Yeni Üyelik
3.
Bölüm

2| KONTES

@saniyesolak

Sellam❤️

 

Nasılsınız?

 

Bol oylu bol yorumlu olması dileğiyle, umarım beğendiğiniz bir bölüm olur😽

 

Keyifli okumalar diliyorum✨

 

 

Hangisi daha rahatsız ediciydi? Sevimli ve fazlasıyla duygusal bir aile kucaklaşmasını izlemek mi? Yoksa bana dokunup duran gözlerin baskıcı varlığı mı?

 

Her ikisinden de biraz belki...

 

Tenime yapışan kanın o garip hissi artık rahatsız edici bir boyuta ulaşırken yerimde hafifçe kıpırdandım. Her ne kadar gözlerim Sara'nın üzerinde de olsa, bakışlarımın odağında hemen yan tarafımda duran bir grup koruma vardı.

 

Tetikteydiler.

 

Sanki asıl tehlike benmişim gibi...

 

Baştan aşağı kana bulanmış olmam mı onlara bunu düşündürüyordu yoksa onlara tanıdık mı geliyordum merak ettim bir an.

 

Bana baktıklarında ne görüyorlardı?

 

Zaman su gibi akıp geçerken sanırım bu sorunun cevabını asla öğrenemeyecektim. Biraz daha burada durmaya devam edersem geç kalacaktım çünkü. Odağımı korumalardan çekip, abisi olduğunu düşündüğüm adam tarafından sarmalanan Sara'ya çevirdim bakışlarımı. O an, en azından kana bulanan tek kişinin ben olmadığımı da gördüğüm andı. Abisinin beyaz gömleği de kan içindeydi. Aramızdaki tek fark; benim üzerimdeki kan bana ait değilken, onun üzerindeki kanın kaynağı kolundaki kurşun yarasıydı.

 

Aralarında geçen konuşmayı duyamayacak kadar uzaktaydım ama kadınların gözyaşları içinde Sara'ya bir şeyler söylediğini, abisinin de kulağına doğru konuştuğunu görebiliyordum. Tam bir sevgi ve özlem seli... Ne kadar da ailevari görünüyorlar...

 

Telefonumu istemek için seslenmeyi istedim ama bir şey bana engel oldu, bir an aralarına girmek istemedim ve onlara birkaç saniye daha vermeye karar verdim. Belki bir otuz saniye kadar bir süre daha...

 

Sara sonunda, ailesinin kollarında rahatlamış gibi görünüyordu.

 

Derin bir nefesi içime çekerken elim refleks olarak belime, kuruyan kan yüzünden gerilen tenimin olduğu noktaya kaydı. Amacım o noktayı kaşımaktı ama bu, etrafımızı çevreleyen ve pür dikkat beni izleyen korumalar tarafından çok yanlış anlaşılmış olacak ki, bir anda havayı arka arkaya çekilen tetik sesleri doldurdu.

 

Bakışlarım yavaşça onların üzerinde gezinmeye başladı ihtiyatla.

 

Etrafımızda kaç koruma varsa hepsi silahını bana doğru çevirmiş, ateşlemeye hazır bir halde bekliyorlardı.

 

Gerçekten mi?

 

"Ne yapıyorsunuz siz? İndirin çabuk silahlarınızı." dediğini duydum pürüzlü bir sesin ama başımı korumalardan çekmedim. Kılım bile kıpırdamazken gözlerinin içine içine bakıyordum. Eh, en azından artık kim olduğumu bildiklerinden emindim.

 

"Hayır..." dedi hemen ardından başka bir ses. Tok, net ve derin bir sesti. "Silahlar inmeyecek."

 

İşte bu dikkatimi çekerdi.

 

Kahvelerim usulca sesin sahibine döndüğünde kurşuni gözlerin buz gibi soğuk bakışları ile karşı karşıya kaldım. Tek kaşım havalandı usulca. Pekâlâ, kimsenin minnetle ayaklarıma kapanmasını beklediğim yoktu elbette ama bunu beklemediğim de kesindi.

 

Bir taraftan, hemen yan tarafında duran -Sara'nın babası olduğunu tahmin ettiğim- adam "Aras!" diye gürlerken diğer taraftan da Sara "Abi!" diyerek abisine sitem ediyordu.

 

"Size indirim silahlarınızı dedim." dedi Sara'nın babası. Sara arabadayken babasının adının Fatih Altuğlu olduğunu söylemişti hafızam beni yanıltmıyorsa. Fatih Altuğlu... Altuğlu... Hem tanıdık hem yabancı gelen bir soyaddı.

 

"O Rauf Karan'ın kızı!" diye gürledi Sara'nın abisi. Gri gözleri bir an olsun benden çekilmiyor, gözlerinde işlediği binlerce cinayetin öznesine beni koyuyordu. Eğer biraz daha bunu yapmaya devam ederse onun soyutlaştırdığı bu eylemi ben somutlaştıracaktım ama bundan haberi yoktu. "Ve ben ona güvenmiyorum. Silahlar indirilmeyecek!"

 

Gözlerimin içine bakarak kurduğu cümle sinirlerimi bir keman yayı gibi gerse de tepkisizce olduğum yerde durmayı başardım. Bugün birilerini öldürme kotamı yeterince doldurmuştum, daha fazla cinayete ya da kana gerek yoktu. Ve karıncalanan avuçlarımı da maça saklamalıydım.

 

Bugün maç vardı... Kumite yeterince gergin geçmeyecekmiş ve enerjimi fazlasıyla sömürmeyecekmiş gibi burada durmuş beni saçma sapan suçlamaların öznesine koymasına izin veriyordum. Maya'yı dinlemeliydim... Maya'yı dinlemeli ve kutuyu aramayı başka bir güne ertelemeliydim...

 

Sara iri iri açtığı yeşil gözleriyle abisinin önüne geçip "O hayatımı kurtardı abi." dedi sesini yükselterek. Yaşadıklarına rağmen bu cesur hareketi takdir edilesiydi. "Bir haftanın sonunda tam umudumu kaybetmek üzereyken, sizin hiç gelmeyeceğinizi düşünürken o gelip beni kurtardı. Ona böyle davranamazsın!"

 

Sonunda gri gözler gözlerimden çekildiğinde, kuruyan alt dudağımı dilimle ıslatıp durduğum yerden ileriye doğru bir adım attım.

 

O adam... Aras Akın Altuğlu'nun, kardeşine bakarken gri gözlerinden hüzünle yıkanmış bir ifade geçti. Bu sözlerin onu derinden sarstığı belliydi.

 

Bir hafta... Bu kız bir haftadır kayıptı ve onlar bu bir hafta içinde onu bulmaya yaklaşmamışlardı bile öyle mi? Ve şimdi bulduğu için suçlanan bendim... Aman ne güzel...

 

Ne kadar sarsılırsa sarsılsın suçunu kabullenemeyen biri gibi başını iki yana salladı ve yeni bir suçlamayla "Seni kaçıran zaten onun babasıydı!" dedi Sara'ya. "Şimdi kızının kurtarmış olması bir tesadüf yani öyle mi?"

 

Söylediği her bir söz itinayla bam telime basıyor, çiğneyip geçiyordu. Buna daha fazla katlanacağımı düşünüyorlarsa delirmiş olmalılar. Çünkü hiç niyetim yoktu.

