gözlerim karşımdaki duvara kilitlendi ve "Sen beni öldüremezsin piç kurusu!" diye cevap verdim sözlerine hitaben.

Ardından koridora çıkıp hiç beklemeden merdivene doğru yöneldim. Olduğum yerde kalırsam köşeye sıkışırdım. Kendimi savunabileceğim kadar mermim kalmamıştı.

Emniyeti çekilen silah seslerini duyduğum an yere çöküp birkaç adım ilerimde olan cesede eğilmiş ve silahlar patlamadan hemen önce, son anda cesedi kendime siper edebilmiştim.

Ertafa çarpıp tiz seslerle seken mermilerin seslerini duyabiliyor, Üzerime çektiğim cesede saplananları hissediyordum.

Sıcak kanı, cesetten süzülüp üzerime akıyor, koyu gri tişörtümü kendi rengine boyuyordu. Kanı hiçbir zaman sorun etmemiştim. Ellerim yeterince kana bulanmışken ne diye sorun edecektim ki?

Cesedin belini yokladım ve orada bir silah daha buldum. İşte tüm ihtiyacım olan buydu.

Silahı çektiğim gibi ateşlemeye hazır hâle getirip adamlara karşı ateş açtım, onlar rastgele sıkıyordu ama ben elimden geldiğince nişan almaya çalışıyordum.

Ön safta üç kişi ateş ediyordu. diğerleri sırasını bekliyor olmalıydı. Üzerimde bir ceset varken bu oldukça zor olsa da o üç kişiyi vurmayı başardım.

"Sikeyim..." diye hırladı aşağıdaki adamlardan biri. "Gidin alın şu kaltağı."

Aynen öyle, gelin alın beni...

Mermisi biten silahı bir köşeye attım. Artık elimde sadece üç mermi kalmıştı ve yeni bir silah almak için vaktim yoktu.

Cesedi üzerimden çektim, onlardan önce davranıp merdivene ilk adımımı attım ve gelen adamlardan ilkini kafasından vurdum.

On bir...

Hemen arkasından gelene nişan alıp ateş ettim ama beklediğim gibi silah patlamadı.

Kahretsin, tutukluk yapacak zamanı bulmuştu.

Düzeltmekle uğraşıp vakit kaybetmek istemediğim için silahı bir köşeye attım.

Karşımdan gelen adam silahı ateşlemeden önce salise bir farkla bileğini kavrayıp kenara itebilmiş ve bedenime saplanacak kurşunun yönünü saptırabilmiştim.

Yumruğumu adamın suratına geçirip onu afallattıktan sonra büktüğüm bileğiyle namluyu kendine doğrultmuş ve ateş edip beynini dağıtmıştım.

On...

O noktadan sonra şans benden yanaydı çünkü şarjörü doluydu. Bunu, bedenime siper aldığım bedenle adamlara ateş ederken anlamıştım ve şimdi geriye nefes alan tek bir adam bile kalmamıştı.

Sonuncu adamı da vurduktan sonra omuzlarımda tonlarca yük varmış gibi hissettiren adamı yere itip bilançoya baktım. Ben dahil her yer kan gölüne dönmüştü.

Yapış yapış olan koyu kırmızı sıvı bedenimde kurumaya başlarken silahı da yere atıp arkamı döndüm ve basamakları tırmanmaya başladım. Buradan ayrılmadan önce yapmam gereken son bir iş kalmıştı. O kutuyu bulmadan bu yerden ayrılmaya niyetim yoktu.

Tabii basamakları dönüp devamını tırmanmaya başlamadan hemen önce pencereden gördüğüm şeye kadar düşüncelerim bu yöndeydi.

Sıra sıra dizilen arabalar bu tarafa doğru geliyorlardı. Burnumdan sert bir nefes döküldü. Kim olduklarını anlamak için dahi olmaya gerek yoktu, bu yer pek bilinen bir yer değildi. Destek geliyordu.

Buradan hemen gitmeliydik. Kendim için değil, yukarıda bulduğum kız için... Daha kalabalık geliyorlardı ve hırsım ve inadım yüzünden on beş, on altı yaşlarındaki bir kızın hayatını tehlikeye atacak değildim.

