12. Bölüm

11| BERTARAF

Saniye Solak
saniyesolak

Umarım sevdiğiniz bir bölüm olur, şimdiden keyifli okumalar diliyorum 💖 🙏🏻 💖

 

 

Kaçırıldığını öğrendiğinde verdiği ilk tepki dudaklarından istemsiz dökülen bir kahkaha olmuştu. O an neye güldüğünü bile bilmiyordu Aras, Yazgı'yı sevgilisi diye kaçınmalarına, üstelik bunu ona zarar verebileceklerini düşündükleri için yapmalarına mı, kızını takas konusu yapacağını düşünecek kadar aptal olmalarına mı, yoksa bozulan sinirleri yüzünden mi güldüğünü çözememişti.

 

Yine de gerildiğini inkâr edemezdi. İhtimaller ihtimalleri doğurmaya başladığında zihnin kabuğu çatlar, altından yepyeni bir endişe doğradı her seferinde. Genç adama olan da buydu, bir önceki gece harikalar yaratan o kadını görmüş olmasının bir önemi yoktu, kimse ölümsüz değildi ve insanoğlu öldürmek için sebepler yaratmaya meyilliydi. Daha ilk an harekete geçirmişti tüm adamlarını bu yüzden, yerlerini tespit etmek ise hiç zor olmamıştı onlar için.

 

Bir his... sesini duyma arzusuyla doldurduğunda içini, buna da karşı koyamamıştı genç adam. Sesini duyduğu anda bir terslik olduğunu anlamıştı elbette. Ne kadar alaycı bir tavırla adamlara karşı ezici vurgularla konuşuyor olursa olsun, o tonda yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunu anlamıştı. Sesinin her tonu zihnine kazınmıştı bir kere, anlamaması imkânsızdı. O tonla birlikte yüzünün aldığı şekiller bile kazınmıştı aklına. Ellerini çözdüğünü ama hiç kimsenin bunu fark etmediğini söylediği anda adamlara attığına emin olduğu o alayla karışık ölümcül bakış, tam o an gözlerinin perdesine çizilmişti adeta.

 

Zehirlendiğini söylediğinde hissettiği her şey, onu karşısında gördüğünde katlanarak çoğaldı ve üzerine çığ misali yıkıldı. Yıkıntıların arasında kalan kalbinin ritmini hızlandıran duygunun adı endişe miydi?

 

Güçlükle ayakta duran bedenini dikkatle tararken endişesini belli etmemek için belki, "Tüm eğlenceyi kendine saklamışsın..." diye bir espri bile yaptı ama güldüren cinsten değildi. Yazgı'nın verdiği cevap ise tam da ona yaraşırdı. Yüksek gerilimli artçılara maruz kalır gibi sallansa bile dik durmak için elinden geleni yapıyordu. Kesik kesik kelimelerin ortaya döktüğü cümlelerin ne kadar doğru olduğunu elbette biliyordu Aras. O baştan sona bir savaş ve ölüm tanrıçası gibiydi...

 

Mesafe kısaldıkça duyduğu kurşunların ona isabet etmediğinden emin olarak bakışlarını yüzüne çevirdiğinde, burnu ile dudağının arasındaki boşluğa hızla sızmaya başlayan uğursuz renk gözlerine çarptı.

 

Beyninde bir kurşun patladı Aras'ın tam o an, gözleri kırmızının her tonuna boyandı. Öfke içinde öyle bir kasırgaya neden oldu ki önüne çıkan herkesi yakıp yıkmak istedi. Yapacaktı da... Sadece daha önemli bir önceliği vardı o an için.

 

Zehir... Kanamaya neden olacak kadar çok işlemişti içine. Zaman artık en büyük düşmanlarıydı, akan her saniye zamanın namlusundan dökülen kurşun demekti.

 

Adımları hızlandı hızlandı, etraftaki her şey silindi. Görüş açısında bir tek Yazgı kaldı. Son anda ona yetişebilmiş ve yere düşmeden hemen önce belinden kavrayıp tutmuştu onu. Burnundan akan kan, hiç de ince olmayan bir çizgi çizerek çenesinden boynuna doğru bir yol izliyordu.

 

"Maya..." diye sayıklıyordu Yazgı. "Maya'yı aramalıyım..."

 

Bir eliyle belinden destek olmaya devam ederken diğer kolunu bacaklarının arkasından geçirip bedenini kucakladı. Gözünde devleşen kadın, kollarında küçücük kalmıştı bir an. Terle sırılsıklam olmuş, kanla lekelenmiş solgun yüzüne baktığında sertçe yutkunma ihtiyacı ile doldu. Her hali kabul edilebilirdi, varlığına katlanamadığı halleri bile kabul edilebilirdi ama bu...

 

"Mahzun..." diye gürlerken adımları çoktan biraz önce indiği arabaya doğru yönelmişti bile. Yazgı'nın ağırlığı kollarında yok gibiydi, geriye düşen başı ve cansız bir bedenmiş gibi yana doğru savrulan koluyla genzinden sert bir hırıltı döküldü.

 

Endişesi, zamanın kurşunları her patladığında biraz daha artıyordu ama kendisi bile bunun farkında değildi. Her şeye kapatmıştı zihni kendini, kafasının içindeki en kuytu köşelerdeki düşünceler bile Yazgı ile dolmuştu o an için.

 

Gözleri kısacık bir an etrafta dolandığında adamlarının avlunun her tarafına dağıldığını ve koca konağı abluka altına alıp Karadağ'ın adamlarını ekarte ettiklerini gördü. Yetmezdi. Sezgin Karadağ ve oğulları ayaklarının dibine atılmadığı sürece yetmezdi. Onları yakmadığı sürece... Alanına girmeye nasıl cüret ederlerdi? Onun olanı almaya...

 

Adını duyan Mahzun, daha fazlasına ihtiyaç duymadan, çalışır vaziyetteki arabanın kapalı kapısını Aras için açık tutarken Aras bu kez, "Cenk..." diye seslendi seri adımlarının arasında. Ses tonu, ölüm fermanına atılan imza kadar ölümcül çıkıyordu. Cenk bir adım gerisindeyken adı seslenildiğinde, adımlarını hızlandırarak Aras'ın yanına geçti ve ceketinin düğmelerini ilikledi.

 

"Bana Sezgin Karadağ ve oğullarını bulun... Geri geldiğimde hazır olacaklar."

 

Sesi öyle keskindi ki... Kâğıt kesiğinden daha derin izler bırakıyordu. Burayı içinde onlarla birlikte yakmadan ona rahat yoktu.

 

"Emredersiniz efendim..." dedi Cenk başını seri bir hareket ile bir kez eğerek ve etrafa dağılmış korumalara gerekli komutları verip onları yönlendirmeye başladı.

 

Kucağında Yazgı ile arabanın koltuğuna yerleştiğinde Yazgı'nın dudaklarından sayıklamaya benzer bir fısıltının döküldüğünü duydu ama ne dediğini anlayamadı. Terden alnına yapışan saçları usulca kenarı çekerken parmakları hafifçe alnını okşamış, teninin ne denli sıcak olduğunu hissettiğinde dudaklarından sert bir küfür savrulmuştu. Ateşi yükseliyordu.

 

Beklemeden arabaya yerleşen Mahzun, sert bir manevra ile arabayı döndürdüğünde dikiz aynasına kaldırdı Aras gözlerini. Alnı endişeyle kırışmış adamın yüzünden önce, kendi grilerindeki endişe çarptı bakışlarına. O an yüzleşti kendiyle... Beklemiyordu, ansızın çarpmıştı. Bir an aralanan dudaklarını sertçe birbirine bastırırken gözlerini aynadaki akislerinden kaçırdı. Bu endişenin sebebi ve bedeli daha sonranın konusuydu, şimdinin değil. Bunu daha sonra düşünecekti.

 

Mahzun'un yüzüne baktı ve "Bu kadına bir can borcun olduğunu bilerek sür Mahzun." dedi sert bir sesle. Aynada gördüğü şey canını sıkmıştı. "Benim de kardeşimi borçlu olduğumu bilerek..."

 

Araba daha da hızlandığında yeniden Yazgı'ya döndü ve Yazgı'nın geriye doğru düşen başını düzeltip omzuna yaslanmasını sağladı, alnı boynunun girintisine yaslanmıştı şimdi.

 

Kanamaya devam eden burnuna karşın üzerindeki takımın yaka cebinde duran siyah mendilini çıkardı ve nazik bir hareket ile genç kadının burnuna bastırdı. Yazgı'nın dudaklarından yeniden iniltiye benzer bir sayıklama dökülmüş, göz kapakları titreşmiş ama gözleri açılmamıştı.

 

"Dayan..." diye fısıldarken buldu kendini. Saç diplerine akan nefesinden dökülen bu kelimeyi söylediğini, sesi kulağına dolduğunda fark edebilmişti ancak. "Dayan Malen'kaya Devochka..."

 

Araba trafiğe karışıp önlerine çıkan her aracı sollayarak geçerken Yazgı'nın belindeki elini çekip ceketinin yaka cebinde duran telefonunu çıkardı ve son aramalarda bulunan Kuzey'in numarasını tuşladı. Yolda, şişenin bulunduğunu ve içindeki suyu incelemek için laboratuvara gönderdiğini haber vermek için aramıştı.

 

İlk çalışta açıldı telefon.

 

"Ne durumdasınız?" Kuzey'in sesi profesyonel bir tonda ciddi geliyordu.

 

Yazgı'nın yüzüne bir kez daha baktı genç adam, güzel yüzü öyle solgundu ki... Telefonu omzuyla kulağı arasına sıkıştırıp onu kucağında sabitlerken "İyi değil..." diye cevap verdi Aras katı bir sesle. "Onu buldum ama burnu kanıyor ayrıca ateşi çok yüksek..."

 

Parmaklarının altındaki teni cayır cayır yanma noktasındaydı.

 

"Mahzun..." dedi Kuzey'e sıraladığı sözcüklerin hemen akabinde. "Camları aç..."

 

Anında açılan camlardan içeri dolan serin havayla, kollarındaki kadın daha fazla titremeye başlamış ve yeniden bir şeyler sayıklamıştı. Rüzgârdan korunmak için sanki daha fazla Aras'a doğru sokulmuş gibiydi.

 

"Bu iyi olmadı işte..." dedi Kuzey düşünceli bir sesle. "Arabada kolonya falan varsa ateşini düşürmeye çalışın buraya gelene kadar..." diye yeni direktiflerini verdi. Sesi asistanlarıyla konuştuğu o doktor tonuna bürünmüş, ciddiyetle sarmalanmıştı. "En azından sabit tutun Aras..." dedi üzerine basa basa. "Eğer zehir bu kadar hızlı etki ediyorsa fazla vaktimiz yok demektir. Bana nabzını say..."

 

Aras'ın eli ondan bağımsız komuta uymak için Yazgı'nın belinden ayrılmış, boşluğa doğru düşmüş olan elinin bileğini bulmuştu bile. Arabanın üzerindeki saati gözleri ile takip ederken parmak ucuna normal olmayacak bir hızla çarpan nabzı saymaya başladı tek tek.

 

Bir dakika, doksan sekiz atım...