 

Attığım her adımda silahların namluları beni takip ederken içlerinden biri "Hareket etme! Olduğun yerde kal!" diye bağırdı. Adamların bazıları kararsızca silahlarını tutuşlarını gevşetmişlerdi. İki patronun arasında kalmış ne yapacaklarını bilemiyorlarmış gibi görünüyorlardı. Bazılarının silah tutuşu ise kendilerinden emindi.

 

Tüm bakışlar üzerime çevrilmişken ve gayet rahat adımlarla, onlarca silahın hedefindeki ben değilmişim gibi yürümeye devam ederken "Eğer..." dedi Fatih Altuğlu. "Bu kadar yurtdışı odaklı olmasaydın, Türkiye piyasası ile biraz olsun ilgilenseydin onun kim olduğunu bilirdin!" Göz ucuyla, bakışlarının arkamdaki adamlara kaydığını gördüm. Ardından otoriter ve sert sesi yayıldı alana. Adamdan zaten baştan sona otorite akıyordu, tıpkı oğlunda olduğu gibi. "Siz de indirin şu silahları! Evime gelen, kızımın hayatını kurtaran birine silah çekebileceğinizi kim söylüyor? Mahzun! Adamlarına sahip çık, söz dinlesinler biraz!"

 

Gri gözlerin sahibinin tam karşısında durduğumda silahlar da çekildiklerinin aksine yavaşça inmişti. Hayır hedefimde gri gözlerin sahibi yoktu, ben Sara'ya odaklanmıştım ama Aras Akın Altuğlu kardeşinin önüne geçip, onunla aramda etten bir duvar örmüştü. Bilmiyordu ki uzun zamandır en iyi bildiğim şey etten duvarları yıkmaktı.

 

Gözlerinin içine baktım birkaç saniye. Havamda olmadığım için şanslıydı...

 

Ardından bakışlarım omzunun üzerinden, onun arkasında duran ve bana özür dileyerek bakan Sara'ya kaydı.

 

"Telefonumu alabilir miyim Sara?" diye sordum kahvelerimle elinde sıkı sıkı tuttuğu telefonu işaret ederek. Ancak o zaman fark edebildi telefonumun hâlâ onda olduğunu ve abisinin yanından sıyrılıp yanıma gelmeye çalıştı. Abisi de onu tutmaya çalışmıştı ama Sara inatçı bir kızdı, abisinin elinde kurtulmayı başarmıştı.

 

Burnunu çekip aramızda iki adım varken durdu ve "Abim adına özür dilerim..." diye mırıldandı telefonumu uzatırken. "Ayrıca telefonun için de..."

 

Elime aldığımda ekranda parlayan aramayı gördüm. Maya arıyordu ve bahse girerim bu ilk arayışı değildi.

 

Sara o kadar korku içinde olmalıydı ve ailesini görünce öyle büyük bir rahatlamanın içine düşmüş olmalıydı ki aramaları fark etmemişti.

 

Telefonu açmadan hemen önce "Başkaları adına özür dilemeyi bırak... Bırak herkes kendi adına özür dilemeyi öğrensin." diye mırıldandım ona. Son cümlede bakışlarım istemsiz dik dik bakışlarla kızgın bir boğa misali bana bakan adama kaymıştı. Ne sesimdeki iğnelemeyi törpülemek için uğraştım ne de bakışlarımdaki imayı silmek için. Gözlerindeki şüphe ve güvensizlik o kadar keskindi ki...

 

Sonra onlara arkamı döndüm ve telefonu kulağıma yasladım. "Neredesin sen?" diye sordu Maya telaşlı bir sesle hiç vakit kaybetmeden. "Sana bugün gitmemen gerektiğini söylemiştim."

 

Göz ucuma batan kadınların bana tuhaf bir ifadeyle, kandan dolayı olsa gerek, iğrenç bir şeymişim gibi baktıklarını elbette fark etmiştim ama üzerinde durmadım. Tek istediğim bu yerde bir an önce çekip gitmekti.

 

"Küçük bir aksilik çıktı ama geliyorum." diye cevap verdim Maya'ya.

 

"Sadri vazgeçtiğinden endişeleniyor, kalp krizi geçirmek üzere bile olabilir. Acele etsen iyi olur."

 

Küçük aksiliklerin ne olduğunu sormuyordu çünkü bizim hayatımızda aksilikler olmadığında bir sorun var demekti.

 

Tam o sırada "Hey!" diye seslendi Sara. Dört ya da beş adım uzaklaşmıştım ondan. "Hemen gitmesen olur mu? Teşekkür bile edemedim sana!"

 

Akabinde "Sara!" diyen uyarı dolu bir ses de doldu kulaklarıma. Aras Akın Altuğlu pes etmiyordu.

 

"O sesler de ne?" diye sordu bunların üzerine Maya. "Önemli bir şey değil." diyerek cevap verdim ona adımlarım dururken. "Bir saate oradayım. Söylersin sen Sadri'ye." Ve telefonu kapatıp omzumun üzerinden arkamda kalanlara baktım. Sara ters ters abisine bakıyordu. Pekâlâ pes etmeyen tek kişi kızgın boğa değildi.

 

"Teşekküre gerek yok." diye karşılık verdim Sara'ya. Sesimi stabil tutmak için yeterince efor sarfetmeye çabalamıştım aslında. En azından az önce karşı karşıya kaldığım muameleden sonra bunun gerekli olduğunu biliyordum ama ne kadar başarılı olabildiğim tam bir soru işaretiydi.

 

"Hayır var!" dedi bunun üzerine bir adım öne çıkan Fatih Altuğlu kızına arka çıkarak. Aras Akın Altuğlu şimdi tamamen çileden çıkmış gibi görünüyordu. "Sana hem büyük bir teşekkür hem de büyük bir özür borçluyuz Yazgı Deha Yaman."

 

Şeytan diyordu onun inadına biraz daha kal, biraz daha delirt. Rahatsızlık duyduğu varlığımla biraz daha kudursun. Normal bir zamanda bunu yapardım da ama bugün o gün değildi.

 

Başımı iki yana salladım bu nedenle. "Hayır gerçekten gerek yok. Tamamen tesadüf eseri buldum onu, yerimde kim olsa aynı şeyi yapardı." Bu bana neye mâl olmuş olursa olsun Sara'yı kurtardığım için pişman değildim. Karşı karşıya kaldığım muameleye bile rağmen... Muhtemelen o kutunun yeri yine değiştirilecekti ve ben yine en başa dönecektim ama sorun değildi. Halledemeyeceğim bir şey değildi.

 

Tam yeniden arkamı dönmek için hareketleniyordum ki son bir şey eklemek zorunda hissettim kendimi. Neden bilmiyorum ama söylemem gerektiğini düşündüm. Uyarmam gerektiğini... Bir hafta yeri geldiğinde korkunç derecede uzun bir süreye dönebiliyordu... "Rauf Karan ile sorununuz her neyse... Kızınızı bundan uzak tuttuğunuzdan emin olun. Başına çok daha kötü şeyler gelebilirdi. Bunu yaparsanız bana yeterince teşekkür etmiş olursunuz."

 

Çok daha kötüleri gelebilirdi hemde... Her şeye rağmen şanslıydı.

 

Sözlerim üzerine Aras Akın Altuğlu sabır dilenir gibi başını çevirip bana sırtını dönerken oğlunun aksine Fatih Altuğlu gayet ılımlı yaklaştı.