Kutuyu ertelemek zorundaydım...

Yoluma devam edip üst kata çıkacağım sırada basamakların başında duran beden dikkatimi çekti.

Kız oradaydı. Duvara tutunarak ayakta dururken ilginç bir şeymişim gibi bana bakıyordu. Gözlerinde korku yoktu, biraz endişeliydi çokça yorgundu ama korkmuyordu. Artık korkmuyordu. Bu da bana uzun zamandır orada olduğunu ve beni izlediğini düşündürdü.

"Odadan çıkmamalıydın..."

Bu kadar fazla ceset ve kan görmek onun için iyi değildi.

"Onlar için üzülmüyorum." dedi titrek bir sesle. Bir an gözlerinden karanlık bir ifadenin geçtiğine şahit oldum. "Aksine hepsi ölmeyi hak ediyordu. Günlerdir korkunç şeyler söylüyorlardı bana. Buradaki her dakikamda o söylediklerini yapacaklarını düşünerek korkudan öldüm."

Hiçbir şey söyleyemedim. Canı yanan bir kadının neler yapabileceğini gayet iyi biliyordum. Onu suçlayamazdım, kimse suçlayamazdı.

"Seni buradan çıkarmalıyız..."

Ön bahçeden gelen araba sesiyle bakışlarım aşağı kaydı. Gelmişlerdi bile.

"Onlardan daha fazlası mı geldi?"

Kahvelerimi yeniden karşımdaki kıza diktim. İşte oradaydı, yeniden korkusu gün yüzüne çıkıyordu.

"Hadi..." dedim başımla çıkışı işaret ederken. Tereddüt dolu adımlarla yanıma kadar geldi ve hemen ardından bir elimi sımsıkı tuttu.

Bakışlarım ona kaydı. O kadar küçük görünüyordu ki bu içimde bir yere dokunuyordu. Küçük, savunmasız bir kız çocuğu... Küçük bir kardeş gibi...

Benim küçük kardeşim gibi...

Bana özlemini duyduğum kardeşimi hatırlatıyordu...

"Eğer gelenler onlarsa başka bir çıkış daha vardır değil mi?" Korkuyla dolan gözleri aşağı uzanan merdivenden bana kaydı. "Lütfen beni onlara verme..."

Vermeyecektim elbette.

"Başka bir çıkış elbette var ama buna gerek yok." diye mırıldanıp yürümeye başladım. Başka bir çıkıştan çıksak bile arabamın yanına gidene kadar birileri bizi fark ederdi.

Kim olduğumu bilmedikleri sürece açtıkları bir ateş hattında zarar gören sadece ben olmazdım.

"Ne demek istiyorsun?" diye sordu kız. Ama cevap vermedim. Ön bahçeye açılan ana kapıya ilerlerken açık olan kapıdan bahçeyi dolduran arabalar görünüyordu. Ve arabalardan inen adamlar...

En önde gördüğüm yüz dudağımı kıvırmama neden oldu. Cevahir Duran. Bir yıl kadar önce canını kendi ellerimle aldığım Selim'in yerine getirilen adam...

Kapıdan geçtiğimizde bizi ilk fark eden, arka saflardaki adamlar oldu. Elliden fazla adam vardı bahçede şimdi. Fark edenler anında silahlarını bize doğrulturken küçük kız korkuyla arkama doğru sindi.

"Cevahir Duran..." diye seslenerek dikkatlerin tamamını üzerime çektim. Başı hızla bana dönen adam, o kadar şaşkına döndü ki kulağına yaslı duran telefonu yere düştü.

"Selim de öğretememişti adamlarına, sıkamayacakları silahları çekmemeleri gerektiğini..." Elimle arkadaki adamları işaret ettim. "Belli ki sende öğretemiyorsun."

Yüzü öfkeden gözle görülür bir şekilde kızaran adam "Yazgı Deha Yaman..." diye seslendi bana doğru bir adım daha yaklaşarak. "Sende olmaman gereken yerlerde olmamayı öğrenemiyorsun."

Adımın ortaya serilmesi, kısık çaplı bir şaşkınlık uğultusunun yükselmesine neden oldu. Hemrn ardından üzerime doğrulan namlular bir bir indiler aşağı.