 

"Doksan sekiz..." dedi Aras gözleri yeniden Yazgı'nın yüzünü bulurken kaşları endişe ile çatılmış, o endişe boğazından içeri akan soluğa bile karışmıştı. Ciğerlerindeki hava sönmüş gibi hissetti kendini. Bu sayının olması gerekenin çok üstünde olduğunu bilmek için doktor olmaya gerek yoktu. Durum düşündüğünden daha kötüydü ve bunu somut bir şekilde hissetmek, içine adını koyamadığı bir hissin dolmasına neden olmuştu. Yalnızca... Göğsünün sol tarafına bir ağırlığın oturduğunu söyleyebilirdi.

 

Yaşamak istemiyorum diyen sesi yeniden dolar gibi oldu zihnine. Bir çınlamadan ibaretti.

 

Sanki ruhu bedeninden çıkmaya karar verirse onu yerinde tutabilecekmiş gibi tutuşu sıklaştı. Eindeki mendili çoktan kanıyla ıslanmıştı bile. Dün gece de mendiline kanı bulaştırandı bu kadın ama o an gözüne ne denli seksi geldiyse, bu an aynı derecede rahatsız hissettiriyordu bu. Başkalarının kanını silmek için tüm mendillerini kullanabilirdi ama akan kan kendi kanı olmamalıydı.

 

"Siktir..." diye bir küfrü ortaya serdi Kuzey. "Kanyoncular tarafından gelin, sizi yolda karşılayacağım. Sen ateşini düşürmeye çalış yeter... şimdilik..."

 

Ve telefon kapandı. Aras, telefonu kulağından çekip koltuğun diğer tarafina, Yazgı'nın ayağının dibine doğru atarken "Mahzun, Kanyoncular tarafına dön, Kuzey yolda bizi karşılayacak, arabada kolonya gibi bir şey var mı?" diye sordu hızla. Bir yandan da eli Yazgı'nın üzerindeki terden sırılsıklam olmuş atlete gitmiş ve çıkarmakla uğraşmadan ön tarafını yırtarak kurtulmuştu zaten ince olan kumaştan.

 

Yalnızca bir an çarpmıştı gözü, bu aralar aklını fazlasıyla meşgul eden, düşündüğü her an devamını görmek için cinayet işleyecek raddeye gelecek kadar merak ettiği dövmeye ama ilgisini anında yüzüne kaydırmış ve aklını anda sabit tutmuştu. Onun dövmeleri o anın konusu değildi... O an tek ilgilendiği, o derin kahveleri örten göz kapaklarının açılmasıydı.

 

Yazgı biraz daha titredi doğrudan çıplak tenine çarpan havayla, yüzü artık iyiden iyiye Aras'ın boynunun girintisine sokulmuştu.

 

Çenesini onun başına yaslayarak ona sarılmaktan çekinmedi Aras, "Şşşhhhh..." diye fısıldadı, bir eliyle titreyen kolunu sıvazlarken. "Geçecek..."

 

Torpido gözünün karıştıran Mahzun bulduğu kolonyayı Aras'a doğru uzatırken, boş yolda kaçıncı kırmızı ışığı ihlal ettiğini bilmez bir haldeydi. Bir canı kurtarmaya çalışırken başka bir candan olmamak için gözleri ve odağı pür dikkat yoldaydı.

 

Uzanıp kolonyayı aldı Aras ve Yazgı'nın başını boynundan çekti, burnuna tuttuğu, kanla sırılsıklam olmuş mendili çekip aldığında kanamasının bir nebze durduğunu görmek onu rahatlatmadı.

 

Kolonyayla Yazgı'nın boynunu ve bileklerini ovalayarak bir nebze de olsa ateşini düşürmek için elinden geleni yaptı.

 

Yazgı'nın dudaklarından inlemeye benzer bir ses döküldüğünde parmak uçlarındaki sıvıyı alnına ve yanaklarına yayıyordu.

 

Anlayamadığı onlarca sayıklamadan sonra anlayabildiği bir kelime döküldü Yazgı'nın dudaklarından ve Aras'ın eli genç kadının alnında donakaldı.

 

"Anne..."

 

Sertçe yutkunup onun yüzüne baktığında artık içindeki hislerin arasında nefretin hiçbir izine rastlayamadı.

 

Hisler değişir, evrilir, şekil değiştirirdi de bu denli yoğun mu olurdu bu... Bilmiyordu Aras... Ne zaman bir parça birleştirip sona daha da yaklaştığını düşünse, koca bir dağ yapboz parçası beliriyordu önünde birleştirilmeyi bekleyen...

 

Sertçe yutkunup kolonyayı alnına yaymaya devam ederken az da olsa kendine gelip gelmediğini anlamak için "Çok mu özledin anneni?" diye sordu yumuşak, kısık bir sesle. Bir an sesinden akan şefkate kendi bile inanamadı.

 

Yazgı'nın kirpikleri titreşir gibi oldu, Aras'ın omzuna yaslı olan başını kaldırmaya çalıştı ama başaramadı. "Çok..." dedi tek bir soluktan ibaret bir fısıltıyla, son nefesini verir gibi...

 

Bazı kelimeler vardı ki üzerine yüklenen vurguyla birleşince bir ömre bedel olurdu.

 

Göğsü sıkıştı Aras'ın...

 

Anne demek, yeri doldurulamaz bir melek demekti onun için.

 

Ve Aras da annesini çok özlemişti...

 

Özlemeye hakkı olmamasına rağmen, tüm arsızlığıyla her gün ve her an özlemini duymaya devam ediyordu.

 

Kızıyorsa, suçluyorsa bile... minnetle öpüp başına koyardı genç adam ama bir an bile özlemekten vazgeçmeyecekti...

 

İçindeki muhakemeden ancak bu şekilde sağ kurtulabilmişti çünkü. Kendini özlemin çölden hallice topraklarına sürgün ederek infazına karar vermiş, kalemini kırmıştı.

 

Bakışları yüzünde, parmakları yanağında asılı kaldı. Baş parmağı solgun tenini tüy hafifliğinde okşarken, "Onunla ilgili hatırladığın son anın ne?" diye sordu bu kez. Bunu neden sorduğunu bile bilmiyordu. Belki bir parçayı daha birleştirmek için belki de onun hakkında biraz daha fazlasını öğrenmek için... O an umurunda olmadı.

 

Kapalı göz kapaklarında gezdirdi grilerini. Minik bir kemeri olan, ucu kalkık burnunda, kusursuz bir çerçeve ile belirgin duran dolgun dudaklarında...

 

Baktıkça soru işaretleri yenilerini doğurdu, baktıkça daha fazlasını bilme isteği ile karşı karşıya kaldı.

 

O kırmızı ayıcığın hikâyesini merak etti. Aradığı ama kardeşini kurtarmak uğruna vazgeçtiği kutusunu merak etti. Ona ölümü diletecek ne yaşadığını merak etti. Gözünün kıyısına vurup duran göğüs arası dövmesinin tamamını, tıpkı sırtındaki enderha dövmesinde olduğu gibi bir yara izini kapatıp kapatmadığını merak etti. O kadar çok şeyi merak etti ki...

 

Yazgı'nın vücudu kollarında kasıldı önce, ardından dudaklarından acı dolu bir inilti eşliğinde birkaç kelime döküldü. Ne dediğini anlamakta zorlanacağını fark ettiği anda yüzüne doğru eğilmiş, kulağını dudaklarına yaklaştırmıştı.

 

"Anne... gitme..."

 

Yalnızca bu iki kelimeyi seçebildi. Sonra yanağında duran elinin bir parmağında sıcak bir ıslaklık hissetti, çatılan kaşları eşliğinde doğrulup o ıslaklığın sebebine baktığında, gözünün kenarından sızan bir damla gözyaşının parmak ucunu öptüğünü gördü.

 

Baştan aşağı sarsıldığını hissetti, o tek damla sanki kalbine damlamış ve kızgın bir demir misali eritmişti kalbini. Kalbi bertaraf oldu.

 

Bomboş yolda son hızda ilerlerken kısacık bir an dikiz aynasından kendine bakan adamdan tamamen habersizdi. Oğlu gibi gördüğü adamın bakışlarını gördüğünde derin bir iç çeken Mahzun, başını iki yana sallayarak yeniden önüne dönmüş, dilinin ucuna gelen her sözcüğü daha sonra sarf etmek üzere kilit altına almıştı.

 

"Ah Malen'kaya Devochka..." diye fısıldadı Aras yanağındaki tutuşu daha sahiplenici bir hâl alırken. "Annesini bu denli özleyen küçük bir kız çocuğu olduğunu kim tahmin edebilir ki seni ilk gördüğü anda." Baş parmağı son bir kez daha elmacık kemiğinin üzerini okşadıktan sonra elini yanağından çekti ve avucuna yeniden kolonya sıkıp pürüzsüz tenine kompres yapmaya devam etti.

 

Cayır cayır yanan teni, kolonya her değdiğinde ürperiyordu.

 

Yazgı yeniden kasıldı genç adamın kollarında, ardından ölümün kıyısından dönmüş gibi derin ve içli bir nefesi içine çekerek gözlerini açıverdi.

 

Donuk bakan koyu kahveler, Aras'ın yüzünü tararken Aras da irileşen bakışlarıyla endişeli bir dikkatle Yazgı'nın yüzüne bakıyordu. Gözlerine açmasına sevinmeli miydi yoksa bu kötüye mi işaretti karar veremiyordu.

 

Ya ölümden önce verilen son bir şanssa gözlerini açtıran?

 

"Babam..." diye fısıldadı Yazgı zar zor çıkan sesiyle. Her harfte sanki bir mezarın daha derin bir katmanına gömülüyor gibiydi. "Babam oradaydı..."

 

Açılan gözlerine rağmen hâlâ kendine gelemediğini anladığı andı o an. Kahvelere yayılan acıyı kanlı canlı görmek, içinde bir yerlerin infilak etmesine neden oldu. Kolonya yüzünden sırılsıklam olan elleri bu sırada boynunda duruyordu.

 

"Ama bana yüzünü dönmedi..." diye devam etti Yazgı, Aras'ın parmaklarının altındaki teninin her santimi kasılmıştı. Bir depremin artçılarına maruz kalır gibi... "Yüzünü göremedim..."

 

Çenesinin titremeye başladığını gördüğünde baş parmağı ile çene hattını okşadı usul usul.

 

Pandoranın kutusunda bir çatlak açılmış gibi hissediyordu kendini. O çatlaktan, yapbozunun asla bulamayacağı parçaları önüne saçılıyormuş gibi... Ama birleşen parçalardan sonra ortaya çıkan resim hoşuna gitmiyordu. Zayıf yanlarını öğrenmenin işine geleceğini düşünürdü oysaki hep, işine gelmeliydi değil mi? Ama gelmiyordu. O gözlerde gördüğü yoğun acı, hoşuna gitmiyordu.

"Kötü bir insanım diye mi dönmedi?" diye sordu Yazgı, ruhsuz sesine o kadar çok ruhu sığdırmıştı ki aslında.

 

Dudaklarını birbirine bastırdı Aras ve Yazgı'ya daha sıkı sarılarak "Sen kötü bir insan değilsin Belaya Roza..." diye fısıldadı. Burnuna yoğun bir şekilde gelen o gül kokusuydu ona bu sıfatı söyleten şey... Öyle taze ve güzel geliyordu ki daha fazlasını içine çekmek istemesine neden oluyordu.