 

"Evet, elbette... Bunun farkındayım ve minnettarım sana." Kısacık bir an durup "En azından..." diyerek devam etti cümlesine. "Akşam yemeğinde bize katıl, seni soframızda ağırlamamıza izin ver. Bu şekilde teşekkür etmiş olalım. Başka türlü içim rahat etmeyecek. Sen bana biriciğimi getirdin."

 

Pekâlâ... Aras Akın Altuğlu'nun babasından öğreneceği çok şey vardı daha. Otuzlarına merdiven dayamış bir adam olmasına rağmen... Belki de otuzlarının içindeydi bilmiyorum.

 

"Çok naziksiniz Fatih Bey..." diye cevap verdim karşımdaki adamın yüzüne bakıp. Bütün bu konuşmaları gerçekten yapmak istemiyordum ama babasının sözlerinden sonra Sara'nın gözlerine yerleşen umut dolu ifade beni konuşmaya itiyordu. Yeterince kırık küçük bir kız çocuğunu bir de ben kırmak istemiyordum... Kırıklar rezil bir histi, özellikle saracak kimse yoksa... "Ama kalmam mümkün değil, yetişmem gereken bir maçım var."

 

Olduğundan genç duran yüzüne rağmen yaşını belli eden göz kenarlarındaki çizgiler daha da derinleşti. "Anlıyorum..." demekle yetindi pes etmiş bir ifadeyle ama Sara'nın pes etmeye niyeti yok gibiydi.

 

"O zamam yarın akşam gel."

 

Israr... Kesinlikle nefret ettiğim şeyler arasındaydı.

 

Sara'ya belli etmeden dudaklarımın arasından derin bir nefesi döktüm sakin kalıp, kırıcı bir şey söylememek adına. "Kumite şiddetli geçer, bu gecenin sonunda beni neyin beklediğini ancak Tanrı bilir. O yüzden yarın için de söz veremem..." Gözlerindeki ifade, neyle karşılık vereceğini çok net açık ediyordu. Bu yüzden hemen "Ondan sonraki gün ve ondan sonraki gün için de bu geçerli."

 

Yeşil gözlerine bir hüzün çöktü zayıf omuzları çökerken ellerini önünde birleştirmiş, parmakları ile oynuyordu. Başka bir şey söylemedi. Sanırım bu kez gerçekten pes etmişti.

 

Rahat bir nefes alıp yeniden arkamı dönmek için hareketlendim ama sanki evren benimle dalga geçiyordu. Bu kez de Aras Akın Altuğlu'nun sesi doldurdu alanı.

 

"Dövüşçü müsün yani sen?" diye soruyordu bana.

 

Dövüşçü müydüm? Son kez baktım gözlerinin içine, dudağımın bir köşesi istemsizce kıvrıldı. "Öyle de denebilir..."

 

Başka bir şey söylemeden ya da herhangi birinin söylemesine izin vermeden hızla döndüm arkamı ve etrafımı kuşatan koruma ordusunun arasından geçip arabama yerleştim. Arabayı çalıştırıp geri geri hareket etmeye başladığımda işte gerçekten rahat bir nefes almıştım.

 

Bir an hiç bitmeyecek sanmıştım...

 

Oysaki her şeyin daha yeni başladığında hiç haberim yoktu...

 

 

Hırs, irade ve güç...

 

Kumitenin yapı taşlarıydı.

 

Kan ve ter...

 

Ama gözyaşına burada yer yoktu. Alanı hınca hınç dolduran kalabalık gözyaşı görmek istemezdi. Gözyaşı görmek için buraya gelmiyorlardı, gözyaşı görmek için biletlere ve bahislere binlerce lira dökmüyorlardı.

 

Atılan her nara, yapılan her tezahürat kan görmek içindi. Vahşeti tatmak için. Kuralsız ve zamansız...

 

Her iki dövüşçüden biri tamamen tükenene kadar hız kesmeden devam eden bir yarıştı bu.

 

Cinsiyet ayırt etmeden...

 

Büyük bir deponun içine kurulmuş, gladyatör arenasını andıran büyük bir alanın ortasında parlayan kafes ve hemen üstünde izleyicilerin kafesin içinde olanları bir saniye bile kaçırmadan izleyebilmesi için kurulmuş devasa ekranlar...

 

Köşede, Kafesin içini en net gören yerde jüri masaları ve iki farklı köşeden kafese doğru uzanan, etrafı tıpkı kafeste olduğu gibi tel örgülerle çevrili koridorlar... Kura çekilene kadar dövüşçülerin odalarından çıkmalarına izin yoktu ve kurada kimin kiminle dövüşeceği belli olduktan sonra da ringe kadar dövüşçüler birbirlerini neredeyse hiç görmüyordu.

 

Her şeyi ringe saklamayı seviyordu kumite komitesi.

 

"Evet baylar bayanlar..." diyen ses alanı doldurduğunda kalabalığın sesi az da olsa kesildi. Başlıyorduk ve bu ses onun işaretiydi. Dikkatler kafeste toplanırken ses konuşmaya devam etti ama ben dinlemedim. Derin bir nefesi içime çekerken önümdeki camdan aşağıya, kalabalığa bakıyordum. Bir sürü zımbırtı sıralayacaktı spiker. Kumitenin kuruluşundan bu zamana kadarki başarılarından ve öneminden falan... Gereksiz ayrıntılar ve uzatmalar işte.

 

İçime çektiğim nefesi geri bırakırken kavurucu nefesim dudaklarımı kuruttu. Usulca ıslattım onları geri. Buraya geldiğim ilk anı hatırlıyordum. Öfke ve nefretle doluydum. Kanımın arasına karışan korkunç bir kin vardı. Tenim acıyla yoğurulmuştu sanki. Zayıf bedenime rağmen dağları yıkabilecekmiş gibi hissediyordum kendimi. Yıktım da... Karşıma kim çıkarsa yıktım geçtim. Gecenin başında yuhalanan ve alayla ezilen benken gecenin sonunda kazanan olup tezahüratlarla buradan ayrılan yine ben olmuştum.

 

Buraya geldiğim ikinci anı hatırlıyordum. Daha hissiz ve kendimden emindim. Kafesin içine girerken kendime dair hiçbir şüphem yoktu. İzleyenlerin de yoktu. Kazanacağımı bilerek girdim ve kazanıp çıktım kafesten.

 

Ve şimdi... Kafesin içine gireceğim üçüncü andı. Eğittiğim dövüşçülerimin maçlarını izlemeye geldiğim seferlerde köşeme çekilir ve yalnızca izlerdim.

 

Ve bugün, diğerlerinden farklı olarak kazanmak gibi bir derdi de yoktu.

 

"...o bir efsane... O en iyilerin de en iyisi, adını Kumite tarihine altın harflerle silinmemek üzere kazıyan bir kraliçe... Kontes karşınızda..."

 

Adımın anons edildiğini duyduğum anda önümdeki cam kapı da aynı anda kayarak açıldı ve tel örgülerden oluşan dar koridor gözlerimin önüne serildi. Adımın anonsu, kalabalığın deliler gibi bağırmasına ve tezahüratlar eşliğinde beni alkışlamasına neden olmuştu.