Uzunca bir süredir Rauf Karan ve adamları ile bir işim olmamıştı. Bu yüzden onların beni tanımıyor olmasını normal karşılıyordum ama tanıyan birilerini görmek de güzeldi. Beni pek çok zahmetten kurtarıyordu en azından.

"Nasıl yapalım?" diye sordum tek kaşımı kaldırıp. "Siz mi yolumuzdan çekilirsiniz, yoksa ben mi çekeyim?"

Cevahir gözleri ile arkama doğru sinen kızı işaret etti. "Kızı götürmene izin veremem. O bize lâzım."

Sözlerine sadece gülmekle yetindim. "Benim çekmemi tercih ediyorsun yani?" Çünkü bu kızı burada bırakıp gitmemin başka hiçbir yolu yoktu.

"Seni öldüremiyor olabiliriz Yazgı Deha Yaman." diye hırladı Cevahir. "Ama bu canını yakamayacağımız anlamına gelmiyor. Sen istiyorsan gidebilirsin ama o burada kalacak."

Onlar ve benim canımı yakmak...

Fiziksel acının beni durduracağını düşünmek onların hatasıydı. Ölümün eşiğine gelmediğim sürece benim kitabımda pes etmek yazmazdı. Kumite'yi iki kere kazanmıştım ben ve bu inanın bana pes ederek olmamıştı.

"Kızı almadan hiçbir yere gitmiyorum. Eğer engel olabileceğini düşünen varsa buyursun gelsin, hepinizin nefesini kesmeden durmam ama yine buradan bu kızla ayrılırım. Seçim sizin."

Cevahir sıkıntıyla ellerini saçlarının arasından geçirdi ve dudaklarının arasından sert bir küfür döküldü. Ne yapacağına karar vermeye çalışıyor gibi görünüyordu. Daha önce birkaç kez karşı karşıya gelmiştik ve gözüm döndüğünde neler yapabileceğimi biliyordu.

Tam o sırada arkasından biri bir adım öne çıkıp ona bir telefon uzattı. Cevahir telefonu almadan önce bir anlığına ekrana bakmıştı. Hemen ardından duruşu dikleşirken aldığı telefonu kulağına yaslayıp karşı tarafla konuşmaya başladı.

İçimden bir ses, arayanın Rauf Karan olduğunu söylüyordu.

Cevahir bakışlarını bana kaldırıp karşısındaki kişiye cevap verdikten sonra başını bir kez sallayıp telefonu kapattı ve arkasını dönüp adamlarına hitaben "Açın yolu, geçsinler..." diye homurdandı.

Adamlar bir bir kenara çekilirken hiç düşünmeden açtıkları yoldan küçük kızı yürüttüm ve arabama kadar geldik. Şaşkınlığı elle tutulabilecek kadar somuttu.

"Senden çekiniyorlar..." diye mırıldandı, sorudan çok tespitini ortaya döken bir sesle. Cevap vermeden arabaya binmesine yardımcı olup sürücü tarafına geçtim ve beklemeden arabayı çalıştırıp sert bir manevrayla yola koyuldum.

Buraya ne için gelmiştim ve neyle geri gidiyordum?

Bunu düşünmeyi sonraya erteledim. Şimdi bu küçük kızı evine götürmenin sırasıydı. Sonra yeniden gelip evi arayabilirdim. Bu gece değil belki ama yarın ya da ondan sonraki gün...

"Adım Sara..." dedi kız kısa süreli sessizliği bölerek. Parmakları bileklerini etrafına sarılmıştı ve izleri hafifçe okşayarak orada oluşan yaraları rahatlatmaya çalışıyorlardı. "Sara Altuğlu... Belki babamı tanıyorsundur, Fatih Altuğlu..."

Kısa bir an, yaklaşık iki saniye kadar duraksayıp "Ya da abimi, Aras Akın Altuğlu..." diye sordu.

Altuğlu soyadı tanıdık geliyordu ama isimleri bilmiyordum. Bu yüzden cevap vermeden arabayı sürmeye devam ettim.

Kısa bir sessizlik daha... Hemen ardından adının Sara olduğunu öğrendiğim küçük kız "Telefonunu kullanabilir miyim?" diye sorarak o sessizliği yeniden kesti.