 

(Belaya Roza Rusça'da Beyaz Gül anlamına gelmektedir.)

 

Alnı genç kadının şakağına yaslandı ve gözleri sımsıkı yumulurken daha en başında itiraf etmesi gereken o gerçeği dile döktü tam o an. "Sen olmasan ben bitmiştim..."

 

Bu kadın olmasa Sara'yı asla bulamayacakmış gibi bir his, uzun zamandır içten içe onu yokluyordu. En azından canlı olarak... Yoklamaktan öte, bunu içten içe biliyordu Aras.

 

"Öyleyim..." diye fısıldadı Yazgı, nefesi Aras'ın boynuna akarken. Bu hâlde bile öyle inatçı çıkarmayı nasıl başarıyordu sesini aklı almıyordu Aras'ın.

 

Dudağının kenarı istemsiz kıvrıldı onun inadı karşısında.

 

"Değilsin..." diye fısıldadı o da inatla. "Güzel bir kalbin var senin... Hiç tanımadığın biri için her şeyin olan bir şeyden vazgeçecek kadar güzel..."

 

Sesi zihninin duvarlarında yankılandı, gözlerinde beliren ifadelerin ağırlığı topyekûn teyakkuza geçti kafasının içinde.

 

Senin o koca bir hiç dediğin şey benim her şeyim.

 

"Kötülük sana uğramış belli ama yüreğini çürütememiş Belaya Roza... Seni yaktığıyla kalmış..."

 

Elini sırtında gezdirdiği sırada, sol omzunda hissettiği kabartılarla durdu. Parmak uçları kabartıyı boydan boya takip ederken, o izlerin ilk dövüşünden kalma olduğunu zaten biliyordu. Dövme görüntüsünün üzerini örtmüş olabilirdi ama hissiyatı oradaydı.

 

"Unutmaktan korkuyorum..."

 

Düşüncelerinin arasına sızan fısıltıyla parmakları bir suç işlemiş gibi çekilivermişti yara izlerinin üzerinden. Grileri, kara kışa gebe bakışlarla çakıldı Yazgı'nın yüzüne. Koyu kahveler hafifçe aralık duruyordu ama odağı çok uzaklardaydı.

 

"Yüzünü unutmaktan korkuyorum..."

 

Sertçe yutkundu Aras. Bir kız çocuğunun en çaresiz anı buydu belkide. Her kızın ilk aşkı babası olurd... ya da her kız, ilk aşkı babası olsun isterdi. Bazı kızların şanslı olduğu bu konu, bazı kızların en büyük korkusu olurdu.

 

Bazılarıysa... onların kaderi arafın lanetiyle boyanırdı.

 

Yüzünü unutmaktan korktuğun kadar uzak kaldığın adam baban olduğunda, kırılacak tek bir parçan bile kalmamış demekti. Artık seni kimse kıramaz ama en ufak bir şeyde savrulup gidersin demekti.

 

Babası ile ilgili bulabildiği tek şey, Yazgı doğmadan önce ölmüş olduğuydu.

 

Yazgı Deha Yaman babasını hiç tanımamıştı.

 

Kardeşinin babasına sarılışını izlerken giden içi, kendi çocukluğunun oyun parkındaki salıncakta yalnız başına sallanıyor, içine yağan yağmurun altında babasını bekliyordu. Hiç gelmeyeceğini bile bile...

 

Yazgı Deha Yaman, yirmi altısında bile hâlâ o salıncakta oturmuş babasını bekliyordu. Hiç gelmeyeceğini bile bile...

 

Düğümlenen boğazıyla birlikte buruk bir tebessüm ile baktı Yazgı'nın yüzüne. Parçaları birleştirmek hiç zor olmadı. O kutuya her şeyim diyordu çünkü babasının hatıraları o kutuda olmalıydı. Belki de ondan kalan son resimler...

 

Zihninde bir deprem meydana geldi, kıyamet misali yerle yeksan etti tabularını.

 

"Unutmayacaksın..." diye fısıldadı Aras bir gerçeği ortaya serer gibi. Kendi gerçeğini ortaya seriyordu o da Yazgı gibi. Tek fark, Yazgı bunu bilinçsizce yaparken o gönüllüydü dilinden çözülen bağlara. Onu rahatlatmak istiyordu, gözlerindeki o acıyı silmek... Tıpkı elmacık kemiğinin üzerine doğru süzülen o tek damla yaşı sildiği gibi...

 

"Neden biliyor musun?" diye sordu usulca. Cevap beklediğinden değil, birazdan dökeceği cümlelerin kalbine yüklediği közlerin yanık kokusu her tarafını sardığından... Boğulmak üzereydi ama minicik bir delikten soluklarına karışan temiz hava onu hayatta tutuyordu. "Korku tetikler Yazgı... Kimi unutmaktan korkarsan, ya da neyi... zihnin onu her bucağına kazır, unutmanı imkânsızlaştırır."

 

Kendi acı tecrübesiydi bu.

 

Onun koyu kahvelerinin yüzüne kilitlendiğini gördüğünde dudakları çabasızca kıvrıldı bir tarafına ve kaşları ile Yazgı'yı işaret etti. "Psikiyatrist olan sensin. Senin dilinde buna travma diyorlar değil mi? Travmlar böyle böyle doğuyor. Babasız olmak senin travmanken nasıl babanın yüzünü unutabilirsin ki? Onunla ilgili elinde olan tek şey buyken..."

 

"Yanılıyorsun..." diye cevap verdi Yazgı. Zayıf sesine tezattı sesinden dökülen inanç. "Bazı korkular zihni sıfırlar, o anılar hiç yaşanmamış hepsi bir hayal ürünüymüş gibi..." Kolonyanın serinlettiği teni sayesinde ateşi bir nebze düşmüştü ama konuşmaya devam ediyor olması hâlâ tam olarak kendinde olmadığını gösteriyordu. "Hele de..." diye devam etti kesik bir nefesle. "Gerçekten hiç yaşanmamış anılarsa... Ben babamla çok oyun oynadım mesela ama ben aslında babamla hiç oyun oynayamadım. Adımda Deha olmasını o istemiş... Bana defalarca kez Deha diye seslendi ama aslında ben babamın bana Deha dediğini hiç duyamadım... Dokuz yıl... Siliniyor yavaş yavaş bildiğim ne varsa..."

 

Deha... O yüzden Rauf Karan'ın ona Deha demesine o kadar sinirlenmişti... Annesinin katili olan adamın, babasından ona miras kalanı lekelemesini istemediğinden...

 

"O kutunun içinde babana ait resimler mi vardı?"

 

Cevabını bildiği halde sormadan edemedi...

 

Yazgı'nın elini karnına, midesinin üstüne bastırdığını fark etti, yüzü de buruşmuştu.

 

"Her şey..." diye girdi söze ama birden Aras'ın kucağında kıvranarak iki büklüm oldu ve boğazından sert, kuru bir öğürme sesi geldi.

 

Bomboş midesinden hiçbir şey çıkmamış, öğürmekten acıyan boğazıyla kalakalmıştı.

 

Mahzun'a arabayı durdurmasını söylemek üzereyken vazgeçti Aras. Saniyelerle yaptığı bu yarışta tek bir duraksamaya bile yer yoktu.

 

Bu nedenle durdurmak yerine öğürmeyi kesen Yazgı'nın bedenini çevirip yüzünü ardına kadar açık olan cama doğru yaklaştırarak temiz hava almasını sağladı. "Midem..." diye sızlandı Yazgı derin nefeslerle midesindeki bulantıyı bastırmaya çalışırken. Sırtı tamamen Aras'ın göğsüne yaslanmıştı. Bir eli istemsizce genç kadının karnına gitti ve usul usul midesinin üstünde gezdirmeye başladı avucunu belki biraz iyi gelir diye.

 

Kaç saniyeyi o şekilde devirdiler bilmiyordu Aras ama çok olmadığımı biliyordu. Tüm bu saniyeler boyunca hiç konuşmadan Yazgı'nın nefes seslerini dinlemiş, eliniyse Yazgı'nın midesinden hiç çekmemişti.

 

"Sarma kokuyor..." diye fısıldadı Yazgı en sonunda biraz olsun toparladığında, Aras'ın eli sayesinde biraz olsun yatışan midesi yüzünden mayışmaya başlamıştı.

 

"Ne?"

 

"Almıyor musun kokuyu?"

 

Sanki kokunun kaynağına ulaşabilirmiş gibi havayı birkez daha derince kokladı Yazgı. "Sarmayı çok severdim biliyor musun? Tatlıları da..."

 

Geçmiş zaman kullanması dikkatinden kaçmadı Aras'ın.

 

"Artık sevmiyor musun?" diye sordu çenesini Yazgı'nın omzuna yaslayıp profilini incelerken.

 

"Tatlıdan nefret ediyorum..." diye cevap verdi Yazgı yeni bir bulantı seli midesini yoklamış gibi yüzü buruştu yeniden. "Sarmayı ise yemeyeli yıllar oluyor..."

 

Araba asfaltın üzerinde yağ gibi kayarken dümdüz, dolambaçsız yolda karşılarından gelen arabaları gördü genç adam. Kuzey, tıpkı söylediği gibi onları karşılıyordu.

 

"Neden..." diye soracak oldu ama Yazgı'nın sesiyle sorusu yarıda kesildi, sessizce onu dinlemeye karar verdi.

 

"Bana annemle ilgili hatırladığım son anımın ne olduğunu sormuştun değil mi?"

 

Kısa bir sessizlik oldu ama bir sessizlik hiç bu kadar gürültülü olmamıştı...

 

Derisinin altında can çekişen nabzın düzensiz ritmini hissediyordu Aras, kendi nabzı da ritmini kaybediyordu.

 

"Eğer o geceden sağ çıkabilseydi... o akşam yemekte, birlikte sardığımız sarmaları pişirecekti. Söz vermişti..."

 

Güler gibi bir ses doldurdu Arabanın içini ya da Aras öyle sandı. Çünkü o gülüş sesi Mahzun'a bile ulaşmamıştı.

 

"Sonra denedim birkaç kez kendim yapmayı ya da başka yerlerden yemeyi... ama onunki gibi olmadılar hiç. Bende sonra vazgeçtim...

 

Bunu öyle bir söylemişti ki, sesinde o günlere duyduğu derin bir özlem olduğu çok belliydi.

 

Hiçbir şey söyleyemedi Aras. Boğazında biriken koca bir yumruyla öylece kadının yüzüne, dipsiz bir uçurumun kıyısını andıran buğulu koyu kahvelere bakakaldı. O an fark etti, buz gibi donuk bakmıyordu o gözler, uçsuz bucaksız bir uçurumun buğusu vardı yalnızca kahvelerinde. Eli usulca çehresini okşarken parmaklarımın hareketlerinden kendi bile bihaberdi

 

Araba sert bir fren ile durduğunda içine hapsolduğu o kahvelerden kopup ana dönebildi en sonunda. Grileri Yazgı'nın yüzünden, aceleci adımlarla ona doğru yürüyen Kuzey'e ve arkasında duran adamlarına takıldı.