 

Bunu istememiştim aslında... Bu denli başarıyı ve sahne ışıklarının hedefi olmayı... Sadece içimde katlanarak çoğalan duyguları atmak için girmiştim bu işe... Bir de ilk dövüşümde belki ringden sağ çıkamam diye... Bana her bakımda destek olan iki insanı -Maya'yı ve babası Pusat amcayı- hayal kırıklığına uğratmamak için karşılık vermiştim. Attığım her yumrukta içimdeki hırsın azaldığını hissetmekse daha fazlasına itmişti beni. sonuçta iki kez şampiyon olan tek kişi olarak tarihe geçmiştim. Buna çok yaklaşan yalnızca bir kişi daha vardı. Mithat Devran Uysal... Ama o da, çıktığı son maçında doping alan rakibi yüzünden öldürülene kadar dövülmüş, son nefesini kafesin içinde vermişti.

 

Onun ölümünden sonra Kumite komitesi artık maçlarda maçı yönetecek hakem bulunduruyordu. En değerli dövüşçülerinden birini kaybetmek onları derinden sarsmıştı ve bunun bir kez daha tekrarlanmasına izin vermeye niyetleri yok gibiydi. Zayıflara ne olduğu ile zerre kadar ilgilenmiyorlardı ama güçlü dövüşçüleri kaybetmeyi göze alamıyorlardı.

 

Ve bu gecenin hakemi bendim...

 

Kazanma ya da kaybetmek gibi bir derdimin olmayışı bundandı.

 

Bu gece yalnızca taşkınlık yapanları dizginleyecek, dizginlenmeyenleri de buna pişman edecektim.

 

Koridora attığım ilk adımla kalabalık daha fazla çıldırdı. Bazıları koridoru oluşturan tellere tırmanmaya çalışıyor, birbirleriyle yarışırcasına telleri sarsıyorlardı. Normalde hiçbirine dönüp bakmazdım ama o an bir şey oldu. Bir şey beni tetikledi ve başım otomatik olarak bir noktaya kaydı. VIP'lerin oturduğu locaya...

 

Ve onu gördüm...

 

Aras Akın Altuğlu...

 

Ağırlığını hissettiren kurşuni gözlerini üzerime dikmiş, pür dikkat bana bakıyordu.

 

Kısık bakan bakışları sanki zihnimin içini delip geçebilir, orada dolana her düşüncenin kırıntılarını toplayabilirmiş gibi keskindi.

 

Ona baktığımı fark ettiğinde dirseklerini dizlerinden çekip arkasına yaslandı ve elindeki varlığını yeni fark ettiğim kristal bardağı dudaklarına yasladı. Gözlerimin içine baka baka o kehribar rengi sıvıyı yudumlarken amacının üstünlük kurmaya çalışmak olduğundan o kadar emindim ki. Üzerime diktiği gözlerinden akan duygunun adı küçümsemeydi.

 

Burada, benim çöplüğümde beni küçümsüyordu.

 

Dudağımın bir köşesi yavaşça kıvrılırken gözlerimi acele etmeden ondan çekip önüme döndüm. Değil burada, hiçbir yerde beni küçümseyebilecek konumda değildi.

 

Bu gece neden buradaydı, amacı neydi hiçbir fikrim yoktu ama her ne arıyorsa onu bulamayacağını biliyordum. Ona istediğini vermeyecektim.

 

Adımlarım hızlanırken birini hezeyana uğratmanın en etkili yoluna başvurdum ve onu görmezden geldim. Yokmuş, hiç var olmamış gibi...

 

Kalabalığın sağır edici seslerinin eşliğinde girdim kafesin içine. Bir an evime dönmüş gibi bir hisse kapılmıştım. Ellerimi kaldırıp bana tezahürat edenleri selamlarken kafesin içinde yavaşça döndüm.

 

"İşte..." diye bağırdı spiker. "Gecemizi şereflendiren o ayrıntı. Karşınızda Kontes! İki yılın ardından yeniden kafesin içinde..." Kalabalık sanki mümkünmüş gibi daha çok bağırmaya başladı. Islık sesleri çığlık sesleriyle birleşiyordu, coşkulu bir ritmin temelini atıyorlardı birlikte.

 

"Bugün dövüşçüler rakiplerinden değil, hakemlerinden korkmalı... Çünkü Kontes'in acıması yoktur. Affı da..." diye devam etti spiker. Gözlerimi devirmemek için zor tuttum kendimi.

 

Gururumun okşanmadığından değil de bunu insanlara bizzat kendim göstermeyo tercih ederdim. Abartılı söylemlerle işim olmazdı benim.

 

"Eğlencenin tadını çıkarın..." dedi son olarak spiker. "Çünkü bu hatuna bu gece burada olması için çok para ödedik." Ve bu sözlerini, sanki dünyanın en komik şakasını yapmış gibi bir kahkaha atarak süsledi.

 

Köşedeki koltuğunda oturan spikere ters bir bakış attığımda bu büyük ekrana da yansımıştı.

 

"Hey hey hey..." dedi spiker anında. "Sadece şaka yapıyordum dostum... Her neyse sanırım bugün kimse şaka havasında değil, o zaman ilk kurayı çekelim ve eğlence başlasın."

 

İyi olurdu. Zevzeklik edenlerden hiç hoşlanmazdım ve aldığım rakamı diline dolamak kesinlikle o zevzeklik sınırları içerisindeydi. Değil iki kere şampiyon olmak, gelip bir dakika bu ringin içinde hayatta kalmaya çalışsın ancak öyle konuşabilirdi.

 

Görüntüm büyük ekrandan çekildi ve hemen ardından ekranda isimler, dövüşçülerin resimleriyle birlikte dönmeye başladı.

 

Koridora ilk adım attığımda beni saran o his yeniden üzerime akın ettiğinde kendimi engellemek için geç kalmıştım ve bakışlarım bir kez daha vip locaların olduğu tarafa kaymıştı.

 

Hâlâ oradaydı ve hâlâ gözünü bile kırpmadan beni izliyordu.

 

Tek kaşım usulca havalandı. O kadar dikkatli bakıyordu ki... Rahatsız edici bir his derimin altına sızdı.

 

O da benim gibi tek kaşını kaldırdığında sinirlerim daha da gerildi. Resmen meydan okuyordu.

 

Benim hatamdı. ilk plana sadık kalmalı ve onu tamamen görmezden gelmeli, ondan tarafa hiç bakmamalıydım.

 

Neyse ki bakışmamızı kesecek, dikkatimi başka yere çekecek bir şey oldu. İki dövüşçünün ismi anons edildi ve kalabalık yeniden deli gibi çığlık atmaya başladı.

 

Kilit ve Dev...

 

Tıpkı bende olduğu gibi her iki koridorun girişlerindeki cam kapılar kayarak açıldı dövüşçüler için. Birbirlerine yakın cüssede iki iri adam aynı anda adım attılar koridora.

 

Kalabalığın yarısı Kilit diye tezahürat ederken diğer yarısı Dev'i sayıklıyordu. Başa baş bir rekabet ve başa baş bir bahis olacaktı anlaşılan.

 

Büyük ekrandaki kurada çıkan isimler yavaşça silindi ve ikiye bölünen ekranda dövüşçüler iki ayrı karede yer aldılar. Her ikisi de kendi hayranlarını selamlayarak ilerlediler o kafesten köprüyü. Hemen bir adım arkalarında ikişer görevli yürüyordu.

 

Tam ortada durdum ve iki dövüşçünün de iki uçtan bana doğru yaklaşmalarını izledim. Benim iki katım olan adamlar, kafese birkaç adım kala keskin bakışlarını kalabalıktan çekmiş ve birbirlerine dikmişlerdi. Bu birbirleri ile ilk karşılaşmalarıydı.