"Torpidoda..." diye cevap vermekle yetindim. Zaten bir şifresi yoktu, yalnızca aramalar için kullandığım bir telefondu.

Hızla uzanıp torpidonun kapağını açtı ve içindeki telefona cankurtaran simidiymiş gibi sarıldı.

Önce birini aradı ama o kişiye ulaşamamış olacak ki kısa bir süre sonra telefon kulağından çekilmiş ve yüzü üzgün bir hâl almıştı.

Sonra birini daha aradı. O kadar gergin görünüyordu ki, tırnaklarını yiyordu.

Kanın rahatsız edici baskısı üzerinde artarken dikkatimi ondan çekip ona mahremiyet alanı sunmaya çalıştım. Yapış yapış olan o sıvı, kurudukça cildimi geriyordu.

Sonunda birine ulaşmış olacak ki heyecanla "Abi..." diye soludu Sara. Sondaki konuşmayı dinleme gereği görmedim. Arada bana sorduğu soruları yanıtladım sadece. Eski Koşar Süt Fabrikasına yakın olduğumuz ve ev adresini söylediği andan beri hesaplandığım süre gibi.

Bir de abisinin benimle konuşmak istediğini söylemişti ama sadece yandan bir bakış atmakla yetinmiştim. Kimse ile muhatap olmaya niyetim yoktu.

Bir noktada adımı duymuştum Sara'dan ve hemen ardından Sara, "Abim telefonu kapatmamı istemedi, bir sorun olur mu senin için?" diye sormuştu. Ah... Güvenmeme konusunda haklıydı, sanırım... Başımı sallamakla yetindim ve bir yorum yapmadım.

Bu olay bir an önce sonlansın ve yoluma devam edeyim istiyordum. Daha kızı bıraktıktan sonra katılmam gereken bir maç vardı, oraya yetişmem gerekecekti.

Gaza biraz daha yüklendim. Güneş yavaş yavaş gökyüzünden çekilirken ve şehri alaca bir karanlık yavaş yavaş sarmaya başlarken "İşte, orası..." diye şakıdı yanımda oturan kız. Gözlerinde yaşlar birikse bile dudaklarındaki gülümsemeyi koruyordu.

Evin büyük bahçe kapısının önünde bir dolu siyah takım elbiseli adamlar duruyordu. Ve bir köşede, Ellilerinin ortalarında olduğu belli olan adamla, biri kendi yaşlarında, biri de henüz çok genç olan iki kadın...

Hepsinin bakışları birden bize döndüğünde gerildiğimi hissettim ama asıl gerilimi, arabamı durdurur durdurmaz hemen ön tarafımıza başka bir arabanın yanaşmasıyla yaşadım. Araba o kadar yakın durdurulmuştu ki arabama, neredeyse bana çarpıyordu.

Kaşlarım çatılırken öne doğru eğilip arabaların arasındaki mesafeyi görmeye çalıştım. Böyle acemi olanlara bu iş verilmemeliydi.

Arabanın içinden bir beden çıkarken kendimi sakin olmaya zorluyordum.

Duygularımın bu kadar kolay şekil değiştiriyor olmasının nedeni muhtemelen kutuyu bulamadığım içindi. Kendimi çok umutlandırmıştım çünkü ve şimdi ellerim bomboştu.

İyi tarafından bak Yazgı, diye telkin ettik kendimi. En azından küçük bir kızın hayatını kurtardın...

Bakışlarımı arabadan inen adama kaldırırken, göz ucuyla Sara'nın arabadan neredeyse atlayarak indiğini gördüm. Eindeki telefonumla indi hemde...

Kurşuni gözlerin ağırlığını üzerimde hissederken elimi uzatıp kapıyı açtım ve arabadan dışarı ilk adımımı attım.

Sara telefonumu elinde unutmamış olsaydı direkt basar giderdim ama işte...

Neyse diye geçirdim içimden. Telefonumu alır almaz gidecek ve bu insanları bir daha görmeyecektim nasılsa.

En azından o an için ben öyle sanıyordum ama hayatın bizim için çok farklı planları vardı.

Loading...
0%