 

Kapı Kuzey tarafında alelacele açıldığında Yazgı yeniden bir şeyler sayıklamıştı ama sesi o kadar kısıktı ki ne söylediğini anlayamadı genç adam ve bu hiç hoşuna gitmedi. O an Yazgı'nın söylediği her kelime, her söz bir önem teşkil ediyordu Aras için.

 

Kuzey'in kollarındaki kadını almak için uzandığını fark ettiğinde, rahatsız bir hissin pençelerini derisinin altına geçirdiğini hissetti. Mücadele etmek zorunda kaldığı yakıcı bir his damarlarının içinde çağlarken çatılan kaşlarıyla arkadaşına sert bir bakış attı, gözlerindeki buz sarkıtları neredeyse somutlaşıp baktığı adamı delip geçecek cinstendi.

 

Yazgı'yı tutuşu daha da sıkılaştı, kollarında küçücük kalan kadını iyice göğsüne bastırırken "Ben taşırım onu." diye homurdandı. Onu neyin rahatsız ettiğini bile bilmiyordu ama bir şey etmişti işte.

 

Kuzey'in yaşadığı şok yüzünden afallayan yüzüne bakmadan yanından geçerek arabadan indi.

 

Yolun ortasında duran ve ardına kadar açık kapılarından içindeki hasta yatağı görünen siyah minibüse doğru ilerlerken ona kaçamak bakışlar atan ve Kuzey ile aynı şaşkınlığı paylaşan adamlarını da görmezden geldi.

Güneyden esen ılık bir rüzgâr, saçlarının arasına karışırken ciğerlerini tatlı bir kokuyla dolduruyor, beyaz gülün o yumuşak kokusu adeta ciğerlerine imzasını kazıyordu. Başını çevirip yeniden genç kadının yüzüne baktığında içinde başlayan ihtilalden bihaber "Belaya Roza..." diye fısıldadı. "Bugün ölmeyeceksin..."

 

Büyük minibüse girip hazır duran sedyenin üzerine Yazgı'yı yatırdığı sırada Yazgı'nın kıpırdandığını hissetti. Kollarını hâlâ kendine çekmemişti...

 

"Gitme..." diyen fısıltısını duyduğunda hazırlıksızdı, iliklerine kadar sarstı onu bu tek kelime. Yine bir rüyanın içindeydi besbelli, ya da yüz hatlarını saran acıya bakılacak olursa içine düştüğü şey bir kâbustan başka bir şey değildi. Ama Aras bir an bu kendine söylenmiş gibi hissetti, üzerine alındı.

 

Sertçe yutkunurken yine ve yeniden bakakaldı kadının yüzüne. Aralık duran solgun dudaklarından dökülen cümleydi onu kendine getiren. "Ben yapmadım... Poyraz gitme..."

 

Ölüm sinmiş eli, tutunacak bir dal ararmış gibi Aras'ın bileğine yapıştığında, parmaklarından akan gücü en çıplak haliyle hissetti. En zayıf anında bile öyle güçlüydü ki... Bir kez daha yutkunmak zorunda hissetti kendini.

 

Uzanıp bileğine sıkıca dolanan eli tuttu, parmaklarının kavradığı o narin ten, hâlâ cayır cayır yanıyordu.

 

"Ateşi ne durumda?"

 

Arkasından gelen ses onu kendine getirdiğinde boğazını temizleyerek başını hafifçe iki yana salladı ve hem kollarını hem bakışlarını çekti genç kadından.

 

Sıyrıldığı şaşkınlığın ardından peşinden gelip hemen ardından araca binen arkadaşına döndüğünde onun yeşillerinde gördüğü gariplik hiç hoşuna gitmedi. Sanki bir dolu imayla bakıyor gibiydi.

 

Elini kaldırıp Aras'ın alnına koymaya yeltenen Kuzey, "Ya da Yazgı'dan önce senin ateşini mi kontrol etmeliyiz emin değilim..." dedi tek kaşı havalanırken. Aras ona ters bir bakış atmış, yüzüne ulaşamadan havada yakaladığı bileğini sertçe iterken grileri ile Yazgı'yı işaret etmişti. "İşini yap, adamın asabını bozma Kuzey."

 

"Eğer..." dedi Kuzey yeşilleriyle bir Yazgı'yı bir Aras'ı işaret ederek. "Hastam ile aramdan çekilirsen işimi yapmayı düşünüyorum kardeşim."

 

Ancak o zaman fark edebildi Aras, bedeninin Yazgı'nın önüne bir dağ misali gerildiğini. Çekilmek için hamle yapmadan önce kıstığı grileri ile baktı arkadaşına. Hastam demesi gözünden kaçmamıştı Aras'ın. Nereden hastan oluyor senin demek gelse de içinden, çenesini tutmayı başardı genç adam. Omzunun üzerinden bir kez daha baktı kadına ve nedenini anlayamadığı bir isteksizlikle beraber hafifçe kenarı çekilip Kuzey'in yolunu açtı.

 

Kuzey, arkadaşının hâl ve tavırlarına karşın başını hafifçe iki yana sallayarak bir tepki ortaya koymuş, ardından görüş açısına giren Yazgı ile tüm alaycılığından sıyrılmış, profesyonel bir ciddilikle kontrolü eline almıştı. Gözleri hasar tespiti yapar gibi Yazgı'nın üzerinde dolandığında Aras bir an üzerindeki ceketi çıkarıp Yazgı'nın üzerini örtme dürtüsü ile savaştı. Bu hisler de neyin nesiydi böyle?

 

Kuzey'in onu, dövmesini, bedenini görme ihtimali, genç adamı neden bu denli rahatsız ediyordu? Damarlarının içinde sanki tonlarca asit varmış gibi kanı alev alevdi, o yakıcı ateşi hissetmemek imkânsızdı.

 

Parmakları avuç içine doğru göçtü ve el bileğini sarıp koluna doğru kıvrılarak çıkan damarlar kabardı. Eğer yumruklarını sıkmasaydı, içini kavuran bu anlamsız his yüzünden arkadaşına yumruğu geçirmesi an meselesiydi.

 

"Hâlâ çok yüksek..." dedi kendi kendine konuşur gibi Kuzey, en yakın arkadaşının bakışlarından ve düşüncelerinden tamamen bihaberdi. Tamamen profesyonelliğe bürünmüş ve ettiği yeminin ışığında Yazgı'ya odaklanmıştı. Göz bebeklerine tuttuğu ışığa karşın hiçbir tepki alamadığında. "Işığa duyarsız..." diye açıkladı bundan hiç memnun kalmamış gibi. Kalmamıştı da zaten. Saniyelerle oynuyorlardı artık.

 

Bileğinin için kısmına bir damar yolu açarak alelacele bir serum bağladığı sırada "Panzehiri bulabildiniz mi?" diye sordu Aras sabırsız bir sesle. arabanın içine sığamamak, iki büklüm durmak umurunda bile değildi. Ciddi bakışları Yazgı'nın koluna bağlanmış serum ile Kuzey'in yüzü arasında mekik dokuyordu. O serumun panzehir olmasını umduğu bir an oldu ama bu umudu, Kuzey'in serumun damla ayarını yaparken başını iki yana sallamasıyla son buldu.

 

"Hâlâ araştırıyorlar. İki farklı labaratuvara gönderdim, ikisi ile de iletişimdeyim. Yakında bulacaklardır."

 

"Ya bulamazlarsa?" Endişe ile çatılan kaşlarının arasından arkadaşına bakıyordu şimdi. Sesinde kıyametin yankıları çınlıyordu, kopmak için son sur'un ışığının sönmesini bekliyorlardı.

 

Ya bulamazlarsa o zaman ne olacaktı?

 

"Bir planın var değil mi?"

 

Onun sesindeki endişeyi havada kapan Kuzey'in hareketleri kısa bir an sekteye uğradı ve şüpheci bakışlarla, kıstığı gözleriyle Aras'a bakarken "Seni tanımasam onun için gerçekten endişelendiğini düşünmeye başlayacağım..." diye sordu. Sıyrıldığı o alay yeniden ses tonuna yapışmış, keskin imâsı hedefini tam on ikiden vurmuştu.

 

Bakışları iyiden iyiye tehditvari bir hâl alan Aras, zihninde arkadaşını onlarca parçaya ayırmış durumdaydı artık. Burnundan akan sert bir solukla beraber parmakları avuçlarına daha sert gömüldü, patmak boğumları bembeyaz kesildi. Kuzey nasıl ki onun endişesini havada kapmışsa o da Kuzey'in sesindeki imayı yakalamıştı.

 

"Düşünme Kuzey!" diye homurdandı sert bir sesle. "Canının sağlığı için, onu hayatta tutmaktan başka bir şey düşünme sen."

 

Kasılan çenesi yüzünden sesi boğuk çıkıyordu. Kuzey işine dönerken dudaklarından gürültülü bir kahkahanın döküldüğünü duymak halihazırda gergin olan sinirlerini, kopmak üzere olan bir keman yayı misali daha da gerdi. Böyle saçmalıklarla uğraşmak için vakti yoktu, daha gidip soracağı bir hesabı, ödeteceği bedeller vardı. Sadece... gitmeden önce bir şeyden emin olması gerekiyordu ki giderken aklını da yanında götürebilsin...

 

"Sen yok musun sen Aras Akın Altuğlu..." dedi Kuzey başını iki yana sallayarak. Ardından seruma sapladığı bir enjektörün içindeki sarı sıvıyı seruma boşalttı. "Bu panzehir değil ama kanındaki toksinleri yavaşlatacak, güçlü bir ilaç."

 

İğneyi serumdan çıkarırken yan yan baktı arkadaşına ve dudağının köşesi hafifçe kıvrılırken "Merak etme..." dedi üstüne basa basa. "Zamanlama olarak çok sınırdayız, iki bilemedin üç dakikayla kurtardın onu... ama kurtardın. Biraz zaman alacak ama iyi olacak."

 

"Ne yapıyorsan yap..." dedi Aras arkasını dönüp arabadan çıkmadan hemen önce son kez Yazgı'ya bakarken. Duyduklarıyla içine çöken bu rahatlama da neyin nesiydi hiç bilmiyordu. Umurunda mıydı? Elbette değildi. İç dünyasının muhakemesinin savunmasını kimseye yapacak değildi. Kendine bile...

 

Bildiği tek şey artık gidebileceğiydi ama kendi içinde ikiye bölünmüştü o an. Bir yanının hiç gidesi yoktu, burada kalıp o iyi olana kadar gözlerini ondan ayırmak istemiyordu. Diğer yanıysa geri dönmeye muhtaçtı. İçindeki taşmak için can atan o fırtınayı salıp kıyameti başlatmaya ihtiyacı vardı.

 

"...ama onu yaşat Kuzey!" diyerek ültimatomunu verdi ve başka bir şey söylemeden ya da Kuzey'in söylemesine izin vermeden arkasını dönüp arabadan çıktı. O mahzun ile birlikte konağa geri dönerken Kuzey, yanında gelen adamların eskortluğunda Yazgı'yı malikâneye götürmüştü.