 

Lakabı Dev olan kollarını kaldırıp pazularını şişirerek kükrediğinde yüzümü buruşturmamak için zor tuttum kendimi. İnsan olarak dövüşselerdi ya, hayvanlaşmaya ne gerek vardı?

 

Kilit'de aynı şekilde karşılık verdi rakibine. eğer ringe girdiklerinde de buna devam ederlerse yemin ederim daha birbirlerine dokunmalarına fırsat vermeden ikisini de bizzat nakavt edip gönderirdim buradan.

 

Neyse ki ringe adım attıklarında birbirlerine kitlenmekten hayvanlaşmaya fırsat bulamadılar. Tam ortalarında durdum. Geri sayım başladı. Sayaç ondan geriye doğru sayarken "Eğer..." diye girdim söze. "Dur dediğimde durmazsanız canınız yanar."

 

Ama kime diyordum ki? Adamlar birbirlerine göz dağı vermekten beni duymuyorlardı bile.

 

Sayaç dörde geldiğinde Dev dayanamıyormuş gibi bir elini koluma koyup "Çekil ayağımızın altından." diye homurdanarak beni itmeye ve rakibine olması gerekenden erken atılmaya çalıştı.

 

Ne büyük bir hata...

 

Beni itmesine izin verip bedenimi savururken omzuma dokunan elinin bileğinden tutup atik bir hareketle bedenimi havalandırdım. Ayaklarımdan biri kafesin teline yaslandığında bir salise bile duraksamadım. Duraksarsam ivmemi kaybeder, planladığım hamleyi yapamazdım.

 

Kazandığım o ivmeyi telde ikinci bir adım atmak için kullanırken, üçüncü adımda ayak bileğimde topladığım gücümle bedenimi sertçe adama doğru itip havada bir tur döndükten sonra bacaklarımı Dev'in boynuna sardım ve amacıma ulaştım. Kendi bedenimi yere atarken onu da beraberimde devirmiştim.

 

Şimdi koca cüssesine rağmen ellerimde çaresizdi çünkü boynu bacaklarımın arasındaydı ve dizim tam olarak gırtlağına baskı yapıyordu.

 

"Kural bir..." diye bağırdım yüksek sesle. "Zamanından önce rakibine dokunamazsın."

 

Her kelimemde dizimin baskısını biraz daha artırıyor ve nefesle ilişiğini biraz daha kesiyordum. Kıpkırmızı olan yüzüyle birlikte bacaklarımın arasından kurtulmaya çalıştı ama her hareket etmeye çalışışında onu biraz daha sıkı kavradım. Tamamen kıskacım altındaydı ve hiç şansı yoktu.

 

"Kural iki..." diye devam ettim cümlelerime. "Hakemine saygı göstereceksin! Neymiş, tekrarla!"

 

Zorlukla nefes alırken boğuk ve pürüzlü bir sesle "Zamanından... önce... rakibe dokunmayacağım." dedi. Baskımdan dolayı sesi o kadar cansız çıkıyordu ki ben zor duyuyordum. "Hakeme... saygı... göstereceğim."

 

Tüm bakışların ringe kilitlendiğini biliyordum. Büyük ekranların dört bir yanını doldurduğumuzu... Ama kimin umurundaydı ki?

 

"Hakemin kim?" diye sordum bu kez. Belli ki bazı şeyleri beyinlerine kazımak gerekiyordu. Çaylak bozuntuları işte...

 

"Sen..." dedi bu kez zorlukla. Artık nefes bile alamadığı noktada kurtulmak için yalvarırcasına bacağıma vuruyordu. Her darbesi bir yakarış gibiydi adeta. "Sensin... hakem sensin..."

 

Bırakmadım onu ama baskımı biraz da olsa azaltmıştım.

 

"Ben kimim?" diye sordum bu kez.

 

Azalttığım baskıyla birlikte adam derin bir nefesi içine çekerken güç bela "Kontes..." diye soludu. Bir yandan nefes almaya çalıştığı, bir yandan da elimden çabucak kurtulmayı hedeflediği için aceleci sesi bir tuhaf çıkmıştı.

 

"Hayır!" diye mırıldandım kulağına doğru eğilip. Şimdi konuşmamız sadece bizim aramızdaydı. "Benim adım Yazgı Deha Yaman. Ve sen bulaşmaman gereken son kişiye bulaştın." Benim adama bir şeyler söylediğim, herkesçe görülüyordu ve spiker de boş boğazlığına devam edip bir şeyler saçmalıyordu ama zerre kadar ilgimi çekmiyordu söyledikleri. Benim tüm odağım, kıskacım altında olan Dev'deydi. "Şimdi iki seçeneğin var..." diye devam ettim sözlerime. "Ya paşa paşa pes edip bu ringden siktir olup gidersin ve kariyerine büyük bir utancın lekesi bulaşır. Ya da haddini bilir, kuralına göre paşa paşa dövüşür, şerefinle kazanır ya da kaybedersin." Her kelimemde onu tutuşumu biraz daha gevşetirken, cümlemi bitirdiğimde tamamen serbest bırakmış ve ondan önce de ayağa kalkmıştım. Ona üstten üstten bakarken "Seç birini..."

 

Büyük cüssesini yavaşça yerden kaldırırken tek dizinin üzerinde durup kıpkırmızı olmuş bir yüzle bana baktı. Nedeni biraz öfkeydi kızarıklığının, biraz da nefessiz kalmak... Ama en çok da utanç... Düştüğü duruma karşı utanç... Büyük bir özgüven ile girdiği kafesin içinde ablukaya alınması bir saniye bile sürmemişti. Nasıl utanmasındı ki?

 

Tamamen ayağa kalktığında bakışları birkaç saniye daha bende kaldıktan sonra, pür dikkat onu izleyen kalabalığa döndü. Sonunda spiker de sesini kesmişti.

 

Ben esip gürlemesini bekledim. Bilmiyorum belki üzerime saldırmasını, beni alt etmek adına bir hamlede bulunmasını belki de...

 

Ama o hiç beklemediğim bir şey yaptı ve gülmeye başladı. Tek kaşım kalktı istemsizce. Oksijenini fazla kesmiştim de adamın beyin nöronları mı ölmüştü ne olmuştu? Delirmiş gibi görünüyordu buradan bakınca.

 

"Neye bakıyorsunuz amına koyayım..." diye homurdandı gülüşlerinin arasında "Kontes'ten dayak yemek bile bir onurdur benim için."

 

Bu sözleri üzerine kalabalık da onunla birlikte gülmeye başlamış, ardından girişinde adına yapılan, ama benim hamlem sonucu önü kesilen tezahüratlar yeniden yükselmeye başlamıştı.

 

Ve geri sayımın bittiğini haber veren o gong sesi, gecikmeli de olsa çalıp hem dövüşü hem geceyi başlattı.

 

(Kumite'nin asıl konusunu başka bir kurgumda işleyeceğim için burada fazla derinlere inmeyeceğim dövüşen Yazgı olmadığı sürece. Daha çok Yazgı'nın dövüşçü eğitimlerini okuyacaksınız bu kurguda Kumite ile ilgili. Zaten o kurgunun spoilerını burada birazcık verdim. Mithat Devran Uysal diye. Baş karakterimiz o değil ama.)