 

Genç adamın lüks aracı büyük avluya girdiğinde, yanıldığını anlamıştı. Ne kadar emin olduğunu düşünürse düşünsün, aklını yanına olması gerektiği gibi almayı becerememiş, bir yarısı bir çift dipdiz kuyunun üzerini örten ince bir deri tabakasında kalmıştı.

 

Açmış mıydı gözlerini?

 

İyi miydi?

 

Biraz zaman alacak demişti Kuzey, ne kadar bir zamandı bu ihtiyaç duyulan? Bir dakika mı, bir saat mi, bir gün mü?

 

Zaman, başına zihnini bekçi diye diktiğinde ağırlaşır, dudakların saniyeleri zikir ettiği her an daha da uyuşurdu.

 

Onun geldiğini gören adamları, Kızıldeniz gibi ikiye yarıldığında karşısına serilen manzaraya baktı aç bir aslanın tuzağına düşürdüğü ceylana baktığı gibi. Alt dudağında ritim tutan baş parmağı duraksamış, işaret parmağı keskin bir hatta sahip kemikli çenesinde dolanmıştı hafifçe. Dudaklarını memnuniyet ile birbirine bastırırken elini çenesinden çekti ve arkasına iyice yaslanıp ilerlemeye devam eden arabanın durmasını bekledi.

 

Tekerler, büyük avlunun ortasında izini bırakacak kadar sertçe durdu, Mahzun'u beklemeden kapıyı açıp ilk adımını dışarı attı, kara bulutlar çöktü sanki konağın bakımlı bahçesine. Kıyamet geliyordu ve o an o avluda duran herkes bunu biliyordu.

 

Üçünün birbirine benzeyen gözlerindeki nefret öyle aynıydı ki... Memnuniyet ile kabul etti o nefreti genç adam. Üzerindeki takım elbisesinin ceketini ağır hareketlerle çıkarırken parmaklarında kuruyan kanın varlığı onu rahatsız etmiyordu, aksine hedefine odaklı kalmasını sağlıyordu. Tıpkı kanın kokusunu almış ve avına odaklanmış aç bir aslan gibi...

 

Ceketini yanından geçtiği adamlardan birine uzatırken kısık bakan grileri üçlüden bir an olsun ayrılmıyordu.

 

Ağır adımları usulca etraflarında dolanmaya başladı, avcı keskinliğindeki bakışları ezici bir üstünlük ile onları tarıyor, nefretlerinin altındaki korkunun tadını çıkarıyordu. Ne kadar gizlemeye çalışırlarsa çalışsınlar o korkuyu tüm çıplaklığıyla görebiliyordu.

 

"Demek kadınımı kaçırdınız..." dedi yarı alaylı yarı ciddi bir sesle, arkalarından önlerine doğru dolandığı sırada. Üçü de ellerinden bağlanmış bir vaziyette yerde diz çöküyorlardı ve başlarında eli silahlı birer adam duruyordu. Tıpkı onlara ait olan korumaların başlarında bekleyenler gibi.

 

"Ve..." diye devam etti Aras, geceyi kül eden bir sesle. "Beni, kızımı verip kadınımı almam konusunda tehdit etmeye cüret ettiniz."

 

Nefes... Onun bu hayattaki gerçek zayıflığıydı. Aynı zamanda gerçek gücü... Son anda hayatına girmiş ve düştüğü o çukurdan onu çekip almış o minik beden... Uğruna dünyayı yakabileceği o minik beden... Onu ondan almayı düşünüyorlardı öyle mi?

 

Tam önlerinde durduğunda grileri tek tek üçünde de dolandı. "İki gram aklınızla bana tuzak kurmaya çalıştınız öyle mi?"

 

"Ne yapacaksan yap!" diye homurdandı Sezgin Karadağ, yaşının çok üstündeydi kibri, nefreti. Diz çöktüğü yerden başını yukarı kaldırmış, öne doğru uzanmış, nefretinin her zerresini karşısında bir dağ gibi dikilen adama kusarken, yaşlı gözlerinin arkasındaki o korkuyu nefretinin ardına saklamaya çalışıyordu. "Senden korkmuyorum, korkmuyoruz!" diye hırladı sıktığı dişlerinin ararsından. "Ne ben ne de oğullarım."

 

Dümdüz bakışlarıyla adamı izlemeye devam ederken başı omzuna doğru eğildi ve dudağının bir köşesi yan doğru kıvrıldı sinsi bir tavırla.

 

"Ah!" diyerek tek dizinin üzerine çöküp karşısındaki adamlarla aynı hizaya geldi, bunu yaptığı sırada bile onlara üstten bakmaya devam ediyordu. "Korkuyorsun Sezgin Karadağ... Korkuyorsunuz..." Sakin sesinin keskin vurgusu kurşun grisi gözleriydi. "Daha korkacağınız kısma gelmedik üstelik. Ama geleceğiz..."

 

Bir dirseği dizine yaslanmışken cinayetlerine bakışlarıyla başlamıştı bile.

 

"Benim olana diktiğiniz o gözleriniz korkuyla cayır cayır yanacak... Başladığımda duyduğum tek şey korku dolu çığlıklarınız olacak."

 

Ölüm yağdıran bakışları sırayla üçünde dolandıktan sonra gayri ihtiyari bir hareket ile ayağa kalktı. Üçüne de tek tek bakarken istediği cevapları bu şekilde alamayacağının pekâlâ bilincindeydi.

 

Evinde bir hain vardı.

 

Evinde, ailesinin içinde, kardeşinin ve kızının etrafında bir hain vardı ve şu an Aras'ın olduğundan daha yakındı onlara.

 

Bir an meselesiydi...

 

Kardeşine zarar verebilirdi.

 

Kızının canını yakabilirdi...

 

İçine çektiği her soluğa öfkenin koyu alevi karıştı sanki. Burnundan tahammülsüz bir nefes döküldü. Bunun olmasına kesinlikle izin vermeyecekti.

 

Ortada gerçek bir tehdit olmadığı sürece bu adamların hiçbirinin konuşmayacağını iyi biliyordu Aras. Onun gibileri tanırdı. Bir noktaları olurdu hep, o noktaya kadar ağızları sıkı olurdu ama o noktayı bir milim geçebilirseniz, alamayacağınız sır yok demekti.

 

Bakalım diye geçirdi Aras kendi içinden. Siz noktanız ne kadar ileri gidebilecek?

 

"Cenk!" diyen sesi geniş avluda yankılanıp dalga dalga yayıldı. Saygı duruşunda bekleyen Cenk, ceketinin ön düğmelerini iliklerken öne doğru fırlayıp anında yanında bitemişti bile. diğer korumalar ise sesinin sertliği karşısında duruşlarını dikleştirmişlerdi.

 

Grileri birazdan avlayacağı kurbanlarından ayrıldı ve omzunun üzerinden Cenk'e bakarken başıyla arabaları işaret ederek "Başlayın Koçum..." diye emrini verdi.

 

"Memnuniyetle efendim..." diye cevap verdi Cenk kedi gibi olan bakışları adamların üzerinde gezindi birkaç saniye. Sabah köpekleri beslemek zorunda kaldığında yaşadığı sıkıntıyı bir o bir Allah biliyordu. Bir de onu köpeklerden kaçarken gören bir yığın koruma...

 

Cenk, aldığı emirle adamları yönlendirirken Aras dikkatini yeniden Sezgin Karadağ ve oğullarına verdi. "O gün kızımı almaya geldiğimde sana bir şey söylemiştim hatırlıyor musun Sezgin Karadağ?" diye sordu Sezgin Karadağ'ın gözlerinin içine bakarken. Ve hatırlaması için ona yalnızca bir saniye verdikten sonra konuşmaya devam etti. "Nefes'i alırken, ecelin olup olmayacağıma sen karar vereceksin, demiştim..."

 

Karşısındaki adamın kenarları, yaşını belli edercesine kırışmış gözlerindeki artan korku, onun grilerinin sinsi bir ifadeyle parlamasına neden oldu. Düşmanlarının korkusu, hayattaki en sevdiği kokuydu.

 

Cenk yanında birkaç adamla birlikte Aras'ın istediklerini getirdiği sırada düşmanlarının gözlerinde parsel parsel büyüyen korkuyu zevkle izledi. "Bağlayın." derken sesinde en ufak bir şüphe ya da acıma yoktu.

 

Karadağ'ın adamlarında bariz bir hareketlenme başladı, her biri zorla çöktürüldükleri yerden kalkmaya ya da oldukları yerden saldırmaya çalışıyorlardı, ama Aras Akın Altuğlu'nun adamları tarafından hiç zorlanmadan baskılanıyorlardı.

 

Sezgin Karadağ ve oğulları artık yolun sonuna gelmişlerdi ve bu dünyada bunu durdurabilecek tek kişi, ölüm fermanlarını imzalayan kişiyle aynıydı.

 

Sezgin Karadağ ve oğulları, kurtulmak için oldukça mücadele ettiler ama nafile bir çabaydı bu, adamlar onları yaka paça kaldırıp sürükleyerek ilerletirlerken ve ellerinden geniş avlunun asma tavanına asarlarken yapabilecekleri hiçbir şey olmamıştı. Havada savrulan küfür kıyametti, tehditler ise Aras Akın Altuğlu'yu yalnızca eğlendiriyordu.

 

Ellerini ceplerine yerleştirip çenesini dikleştirerek, karşısında ipe dizilen tespih gibi asılan adamlara baktı. Ellerinde tuttukları benzin bidonlarıyla, ondan gelecek bir emri bekleyen adamları ise genç adamın bir adım gerisinde duruyorlardı.

 

"Evime soktuğunuz itiniz kim?" diye sordu Aras lafı hiç uzatmadan. Baskın çıkan kalın sesinde kılıç keskinliğinde bir kararlılık vardı. "İnsafıma karşılık tek bir ir isim istiyorum sizden..."

 

Sezgin Karadağ'ın korku dolu bakışları Aras'ın gerisinde duran adamların ellerindeki bidonlarda gezinirken sertçe yutkundu. Yenilgiyi yediremediği gururu yüzünden ötelemeye çalıştığı korkuyla birlikte bakışlarına bir sertlik bulaştırmaya çalıştı ama beceremedi. Başı iki kolunun arasında duruyordu ve ayaklarının parmak uçları yere zar zor değiyordu. Kalın ip, el bileklerini tahriş ediyordu ama sonuna adım adım yaklaştığı hayatının yanında bu önemli değildi artık.

 

O bir avdı ve en tehlikeli avcının pençeleri arasına düşmüştü.

 

O avcı onu seve seve paramparça edecek, ondan geriye hiçbir şey kalmayana kadar tüketecekti.

 

"Sana hiçbir şey söylemeyeceğim. Bize ne yaparsan yap, sevgilini kurtaramayacaksın, o artık bir ölüden ibaret." dedi Sezgin Karadağ kendinden emin çıkarmaya çalıştığı sesiyle. Zamanı hesaplamıştı, artık yaşaması mümkün değildi.

 

Onun bu faydasız çabasının gayet farkında olan Aras, istemsizce güldü, bakışları yere inerken başı iki yana sallanmıştı. Ne kadar kendinden emin olmaya çalışırsa çalışsın korkusu o kadar barizdi ki, birazdan altına kaçıracağına yemin edebilirdi Aras.

 

Gülüşünden akan o ürkütücü tehlikeyi, yerden kaldırıp yeniden avlarına diktiği bakışları daha fazla besledi. Grilerindeki kıyamet, dışarı taşmak üzereydi.

 

"Demek bana hiçbir şey söylemeyeceksin..." diye mırıldandı tek kaşını kaldırarak. Öyle bir ihtimal hiçbir koşulda yoktu. Bir şeyi öğrenmek isterse öyle ya da böyle öğrenmenin bir yolunu bulurdu. Düşünürmüş gibi yaptı birkaç saniye ama bunu yaparken bile karşısındaki adamlarla oynuyordu.

 

"Belki bu, fikrini değiştirmene yardımcı olur."

 

Başıyla verdiği bir işaret, arkasındaki adamları harekete geçirdi. Açılan bidonların kapakları, avluya hafif bir benzin kokusunun yayılmasına neden oldu. Benzin yerle buluştukça ağırlaşan kokuda sanki Azrail'in nefesi tütüyordu. Azrail'in o nefesi, karşısındaki birer zavallıdan ibaret olan adamların ensesinde dolanıyordu. İrileşen gözlerin bakışları bidonlardayken korku kelimenin tam anlamıyla somutlaşmıştı. Çırpınan bedenleri bağlardan kurtulmak için her şeyi yapıyordu, titreyen dudaklardan dökülmek üzereydi feryat figan yakarışlar.

 

Geniş avlunun taş zemini benzinden yollarla kaplandı. Her yol, içinde bir can taşımaya hazır bir sandaldı.

 

"Kaçırdığınız o kadının..." dedi Aras, oyunbaz tavırlarını rafa kaldırmış, raftan aldığı ciddiyetin kaftanını sırtına atmıştı şimdi. "Benim kadınım olduğu bilgisi tamamen bir yanılgıdan ibaretti. Yazgı Deha Yaman, benim sevgilim değil ve olamaz da."

 

Sesindeki sakinlik, bakışlarındaki ciddiyet ölümcüldü. İçine serpilen bir parça hayretin rengi hiç vurmuyordu dışına.

 

Yazgı'yı kim nasıl onun kadını, onun sevgilisi zannedebilirdi ki?

 

Bu konudaki kafa karışıklığı, o ismi bulana kadar dinmeyecekti ama yakındı. Evindeki o hain her kimse bulana kadar durmayacaktı.

 

Sezgin Karadağ'ın duyduklarıyla başından aşağı kaynar sular döküldü sanki.

 

"Ne demek sevgilin değil?" diye sorarken bakışları artık bidonların içindeki sıvıları etrafa dökmeye devam eden adamlarda değil, Aras'ın yüzündeydi. Şaşkın olan yalnızca o değildi, Baran ve Nadir Karadağ da en az onun kadar şaşkındı. Oysa ne çok emindiler doğru ata oynadıklarından ve veziri yuttuklarından...

 

"Benim olduğu doğru..." dedi Aras başı tehditvari bir tavırla omzuna doğru eğilmiş, kurşun grisi gözleri kısılmıştı. "Ama hayatımdaki kadın olarak değil, hayatımı koruyan kadın olarak benim. Benim korumam... Ve hayır ölmeyecek."

 

Ölmemeliydi.

 

Henüz alacağı bir intikamı vardı, kazanacağı bir savaşı...

 

Ölmemeliydi.

 

Efsaneler ölmezdi.

 

Ve o bir efsaneydi.

 

Onlarca çocuğa ev olmuşken, kendine seçtiği yer yatağı toprağın içi olmamalıydı. Adını altın harflerle kumitenin kanlı tarihine kazımışken, başına taktığı o tacın yerini bir mezar taşı almamalıydı. Her yere yakışırdı o kadın da bir mezarın soğuk taşı yakışmazdı ona.

 

"Basit bir koruma için mi tüm bu tantana?" diye sordu tükürürcesine Baran Karadağ. Bağlı olan ellerini iplerden kurtarmaya, genzinden dökülen hırıltılarla etrafa tükürükler saçarak Aras'a ulaşmaya çalışıyordu. Gözleri öfkeden alev alevdi, ak olan her noktası öfkesinin kırmızı yansımasına boyanmıştı.

 

Rusya'nın dondurucu soğuğunun, yanında sıcak bir yaz esintisi kaldığı gri gözleri acelesiz bir tavırla Baran'a çevrildi ve başını iki yana sallayarak birkaç kez cıkladı.

 

"Yanlış..."

 

Kollarını çözüp Baran Karadağ'a doğru ilerlerken benzin dökmeye devam eden adamları durmuş ve bir adım geri çekilerek patronlarına alan açmışlardı.

 

"Basit bir koruma değil." dedi Aras kıyametin küllerini karşısındaki adamlara savuran sesiyle. O kadının basit hiçbir tarafı yoktu, baştan aşağı asaletle donatılmıştı. "Benim korumam..." Her kelimenin üzerine öyle keskin bir vurguyla bastırıyordu ki... "Benim korumama zarar vermeye cüret ettiniz. Benim korumamı kaçırdınız. Benim olanı öldürmeye çalıştınız... Bunun bir bedeli olmalı öyle değil mi?"

 

Daha fazla karşısındaki adamları dinlemeye tenezzül etmedi. Emrindeki adamlar işlerine kaldıkları yerden devam ederlerken o yalnızca izledi.

 

Korumaların yönü kurbanlar oldu, işte tam o an titreyen o dudaklar aralandı, yalvarmalar başladı

 

Durması için yalvarıyorlardı.

Yapmaması için...

 

Bir damla merhamet için dileniyorlardı.

 

Durmayacaktı.

 

Yapacaktı...

 

Merhamet, beraberinde ihaneti de getirirdi.

 

Düşman merhametin dilini bilmezdi. Düşman yalnızca sırasını bekler ve zamanı geldiğinde bıçağını karşısındakinin kalbine saplayacak hamlenin planlarını yapardı.

 

"Oğullarımı bırak, ne yapacaksan bana yap." diye yalvardı Sezgin Karadağ, aynı yakarış oğullarında da vardı, onlar da babalarının yaşamasına izin vermesi için yalvarıyorlardı. Tepelerinden akan benzin yüzünden sesleri boğuluyordu.

 

Tek damla merhameti bile yoktu karşısındaki adamlara karşı Aras Akın Altuğlu'nun. Aksine, Ölüm ibresini sona doğru çevirdikçe garip bir rahatlamayla kasları gevşiyordu. Günler önce yapması gereken şeyi yapıyordu çünkü, kızına ilk uzandığı anda kesmesi gereken o eli kesiyordu.

 

Kulağına tatlı bir melodi gibi gelen bu sesler eşliğinde cebinden sigara paketini çıkardı ve yarım duran paketin içinden bir dal sigara ile birlikte zippo çakmağını aldı.

 

Dudaklarının arasına yasladığı sigara, cılız bir alevle hayat bulurken aynı alev, bir başka hayatları söndürmek üzereydi.

 

"Seçin..." dedi Aras, iki parmağının arasına sıkıştırdığı sigarayı dudaklarından çekip ciğerlerine dolan dumanı dışarı üflerken. "Basit bir ölümün merhameti mi yoksa cehennemin ilk yankısı mı? Bana bir isim mi vereceksiniz, yoksa ateşin sizi cayır cayır yakmasına izin mi vereceksiniz?"

 

Öyle ya da böyle o ismi bulacaktı, sadece kolay yoldan mı yoksa zor yoldan mı olacağını karşısındaki adamlar seçecekti.

 

"Enişten..." diye gürledi Nadir Karadağ, can havliyle. Korkudan iri iri açılmış gözleri bir yerdeki benzin birikintilerinde bir Aras'ın elinde yanmaya devam eden zippoda geziniyordu. Başından aşağı dökülen benzinin birkaç damlası gözünün içine bile girmişti ama o kadar korkuyordu ki gözlerindeki o acıyı hissedemiyordu bile. Saçlarının uçlarından çenesine kadar her noktasından damlıyordu o yanıcı sıvı, tek bir kıvılcımla hayatının sona ermek üzere olduğunu hatırlatıyordu ona. Basit bir ölümle de değil üstelik...

 

Tanrı bile günahlarının bedeli için kullarını yakarak cezalandırmayı seçmişken, ateşin yalımlarının arasında diri diri yanarak ölmekten daha kötü ne olabilirdi ki? "Halanın kocası Hayati Altan ayarladı her şeyi. O biliyor, git ona sor ama yalvarırım bizi bırak."

 

"Bir daha çıkarsak şerefsizim karşına, varlığımızı bile unutacaksın." diye kardeşine destek çıktı Baran Karadağ.

 

O noktadan sonra yapılan hiçbir anlaşmanın hükmü yoktu artık onlarda. Şimdi canları pahasına bir anlaşma pazarlığına oturmaya çalışıyorlardı ve pazarlık konusu kendi canlarıydı.

 

Parmaklarının arasında duran sigarayı yeniden dudaklarına götürmek üzereyken kulaklarına çalınan bu sözlerle eli duraksadı genç adamın. Parmaklarından başlayarak tüm bedenini dolaşan bir ürpertinin bağrına çarptı.

 

Hayati Altan...

 

Burnundan dökülen sert nefesin yankısı kulaklarında çınladı. O herifin canını geçen sefer almamış olmanın siniriyle kafa derisi karıncalanırken yarı yolda kalan parmakları yeniden harekete geçti ve ucu cılız bir alevle yanmakta olan sigarasını dudaklarına yerleştirdi.

 

Kirli zehri içine çekerken grileri, zamanın bölünemeyen en kısa birimi kadar bir süre Mahzun'u buldu ve çektiği dumanın ciğerlerini doldurmasından daha hızlı oldu Mahzun'un Aras'ın aklından geçen o tek şeyi anlaması.

 

Kesilecek bir el, bir soluk daha vardı.

 

Tek bir baş hareketi yetti... O Aras'tan emir alırdı, adamlar ondan... Gelen arabalardan ikisi apar topar yeniden yola çıkarken, giden korumaların tuttuğu adamları da kalanlar kendi aralarında bölüşmüşler, Karadağ'ın adamlarına, eksilen sayılarına rağmen nefes aldırmamışlardı.

 

"Sana bir isim verdim!" diye bağırdı Nadir can havliyle. Gözlerindeki yakarışın onu kurtaracağını düşünüyordu. "Bize merhamet et."

 

Dudaklarının arasına yerleştirdiği sigaradan yeni bir soluk içine çekerken gözlerini, ona yalvaran adamdan çekmedi.

 

Derin bakışlarından sıkılan kurşunlar, karşısındaki adamı delik deşik ediyordu.

 

"Merhamet aslında nedir biliyor musun Nadir Karadağ?" diye sordu sigarasını dudaklarından çektiği sırada. İki parmağının arasında duran, ucu cılız bir alevle yanmaya devam eden ama ölmek üzere olan sigarayı avucunun arasında ezerek söndürdü. "Kendine doğrulttuğun namludur. Düşmanına merhamet edersen o silah ateş alır, seni vurur."

 

Parmaklarını açıp avucunun içinde un ufak olan sigara izmaritini açığa çıkardı ve elini yan çevirip kalıntıların yere dökülmesini sağladı.

 

"Size bir kez merhamet ettim, namlu bana döndü. İkincisi olmayacak."