 

 

Geceye tam sekiz müsabaka sığdırılmıştı ve hepsi de birbirinden şiddetli ve heyecanlı geçmişti. İlk müsabakada yaşanan o olaydan sonra kimse bir taşkınlık yapmaya cesaret edemezken her şey kusursuz ilerlemişti. Dev bu gecenin kazananları arasındaydı ve iki hafta sonraki yarı final maçına çıkmaya hak kazanan ilk isim olmuştu. Onunla birlikte sekiz kişi daha vardı. Bu geceyi zor sanıyorlardı ama asıl zorluğun iki hafta sonra olduğunu henüz bilmiyorlardı. Eh... Bu gecelik zaferlerinin tadını çıkarsalar da olurdu. Yarın olduğunda nefes almaya bile vakit bulamayacaklardı çünkü. Bunu Kumite'ye bizzat dövüşçü eğiten biri olarak söylüyordum.

 

Kafesten dışarı adımımı attığımda durumum düşündüğüm kadar kötü olmadığı için seviniyordum. Saatlerdir kafesin içinde olmak ve spikerin kötü esprileri eşliğinde sürekli çene çalmasını dinlemek dışında gayet iyiydim hatta.

 

Ve aksiyon ve adrenalin, bir köşede beni izleyen o ayrıntıyı unutmamı sağlamıştı.

 

Aras Akın Altuğlu'nun rahatsız edici varlığı çoktan uçup gitmişti aklımdan.

 

Ta ki kulisime girene kadar...

 

Yorgun adımlarım koridoru arşınlarken ellerimi başıma yaslamış, parmak uçlarımla şakaklarıma baskı uyguluyordum. Başımda sinir bozucu bir ağrı vardı. Bir kadeh merlot şarabının ardından derin, deliksiz bir uykunun ancak geçirebileceği türden bir ağrı...

 

Kulisimin kapısını açana kadar hiçbir sorun yoktu. Kapıyı açıp onu görene kadar...

 

Tüm pervasızlığıyla odamdaki sandalyeye oturmuş, bir ayağının bileğini diğer dizinin üzerine atmış bir vaziyetteydi. Sanki hiç, olmaması gereken bir yerde değilmiş gibi rahattı oturuşu.

 

Üzerinde tıpkı sabahki gibi beyaz bir gömlek vardı ama sabahkinden farklı olarak bu kez gömleğinde kan yoktu.

 

"Ne işin var senin burada?" diye sordum kapıyı ardına kadar açık bırakıp girişte dikilirken.

 

Derdi neydi bu adamın?

 

Kumiteyi izlemeye gelmesini bir nebzeye kadar anlayabilirdim ama kulisime kadar girmesi... Ne istiyordu benden? Kardeşini sağ salim almıştı işte...

 

Sorumla birlikte usulca ayağa kalktı. Uzum boyu ve iri gövdesiyle küçük odanın içine sığamıyordu sanki.

 

"İlginç..." diye girdi söze. Ağır ağır bana doğru yürürken ellerini siyah kumaş pantolonunun ceplerine sokmuştu. "Küçücük bedeninle kardeşimi o heriflerden nasıl kurtarmış olabileceğini merak ediyordum."

 

Her kelimesi, mesafeyi biraz daha kısaltan adımlara eş değerdi. Tam karşımda durduğunda aramızda iki adım ya vardı ya yoktu.

 

Kurşuni gözlerini yüzümde gezdirirken o gözlerden neyi düşündüğünü anlamak mümkün değildi. Sadece... tek bir duygu kendini açık ediyordu. Şüphe... Hâlâ şüpheyle bakıyordu bana. Ne kadar da umurumdaydı ama...

 

"Kız kardeşin anlatmış olmalı..." diye cevap verdim kollarımı göğsümde toparlayıp. Üzerimdeki siyah atletim ter içindeydi ve bedenimi yapış yapış hissettiriyordu. Daha lanetlilerini bizzat yaşamamış olsam bugünü en lanetli gün ilan edebilirdim ama şansa bakın ki bugün ilk ona bile giremezdi. İlk onum çok doluydu...

 

"Henüz bir şeyler anlatmak için kendini toparlayabilmiş değil... Dinleniyor."

 

Bir adım daha yaklaştı... Alanım işgal edilmeye başlamıştı ama geri adım atmayı da reddediyordum. Geri adım atmak korkaklık gibi görünecekti. İstediği o üstünlüğü kurmasına izin vermişim gibi...

 

"Söylesene Yazgı Deha Yaman... Onu nasıl buldun?"

 

Nasıllar ikiye ayrılırdı.

 

Onun neyi kastettiğini çok iyi biliyordum ama şu işe bakın ki kelime oyunlarını severdim.

 

"Elleri plastik kelepçe ile bağlanmış bir hâlde korku içinde..."

 

Ve şimdi ona doğru bir adım yaklaşan bendim. başımı yavaşça sağ omzuma doğru eğdim ve soğuk gözlerinin içine baktım. "Umudunu tamamen kaybetmiş bir halde... Çok güvendiği abisi ve babasına karşı olan umudunu hemde..."

 

Bakışlarındaki o ezici ifade, sözlerimin altında ezildi... Kurmaya çalıştığı o üstünlük yerle bir olurken, küçümseyici duyguları ona saldırmaya başladı.

 

İşte şimdi tam sırasıydı.

 

İki adım geri atıp kendime alan açtım ve onu baştan aşağı süzdüm. Aynı kulvarda olmanın yanına bile yaklaşmıyorduk. Gerçekten karşıma geçip beni sorgulayabileceğini, hor görebileceğini sanıyorsa birinin bu adamı hayal dünyasından uyandırması gerekecekti.

 

Ne demişti babası?

 

Türkiye piyasası ile biraz olsun ilgilenseydin...

 

Dudaklarım alaycı bir gülüş ile kıvrıldı.

 

"Ona rağmen..." diye devam ettim cümlelerime. "Beni gördüğünde bana, "seni babamlar mı gönderdi" diye sordu."

 

Başımı yaramazlık yapmış bir çocuğu onaylamıyormuş gibi iki yana salladım. Her sözüm onu biraz daha sinirlendiriyordu. Alnındaki damarın şiştiğini görebiliyordum. Gri gözlerinden biri seğirmeye başlamıştı bile.

 

"Bence burada oyalanmak yerine gidip kardeşinden onu zamanında bulamadığın için af dile. Ya da en başında kaçırılmasına izin verdiğin için..."

 

Konuşmanın bittiğini belirtmek için son kez gri gözlerine bakıp yanından geçtim ve odanın içindeki tek Kapaklı küçük metal dolaba doğru ilerledim.

 

O kapının önünde durmaya devam ederken eğilip dolabın altına yapıştırdığım anahtarı çekip çıkardım. Kapıları kilitleme huyumun gerçekten işe yaradığı nadir anlardan biriydi...

 

Dolabın kapısını açarken hâlâ gitmemişti. Üzerimi değiştirme işini eve bırakmam gerekecekti anlaşılan...

 

Çantanın içine rastgele attığım silahımı alıp şortumun beline sıkıştırdıktan sonra çantamın fermuarını kapatıp sırtıma attım.

 

Terden sırılsıklam olan ve nemli boynuma telleri yapışan saçlarımdaki tokayı çekip çıkarırken adımlarım yeniden çıkışa doğru yönelmişti.