 

Parmaklarının arasında döndürdüğü zippo çakmak yeniden alev aldı, bu kez bir sigara için değil. Geriye doğru attığı bir adımın ardından benzin kokusunu bastıran korkunun kokusunu ciğerlerine çeke çeke zippoyu yerdeki benzin birikintisinin içine attı gelişigüzel.

 

Alevin ilk kıvılcımı, yerde onu bekleyen kıyametini öptüğü an. o birikinti alevi kaptı ve aynı hızda üç bir yana dağıtmaya başladı.

 

Alevler, Sezgin Karadağ ve oğullarının etrafını sardığında artık korkudan çığlık çığlığaydı üçü de.

 

Eserini gururla izlerken yeni bir sigarayı paketinden çıkarıp dudaklarına yasladı ve tek dizinin üzerine çöküp başlattığı kıyametin alevinde yaktı o sigarasını. Yüzünü yalayan yalımlar, onun için yalnızca bir zevkti. Kulağına dolan acı dolu yakarışlar dingin bir akşam yemeğinin senfonisi.

 

Yeniden ayağa kalkıp o sigarası bitene kadar bekledi, izledi. Korkuyu gördü, tattı ve bu ona yetti. Şimdilik... Asıl ziyafetin başka bir anda olduğunu artık çok iyi biliyordu. Dün geceden sonra özellikle...

 

Bu ziyafet başkasının hakkıydı, onun değil...

 

"Söndürün..." diye emrini verdi gözlerini konağı sarmaya başlayan alevlerden ayırmadan.

 

Bir grup koruma anında emrini yerine getirerek ellerinde kırmızı tüplerle çıkageldiler ve Aras Akın Altuğlu'nun önündeki o ateş birkaç dakikadan daha kısa sürede söndürüldü.

 

Düşmanları hâlâ korku içindeydi, hâlâ kurtulma umuduyla ağlıyorlardı. Alevlerin yalımları saçlarının uçlarına kadar ulaşmıştı ama tenlerine dokunamamıştı, yalnızca sıcağın kızarıklığının emareleri vardı derilerinde. Bir de korkunun ve dehşetin...

 

Korumalar tarafından çözülürlerken aldıkları her nefes rahatlamayla değil, daha büyük bir dehşet ile doluyordu ciğerlerine.

 

Bunun bir kurtuluş olmadığını iyi biliyorlardı.

 

Artık onlar için kurtuluş diye bir şey olmadığını...

 

"Sizler birer avsınız..." dedi biten sigarasını yeniden avucunda ezip küllerini yere savururken. Sesi, iki taraftan yanmaya devam eden konağın alevlerinin çıtırtılarına karışıyordu. Grileri son kez karşısındaki adamlarda dolandı, üçü de korkudan altına kaçırmıştı. Başını iki yana sallayıp geriye doğru bir adım attı. "Ama avcınız ben değilim. O şeref bugün zarar vermeye çalıştığınız o kadına, benim korumama ait."

 

Ve arkasını dönüp indiği arabaya yeniden yerleşti. Konak, içinde Karadağ'ın adamlarıyla birlikte cayır cayır yanarken onun korumaları toparlanıp, yanına aldıkları paketlerle birlikte geldikleri gibi alanı terk ettiler ama şoför koltuğuna yerleşen Mahzun arabayı çalıştırıp hareket ettirmek için acele etmedi.

 

Bunun yerine dikiz aynasından artık oğlu gibi olan adama baktı ve Aras Akın Altuğlu bu bakışların ziyadesiyle farkındaydı.

 

"Söyle ne söyleyeceksen..." diye homurdandı dudağının köşesinde ritim tutan parmağı duraklarken. Kurşun grileri cayır cayır yanan konaktaydı. Araba biraz daha hareket etmezse o alevler onları da içine katacaktı ama ne Aras ne de Mahzun bunu umursuyormuş gibi durmuyorlardı.

 

Boğazını temizlerken gözleri hesapçı bir tavır ile kısıldı Mahzun'un. Nasıl soracağını bilemediği bir noktadaydı. Arkasında oturan ve oğlu gibi gördüğü bu adamın sağı solu pek belli olmuyordu ve onu ne kadar iyi tanırsa tanısın hareketlerini kestiremediği çok an oluyordu.

 

"Bir şey söylemekten ziyade..." diye girdi söze. Ve gelişine devam etmeye karar verdi. "Tek bir şey soracağım..."

 

Genç adamın tek kaşı sorgulayıcı bir tavırla havalandığında ikinci kez boğazını temizleme ihtiyacı duydu.

 

O gözlerdeki bakış, Mahzun'u bile ürkütecek kadar derindi.

 

"Bahsi geçen senin koruman..." dedi sesine yansıyan imaya engel olamadan. Ve Aras'ın çenesi anında kasıldı. Başlamaktan korktuğu noktaya doğru çekildiğini hissettiği noktadaydı. Mahzun ve soruları, günün sonunda onu daima çileden çıkarırdı. Ama bu, öyle her tarafı dağıttığı, birilerini canından ettiği çileden çıkışlar olmazdı. Kendi içinde dağılırdı o, Kimse bilmez, kimse anlamazdı ama kafasının içinde darmadağın olurdu.

 

"Diğerlerinden biri olsaydı, ya da ben... Tepkin yine aynı mı olurdu diye merak etmeden duramıyorum..."

 

Dile dökmediği çok fazla şeyi de sığdırdı bu cümlelerin arasına. Olmayacağını biliyorum der gibiydi, bir açıklama bekler gibi... Dahası azarlar gibi...

 

Sustu Aras, verecek hiçbir cevap bulamadı kelimeleri oradan oraya savrulmaya başlayan zihninde. Dağıldıkça suskunluğun daha derinlerine gömüldü. Parmağı tamamen durdu ve dudağının kenarında asılı kaldı öylece... Cevabı aramayı denedi, denedi ama erişemediği bir noktadaydı sanki tüm mantıklı cevapları.

 

Mantık neydi?

 

Sınırları nereden nereye uzanıyor, nerede başlayıp nerede bitiyordu?

 

Öyle bir dağıldı ki düşünemedi bile o an. Kendi içine gömüldü ve bu sorunun cevabını bulmaya çalıştı.

 

Mahzun son kez baktı bir kez daha dağıttığı adama. Kafasının içini en iyi o görebilir, kaybolduğu yolların sokaklarını en iyi o bilirdi.

 

Dudakları ince bir çizgi şeklini alırken, "Ben cevabımı aldım evlat..." diye mırıldandı kendi kendine ve arabayı çalıştırıp direksiyonu çevirerek onlara doğru iyice yaklaşmış olan alevlerin arasından geçip konağı terk ettiler.

 

Aras Akın Altuğlu, yedi yıl sonra ilk kez; varlığını bile unuttuğu o yola adımını atmıştı. Üstelik çok yanlış bir kadın uğruna, henüz kendisi bile bundan bihaberken...

 

Kıyamet'in kıyameti yakındı...

 

 

Tüm yolu bir cevap arayarak geçirdi Aras, kendi içine öyle bir gömüldü ki göz açıp kapayıncaya kadar geçti o yolculuk. Buna rağmen sancılı bir yolculuk olduğunu inkâr edemezdi.

 

Yine de bir cevap bulamadı, sorması gereken soruları bile soramadı kendine. Yalnızca bir çift koyu kahve göz asılı kaldı gözlerinin önünde, bir de taze baharı andıran güzel bir beyaz gül kokusu...

 

Malikânenin büyük demir kapısından içeri girereken öğrendi Yazgı'nın öğrencilerinin teşrif ettiğini. Ve bu bilgi onu kendi içine gömüldüğü bataklıktan çekip çıkaran şey oldu.

 

Araba durduğunda bahçede bekleyen altı kişilik öğrenci grubuna kısa bir bakış attı genç adam.

 

Öyle endişeli görünüyorlardı ki.

 

Arabadan inerken onlardan gelecek olan soruları az çok tahmin ederek kendi içinde cevaplar bulmaya başlamıştı bile.

 

Buradan ayrılırken nasıl ki malikâne köpeklerin sesiyle inliyorsa, şimdi de değişen bir şey yoktu, otoparka açılan kapının önünde duran köpekleri bulunduğu noktadan görebiliyordu. Sanki olan biten her şeyin farkındalarmış gibi patilerini kapıya dayamış, kapıyı tırmalayarak içerde olduğunu bildiği sahiplerine ulaşmaya çalışıyorlardı.

 

Bu görüntü genç adamın burukça tebessüm etmesine neden oldu. Gibisi fazlaydı, olan bitenin gayet farkındalardı. Bu nedenle sabahtandır durmadan havlıyor, sağa sola saldırarak kendi dertlerini anlatmaya çalışıyorlardı. Çünkü hissediyorlardı...

 

Yeniden, endişeyle bir köşeye sinmiş ve bir dolu soru işareti ile ona bakan gençlere döndüğü sırada geniş bahçenin içine şimşek gibi bir araba girdi ve o kadar sert durdu ki tekerleri durduktan sonra bile birkaç metre kadar sürtünerek ilerlemeye devam etti. Yerde oluşan lastik izleri ise cabasıydı.

 

Tüm gözler o beyaz jeepe çevrilmişken bir hışım ile açılan kapıdan çıkan Maya, kelimenin tam anlamıyla burnundan soluyordu.

 

Aras'ın gençlere yönelen adımları durdu. Omuzlarını ileri geri sallayarak rahatlatıp boynunu sağa sola esneterek birazdan girişeceğini bildiği ateşli bir tartışmaya kendini hazırladı. Mübalağa yoktu, mecazi anlam yoktu; Maya'nın ateş saçan bakışları her an koca malikâneyi ateşe verebilirmiş gibiydi.

 

Seri adımlarla genç adama yaklaşırken, ona haber veren öğrencilere bir kez bile bakmadı. Hiçbir şey bilmiyordu ama o an tek bir hedefi vardı. Konu her neyse ucunun bu adama dokunduğundan öyle emindi ki...

 

Ne olduğunu sormadı bile bu yüzden.

 

Aras olduğu yerde durmuş, Maya'nın tüm şiddetiyle ona yaklaşmasını beklerken Maya'nın dudakları, merak ettiği ve yol boyunca beyninin içini kemirip duran o soruyu sormak için aralandı ve eş zamanlı olarak duran adımlarıyle birlikte kalkan yumruğu Aras Akın Altuğlu'nun suratına indi. "Kız kardeşim nerede Altuğlu?"

 

Öyle ani, öyle hızlı ve öyle sertti ki... Yine de Aras'ı Maya'nın hesapladığı kadar etkilemedi. Beklendikti çünkü Aras için... Aynı öfkenin farklı versiyonunu görmüş, tatmış, yumruğu ile tanışmıştı ve itiraf etmek gerekirse bu onun yanında hiçbir şeydi Aras için...

 

Çenesine gelen darbenin etkisiyle sağa doğru savrulan başını doğrulturken, tek bir el hareketiyle çoktan harekete geçmiş ve Maya'yı hedef almış korumalarını geri çekti. Çenesini sıvazlarken "Sana da merhaba Beyaz kedi..." diye homurdandı. "Haberler hızlı yayılıyor ha..."