 

O, omzunu kapıya yaslamış bir şekilde hâlâ şüpheci bakışlarla beni izlemeye devam ediyordu. Hayır canı dayak falan mı istiyordu anlayamıyordum. Eğer öyleyse bugünlük şiddet kotamı fazlasıyla doldurmuştum, yarın istediği kadar gelebilirdi ben de onu istediği kadar kaşıyabilirdim ama bugün beni rahat bırakmalıydı.

 

Onu dikkate almadan yanından geçip gitmekti amacım ama sesini duymak adımlarımın önünü kesti.

 

"Baban kaçırdı, sen kurtardın..." dedi sert bir sesle, her bir kelimenin üzerine basarak. Ardından yaslandığı yerden doğrulup bana doğru bir adım yaklaştı. Alanımı işgal etmeyecek kadar uzak, yine de rahatsız edecek kadar yakındı.

 

"Bu masala inanmıyorum haberin olsun." diye devam etti sözlerine. Sanki bu çok umurumdaymış gibi... "Her ne planlıyorsunuz bilmiyorum ama bir daha ne seni ne de babanı ailemin etrafında görmeyeceğim."

 

Gözlerimi kapatıp bir saniye kadar öyle kalmasını sağladım. Sabır kavramı ile karmaşık bir ilişkimiz vardı, dengesizdik... Ve bu adam sabrımı gerçekten sınıyordu.

 

Ona dönme gereği görmedim, yalnızca başımı çevirip baktım yüzüne. Kaskatı kesilen yüzüyle birlikte öldürücü ifadeler taşıyan bakışları yüzümdeydi. Saf bir nefret gördüm orada...

 

Duygularımız karşılıklı diyebilmeyi isterdim belki ama nefret edecek kadar bile ciddiye almıyordum karşımdaki adamı. Kulağımın dibinde çalan boş bir teneke gibiydi. Sinirlerimi bozuyordu sadece, daha fazlası değil...

 

"Neye inanıp inanmadığın zerre umurumda değil..." Tıpkı onun yaptığı gibi her bir kelimenin üzerine bastırarak konuştum. Belli ki kafasının içindeki beyin nohut tanesi kadar bile yoktu, anlamakta güçlük çekiyordu.

 

"Ben..." dedim yine üzerine bastırarak. Yetmedi parmağım ile kendimi işaret ettim. "Kendi rutinimdeyim, işime bakıyorum." Ardından işaret parmağım ona doğru döndü. "Sen, benim rutinimi işgal eden kişisin. Maçıma kadar gelmişsin; yetmemiş, kulisime girmişsin, beni tehdit edebileceğini sanıyorsun."

 

Grinin kurşun tonu gözlerindeki o ifade hiç değişmiyordu. Ondan alabildiğim tek duygu belirtisi, köşeli çenesinin daha da gerilmesiydi. Ve alnındaki o damar, nabız gibi atıyordu.

 

"Kardeşini kurtardım, sana getirdim bitti gitti. Beni rahat bırak artık! Eğer biraz daha buna devam edersen bugün gördüklerinden çok daha fena bir müsabakanın başrolünde dayak yiyen taraf olacaksın çünkü. Sabrımı sınama benim."

 

Son kez baktım gözlerinin içine... Ya da öyle olmasını umdum... Çünkü başımı çevirip gitmek için yeni bir adım attığımda yeniden ve yeniden lakabımı söyleyen sesini duymuştum.

 

"Kontes..."

 

Alay dolu, ağız dolusu bir sesle söylediği lakabım...

 

Sinirlerim bir keman yayı gibi gerildi, gerildi. gerildi. Kopma noktasına geldiğinde, kopmadan hemen önce derin bir nefes aldım. Dayan Yazgı, dayan... Uyuduğun bu kâbustan uyanmak üzeresin...

 

"Adın herkesin dilinde..." diye devam etti. "Böylesi zorlu bir dövüş turnuvasında iki kez şampiyon olmuş bir kadın... Sen."

 

Nefret ve alayla bezeli sesiyle beni aşağılayabildiğini mi sanıyordu gerçekten? Bu sözlerle? Yaptığı tek şey ne kadar dar bir çerçeveye, alçak bir zihniyete sahip olduğunu ortaya sermekti.

"Bu torpil, paranın gücü mü Yazgı Deha Yaman yoksa bacaklarının arasına mı borçlusun."

Keman yayı gibi gerilip kopma noktasına gelen o sinirlerim koptu.

 

Elim ne ara belimdeki silaha gitti, silahı ne ara çekip karşımdaki adamın alnına yasladım hiçbir fikrim yok. Ama gözümün döndüğü bir gerçekti. İğrenç sözleri ve iğrenç imaları sıkmıştı artık...

 

"Tek kelime daha et... Et ki beynini dağıtayım." diye tısladım sıktığım dişlerimin arasından.

 

Hiçbir çekinme belirtisi göstermedi. Alnına yaslı namlumla gözlerimin içine bakmaya devam etti. Bakışlarındaki ifadelerde en ufak bir değişim bile olmamıştı.

 

Biraz olsun o bakışları değişsin istedim. Korksun, benden korksun... Sözlerinin karşılığında canını ne kadar yakabileceğimi hatta o canı hiç çekinmeden alabileceğimi bilsin istedim. Baş parmağım horozu indirirken o silahı gerçekten ateşlemeye hazırdım.

 

"Yerinde olsam bunu yapmazdım..." dedi hemen arkamdan gelen, nereden çıktığını bilmediğim bir adamın sesi ve elim horozdan çekildi. Çünkü sesle birlikte başımın arkasında soğuk bir metal hissetmiştim. Bir namlu da benim başıma yaslanmıştı.

 

Korkmadım. Öylece karşımdaki adamın gözlerinin içine bakarken korkunun zerresi bile yoktu.

 

"Yerinde olsam bende bunu yapmazdım." dedi tanıdık bir ses daha. Maya... Göz ucuyla sesinin geldiği yere baktığımda onun da adamın başına silah dayadığını gördüm.

 

Ne trajikomik ama...

 

Aras Akın Altuğlu'nun da bakışları o noktaya kaymıştı ve dudaklarından alay dolu bir gülüş dökülmüştü.

 

"Eee?" dedi Maya. "Silahını indirmeyi düşünür müsün yoksa senin ya da patronunun beynini mi dağıtalım?"

 

Adam, sanki Maya hiç yokmuş gibi silahını doğrultmaya devam ediyordu. Gelecek herhangi bir emir için patronundan emir beklediğinden emindim. Aras Akın Altuğlu'nun gözlerinin içine bakıyordu çünkü.

 

Hafifçe kırlaşmaya başlayan saçları ve çizgileri belirginleşen yüz hatları tanıdıktı. Onu Sara'yı bıraktığım esnada onların evinin önünde gördüğümü hatırladım.

 

"İndir silahını Mahzun." diye emrini verdi Aras Akın Altuğlu ve başımdaki silahın baskısı anında çekildi. Ama ben silahımı indirmedim. Maya da...

 

Kurşuni gözleri yeniden gözlerimin içine çevrildi ve tek kaşını kaldırıp baktı yüzüme.

 

Burnumdan sert bir soluk dökülürken "İndir Maya..." diye seslendim tıpkı onun gibi ve hemen ardından bende silahımı indirdim.

 

Gitmeyi planlayan bendim ama son kez gözlerimin içine bakıp hiçbir şey söylemeden yanımızdan geçip giden o oldu. Mahzun dediği adam da hemen peşinden gitmişti.