 

Başı ile otoparkın kapısını işaret ettiğinde, Maya ikinci bir yumruk için yanıp tutuşsa da kendini tuttu ve işaret parmağını adamın göğsüne yaslarken, "Hele bir onun saçının teline zarar gelsin, ona bir şey olsun..." diye tısladı sıktığı dişlerinin arasından. Öfkesi, içinde Aras ile birlikte tüm dünyayı yakacak kadar yoğundu. Haberi aldığından bu yana geçen dakikalarda içine çekildiği endişede öyle bir kavrulmuştu ki, şimdi başkalarını da yakmaya hazırdı. "Bu haberin bana ulaşmasından daha hızlı olur seni, bir ordu korumanla birlikte yerle bir etmem..."

 

Her kelimede parmağını daha sert bastırıyordu Aras'ın sert kaslarla bezeli göğsüne. "Sana yemin ederim..." dedi altınde tek bir solukluk bile boşluk olmayan bir yeminle. Genç adam, ifadesiz bakışlarından ödün vermeden zihnindeki soru işaretlerine ayna tutan bir hareket ile tek kaşını kaldırdı. Devamında ne geleceğini az çok tahmin edebiliyordu.

 

"Ölümlerden ölüm beğendiririm sana." diye tısladı Maya her kelimeyi imtina ile vurgulayarak. Ardından yoluna çıkan bir böcekmiş de onu acımasızca eziyormuş gibi omzuna çarparak yanından geçtiğinde, Aras'ın taktir dolu bakışları arkasından onu takip etti birkaç saniye boyunca. Köpeklerin onu görünce kapıyı boş verip ona koşmalarını izledi, içlerinden birinin hızını alamayıp Maya'nın üzerine atlamasını ve Maya'nın onları teselli eder gibi sevip ardından yola devam edişini...

 

Bu cesaret örneği kesinlikle taktir edilmeliydi. Kendini adam sananın çoğundan daha deli bir yüreği olduğu kesindi ve gerçek bir dosttu; Bugünlerde neredeyse hiç bulunamayan...

 

"Hayatımın kadınını buldum sanırım..."

 

Arkasından gelen sesle birlikte omzunun üzerinden sesin geldiği yere baktığında arkadaşı Samet'i gördü. Elinde tuttuğu tabletle ona doğru adımlarken, boyun eklemleri sınırlarını zorlayan bir açıda dönmüştü ve Maya'nın arkasından bakmaya devam ediyordu.

 

"O ne yumruktu be öyle..." Kendi kendine yaptığı durum değerlendirmesinin ardından başını onaylarcasına sallayıp bir kez daha Maya'nın gözden kaybolduğu otopark kapısına baktı. "Sanırımı manırımı yok kardeşim, vallahi de buldum billahi de buldum..." dedi en sonunda bakışlarını o noktadan çekmeyi başardığında. Maya gözden kaybolalı çok olmuştu da bıraktığı etki hâlâ havadaydı. Öyle ki korumalar bile birbirlerinden şaşkın bir halde Aras'a bakmaya devam ediyorlardı.

 

Adamlarına attığı kısacık bir bakış, onları üzerlerinden atamadıkları şaşkınlıklarıyla çil yavrusu gibi dağıtırken yanına gelen Samet, "Kim bu hatun?" diye sordu. "Sana yumruk attı ve hâlâ hayatta ha... Canımı her sıktığında suratına benim yerime iki tane patlatacak bir silah gibi geldi kulağa, her eve lazım..." Bakışları, yumruk yediği ve muhtemelen darbenin etkisiyle hafifçe kızarmış olan noktada dolanıyordu şimdi.

 

Ona da ters bir bakış attı genç adam ve elini çenesinden çekip siyah kumaş pantolonunun cebine yerleştirdi. Tüm bu konuşmalarla uğraşmak istemiyordu, ya da arkadaşının alaylı tutumuyla. O an nedenini kendisinin bile bilmediği bir istekle boğuşuyordu.

 

Gül kokulu bir kadının dipsiz kuyularını görmek istiyordu. Açıldığı ana şahit olmak, açıldığı an orada bulunmak...

 

"İstediğim şeyi buldun mu?" diye sordu bu yüzden konuyu hiç uzatmadan. Bir de bu işte parmağı olan herkesin canını yakmak, dahası almak istiyordu. Ta ki geride tek bir zerreleri bile kalmayana kadar.

 

Samet bir elini beline yerleştirirken havadan garip bir koku almış gibi birkaç kez havayı kokladı. Ardından düşünürmüş gibi yaparken boştaki elini çenesine yaslamış ve parmaklarıyla çenesini sıvazlıyormuş gibi yapmıştı hafifçe. "Havadaki kokuyu alıyor musun?"

 

"Ne kokusu Samet?"

 

"Ezilen egondan gelen yanık kokusu..."

 

Sözlerinin hemen akabinde gürültülü bir kahkahayı patlattığında genç adam gözlerini devirmeden edemedi. Baygın bakışları arkadaşının yüzünde gezinirken "O yanık kokusu, ekibin başına Gökçe'yi geçirmeye karar verdiğimde senin tutuşan götünden geliyor olmasın?" diye homurdandı ve Samet'in yüzünde açan o gülücükler anında soldu.

 

Dudaklarının arasından sert bir küfür savrulurken "İkidir bunun konusunu açıyorsun?" dedi sorarcasına. "Yoksa aklında gerçekten bu mu var Aras Akın Altuğlu? Üstüme başka bir gül mü koklayacaksın? Benim tenimin sindiği klavyelere artık yabancı eller mi dokunacak, benim gü..."

 

Daha devam edeceğini anladığında yüzünü buruşturdu ve "Tamam kes! Kes!" diye homurdandı tahammülsüz bir sesle. "Kimseyi bir yere geçirdiğim yok sen soruma cevap ver. Bir iz ya da ip ucu bulabildin mi? Kararım cevabına göre değişebilir haberin olsun. Ona göre ağzını aç, boş laflarla beni oyalama..."

 

Anında o alaycı tavrından sıyrılan Samet, elindeki tabletin açık ekranını Aras'a doğru çevirdi ve "Gökçe bunu bulamazdı... Bil diye söylüyorum..." dedi kendini överek. "Henüz net bir şey yok ama çok yakınım da..."

 

Aras ekrandaki kareye baktığında malikanelerinin bulunduğu yerin bir alt sokağına ait bir görüntü olduğunu gördü. Bir motor kurye vardı ekranda, plakası net bir şekilde görünüyordu ve karanlık bir köşede kalan birine beyaz bir poşet uzatıyordu.

 

Gördüğü kare karşısında tüm sinir uçları alarma geçmiş gibi sızlarken bir hışımla aldı Samet'in elinden tableti ve ekranı daha da yakınlaştırdı. Ama hiçbir şey net değildi, gerçekler karanlık bir sis bulutunun ardında kalıyordu.

 

Burnundan dökülen öfke dolu bir nefesin ardından cihazı Samet'in göğsüne doğru itip "Bul..." dedi yalnızca ve yanından geçip otoparka doğru ilerledi.

 

Yüzünde hissettiği bakışların ağırlığı, adımlarını duraksatmadan başını kaldırmasına neden olduğunda çalışma odasındaki pencerede dikilen ve onu izleyen babası ile göz göze geldi. İfadesizliğinin altında yatan o endişeli öfkeyi görebiliyordu.

 

Umursamadan önüne dönerek yoluna devam etti.

 

Esin hanım onun kızgın olduğunu zaten söylemişti, bu beklendik bir şeydi onun için. Sonra ilgileneceği bir şey...

Otoparkı aşıp hastane bölümüne girdiğinde yapmak istediği tek şey sıkı sıkı kapanmış olan kapıyı açıp içerdeki kadını görmekti ama bekledi.

 

Akrep ve yelkovanın telaşsız yarışını bileğindeki pahalı saatinden takip ederken, sırtını yasladığı o duvarda Maya'nın bitirmesini bekledi.

 

Çok değil yarım saatin sonunda Maya kulağına yasladığı telefona doğru "Hemen geliyorum." diyerek çıkmıştı odadan ve Aras'a ölümcül bir bakış daha atıp çıkıp gitmişti.

 

Sırtını duvardan ayırdı ve kapıya doğru ilerledi. Kapıya uzanan elindeki o hafif titremenin nedeni hakkında hiçbir fikri yoktu. Umurunda da değildi.

 

Kapı açıldı ve tüm engelleri ortadan kalktı sanki.

 

Hâlbuki asıl engellerin olduğu kısma henüz gelmemişti bile, bu sadece bir başlangıçtı.

 

Grileri, odanın ortasındaki hasta yatağında öylece yatan kadını buldu. Kalp ritimlerinin odayı dolduran sesi olmasa onun öldüğünü bile düşünebilirdi Aras ama en azından hâlâ hayattaydı.

 

Ağır adımlarla yatağa doğru ilerlerken gözleri EKG cihazından koluna bağlı olan seruma kaydı, damlayan her bir damla can suyuna eşdeğerdi sanki.

 

Baş ucunda durdu adımları, burnuna dolan gülün cennetinin tadını çıkardı birkaç saniye. Bembeyaz yastığa koyu dalgalar halinde yayılan uzun saç tutmamlarına baktı.

 

Her şeye rağmen o dalgalar öyle güzel görünüyordu ki... Elini kaldırıp bir tutamını parmaklarının arasına almaktan alamadı kendini.

 

Onunla ilgili birleştirdiği parçalar ve birleştirmesi gereken parçalar sırayla geçti gözünün önünden. Başlangıç ve bitiş birbirine yakındı ama aralarında koca bir tur farkı vardı.

 

Gözünün önüne yeniden o kafesin dibinde yatan yaralı kadın geldi, eş zamanlı olarak o kadını ayağa kaldıran cümleler doldu zihnine.

 

"Yaşayacaksın Malen'kaya Devochka..." diye fısıldadı bir sır verir gibi, başka bir ihtimal söz konusu olamazmış gibi... Parmaklarının arasında duran tutamı usul usul okşayan parmaklarından bihaber devam etti. "Ayağa kalkacaksın. Onları ayaklarının dibine attığımda gözlerinde yana o ateş ile hepsini küle çevireceksin, sonra dolduracaksın o külleri bir fanusa ve kum saatlerini kendi ellerinle parçalayacak, intikamını alacaksın."

 

Yumuşacık saç tutamını usulca koydu yastığın üstüne, arkasında bağladığı elleriyle birlikte Yazgı'nın yüzüne doğru eğildi. O taze gül kokusu artık çok daha yoğundu. İçine çekti o cennetin bir köşesi gibi hissettiren derin kokuyu.

 

Dudakları neredeyse kulağına dokunacakken son sözlerini de fısıldadı bir şairin en sevdiği dizesi gibi. "Bir adım gerinde olacağım Belaya Roza... Ve zevkle seni izleyeceğim..."

 

Çünkü artık kıyametin kendisi olmaktan daha çok ilgisini çeken bir şey vardı; Dün gece keşfettiği bir hazine... Kendi kıyametini başlatmaktan daha çok hoşuna gitmişti bu kadının yarattığı yıkımı izlemek...

 

 

Bölümü nasıl buldunuz?

Bölüm : 06.11.2025 17:49 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...