 

Onların peşinden bakarken "Kim bu tipler?" diye sordu Maya. Parmaklarımın arasındaki silahı daha sıkı kavrarken söylediği son sözler zihnimin içinde yankılanıyordu.

 

Bu torpil, paranın gücü mü Yazgı Deha Yaman yoksa bacaklarının arasına mı borçlusun.

 

Ne rezil bir adamdı. Yüzüne bakan da gerçekten adam sanırdı.

 

Keşke silahı çekmek yerine suratının ortasına patlatsaydım iki tane diye geçti içimden. Sözlerine adam akıllı karşılık verememiş olmak dert olacaktı şimdi bir de...

 

Omuz silktim Maya'nın sözlerine karşın. Ardından bakışlarımı, giden adamların bıraktığı boşluktan çekip Maya'nın gözlerine çevirdim ve "Bugün çıkan sorunun bir parçası..." diye açıklamaya koyuldum. Ardından birlikte otoparka doğru ilerlerken de günü kısaca özetlemiştim.

 

Yaptığı tek yorum ise "Yakışıklı herif ama..." Başını onaylamazca iki yana salladı ve yüzünü buruşturdu. "Allah aşkına bir ara onu seninle ringe sokalım da torpilinin neyden geldiğini görsün beyinsiz." diye homurdandı.

 

Gerilen sinirlerime rağmen güldüm sözlerine. Kulağa güzel geliyordu. Böyle kafesin içinde ağzını burnunu kırana kadar onu dövmek... Tüm sinirimi çıkarana kadara... Söylediklerinin siniri çıkar mıydı onu da bilmiyordum ya...

 

 

"Son beş şınav, bir dediğimde kalkabilirsiniz..."

 

Şınav pozisyonunda duran altı öğrencinin karşısındaki sandalyeye oturmuş, elimdeki çayı yudumlarken onları izliyordum. Üçü kız üçü erkek altı öğrenci...

 

"Beş..." dedim. İndiler ve kalktılar.

 

"Dört..."

 

"Üç..."

 

"İki..."

 

"Beş..."

 

Biri duymayı beklerken yeniden beşi duyan öğrencilerim isyan dolu bir sesle yeniden inip kalktıklarında, "Kumitede sınırlarınızdan çok daha fazlasını zorlarken, dövüşün ortasında da böyle isyan mı etmeyi planlıyorsunuz?" dedim sert bir sesle.

 

Bunun üzerine "Dört, üç, iki, beş..." diyerek kendileri saymaya başladılar.

 

Kumitenin üzerinden üç gün geçmişti ve sıradaki turnuva için bizden de birileri dönüşecekti. Bu altılıdan biri... Bu nedenle antrenmanları sıklaştırmıştık ve sınırlarını olması gerekenden daha fazla zorluyordum. Son yirmi beş dakikadır hiç durmadan şınav çekmeleri gibi... Kulağa kolay geliyor olabilirdi ama tabii öncesinde bir barfiks turumuz olmasaydı...

 

Onlar kendi kendilerine saymaya devam ederken çalan telefonumun sesi araya girdi.

 

Dizimin üzerinde duran telefonun ekranında yanıp sönen numara yabancıydı.

 

Kaşlarım çatılırken telefonumu elime alıp numarayı bir kaç kez içimden tekrarladım belki bir yerlerden hatırlayabilirim diye ama hayır, kesinlikle tanıdık değildi.

 

Aramayı yanıtlayıp telefonu kulağıma yasladığımda artık terden kuru noktaları kalmayan çocuklara "Tamam..." diye seslendim. "Kalkabilirsiniz, bugünlük bu kadar."

 

Turu bitirmek falan umurlarında olmadı ve anında gövdelerini yere attılar ve soluk soluğa uzandılar.

 

"Alo?" diye seslendim bu arada telefondaki kişiye.

 

"Alo... merhaba." dedi zayıf ve titrek bir ses. Numara tanıdık değildi belki ama bu sesi yakın zamanda duyduğumdan kesinlikle emindim.

 

"Sara?" dedim yine de emin olmak için. Numaramı nasıl bulmuştu bu kız?

 

"Evet, benim..." diye karşılık verdi. "Umarım rahatsız etmiyorumdur. Numaranı gizlice abimin telefonundan aldım. Hani onu senden aramıştım ya..."

 

Ah... tabi ya... Onu tamamen unutmuştum.

 

"Rahatsız etmedin..." diye karşılık verdim sakin bir sesle. Onunla konuşmak, onu hatırlamak bana abisini de hatırlatmıştı ve sakinleşen sinirlerim anında yeniden gerilmişti.

 

Bu torpil, paranın gücü mü Yazgı Deha Yaman yoksa bacaklarının arasına mı borçlusun...

 

O iğrenç kelimeleri sırayla alaycı sesi ve gri gözleri yeniden gözümün önüne gelirke sakinleşmek adına derin bir nefes aldım. Abisinin aptallığını Sara'ya yansıtacak değildim.

 

"Buna sevindim..." diye cevap verdi Sara. Sesi şimdi daha net geliyordu, rahatlamış gibi...

 

"Seni bekledim..." diyerek konuşmaya devam etti. "Ne yemek sevdiğini bilmediğim için kendi en sevdiğim yemekleri yaptırdım Hicran Teyzeye üç gün boyunca... Gelmeyecek misin?"

 

Ah... hadi ama...

 

Boştaki elim yüzüme doğru çıktı ve iki parmağım burun kemerime yaslandı...

 

"Sara..." diyecek oldum ama hemen "Abim yüzünden mi gelmiyorsun..." diyerek sözlerimin önünü kesti. "O burada sana çok kötü davrandı ve şimdi de adının evde geçmesini yasakladı." Homurtuları bu konunun onu rahatsız ettiğini net bir şekilde belli ediyordu.

 

Adımın evde geçmesini mi yasaklamıştı yani?

 

Şaka gibiydi gerçekten...

 

"Beni nasıl kurtardığını bile anlatamadım... Ne zaman anlatacak olsam gözlerini üzerime dikiyor ve bana kötü kötü bakıyor. Neyden bu kadar rahatsız oldu hiç bilmiyorum ama eğer gelmeme nedenin abimse lütfen bunu sorun etme..."

 

Kısacık bir sessizlik oldu. Demek adımı duymaya bile tahammül edemiyordu paşazademiz. Dudağımın bir köşesi kıvrılırken bu sessizlikten yararlanıp telefonu kulağımdan çekip saate baktım. Henüz beş buçuktu.

 

Adımı duymaya bile tahammül edemiyorken varlığımı görse ne olurdu acaba?

 

"Hayatımı kurtardığın için sana teşekkür etmek istiyorum... Lütfen Yazgı... Sadece bir akşam yemeği..."

 

Ah, hayır bu delilikti...

 

Kesinlikle buna pişman olacaktım...

 

"Peki..." diye cevap verdim Sara'ya... "Bu akşam için bir planım yok, sanırım akşam yemeğinize katılabilirim..."

 

Ama o sözlere karşılık en azından birkaç saatliğine de olsa onu varlığımla zehirlemeye değerdi. Şansım varsa o çok istediğim yumruğu da atabilirdim belki...

 

 

Bölümü nasıl buldunuz?

 

Sizce bizi neler bekliyor olacak?

 

Yazgı ve Aras arasındaki kimya şu an nasıl sizce?

 

Zaman ayırıp okuyan herkese sonsuz teşekkürler❤️❤️

Loading...
0%